.
.
.
.
.
Türkçe’de Giorgio Agamben
1970 İçeriksiz Adam. (Çev. Kemal Atakay), Monokl
Yayınları, 2019 İstanbul
1978 Çocukluk ve Tarih: Deneyimin Yıkımı Üzerine
Bir Deneme. (Çev. Betül Parlak), Kanat Kitabevi, 2010 İstanbul
1985 Nesir Fikri. (Çev. Fırat Genç), Metis Yayınları,
2009 İstanbul
1990 Gelmekte Olan Ortaklık. (Çev. Betül Parlak),
Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
1995 Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak
Hayat. (Çev. İsmail Türkmen), Ayrıntı Yayınları, 2001 İstanbul
1998 Tanık ve Arşiv: Auschwitz'den Artakalanlar.
(Çev. Ali İhsan Başgül), Dipnot Yayınları, 2017 Ankara
2002 Açıklık: İnsan ve Hayvan. (Çev.
Meryem Mine Çilingiroğlu), Yapıkredi Yayınları, 2009 İstanbul
2003 Olağanüstü Hal. (Çev. Kemal
Atakay). Varlık Yayınları, 2008 İstanbul
2005 Dünyevileştirmeler. (Çev. Betül
Parlak). Monokl Yayınları, 2011 İstanbul
2006 Dispozitif Nedir? / Dost. (Çev.
Ekin Dedeoğlu), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
2008 Şeylerin İşareti: Yöntem Üstüne. (Çev. Betül
Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
2009 Çıplaklıklar. (Çev. Suna Kılıç),
Alef Yayınevi, 2017 İstanbul
Dispozitif Nedir? / Dost
Giorgio Agamben
(Çev. Ekin Dedeoğlu), Monokl
Yayınları, 2012 İstanbul
İçindekiler
Dispozitif Nedir? 11
Çevirenin Son Notları 43
Dost 61
Çevirenin Son Notları 81
Dispozitif Nedir?
14
[dispozitif sözcüğü Foucault’nun düşünce
stratejisinde kilit bir terimdir.] Foucault bu terimi çoğunlukla
‘yönetimsellik’ ve ‘insanların yönetimi’ adını verdiği meselelerle uğraşmaya
başladığı 70’lerin ortasında kullanmaya başlamıştır.
[1977’de yapılan bir röportaj:]
“[dispozitif]
adı altında araştırdığım, her şeyden önce söylemler, kurumlar, mimari yapılar,
tüzel kararlar, yasalar, idari önlemler, bilimsel önermeler; felsefe, ahlak ve
insanseverlik disturları gibi son derece heterojen unsurları içeren bir bütündür.
Yani hem sözel unsurları var dispozitifin, hem de söz dışı. Dispozitif bu
unsurlar arasında örülen bir ağdır.”
“(...)
dispozitif ifadesinden ne mi anlıyorum? Belli anlarda acil duruma tepki vermek
gibi temel bir işlevin biçimlendirdiği ‘oluşum’ diyelim. Yani
dispozitifin önemi temelde stratejik olmasından gelir...” [fluks]
“(...)
dispozitifin doğası aslen stratejik dedim. Bunu söylerken de şöyle bir varsayım
vardı: Dispozitif, iktidar ilişkilerinin belli bir doğrultuda güdümlenmesidir,
hesaplı kitaplı, akılcı bir müdahale şeklidir. Bu güdümleme ve müdahale bazen
iktidar ilişkilerinin belli bir istikamette gelişmesini sağlamak, bazen
önlerini kesmek, bazen de ilişkileri istikrara kavuşturup kendi yararına
çevirmek maksadını güder. Bu yüzden dispozitif her zaman bir iktidar oyunu
çerçevesinde yer alır. Ne var ki aynı zamanda bilme biçimlerimizi sınırlayan kurallara
da işaret eder. Bilgiye şeklini dispozitif verir, fakat bilgi de dispozitifi
biçimlendirmekten geri durmaz. Hah, işte dispozitif budur, yani bazı bilme
biçimlerine dayandığı gibi bu bilme biçimlerine dayanak da teşkil eden iktidar
ilişkisi stratejileridir.” (Dits et écrits, III. Cilt, s.299-300)
15
Üç noktayı kısaca özetleyelim:
a) Dilsel olsun dildışı olsun, virtüel olarak hemen her
minvalden (söylem, kurum, yapı, yasa, polis önlemi, felsefi önerme vb.)
unsurlar içeren heterojen bir bütün söz konusu. Bu öğeler arasında örülen ağın
ta kendisi dispozitif.
16
b) Dispozitifin hep somut, stratejik bir işlevi var ve
yine hep bir iktidar ilişkisi çerçevesinde yer alıyor.
c) Bu haliyle, iktidar ilişkileriyle bilme ilişkilerinin
iç içe geçmesinden doğuyor.
Foucault, yetmişli yılların sonunda, ... araştırmalarının
nesnesini belirlerken dispozitif sözcüğü yerine, ... başka bir sözcük
kullanıyor: ‘Positivite’ (olumluluk).
17
[Jean Hiyppolite’nin çalışmasının başlığı, “Akıl ve Tarih:
Pozitivite ve Yazgı İdeaları”. Hyppolite’e göre ‘yazgı’ ve ‘pozitivite’
teriminin ‘doğal din’ ve ‘pozitif din’ arasındaki karşıtlıkta kendine haz bir
yeri var. Doğal din, insan aklının tanrısal akılla dolaysız ve genel ilişkisine
atıfta bulunurken; pozitif, ya da tarihsel din, belli bir toplumda ve tarihin
belli bir noktasında, bireye dışarıdan dayatılan inançlar, kurallar ve ayinler
bütünüyle ilişkilidir. Hegel, Hyppolite’in alıntıladığı bir pasajda şöyle der:
“Pozitif dinde duygular, talimat zoruyla tetiklenir;
kişinin kendisini doğrudan ilgilendirmeyen eylemler, buyruk ve itaatle yaşama
geçirilir.”
19
[Hyppolite:] “Pozitivite, Hegel’e göre insan özgürlüğünün
önünde bir bakıma engel teşkil ettiği için yazarın sert eleştirilerine maruz
kalıyor.”
Hyppolite’le birlikte, kuralların, adetlerin ve kurumların
yükünü taşıyan bireye dıştan bir iktidarın dayattığı, fakat bireylerin inanç ve
duygu dünyalarında adeta içselleştirdikleri tarihsel unsura genç Hegel’in
‘pozitivite’ dediğini varsayarsak, Foucault’nun bu terimi alıntılamasını, kritik
bir problem karşısında tavır alması olarak yorumlayabiliriz. Aslında
Foucault’nun kendine özgü sorunsalı da budur: ‘Yaşayan bir varlık olarak birey’
ile ‘tarihsel unsur’, yani iktidar ilişkilerinin somutlaşmasından doğan
kurumlar, özneleştirme süreçleri ve kurallar bütünü arasındaki ilişki. Ne var
ki son kertede Foucault’nun amacı Hegel’de olduğu gibi iki unsuru birbiriyle
bağdaştırmak değil. Keza aralarındaki bağdaşmazlığı şişirmek niyetinde de
değil. Foucault bundan ziyade dispozitiflerin, iktidar ilişkileri ve
düzeneklerinde, yani iktidar ‘oyunları’nda, hangi somut biçimlere bürünerek
etkin olduğuna mercek tutuyor.
20
[Dispozitif] Söz konusu olan şu veya bu iktidar
teknolojisine atıfta bulunan tikel bir terim değil, genel bir terimdir. … [Foucault’nun
izlediği stratejide, eleştirel bir gözle tanımladığı ‘tümeller’]. … Foucault
Devlet, Egemenlik, Yasa, İktidar gibi ‘tümel’ addolunabilecek genel
kategoriler, yani akılsal varlıklar üzerinde durmaya kesinlikle yanaşmaz. …
Foucault’nun izlediği stratejide dispozitifler, düpedüz tümellerin yerine
geçmektedir: Dispozitif, ne tek bir polisiye önlem, ne tek bir iktidar
teknolojisidir, ne de soyutlama yoluyla elde edilmiş bir genelleme. …
dispozitif “bu unsurlar arasında örülen ağ”dır.
21
[‘Dispozitif’ sözcüğünün Fransızcada sık kullanılan bir
sözlükte yer alan üç ayrı anlam:]
a) [Hukuk] “Bir mahkeme hükmünde gerekçelerden sonra
gelen, mahkemenin neye hükmettiğini gösteren kısım.” [düzenleyici kısım]
b) [Teknoloji] “Bir makine yahut düzeneğin parçalarının
tertip edilme şekli ve genel anlamda düzeneğin kendisi” [tertibat]
c) [Askeriye] “Bir plan çerçevesinde yapılan
düzenlemelerin tümü.”
Foucault’nun dispozitifinde bu anlamların üçünü de işitmek
mümkün. … Peki ‘dispozitif’ sözcüğünün temelinde yatan anlam ne acaba?
23
[Üç yıldır yürüttüğüm çalışma:] “ekonominin teolojik
soykütüğü”. Yunancada oikonomia
sözcüğü, oikos’un, yani evin bilfiil
idaresi demek. Anlam genişlemesiyle de işletme, management anlamlarına geliyor.
24
… neden Kilise büyükleri bu terimi teolojiye taşıma
ihtiyacı duymuşlar? ‘Tanrısal’ bir ‘ekonomi’, nasıl olmuş da dağarcıklarında
yer etmiştir?
[Tertullianus, Hippolytos, Eirenairos vd.’nin
argümanları:] “Tanrı, varlığı ve tözü itibariyle elbette birdir; fakat oikonomia’sına, yani hanesini, hayatını
ve yarattığı alemi nasıl yönettiğine gelindiğinde üçlüdür. …” Oikonomia terimi … Tanrı’nın Oğul’da
[İsa] vücut bulması, günahkârların ıslahı ve kurtuluş ekonomisi anlamlarına
gelmeye başlar.
26
… Tanrı’nın varlığı ile edimini; doğası/özü ile hilkat
aleminin idaresi edimlerini birbirinden ayıran, ayırdığıyla da birbirine
eklemlendiren bir tür kırılma noktasına kadar sürdürebiliriz onların izlerini.
Varlıkta temeli olmayan saf bir yönetme eylemi x’te ya da x yoluyla mı gerçekleşiyor,
işte dispozitif o x’in adıdır. Bu
yüzden dispozitifler her zaman bir özneleşme süreci gerektirirler. Çünkü kendi
öznelerini yaratmaları şarttır.
27
... Foucaultcu anlamda dispozitifler, yalnız genç
Hegel’deki ‘pozitivite” ile aynı bağlama oturmakla kalmayıp; Heidegger’in
ikinci döneminde kullandığı ve dis-positio, dis-ponere sözcükleriyle
akraba Gestell sözcüğüyle örtüştüğü için de fevkalade önemli. Heidegger,
... Ge-stell sözcüğünün genellikle “aygıt” anlamına geldiğini söylemekle
beraber kendisinin bu terimle “Stellen’da (koyma edimi)
toparlayıcı/bir-araya-getirici olanı, insanı edimsel gerçekliğinde [ortaya
koyanı] ... kastettiğini vurguluyor. ... Bütün bu terimlerin ortak tarafı bir
tür oikonomia’ya göndermede bulunmaları. Oikonomia bir pratikler,
bilgiler, önlemler bütünü. Amacı ise insanların davranışlarını, vücut
dillerini, düşüncelerini yararlı olduğu sanılan bir doğrultuda yönetmek,
denetlemek, yönlendirmek.
29
... varolanı iki büyük kümeye, iki büyük sınıfa ayırmak:
Bir kefeye canlı varlıkları (tözleri), diğerine ha bire takılıp
kaldıkları dispozitifleri koyalım. [bir tarafta yaratılmışlar
ontolojisi, diğer tarafta yaratılanları iyiye ve güzele yöneltmek suretiyle
yönetmeye çalışan dispozitifler oikonomia’sı.]
Şu ya da bu şekilde; yaşayan varlıkları yakalama, yönlendirme,
belirleme, modelleme, denetleme; bu varlıkların vücut diline, davranışlarına,
fikir ve söylemlerine dayanak teşkil etme yetisi olan her şey. ... dil, en
kıdemli dispozitif belki de. [flux]
30
Yaşayan varlıklar (tözler) ve dispozitifler. İkisi
arasında da üçüncü bir sınıf olarak özneler var. .. Örneğin, aynı birey, aynı
töz, çoklu bir özneleşme sürecine tabi olabilir: Aynı anda hem cep telefonu
kullanıcısı, hem internet gezgini, hem öykü yazarı, hem tango tutkunu, hem de
küreselleşme karşıtı (örnekleri çoğaltabiliriz) olabiliyoruz... Zamane
dispozitiflerinin bitmek bilmez çoğalışı...
31
İçinde yaşadığımız kapitalizmin gelişiminin son safhasını
dispozitiflerin sınırsızca birikimi ve yayılımı olarak tanımlarsak sanırım hata
etmiş olmayız. Dispozitifler elbette Homo sapiens’in ortaya çıkışından
beri varlar. Fakat bugün sanki bireylerin tarafından modellendirilmediği, bir
dispozitifin bireylere sirayet etmediği, bireyin bir dispozitif tarafından
denetlenmediği bir an yok gibi! Peki o zaman günlük hayatımızda dispozitiflerle
çarpışmamızda bu hale nasıl göğüs germeli, hangi stratejiyi izlemeli?
32
Örneğin, birey davranışlarının cep telefonunun
kullanımıyla tepeden tırnağa yeniden biçimlendiği bir ülke olan İtalya’da
yaşayan bir insan olarak ben, insan ilişkilerini daha da soyutlaştıran bu
dispozitife karşı müthiş bir nefret geliştirdim.
Doğrusu durum öyle gösteriyor ki dispozitifler insanların
içine kazayla düştükleri bir durum değil. Köklerini daha ziyade, Homo
sapiens olarak sınıflandırdığımız hayvanları ‘insan’ kılan
‘insanlaş(tır)ma’ (ominizzazione) süreciyle özdeş bir süreçte aramak
lazım. İnsanın oluşumuna neden olan ve aslında canlılar için bir tür yarılma
teşkil eden olay, bir bakıma oikonomia’nın Tanrı’nın varlık ve eylemi arasına
soktuğu yarılmaya benzer surette yeniden türüyor. Bu yarılma canlıyı, kendi
varlığından ve çevresiyle dolaysız ilişkisinden ayırıyor. Önce von Uexküll,
sonra da Heidegger buna alma-ketsizleştirme çemberi adını vermişler. Bu ilişki
kopup kesintiye uğradığında canlıda sıkılma (yani ket -engel- kaldıran
unsurlarla dolaysız ilişkiyi kesebilme kabiliyeti) ve Açıklık (varlığı varlık
olarak bilme, dünya kurma olasılığı) türer. Fakat bu olanaklılıkla birlikte
dispozitiflerin olanaklılığı da dolaysız olarak verilidir. Dispozitifler
Açıklığı araçlar, nesneler, alet edavat, süs ıvır zıvırı ve envai çeşit
teknolojiyle tıka basa doldurur. İnsan dispozitifler aracılığıyla kendisinden
ayrışmış hayvan davranışlarını boşuna çalıştırarak Açıklıktan Açıklık olduğu
suretle, varlıktan varlık olarak yararlanmaya çalışır. Her dispozitifin kökünde
insanca bir mutluluk arzusu vardır, ‘fazla insanca’ bir mutluluk. Ve bu arzunun
ele geçirilip başka bir çerçevede öznelleştirilmesi dispozitife özgü
potansiyeli oluşturur.
34
Yani dispozitifle olan göğüs göğüse mücadelemizde
benimseyebileceğimiz stratejinin basit olması söz konusu değil. Aslında gereken,
dispozitifler tarafından ele geçirilip yalıtılan şeyi olası bir kamu kullanımı
doğrultusunda serbest bırakmaktır. [Size üzerinde çalıştığım bir kavramdan söz
etmek isterim:] Dünyevileştirme (profanazione).
35
Takdis ve vakfetme [kendinin olan bir eşyayı bir amaca
adamak] eşyanın insan hukuku çerçevesinden çıkması anlamına gelirken,
dünyevileştirme eşyayı insanın serbest kullanımına iade ediyordu. Büyük hukukçu
Trebatius “Layıkıyla tanımlayacak olursak, dünyevi (profano), dinsellik
ya da kutsiyetten koparılıp insan kullanım ve mülkiyetine iade edilen şeye
denir” der.
Bu bakımdan din, şeyleri, mekânları, hayvanları ve
kişileri ortak kullanım alanından kopararak ayrı bir alana nakleder. Ayrılma
olmadan din [olamaz]. ... Ayrılmayı hayata geçiren ve düzenleyen dispozitif ise
kurbandır. [Kurban, insanlar aleminden tanrılar alemine geçişi tasdik ve takdis
eder.] ... Dünyevileştirme, kurbanın ayırıp böldüğünü ortak kullanıma iade eden
bir karşı-dispozitiftir.
36
Aslında bütün dispozitiflerin altında bir tür özneleştirme
süreci aramak gerek. Özneleştirmeyen bir dispozitif, yönetim dispozitifi olarak
işlevini yerine getiremeyecek, kaba kuvvete dönüşecektir. Foucault, disiplin
toplumlarında dispozitiflerin, nasıl da bir dizi pratik, söylem, bilgi ve
uygulama üzerinden yumuşak başlı ama özgür, ‘özgürlüklerini’ bizzat
özneleştirilme süreçleri üzerinden elde eden bedenler yaratmayı hedeflediğini gösteriyor.
Özne
sözcüğünün iki anlamı vardır: Denetim ve bağımlılık yoluyla başkasına tabi olan
özne ve vicdan ya da özbilgi yoluyla kendi kimliğine bağlanmış olan özne.
Sözcüğün her iki anlamı da boyun eğdiren ve tabi kılan bir iktidar biçimi
telkin ediyor. ([sujet] Fr. Türkçedeki “özne” kelimesi burada Foucault
tarafından belirtilen ilk anlamı taşımıyor. Fransizca “sujet” (özne) kelimesi
aynı zamanda “tebaa”, yani tabi (boyun eğmiş) anlamını taşıyor. Aynı şekilde
Fransızca “assujetir” kelimesini de Foucault iki anlamda kullanıyor:
özneleştirmek ve tabi kılmak, boyun eğdirmek. y.h.n.) Michel Foucault, Seçme
Yazılar 2. Özne ve İktidar, (Çevirenler: Işık Ergüden, Osman Akınhay), 2014
İstanbul, Ayrıntı Yayınları, s.63
37
Kapitalizmin şu anki safhasında dispozitiflerin ayırt
edici özelliği ise artık bir özne üretimi üzerinden işlemek yerine
‘öznellikten-çıkarma’ süreçlerini adını verebileceğimiz süreçler yoluyla
işlerlik göstermeleridir.
38
Öznenin hakikatsizliğinde, kendi hakikati herhangi bir
şekilde söz konusu olamıyor. Yakayı ‘cep telefonu’ dispozitifine kaptıran kişi,
onu iten güç ne kadar kuvvetli olursa olsun, yeni bir öznellik değil, olsa olsa
denetlenebileceği bir numara edinmiş oluyor.
... teknoloji üzerine beyhude iyi niyet söylevleri... Öyle
görünüyor ki bu insanlar, her dispozitife karşılık gelen belirli bir özneleşme
(yahut da şu an olmuş olduğu üzere öznesizleşme/öznellikten-çıkma) süreci
olduğu sürece dispozitiflerin ‘doğru kullanımının’ imkansız olacağını göz ardı
ediyorlar.
39
Sırayla iktidarın idaresine soyunan sağın da solun da
içinden doğdukları siyasi bağlamla pek bir alakaları yok. Sadece aynı
yönetimsel düzeneğin iki kutbunun adıdırlar. Kutuplardan biri vurdumduymaz bir
tavırla öznellikten çıkarmayı hedefliyor, diğeri ise ikiyüzlüce bunu ‘iyi
vatandaş’ başlığıyla demokrasi kisvesine büründürmeğe uğraşıyor.
40
Otoritenin gözünde -belki de haklı olarak- hiçbir şey
sıradan insan kadar teröriste benzemiyor.
41
Bu da dispozitiflerin dünyevileştirimesi -yani ortak
kullanımdan koparılıp ayrılanı ortak kullanıma iade etme- sorununa daha da
büyük bir aciliyet kazandırır.
Çevirenin Son Notları
43
i. [Spinoza’nın Ethica’sında ilk önce tanımlar
verilir, sonra belitler (axioma) ve koyutlar (postulata)
sabitlenerek tümdengelimli bir aksiyomatik oluşturulur ve ardından tanıtlamaya
(demonstratio) gidilir.]
44
ii. [dispozitif] “Belli bilme biçimlerinin koşullarını
oluşturan ve bu bilme biçimleri tarafından koşulları oluşturulan güç ilişkisi
stratejileri bütünüdür.”
Positivite ‘koymak,
yerleştirmek’; ‘konulmuşluk, yerleşmişlik’; tarihsel süreç içerisinde geleneğin
‘koyduğu’, ‘yerleştirdiği’ dini uygulama biçimleri
45
v. İncil’de “Tanrı’nın kurtuluş tasarısı”, dilimizdeki
‘ekonomi’ sözcüğünün kaynağı (bildiğimiz parasal ekonomi, iktisat anlamı 17.
yy’dan beri kullanılmaktadır). [Ephesoslular ise bunun yanında “Tanrı’nın
İsa’nın varlığında ortaya konulan, zamanın tamamı için tasarısı, insanı
kurtarma stratejisi” anlamında kullanılır.]
46
vi. Politika’da
Aristoteles, oikonomia’yı, yani ev idaresini, oluşturucu üç öğesi üzerinden
inceliyor: Efendi-köle ilişkisi, karı-koca ilişkisi ve baba-evlat ilişkisi. ...
“Bütün bunlardan, efendi (iktidarıyla) politik iktidarın aynı şey olmadığı
sonucu çıkıyor [...] Çünkü biri doğaları itibariyle özgür insanlar üzerine,
ötekisi köleler üzerine uygulanır. Aile reisininki bir monarşidir (çünkü bütün
aile tek bir kişinin iktidarına tabidir), politik iktidar ise özgür ve eşit
insanlar üstünedir. ...” Aslında Aristoteles’in demek istediği, efendiliğin,
yani ‘aile monarklığı’nın seçilmemiş bir şey olduğu. Efendilik pek de önemli
bir bilim olmadığı için, kölenin yönetimini genellikle çalışanlardan biri
vekaleten yapar, efendi de politika ya da felsefeyle uğraşır.
51
xv. [Pasajı İtalyancasından çevirdik:] “Ge-stell, insanları, gerçeğin örtüsünü işe-tayin-etme yoluyla ve
duraduran varlıklar suretinde kaldırmaya yerleştiren, yani
söke-söke-vermeye-zorlayan bu koymanın toplayıcısı demek.” … Ge-stell, modern tekniğin özünü
adlandırmak için Heidegger’in seçtiği sözcüktür. Ge-stell’in asıl anlamı, bir şeyin yerleştirildiği yer, raf ya da
bir düzeneğin parçalarını üstüne monte ettiğimiz strüktürdür. ʘ. … toprağı işleyerek
toprağa bakan ve toprakla ilgilenen köylüden farklı olarak modern teknik,
toprağı ürün vermek işine tayin eder, işletir. Toprağı işlemek de, birisini ya
da bir şeyi bir iş yapmak üzere tayin etmek de Almanca bestellen fiiliyle söylenir, ama köylüden endüstri toplumuna bu
sözcük anlam değiştirir. Bu belli-bir-işe-tayin-etme, doğayı
söke-söke-vermeye-zorlama anlamında işe-koymak
şeklinde olur. … Bu (işe)-koyma da dolayısıyla bir
söke-söke-vermeye-zorlamadır. Diğer taraftan, üretim, bir şeyi
beriden-öne-getirmedir ve bu getirme de örtülmüşlükten örtülmemişliğe getirmek
şeklinde olur. Örtü-kaldırmaya, Yunanlılar áλήθεια [álitheia, doğru, hakikat] (bizim “hakikat” diye
çevirdiğimiz söz) derler. Teknik, örtü-kaldırma, yani hakikat koyma kiplerinden
biridir. Yalnız modern teknik, bu hakikat örtüsü kaldırmayı beriden-öne-getirme
şeklinde değil, söke-söke-vermeye-zorlamak şeklinde uygular.
53
olduğu
vaziyette durma … ‘duraduran varlıklar’
56
xx.
Biosemitik dalının kurucusu von Uexküll’ün buna verdiği isim Umwelt (Çevre-Dünya). Umwelt, merkwelt (İşaret dünyası) ve Wirkwelt (Edim dünyası) bütünüdür.
57
xxv.
Marcel Mauss (1872-1950), Fransız sosyolog. Özellikle ilkel toplumlarda büyü,
kurban ve armağan değiş tokuşu üzerine çalışmıştır.
Dost
63
Dostluk felsefenin tanımına o kadar sıkı sıkıya bağlı ki,
onsuz felsefe mümkün olmazdı desek abartmış olmayız.
64
… bugün dostluk ve felsefenin yakınlığı gözden düşmüş
durumda…
65
[Jacques Derrida’nın dostluk üzerine kitabının Aristoteles’e
atfedilen laymotifi, “Ey dostlar, dost [diye bir şey] yok”.] [Aristoteles’in bu
pasajını alıntılayanlar arasında Montaigne ve Nietzsche de var.] [Ne var ki
Diogenes Laertios’un Ünlü Filozofların
Yaşamları ve Öğretileri kitabının çağdaş bir baskısında, Aristoteles
bölümünde daha farklı bir cümleyle karşılaşıyoruz:] “Kimin (çok) dostu varsa,
dostu yok (demektir).” [Derrida’nın kitabında bu çeviri sorunlarından hiç
bahsetmemiş olması beni şaşırttı.] [Nietzsche de bu sorunun farkındaydı.]
67
Ne var ki dostluğun gerekliliği fikriyle koşut giden bir
‘dostlara karşı güvensizlik’ fikri Nietzsche’nin felsefi stratejisi için bir
vazgeçilmezdi.
70
[Giovanni Serodine’nin Roma’daki Milli Eski Sanatlar
Galerisi’nde, Petrus ve Pavlus adlı tablo] Bu tablo bana hep dostluğun mükemmel
bir alegorisi gibi gelmiştir. Dostluk, temsile dökemeyeceğimiz,
kavramlaştıramayacağımız bir yakınlık değilse nedir? Birisini dost bilmek, onu
belli “bir şey” olarak tanıyamamaktır. “Beyaz”, “İtalyan”, “sıcak” dediğimiz
zamankiyle aynı anlamda “dost” diyemeyiz -dostluk bir öznenin kendine has
özelliği ya da niteliği değildir.
72
Gören
görmekte olduğunu duyumsar, işiten işitmekte olduğunu, yürüyen yürümekte
olduğunu; ve benzeri diğer (etkinliklerde) etkinlikte bulunduğumuzu duyumsayan
bir şey vardır. Öyle ki eğer duyumsuyorsak, duyumsadığımızı (duyumsarız);
düşünüyorsak, düşündüğümüzü: Duyumsadığımızı (duyumsuyorsak) ya da
düşündüğümüzü (düşünüyorsak), o zaman (var) olduğumuzu da (duyumsuyor ya da
düşünüyoruzdur) (Çünkü olmak duyumsamak ya da düşünmektir).
Yaşadığımızı
duyumsamaksa kendisi itibarıyla haz verici şeyler arasındadır (Çünkü yaşam
doğası itibarıyla iyidir, iyinin kendinde bize ait olduğunu duyumsamak da haz
vericidir), yaşamak ise istenilir bir şeydir, özellikle iyi insanlar için,
çünkü bunlar için (var) olmak iyi ve hoş bir şeydir (Çünkü kendinde iyiyi
birlikte-duyumsamaktan haz alırlar). Erdemli insan kendisine karşı nasılsa
dostuna karşı da öyledir (Çünkü dost başka bir kendisidir): Bu böyleyse her
kişi için kendisi olmak istenilir bir şey olduğu gibi dostunun da böyle olması
aynı derecede, ya da hemen hemen aynı derecede, (istenir bir şeydir).
Gelgelelim olmak, kendisinin iyi olması itibarıyla istenilir bir şeydi. Bunun
böyle duyumsanması ise kendisi itibarıyla hoştu. Ama aynı zamanda dostunun
(var) olduğunu da onunla birlikte duyumsaması gerek. Bu ise onunla birlikte
yaşayarak, söz ve düşünce paylaşarak olabilir. Çünkü insanlar için birlikte
yaşamak bu şekilde söylenebilir gibi görünüyor, yoksa besi hayvanlarının aynı
yerde otlaması gibi değil.
Çünkü
dostluk bir ortaklıktır ve kendine nasılsa, dosta karşı da öyle. Kendin için
(var) olduğunun duyumsanması nasıl da istenir bir şeyse, dost için de kesinlikle
öyledir.
[Aristoteles,
Nikomakhos’a Etik, 8. ve 9. kitaplar]
74
[Aristoteles’in bu alıntısında ilk felsefeye dair savlar:]
[1] Saf bir olmak hissi, varoluşsal aisthesis’i
var.
[2] Bu var olma hissi, kendisinde hoş.
[3] Olmak ve yaşamak, varolduğunu hissetmekle yaşa-dığını
hissetmek arasında eşdeğerlik var.
[4] Var olmak hissine ısrarla bağlı ve büsbütün insanca
başka bir his var: Dostun varoluşunu birlikte-duyumsama ya da dostun varoluşuna
rıza gösterme hissi. ... bölüştürülen şey varlığın ya da olmanın ta kendisidir:
Varlık kendisiyle özdeş değildir, Ben ve dost bu paylaşımın iki yüzü, iki
kutbudur.
[5] Tam da bu yüzden dost bir diğer-kendiliktir.
76
Dost, diğer bir Ben değil, aynılığa içkin bir başkalık,
aynının başkaya dönüşmesidir. Kendi varoluşumun hoş olduğunu algıladığım
noktada, bu duyumum onu yerinden söküp dosta doğru sürükleyen bir
birlikte-duyum (eş-duyum) tarafından kat edilir. Dostluk tam da bu mahrem
kendilik hissinin kalbinde meydana gelen öznelik-dışılaşmadır.
[6] ... “dost” teriminin bir ulamsal [kategoriyal] değil
de bir varoluşsal olduğunu söyleyebiliriz. ... bu varoluşsal, ... neredeyse
siyasal güce benzeyen bir yeğinlik tarafından baştan aşağı kat edilmiştir.
77
[Aristoteles’te dostluğun ontolojik boyutunda paylaşımın
siyasi anlamı...]
Ama aynı
zamanda dostunun (var) olduğunu da onunla birlikte duyumsaması gerek. Bu ise
onunla birlikte yaşayarak, söz ve düşünce paylaşarak olabilir. Çünkü insanlar
için birlikte yaşamak (ancak) bu şekilde söylenebilir gibi görünüyor, yoksa
besi hayvanlarının aynı yerde otlaması gibi değil.
78
“Aynı yerde otlamak” -> “(nomos) katılmak,
iştirak etmek”, “-> aynıya katılmak”
Her halükarda önemli olan insan topluluğunun, hayvanlardan
farklı olan bir “birlikte yaşama” üzerinden tanımlanıyor olması. Bu, ortak bir
töze iştirak etmek üzerinden değil, tamamen varoluşsal bir paylaşım olarak,
hatta tabiri caizse nesnesiz olarak tanımlanıyor: Dostluk, saf bir olma
olgusunu birlikte hissetmektir. Dostların paylaştığı bir şey yoktur (doğum,
yasa, mekan, lezzet). Bunlar, dostluk deneyimi tarafından
birlikte-bölüştürülmüş yani ortaktır. Dostluk, her bölüşmeyi önceleyen bir
paylaşmadır çünkü bölüştürdüğü şey varolma olgusunun, yaşamın kendisidir.
Siyaseti teşkil eden de bu nesnesiz bölüşüm, bu özgün-birlikte duyumsamadır.
79
Nasıl olup da bu ilksel politik sinestezinin, evrilen
demokrasilerin bitkinleşerek eriştikleri en uç evrelerinde kaderlerini teslim
ettikleri konsensüse vardığı ise, ... başka bir bahis.
.
.
.