13 Eylül 2020

Giorgio Agamben - Yeminin Arkeolojisi

 .

.

.

.


Türkçe’de Giorgio Agamben

 

1970 İçeriksiz Adam. (Çev. Kemal Atakay), Monokl Yayınları, 2019 İstanbul

1978 Çocukluk ve Tarih: Deneyimin Yıkımı Üzerine Bir Deneme. (Çev. Betül Parlak), Kanat Kitabevi, 2010 İstanbul

1985 Nesir Fikri. (Çev. Fırat Genç), Metis Yayınları, 2009 İstanbul

1990 Gelmekte Olan Ortaklık. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul

1995 Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat. (Çev. İsmail Türkmen), Ayrıntı Yayınları, 2001 İstanbul

1998 Tanık ve Arşiv: Auschwitz'den Artakalanlar. (Çev. Ali İhsan Başgül), Dipnot Yayınları, 2017 Ankara

2002 Açıklık: İnsan ve Hayvan. (Çev. Meryem Mine Çilingiroğlu), Yapıkredi Yayınları, 2009 İstanbul

2003 Olağanüstü Hal. (Çev. Kemal Atakay). Varlık Yayınları, 2008 İstanbul

2005 Dünyevileştirmeler. (Çev. Betül Parlak). Monokl Yayınları, 2011 İstanbul

2006 Dispozitif Nedir? / Dost. (Çev. Ekin Dedeoğlu), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul

2008 Şeylerin İşareti: Yöntem Üstüne. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul

2008 Yeminin Arkeolojisi: Dilin Kutsal Ayini. (Çev.Önder Özden), Nika Yayınevi, 2020 İstanbul

2009 Çıplaklıklar. (Çev. Suna Kılıç), Alef Yayınevi, 2017 İstanbul

 

 



 

Yeminin Arkeolojisi: Dilin Kutsal Ayini

 

(Çev.Önder Özden), Nika Yayınevi, 2020 İstanbul

 

 

 

İçindekiler

 

Çevirenin Notu                    7

Kısaltmalar                           10

Dilin Kutsal Ayini               11

 

 

 

9

Aklın kavramlarının şematizmi ... metafizik ve fiziğe ait kıyıların  Styx interfusa ile iletişim kurduğu bir andır.

Immanuel Kant

 

1.

 

11

[Yemin, Batı tarihinde siyasal ahdin temelidir. Hıristiyanlığın başlangıcından Kilise ve Devlet arasındaki Atama Savaşına, geç Ortaçağ “komününden” modern devletin biçimlenmesine kadar, yemin, baş roldedir.]. [Paolo Prodi’ye göre zamanımızda yeminin geri çevrilemez düşüşü “siyasal bir hayvan olarak insanın varoluşunun mesele olduğu bir krize” karşılık gelir.] [Bugün kolektif yaşamımızı, bir siyasal bedene kutsal bir biçimde bağlayan resmi ve bütüncül bir yemin olmaksızın yaşıyorsak, bu, bilincinde olmaksızın, gerçekliğini ve anlamını henüz kavramadığımız “yeni bir siyasal birliğin” eşiğinde bulunduğumuz anlamına gelir.]

 

12

[Yemin nedir?]. Eğer yemin siyasal iktidarın sakramenti ise*, yeminin tarihinde ve yapısında onun böyle bir işlevle yükümlü kılınmasını olanaklı hale getiren nedir? Yaşamda ve ölümde bütün insanların onun içinde ve onun tarafından hesap vermeye çağrılabildiği yeminde, her anlamda belirleyici bir unsur olan, hangi antropolojik düzlem ima edilmektedir?

 

* Sakrament kelimesi yemin, vaat, bağ anlamlarına gelen Latince sakramentum kelimesinden türetilmiştir. Sakrament “kutsal şey” anlamına gelir. Hıristiyanlar, sakramentleri kutsallaşmanın bir işareti ve aracı olarak görürler. XII. yüzyılda yedi uygulama sakrament olarak kabul edilmiştir. Bunlar; vaftiz, evharistiya (ekmek-şarap ayini), pekiştirme (kuvvetlendirme), ruhbanlık, evlilik, tövbe, hastaları mesh etmedir (son yağlama). [acikders.ankara.edu.tr; ünite 12]

 

2.

 

[Lycurgus, Leocrates’e Karşı] [Likurgus, MÖ 800-730] “Demokrasimizi bir arada tutan güç yemindir.” [Bu paragraflarda “yemin” hiçbir şey yaratmaz, varlığa hiçbir şey getirmez, ama bir arada tutar ve başka bir şeyin varlığa getirdiğini korur.]

 

14

affirmatio   onaylayan ve garanti eden

vis   etkinlik

 

“[Yemin] destekleyen, garanti eden ve gösteren fakat bir şey kurmayan beyanın özgül kipliğidir. Bireysel ya da kolektif, yemin sadece pekiştirdiği ve yasallaştırdığı bir ahtin, antlaşmanın, deklarasyonun varlığına istinaden vardır. Anlamlı bir içeriğe sahip olan fakat kendi başına hiçbir şey ifade etmeyen bir söz edimini hazırlar ya da sonlandırır. Hakikatte, içeriği değişken olmakla beraber bazen ellerin kullanıldığı bir ritüelle tamamlanan sözsel törendir. İşlevi, ortaya çıkardığı onaylamaya değil, telaffuz edilen kelime ile onun çağrıştırdığı kudret arasında kurduğu ilişkiye dayanır.” [Benveniste]

 

3.

 

15

[Samuel Pufendorf] ... yeminin, sadece insanlar arasındaki ahit ve anlaşmaları değil, fakat daha genel anlamda dilin kendisini teyit etme ve garanti altına alma [kapasitesine vurgu yapar].

 

 

4.

 

18

yeminde mesele olan, yalnızca köken itibariyle sadece bir vaadin ya da bir teyidin doğruluğunun garantisi olmayıp aynı zamanda bugün bu adla bildiğimiz kurumun, insan dilinin tutarlılığı ve “konuşan hayvanlar” olarak insanların doğaları ile ilgili daha arkaik bir döneme ait hatıralarını barındırmasının söz konusu olması da mümkündür. Önlenmesi gereken “musibet” sadece insanların güvenilmezliklerine, sözlerine sadık kalamamasına değil fakat dilin kendisine, kelimelerin kendilerindeki şeyleri ifade etme kapasitesine ve insanların konuşan varlıklar olarak sözlerinin koşulunu beyan etme becerisine ait bir zayıflıktı.

 

 

6.

 

22

herkos            kuşatma, bariyer, bağ

horkos           kutsallaştırıcı nesneyi güçle tutmak [yemin]

                       

Horkos, çeşitli şekillerde Styx’in sularında, kahramanın asasında ya da kurbanın bağırsaklarında cisimleşen “Kutsal Töz”dür. [Yemini dile getiren kişi “kutsal töz”le ilişkiye geçer. “Yemin etmek, bu nedenle, en korkunç türden dini güçlerin alanına girmektir” (Louis Gernet).

 

25

[kutsalın ilkselliği paradigması] … “her zaman ve her yerde söz konusu olan, onay ile kutsal bir şey arasında bir ilişki kurmaktır… Hedef her yerde aynı kalır, yani onay ve kutsal töz arasında bir ilişki kurmak” (Bickermann).

 

 

7.

 

26

[bilinmeyen bir nesneyi tanımlamak ya da kullanımını açıklayamadığımız için başvurduğumuz terimler..] [mana, zımbırtı, şey, cebirsel semboller, vb.] … onların tek işlevi, gösteren ile gösterilen arasındaki boşluğu doldurmaktır…

 

27

[mitoloji, dilin neden olduğu bilincin bir “hastalığı”dır. Levi-Strauss, Max Müller]

 

 

8.

 

28

... hukukun ve dinin ayrılmaz bir şekilde görüldüğü “hukuk öncesi”ni (pre-droit)... ... ilksel ayrışmamışlık...

 

Hukuk öncesi, tıpkı din öncesinin yalnızca tarihsel olarak bildiğimiz, daha ilkel bir din (mana) olmayışı gibi, sadece “ilksel” bir yasa değildir; tam tersine, din ve hukuk terimlerini es geçecek bir x terimini düşünmek daha uygundur. X terimini tanımlayabilmek için din ve hukuk olarak tanımlamaya alışkın olduğumuz yüklemlerin atfedilmesini askıya alan bir tür arkeolojik epoché uygulayarak en azından geçici olarak her türlü önlemi ortaya koymalıyız.

 

 

9.

 

30

...  (MÖ altıncı yy’ın sonlarına tarihlenen) Dvenos vazosunda kaydedildiği gibi, yemin kuşkuya yer bırakmayacak bir şekilde vaat içeren bir formül olarak hukuksal bir karakterde ortaya çıkmaktadır... ... yemini az ya da çok dinsel, az ya da çok hukuki olarak tanımlamak için hiçbir nedenimiz bulunmamaktadır.

 

[Yunan geleneği] ... tanrılar dahi yeminin otoritesine tabidir. ... “tanrıların yemini olarak hizmet eden Styx dedikleri suyu”...

 

31

Belki de kendi başına yemin, (yalnızca) hukuki ya da (yalnızca) dini olmayan ve tam da bu nedenle, başlangıçtan itibaren hukukun ve dinin ne olduğunu düşünmemize izin veren bir fenomeni önümüze serer.

 

 

10.

 

34

[Yemin, dilin eylemde vücut bulmasıdır.]

 

35

“insana güvenmemizi sağlayan yemin değil, insan yemini güvenilir kılar.” [Aeschylus]

 

 

13.

 

44

... insan sacer kılınırdı yani, insanların dünyasından dışlanır ve tanrılara adanırdı.

 

45

“Yemin etmek her şeyden önce lanet etmektir, kişinin söylediğinin yanlış olduğu ya da vaat edilen şeyi yerine getirmediği durumda kendisine lanet etmesidir. [Hirzel]

 

46

Yemin, üç unsurun birleşmesinden kaynaklanırmış gibi görünüyor: bir iddia, tanık olarak tanrılara yakarma ve yalan yere yemine yönelen bir lanet.

 

 

16.

 

53

Sadece yemin değil lanet de –bu anlamda doğru olarak “siyasal” olarak dile getirilir- hakiki bir “iktidarın sakramenti” olarak işlev görür.

 

 

17.

 

54

[yalan yere yemin ve lanetle yakın bir bağı bulunan başka bir kurum, “küfür”dür.]

 

55

“Küfür’de de Tanrı’nın ismi görünmelidir çünkü küfür yemin gibi Tanrı’yı tanık olarak çağırır. Sövgü bir yemindir fakat edebe aykırı olan bir yemindir” (Benveniste).

 

[Küfür] “Bir mesaj iletmez, diyaloğu başlatmaz, yanıta meydan vermez ve muhatabın varlığı bile gerekli değildir” (Benveniste).

 

56

Küfür, tanrının isminin iddia edici ya da geleceğe dönük bağlamından çıkarıldığı ve kendi içinde, boş, semantik bağlamdan bağımsız olarak söylendiği bir yemindir. Yeminin içindeki şeyler ve kelimeler arasındaki bağlantıyı garanti eden, dile getiren ve logos’un hakikatliliğini ve gücünü tanımlayan isim {tanrının ismi}, küfürde bu bağlantının bozulmasını ve dilin kifayetsizliğini ifade eder.

 

57

Hıristiyanlık ve Yahudilik’te, küfür, “Tanrı’nın adını boş yere anma” emri ile bağlantılıdır (Çıkış 20’de dikkat çekici bir şekilde put yapmayı yasaklayan emri izler).

 

 

19.

 

61

Büyük dil bilimci Hermann Usener, Götternamen monografisini ilahi isimlerin doğuşu sorununa adadı…

 

62

… “özel tanrılar”ın (Sondergötter) isimlendirdikleri fonksiyon… Vervactor, Mayıs ayının ilk sürümüne; Reparator, çift sürmeye; Inporticor, sapan izleri arasındaki toprak yükseltisi olan porcea’yı izleyen son sürüme; Ocarator toprağın tırmıkla işlenmesine; Subruncinator, yabani otların çapa ile çekilmesine; Messor hasatın yapılmasına; Sterculinius, gübrelemeye karşılık gelir. Şöyle yazar Usener: “O zamanın insanına önemli gelen her durum ve eylem için özel tanrılar yaratılmış ve bunlar farklı yüklem parçalarıyla isimlendirilmişti: bu yolla bütün olarak sadece eylemler ve durumlar değil ayrıca bunların öğeleri, tekil eylemler ve anlar da kutsallaştırıldı”.

 

Usener, mitolojiye katılan Persephone ve Pomona gibi tanrıçaların dahi aslında sırasıyla tomurcukların kırılmasını ve meyvelerin olgunlaşmasını isimlendiren “özel tanrılar” olduğunu gösterir.

 

63

Usener’in tezi, bir şekilde “dilin kökeninin her zaman içinde büyüsel-dinsel bir olay” olduğunu ima eder. Bu, yine de teolojik öğenin öncelikli olduğu anlamına gelmez.. ... isim, bilahare isimlendirdiği şeye uygulanan halihazırda mevcut olan bir şey değildir. ... Dış dünyada karşılaşılan bir varlığın yol açtığı ruhsal uyarım, aynı zamanda isimlendirmenin aracı ve sebebidir.

 

 

20.

 

64

“Küfür, kendini bir nida olarak ilan eder ve en tipik çeşitliliği oluşturan ünlemlerin söz dizim kurallarına (syntax) sahiptir” (Benveniste). Her nidada olduğu gibi küfür de “ani ve şiddetli bir duygunun baskısı altında ağızdan kaçan bir sözdür” ve her ünlem gibi, her zaman kendi içlerinde anlamlı olan terimleri kullansa dahi iletişimsel bir niteliğe sahip değildir; temel olarak semantik değildir.

 

65

Dilbilimcilere göre insan dilini niteleyen isimler ve söylem arasındaki ikiliğe göre isimler, orijinal durumlarında semantik bir öğeyi değil saf semiyotik olanı kurarlar. Bunlar, dil ırmağının kendi tarihsel oluşumunun berisinde sürüklediği birincil ünlemlerin kalıntılarıdır.

 

Dil bilimciler, hakaretleri açık benzerliklerine rağmen belirli bir kategoriye kaydeden normal tasnif edici terimlerle her açıdan karşıt olan, belirli bir türün edimsel terimleri olarak tanımlarlar. “Sen bir aptalsın” ifadesi, sadece görünüşte “sen bir mimarsın”la simetriktir çünkü sonuncusunun aksine bu ifade, bilişsel bir sınıflandırmaya bir özneyi kaydetmek üzere, basitçe onu sözceleyerek, belirli pragmatik etkiler yaratır. O halde, hakaretler yüklemcil terimlerdense daha çok ünlemler ya da özel adlar gibidirler ve bu özellikleriyle küfürle benzerlik gösterirler.

 

[Hakaret -> Küfür -> Tanrı’nın ismi, bu şekilde, iki kez boşa anılır.]

 

 

21.

 

67

Tikelin sonsuz yayılımının potansiyeli, isimlendirmenin ilahi olayı olduğu gibi logos’un ilahileştirilmesine, isimde meydana gelen dilin arke-olayı olarak Tanrı’nın ismine dönüşür. Dil, Tanrı’nın sözüdür ve Tanrı’nın sözü, Philo’nun sözleriyle, yemindir; Tanrı, kendisini logos’ta tam anlamıyla “inanılır biri” (pistos) olarak açığa vurduğu sürece Tanrı’dır. İnsanın sadece konuşmacı olduğu dilde, Tanrı yemin-tutandır fakat yeminde Tanrı’nın ismi üzerine insan dili, ilahi dil ile iletişime geçer.

 

 

22.

 

70

[Kant / ontoloji / Tanrı’nın isminin teolojik motifinin mutlak olanın felsefi yorumuyla bağlantısı / töz ve varoluşun örtüşmesi / Katolik teoloji] Tanrı’nın ismini telaffuz etmek Tanrı’yı, isim ve varlığı, kelimeler ve şeyleri ayırmanın imkânsız olduğu, bir dil deneyimi olarak anlamak anlamına gelir.

 

72

“L. W. olarak çağrıldığımı biliyor muyum yoksa buna inanıyor muyum?” (Wittgenstein)

 

73

… her isim bir yemindir ve her isimde bir “inanç” söz konusudur çünkü ismin kesinliği görgül-bilişsel ya da ussal-görgül bir şey değildir…

 

 

23.

 

73

… “söz edimi” ya da performativite teorisi yeniden okunmalıdır. Performatif, ilişkilerin belli bir durumunu tarif eden değil; fakat derhal bir olgu üreten, olgunun anlamını hayata geçiren dilsel bir sözcelemedir. “Yemin ederim” bu anlamda bir “söz ediminin” mükemmel paradigmasıdır.

 

[Performatifler dilde,] … büyüsel-dinsel bir sahne değildir fakat anlam ve adlandırma arasındaki ayrıma öncül, inanmaya alışkın olduğumuz insan dilinin kökensel ve sonsuz niteliği de olmayan tarihsel bir ürün olan (bu olduğu haliyle her zaman var olmamış ve bir gün var olmayı bırakabilecek) bir yapıdır.

 

74

… performatif ifadenin kendine-göndergeli niteliği… … performatif eylemin kendine-göndergeliliğinin, dilin normal betimsel niteliğinin askıya alınışı aracılığıyla kurulduğunu açıkça ortaya koymak gerekir.

 

… “dün Atina’daydım” ya da “Truvalılara karşı savaşmayacağım” betimsel ifadeleri, performatif yemin ederim’le öncelenirse betimsel olmayı bırakır.

 

 

24.

 

[Foucaultcu bir terim: “doğrulama”] … iddia etme ve doğrulama logos’un eş-kökenli görünümünü ifade eder. İddia etmenin temel olarak betimsel bir değeri bulunurken, yani iddianın hakikati, bunun formülasyonu anında özneden bağımsız ve ussal ve nesnel parametrelerle (hakikat koşulları, çelişmezlik, sözler ve şeyler arasındaki uygunluk) ölçülürken, doğrulamada ise özne kendini kurar ve kendi iddiasının hakikatine kendisini performatif olarak bağlayarak olduğu gibi oyuna kendisini sokar.

 

77

“Yemin ediyorum”, “Vaat ediyorum”, “Beyan ediyorum” vs. söz edimleri... ... konuşan özne ne ondan önce var olur ne de sonradan ona bağlıdır fakat söz edimiyle bütünsel olarak örtüşür.

 

Eğer bir kişi bir doğrulamayı bir iddia olarak, bir yemini betimsel bir ifade olarak ve bir inanç sözünü dogma olarak formüle edermiş gibi görünürse bu durumda konuşma deneyimi yarılır ve indirgenemez bir şekilde yalan ve yalan yere yemin peyda olur. Ve dil deneyimindeki bu yarılmayı denetleme çabasından hukuk ve din doğar, her ikisi de konuşmayı şeylere bağlamaya çabalar, lanetler ve aforoz etme aracılığıyla konuşan özneleri konuşmalarının doğrulayıcı gücüne, “yemine”lerine ve inanç beyanlarına raptetmeye çabalar.

 

78

Din ve hukuk, ... logos’un dürüstlüğünü ve hakikatini garantilemek için icat edilmişlerdi.

 

 

25.

 

81

... modern kültür için oldukça önemli olan din ve inanç arasındaki karşıtlık hakikatte noktası noktasına logos’un eş-kökenli nitelikleri olan doğrulama (hukukun ve pozitif dinin türediği) ile ileri sürme (mantık ve bilimin kaynaklandığı) arasındaki karşıtlığa karşılık gelir.

 

 

26.

 

82

Hukukun alanı etkili konuşmanın, “söyleme”nin her zaman indicere (resmi bir şekilde duyurmak, beyan etmek), ius dicrere (hukuka uygun olanı söylemek) ve vim dicere (etkili sözü söylemek) olduğu alandır.

 

84

İsimlendirmek, bir isim almak, emrin kökensel biçimidir.

 

 

28.

 

87

[Yemini, arkeolojik olarak antropojenezis ile olan ilişkisinde konumlandırma:] [Yemin, insanın konuşan varlık olarak kurulduğu dil deneyiminin tarihsel tanıklığıdır.] [Mauss, Levi-Strauss, gösteren ile gösterilen arasındaki uyumsuzluğun üretildiği an] “... insanın dünyayı anlama çabasında, insan her zaman bir anlamlandırma fazlası kullanır (Levi-Strauss).

 

88

... insanda dil belirdiğinde bunun yarattığı sorun... Yaşayan insani varlık kendisini konuşuyor bulduğu için belirleyici olan -belki de daha fazlası- onun sözünün hakikatliliği ve etkililiği sorunudur. Yani isimler ile şeyler ve konuşmacı haline gelen özne ile eylemleri arasındaki kökensel bağlantıyı garanti altına alabilme sorunudur. [Dil ve zekâ her şeyden önce, etik ve siyasi bir düzen sorunu yaratıyor.]

 

89

[insan ve hayvan dili arasındaki farklılık] [insanın, dili kendi özel potansiyeli haline getirmiş olması] ... başka türlü söylenirse, insan kendi doğasını dilde riske eder.

 

Yeminin vuku bulabilmesi için aslında, her şeyden önce, yaşamı ve dili, eylemleri ve sözleri bir şekilde ayırt edebilmek ve bir araya getirebilmek şarttır -bu, tam da dilin hala yaşamsal pratiğinin ayrılmaz bir parçası olduğu hayvanın yapamadığı şeydir.

 

 

29.

 

90

Her isimlendirme aslında ikilidir: bir lanet ve bir hayırduasıdır. Eğer sözcük doluysa, gösterilen ile gösteren, kelimeler ve şeyler arasında karşılılık varsa bir hayırduasıdır; eğer sözcük boşsa, semiyotik ile semantik arasında bir boşluk, bir aralık kalıyorsa lanettir.

 

antopojenik

 

epifenomen

 

91

Prodi “iktidarın sakramentine” ilişkin tarihini, kolektif yaşamımızı yemin bağı olmaksızın yaşayan ilk kuşak olduğumuz ... gözlemiyle açmıştı. ... Bir yanda biyolojik gerçekliğine ve çıplak yaşama gittikçe indirgenen yaşayan varlık bulunur. Diğer yanda ise çıplak yaşamından tekno-medyatik aygıtlar çokluğu aracılığıyla yapay bir şekilde, sorumlu olmanın imkânsız olduğu ve siyasal deneyimin giderek istikrarsız/güvenilmez bir hale geldiği daha fazla boşlaşan bir sözün deneyimine, ayrılmış konuşan varlık bulunur. Sözleri, şeyleri ve insan eylemlerini bağlayan etik bağ koptuğunda bu durum, bir yanda boş sözcüklerin olağanüstü ve eşi görülmemiş bir şekilde yayılmasını diğer yanda ise üzerinde herhangi bir tutanağı kalmamış görünen bu yaşamı her boyutunda inatla yasalaştırmaya çabalayan hukuksal aygıtları teşvik eder.

.

.


Franz Kafka - Akbaba

 .

.

.

.


Akbaba

 

 

Franz Kafka

 

(Çev. Esen Tezel), Kırmızı Kedi Yayınevi, 2017 İstanbul

 

 

 

içindekiler

 

Önsöz                                                                                    5

Akbaba                                                                                  13

Bir Açlık Sanatçısı                                                                 15

İlk Dert                                                                                 31

Bir Melez                                                                               36

Şehrin Amblemi                                                                    40

Prometheus                                                                          43

Gündelik Bir Kafa Karışıklığı                                                44

Çakallar ve Araplar                                                               46

On Bir Oğul                                                                           53

Akademiye Bir Rapor                                                            61

Çin Seddi Yapılırken                                                              76

 

 

 

 

Önsöz  -  Jorge Luis Borges      (Çev.Mukadder Yaycıoğlu)

 

6

... onunkisi, konusu bireyin Tanrı ve onun anlaşılmaz evreniyle olan ahlaki ilişkisini anlatan bir öykü ya da öyküler dizisi olarak tanımlanabilir. ... Eyüp Kitabı’na olan yakınlığı modern edebiyat diye adlandırılan olgudan daha fazladır. Dinsel, özellikle de Yahudi bir bilinç taşır... Kafka yapıtlarını bir inanç eylemi gibi görüyor ve bunun insanların cesaretini kırmasını istemiyordu. Bu nedenle dostlarından onları yok etmesini istedi.

 

7

İki düşünce, daha doğrusu, iki saplantı, Franz Kafka’nın yapıtlarına yön verir. Birincisi itaat, ikincisi ise sonsuzluktur. Hemen hemen tüm roman ve hikâyelerinde hiyerarşiler vardır ve bu hiyerarşiler sonsuzdur. [İlk romanının kahramanı Karl Rossmann, ikincisinin Josef K. ve üçüncüsünün K.]

 

8

Sonsuz erteleme motifi...

 

Kafka’nın en tartışılmaz erdemi, dayanılmaz durumlar yaratmasıdır.

 

 

 

Akbaba

 

13

... yüzüme saldırdı, bunun üzerine ayaklarımı feda etmeyi yeğledim.

 

14

... gagasını ağzımdan sokarak içimin derinliklerine sapladı. Sırtüstü düşerken onun bütün çukurları dolduran, bütün kıyıları kaplayan kanımda boğularak kurtulamayacağını hissederek rahatladım.

 

 

 

Bir Açlık Sanatçısı

 

16

... bunu sanatının namusu yasaklardı.

 

20

... görünüşte son derece tatlı, gerçekteyse son derece gaddar hanımların gözlerinin içine bakarak...

 

22

... ara sıra iyi yürekli biri ona acıyıp da üzerine çöken kasvetin büyük ihtimalle açlıktan kaynaklandığını açıklamaya çalıştığında, açlık sanatçısının, hele ki açlığın ileri safhasındaysa, bir öfke patlamasıyla karşılık vermesi ve herkesi korkutacak şekilde, tıpkı bir hayvan gibi telleri sarsmaya başlaması söz konusu olabiliyordu. Ama organizatörün bu tür durumlarda zevkle uyguladığı bir cezası vardı. Bütün seyircilerin önünde açlık sanatçısı adına özür diler, devamında da ancak açlığın yol açabileceği, dolayısıyla tok insanların kesinlikle anlayamayacakları bir hırçınlığın yol açtığı bu davranışın mazur görülebileceğini söylerdi; sonra da bu bağlamda lafı açlık sanatçısının şu ana kadar kaldığından çok daha uzun süre aç kalabileceğini belirttiği ve yine açıklama gerektiren iddiasına getirir, kendisine göre kuşkusuz bu iddianın içinde yer alan yoğun gayreti, sağlam iradeyi, büyük fedakârlığı över ama hemen ardından söz konusu iddiayı gösterdiği fotoğraflarla -ki bunlar da ânında satılırdı- çürütmeye çalışırdı; çünkü fotoğraflarda, açlığın kırkıncı gününde halsizlikten neredeyse tükenmiş vaziyette yatakta yatan açlık sanatçısı olurdu. Gerçeğin bu gayet iyi bildiği ama her seferinde asabını bozan yöntemle saptırılması açlık sanatçısının sabrını taşırırdı. Açlığın vaktinden önce sona erdirilmesinin sonucu, burada sebep olarak sunuluyordu! Bu akılsızlıkla, bu akılsızlığın egemen olduğu bir dünyayla savaşmak imkânsızdı. Tellerin arkasında durup iyi niyetle, hevesle organizatörü dinler ama fotoğraflar ortaya çıkar çıkmaz her seferinde telleri bırakır, içini çekerek geri dönüp samanların üzerine çökerdi, sakinleşen seyirciler de tekrar yaklaşıp onu seyredebilirlerdi.

 

23

... sonuçta, şımartılıp duran açlık sanatçısı günün birinde, artık başka gösterilere akın etmeyi yeğleyen eğlence düşkünü kalabalık tarafından terk edildiğini gördü.

 

25

Gösteriye ara verildiğinde seyirciler hayvanları görmek için ahırlara koşarken ister istemez açlık sanatçısının önünden geçiyor ve orada kısa bir süre duruyorlardı...

 

28

... ve böylece açlık sanatçısı eskiden hayal ettiği gibi aç kalmayı sürdürüyor ve o zamanlar tahmin ettiği gibi bunu yapmakta hiç zorlanmıyor ama hiç kimse günleri saymıyordu, hiç kimse, bizzat açlık sanatçısı bile nasıl bir performans sergilediğini bilmiyor ve kalbi sıkışıyordu. [Bir performansın ne zaman biteceğine karar vermek ya da vermemek -> The Square]

 

29

“Şurayı bir toparlayın,” dedi müdür ve açlık sanatçısını samanlarla birlikte gömdüler. Kafese ise genç bir panter koydular.

 

 

İlk Dert

 

34

“Elimin altında tek bir çubuk varken nasıl yaşayabilirim ki!”

 

 

Çakallar ve Araplar

 

47

“Benden istediğiniz nedir çakallar?”

“Biz” dedi en yaşlı çakal, “senin kuzeyden geldiğini biliyoruz; zaten umudumuz da buna dayanıyor. Burada, Araplarda olmayan akıl sizde var. ...”

“Böyle bir halkın arasına atılmış olmamız yeterince büyük bir şanssızlık değil mi?”

 

50

“... beyim, kıymetli beyim, her şeye kadir ellerinle bu makası al ve onların gırtlağını kes!”

 

“İşte beyim, bu tiyatroyu sen de gördün ve duydun,” dedi Arap ve soyundaki çekingenliğin elverdiği ölçüde neşeli bir kahkaha attı. “Yani sen bu hayvanların ne istediklerini biliyor musun?” diye sordum. “Tabi beyim,” dedi, “bunu bilmeyen mi var; Araplar var olduğundan beri bu makas çölü dolaşır, sonsuza dek de bizimle dolaşacak. Büyük iş için her Avrupalıya teklif edilir; her Avrupalıyı bu iş için görevlendirecekleri tek kişi olarak görürler. Bu hayvanların saçma bir umudu var; deli bunlar, gerçekten deli. Onları o yüzden seviyoruz, onlar bizim köpeğimiz, sizinkilerden daha güzeller...”

 

51

Çok büyük bir yangını hem kararlılıkla hem de umutsuzca söndürmek isteyen ve çıldırmış gibi çalışan küçük bir pompa gibi vücudundaki her kas gerilip seğriyordu.

 

 

On Bir Oğul

 

53

Benim on bir oğlum var.

 

54

Üçüncü oğul da yakışıklıdır ama onunki benim hoşuma giden türden bir yakışıklılık değildir. Şarkıcı yakışıklılığıdır bu; kıvrık dudaklar, hülyalı gözler, işlemeye başlamak için fonda görülen kıvrımlı kumaşlara ihtiyaç duyan bir kafa, fazlasıyla kabarık bir göğüs, ...

Ayrıca kendini yaşadığımız devre uzak hisseder; sanki bizim ailenin bir parçası olmanın yanı sıra sonsuza dek kaybettiği başka bir ailesi daha varmış gibi genellikle keyifsizdir ve hiçbir şey onu neşelendiremez.

 

57

Sekizinci oğlum içimde yaradır ve aslında neden böyle olduğunu bilmiyorum. Bana yabancıymışım gibi bakar ve ben yine de bir baba olarak kendimi ona çok yakın hissederim. ... Kendi yolunda yürüyor, benimle irtibatı tamamen kesti... İçimden birçok kez onu geri çağırmak, ne durumda olduğunu, neden böyle kendini babasına kapadığını ve aslında ne amaçladığını sormak geldi ama şimdi o kadar uzakta ve aradan o kadar çok zaman geçti ki her şey böyle kalsın daha iyi.

 

59

On birinci oğlum narindir, oğullarımın en güçsüzüdür ama bu güçsüzlüğü yanıltıcıdır, ... Ama bu utanç verici bir güçsüzlük değil, yalnızca yaşadığımız dünyada güçsüzlük sayılan şeydir.

 

 

Akademiye Bir Rapor

 

61

Maymun olarak geçirdiğim eski hayatım hakkında akademinize bir rapor sunmamı isteyerek beni onurlandırdınız.

 

Maymunluğumun üzerinden neredeyse beş yıl geçti, bu belki takvim üzerinde kısa ama benim yaptığım gibi oradan oraya gezmek için sonsuz uzun bir süre... ... Köklerime, gençlik anılarıma inatla tutunmaya kalksaydım bu başarıyı kazanmam imkânsızdı.

 

62

Sizin maymunluğunuz, beyler -tabii arkanızda buna benzer bir şey bıraktıysanız-, benim olduğumdan daha uzak olamaz sizlere.

 

63

... eski bir maymunun insan dünyasına girip orada yerleşmek için izlediği rota...

 

65

Tabii o zamanlar maymunca hissettiklerimi bugün insan kelimeleriyle ifade ediyor ve o nedenle çarpıtıyorum ama artık eski maymun gerçekliğime ulaşamayacak olsam da en azından anlattıklarım o gerçeklik yönündedir, bundan kuşkunuz olmasın.

 

66

Bilhassa özgürlük demiyorum. O büyük her yöne doğru özgürlük duygusunu kastetmiyorum. O duyguyu belki maymunken bilirdim ve onu özleyen insanlar tanıdım.

 

67

Hayır, özgürlük istemiyordum. Sadece bir çıkış, sağa, sola, nereye olursa olsun; başka bir talebim yoktu, bu çıkış sadece bir yanılgı da olabilirdi, talebim küçüktü, dolayısıyla kapılacağım yanılgı da daha büyük olmazdı.

 

68

Bugün geriye dönüp bakınca görüyorum ki, yaşamak istiyorsam bir çıkış bulmak zorunda olduğumu ama bu çıkışı kaçarak bulamayacağımı en azından sezmişim.

 

69

Bu insanların beni çok imrendiren bir yanı yoktu. Daha önce bahsettiğim özgürlüğe taraftar olsaydım, kuşkusuz okyanusu bu insanların bulanık bakışlarında yakaladığım çıkışa tercih ederdim.

 

72

Tekrar ediyorum: İnsanları taklit etmek bana cazip gelmiyordu; bir çıkış aradığım için taklit ediyordum, başka bir sebeple değil.

 

74

Ah o ilerlemeler! O bilim ışınlarının uyanmakta olan beyne dört bir yandan işleyişi! İnkâr etmiyorum: Bana mutluluk verdi. Ama şunu da itiraf edeyim: Bunlara gereğinden fazla değer vermiş değilim, ... ... Özgürlüğü seçemeyeceğim düşünülecek olursa, başka yolum yoktu.

 

75

Bu arada hiçbir insanın hükmünü istemiyorum, tek istediğim bilgi aktarmak, yalnızca rapor ediyorum ve size de akademinin değerli üyeleri, sadece rapor ettim.

 

 

Çin Seddi Yapılırken

 

78

Bu işe, hafife alınarak girilmiş değildi. İnşaat başlamadan elli yıl önce, etrafı duvarla çevrilecek olan bütün Çin’de inşaat ustalığı, bilhassa duvarcılık, en önemli ilim ilan edilmiş ve diğer her şey bununla ilişkisi ölçüsünde tasvip edilir olmuştu.

 

83

Yönetim odasında -bu odanın nerede olduğunu ve orada kimin oturduğunu sorduğum kimse bilmiyordu, hâlâ da bilinmiyor-, o odada muhtemelen bütün insan düşünceleri ve istekleri, karşısında da insan hedefleri ve icraatları dönüp duruyordu.

 

Ama parçalı inşa yalnızca mecburi bir çözümdü ve maksada uygun değildi. ... Bugün bu konuda konuşmanın belki herhangi bir tehlikesi yok. O zamanlar ise birçok kişinin, hatta en iyilerin bile gizli düsturu şuydu: Bütün gücünle yönetimin talimatlarını anlamaya çalış ama sadece belli bir yere kadar, oradan sonra kafa yormayı bırak. Çok mantıklı bir düstur ki sonraları sık sık tekrarlanan bir karşılaştırmada başka bir yorumu da var: Kafa yormayı bırak ama sana zarar vereceği için değil, zaten bunun sana zarar vereceği de kesin değil. Burada ne zarardan ne de zararsızlıktan söz edilebilir. Senin durumun, nehrin ilkbahardaki haline benzer. Nehir yükselir, güçlenir, uzun kıyılarındaki toprağı daha güçlü besler, varlığını denize kadar korur, deniz için daha değerli ve makbul hale gelir. -Yönetimin talimatlarına bu noktaya kadar kafa yor.- Ama ondan sonra taşar, sınırlarını ve şeklini kaybeder, aşağı doğru akışını yavaşlatır, amacına ters biçimde karada küçük denizler oluşturmaya çalışır, tarlalara zarar verir ama bu genişlikte de uzun süre kalamaz, tekrar kıyılarına çekilir ve hatta bir sonraki sıcak mevsimde feci şekilde kurur. İşte yönetimin talimatlarına kafa yormada bu kadar ileri gitme.

 

85

Peki durum böyleyse, neden ... aklımız daha da uzakta, kuzeydeki duvarda oluyor? Niçin? Bunu yönetime sorun. O bizi tanır.

 

86

... mandarinler [Çin İmp.’da üst düzey bürokratlara verilen ad. yay.n.], güzel bir sabah rüyasının etkisiyle alelacele bir oturum düzenleyip alelacele karar alır, sonra da bu kararları duyurmak için akşam vakti davullarla halkı yataktan kaldırırlar, alınan karar sadece bir tanrı şerefine fener alayı düzenlemek de olabilir ki bu tanrı dün beylerin yüzüne gülmüşken, yarın, fenerler söner sönmez, karanlık bir köşede onları pataklayacaktır. Yönetim daha ziyade öteden beri vardır, aynı şekilde seddin inşası kararı da.

 

92

Bu tür hadiselerden, aslında imparatorumuz filan olmadığı sonucunu çıkarmak isteyen gerçeklerden çok uzaklaşmış sayılmaz.


.

.

.


Nagehan Tokdoğan - Yeni Osmanlıcılık

 .

.

.

.


Yeni Osmanlıcılık

Hınç, Nostalji, Narsisizm

 

 

Nagehan Tokdoğan

 

İletişim Yayınları, 2020 İstanbul

 

 

 

içindekiler

 

Önsöz                                                                                                11

Giriş                                                                                                  15

Birinci Bölüm:

                Duygular, Siyaset ve Siyasal Semboller Üzerine     25

İkinci Bölüm: Alternatif Bir Milli Kimlik Anlatısı Olarak

                Yeni Osmanlıcılık                                                           49

Üçüncü Bölüm: Mağdurdan Muktedire                                     95

Dördüncü Bölüm: Yeni Osmanlıcı Anlatının

Sembolik Mekânı Olarak İstanbul                                               167

Beşinci Bölüm: Yeni Osmanlıcı Anlatının Ruhuna Uygun

                Bir Mit Yaratımı Olarak “15 Temmuz Destanı”

                ve Milli Narsisizm                                                             221

  

 

 

Önsöz (Aksu Bora)

 

11

Duyguların bireysellikten çıkıp kolektif fenomenler olarak incelenmeye değer görüldüğü tarihsel anlar, genellikle, kriz dönemleridir...

 

[ruh hali -> fikirler, semboller, duygular]

[Beden politikaları çağında hikâyenin duygulanımsal boyutunu hesaba katmak gerekir.]

 

12

... siyasal olanın duygulanımsal boyutunu görmek için “ne oldu da bütün bir ulus bu delice fikre ikna oldu?” sorusuna değil, “nasıl oldu da adalet, özgürlük ve eşitlik idealleri insanların büyük bölümü için anlamını kaybetti?” sorusuna ihtiyacımız var.

 

 

Giriş

 

15

ihtişamlı geçmiş anlatısı

 

17

[Yeni Osmanlıcılık] ... 2000’li yıllar Türkiye’sinin ethosunu ve pathosunu belirleyen kuvvetli bir sembolik siyaset aracı halini aldı.

 

[diyaloji, anlamlar arasında karşılıklı etkileşim ve diyalog olmasıdır] [diyaloji diyalogdan türüyor. karşılıklı konuşmadan. bunu bir metnin içinde anlamlandırmaya çalışırsak, metinlerin de kendi içlerinde saf olmadıklarını, bir şekilde başka metinlerden etkilendiklerini, hatta bir başka metni kopyalamaya çalışırken ortaya çıktıklarını düşünebiliriz. işte diyaloji metinlerarası bir göndermeler, bir ilişkiler ağıdır. ama her metin bir görme biçimidir. bu görme biçimi o metnin ait olduğu türün, o tür de ortaya çıktığı toplumsal koşulların, tarihin, sınıfsal ilişkilerin dışavurumudur.] ekşi

 

 

Birinci Bölüm: Duygular, Siyaset ve Siyasal Semboller Üzerine

 

26

Modern siyaset biliminin “duygu körlüğü” (emotions-proof) ... Duygular, uzunca bir süre aklın “ötekisi” olarak kavranarak, ikili bir karşıtlığın negatif boyutunu işgal ediyorlar. ... kamusal değil özel, rasyonel değil irrasyonel... (Heaney, 2013).

 

[duygular] ... sosyo-politik analizin sapkın kategorileri...

 

siyaset -> kolektif fenomenler / duygular -> bireysel, anlık fenomenler

 

pejoratif   yergi öğeleri taşıyan, aşağılayıcı, yerici, küçültücü, kötüleyici, aşağılama, küçümseme, benimsememe vb. anlamları içeren (söz, sözcük).

 

27

[sosyal inşacı yaklaşım:] [içine doğulan kültürde toplumsallaşmanın bir sonucu olarak “öğrenilmiş davranış kalıpları”...]  ... duygular, toplumsal ilişkilerin önemli unsurları, içinde yaşadığımız toplumda, başkalarıyla deneyimlediğimiz etkileşimlerin bir sonucu olarak öğrenilen kültürel çıktılar olarak kavranıyor. Haliyle de duyguların biyolojik ve evrensel olmaktan öte, kültürden kültüre, bağlamdan bağlama ve dönemden döneme değişiklik arz eden toplumsal inşalar olduğu iddia ediliyor. Gelgelelim ... duyguların kültürel ve toplumsal inşalar olduğu yönündeki savın egemen olması zaman alıyor.

 

29

David Ost, ... duyguların [sadece iktidar karşıtı hareketlerde değil] otoriter ya da demokratik iktidarlar nezdinde de kuvvetli bir yeri olduğunu, siyasal partilerin destek görmek için belirli duygular üreterek, belirli duyguları harekete geçirerek ya da belirli duyguları bastırmaya çalışarak kitlelerin mobilizasyonunu sağladıklarını iddia ediyor.

 

30

[Spinoza, 17.yy’da] ... duyguların ilişkiselliği, toplumsallığı ve siyasallığı iddiası üzerine bina edilen ekolün çıkış noktası addedilebilecek görüşler ortaya atıyor. ... zihin ve beden arasında, birinin diğerine üstünlüğünü ima eden her türlü önermeyi reddediyor.

 

[zihnin ve bedenin eyleme kapasitesini arttıran duygu sevinç, azaltan, keder] [duygular kendiliğinden değil nedensellik ilişkisi içinde ortaya çıkan görüngüler olarak kavrayışının altında ise, temas ve karşılaşma fikirleri yatıyor.] [duygular temas ve karşılaşmanın zihinde ve bedende bıraktığı birer iz olarak varlık gösteriyor] Dışsal bir cisim ya da bedenin, bizim bedenimiz üzerindeki izlerini oluşturan şeyse, imgeler. Duygu, o imge ya da fikirler temas ettiği, karşılaştığı için ortaya çıkıyor, fakat diğer yandan bu imge ya da fikirlere indirgenmesi de mümkün görünmüyor.

 

31

[Dipnot 3] Spinoza duygu ve duygulanım arasında kavramsal bir ayrıma gidiyor. Ona göre duygulanım (affectio) karşılaşmaların bedende yarattığı etkiyken, duygu (affectus) bedende gerçekleşen duygulanımlar arasında geçen süre ve süreçleri imliyor. Başka bir deyişle duygu, daha zihinsel ve geçişsel, duygulanım ise daha bedensel ve anlık.

 

[Sara Ahmed’in duyguların ortalığa saçılarak dolaştığı, kişi ya da gruplara bulaştığı, bulaştığı yönündeki önermeleri Spinoza kaynaklı] [Sara Ahmed’e göre duyguların ne oldukları ya da kime ait olduklarından ziyade, bize ne yaptıkları sorusu daha önemli]

 

32

[Raymond Williams’a göre] duygular, düşüncenin karşıtı olarak değil, hissedilen biçimiyle düşünceler olarak kavranmalı.

 

33

[duygu iklimi’nin (pathos’un) ortaya çıkmasına olanak sağlayan şey, duygu nesneleri [Ahmed].]

 

Syn kökü Eski Yunancada birleştirmek anlamına geliyor, symbolon sözcüğü ise, iki kişi arasındaki bir anlaşmanın somut kanıtı olarak ortadan ikiye ayrılmış bir çömleğe gönderme yapıyor. ... Bu iki kişi arasındaki bağı kuran, onları birleştiren şey, aynı zamanda onları ötekilerden de ayırıyor.

 

34

David Kertzer, siyasal olan pek az şeyin doğrudan işlediğini, siyasetin ağırlıklı olarak sembolizm üzerinden ifade ve icra edildiğini iddia ediyor.

 

35

... siyaset bilimi literatüründe sembollerin ihmalinin arkasında yatan nedenlerden biri, pek çok çalışmada siyasetin, insanların çıkarları peşinde koştukları bir “aldım-verdim” meselesi olarak ele alınması. ... Kertzer, pek çok siyaset bilimcinin siyasal olanı gerçek ve effluvia [istenmeyen koku, kötü kokan] olarak ikiye ayırıp bunlardan birincisini önceleyerek, siyasal eylemi maddi çıkarlarla, kişisel kazançla açıklamaya çalışmalarından yakınıyor. [Bu yaklaşımı eleştiren Kertzer,] ... siyasette asıl belirleyici olanın siyasal sembollerden oluşan effluvia olduğunu söylüyor. [Stuart J. Kaufman da], ... insanları siyasal açıdan eyleme yönlendirenin, kâr-zarar muhakemesinden ziyade, duygular olduğunu iddia ediyor.

 

38

Sembolik siyasetin etkin bir biçimde işe koşulmasını ve başarılı olmasını sağlayan başat aktörler, elbette siyasal ve toplumsal kurumlar. Gelgelelim ... siyasal alanı yalnızca siyasal aktör ve kurumların alanıymış gibi ele almak ve sembolik siyaseti böylesi yukarıdan aşağıya işleyen sabit bir çerçeveye sıkıştırmak, beraberinde kitleleri manipülasyona ve kandırılmaya açık birer “koyun” olarak görmeyi getiriyor.

 

39

[Murray Edelman] ... ritüeller ve mitler, kitleleri kandırmak için değil, onların ne istediği, neden korktuğu, neyi olanaklı bulduğu ve kendini kim olarak görmek istediğinden hareketle tedavüle sokuluyorlar.

 

41

Modern ulus-devletlerde semboller, ulusları kişileştirmeye ve kurumsal olanın gündelik olanla bağını kurmaya yarıyor.

 

42

... milliyetçiliği, yalnızca siyasal bir ideoloji olarak ele almayıp onu sosyo-kültürel alanla ilişkisi içinde analiz etmeye koyulan modern milliyetçilik kuramcıları...

 

43

[Anthony Smith] ... milliyetçiliği siyasi bir ideolojiden ziyade, bir kültür ve kimlik biçimi olarak incelemenin elzem olduğunu öne sürüyor.

 

 

İkinci Bölüm: Alternatif Bir Milli Kimlik Anlatısı Olarak Yeni Osmanlıcılık

 

53

... Osmanlı modernleşme girişimleri sürecinde daha seküler bir vizyonu benimseyen eski Osmanlı paşalarından Mustafa Kemal...

 

54

... Türk milli kimliğinin ötekisi, Osmanlı oluyor.

 

... 1924’te kurulan Terakkiperver Cunhuriyet Fırkası’nın gizli saltanatçılıkla, irticayı cesaretlendirmekle, kurulu düzeni yıkma planlarıyla, İslâm hukuku ve Halifeliğin geri gelmesi için çalışmakla suçlanarak kapatılması...

 

56

[Murat Belge], ... Osmanlı’da amaç yeninin kurulmasıyken, Cumhuriyet döneminde bununla yetinilmediğini, “eski” ve “işe yaramaz” addedilen pek çok şeyin ortadan kaldırılmasının programlandığını ve bu programın başarılı biçimde hayata geçirildiğini öne sürüyor.

 

57

Esasen Osmanlıcılık, ilk ortaya çıktığı dönemden itibaren hiçbir zaman yapılandırılmış, kavramsal ve teorik açıdan tutarlı ve bütünlüklü bir düşünce akımı haline gelemiyor. [İslâmi geleneğe mensup bir entelektüel kuşağının sığındığı bir liman işlevi görüyor. Necip Fazıl Kısakürek, Münevver Ayaşlı, Samiha Ayverdi, Erol Güngör gibi isimlerin İslâm sosu yoğun yeni bir muhafazakar kisve çerçevesinde kurmaları...]

 

59

[DP] [İmam-hatip okullarının açılması, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin kurulması, ilkokul müfredatına din derslerinin seçmeli ders olarak dahil edilmesi... İslâm-Osmanlı düşüncesinin önde gelen entelektüel figürlerinin (Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, Münevver Yaşlı, Nurettin Topçu, Cemil Meriç vb.) eserlerinin ön plana çıkarılması] Tek parti dönemini zorunlu bir suskunluk içinde geçiren İslâmcı düşüncenin 1940’ların sonunda başlayan yayınları, 1950’ler boyunca artarak devam ediyor. Kısacası Demokrat Parti dönemi, Türk sağının bütün kollarının, özellikle de İslâmcılığın “fikri mayalanma dönemidir” deniliyor (Bora ve Ünivar, 2015).

 

62

[Türk-İslâm sentezi, 1960’lar, Milli Nizam Partisi, Türkiye tarihini yeniden İslâmlaştırmak, Milli Görüş Hareketi, Necmettin Erbakan...]

 

65

Özal’a göre Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi milli kimlik tanımında, etnik ve dinsel unsurlar yeterince dikkate alınmadığı için toplumsal bir aidiyet sorunu ortaya çıkıyor. Haliyle de farklı kimliklerin ifade alanı bulabileceği bir üst kimlik arayışı, Özal’ı içte yeniden Osmanlılık fikrine giden bir çizgiyi takip etmeye yöneltiyor [Çalış, 2001].

 

66

1980 öncesinde İslâmcı dergi ve gazetelerin pazar payı %7 oranındayken, 1996 itibariyle bu rakam %47’ye çıkıyor. Özal döneminde geleneksel İslâmcı altyapıdan gelen yeni bir akademisyen kuşağı Anadolu’daki üniversitelere yerleştiriliyor. [İsmet Özel, Ali Bulaç, Fehmi Koru ve Abdurrahman Dilipak gibi yazar çizerler] devlet, toplum, kimlik ve tarihe ilişkin sorgulamalar aracılığıyla, İslâmcı kimliğin politizasyonunu mümkün kılan sembolik sermaye odaklarını oluşturuyorlar.

 

67

1980’ler itibariyle Türkiye’nin neoliberal küresel düzene eklemlenmesi ile Doğu Avrupa’daki sosyalist rejimlerin çökmesi ve Sovyetlerin dağılışı, süregiden  etnik çatışmaların alevlenmesine yol açan uluslararası süreç, Türkiye açısından önemli jeopolitik fırsatların ortaya çıktığı algısını yaratıyor.

 

68

[Özal bir röportajında], ... modern Türkiye’nin Ortadoğu ve Balkanlar’daki emperyal medeniyetin varisi olduğunu vurgulayarak, ülkenin önünde “hacet kapıları”nın açıldığını, 21. yy’ın Türk asrı olacağını ilan ediyor, böylesi bir fırsatın 400 yılda bir geleceğini ve Balkanlar’dan başlayarak Kuzey Irak ve Suriye’de dâhil olmak üzere Adriyatik’e kadar uzanan bölgede Türkiye’nin etki alanı yaratması gerektiğini savunuyor.

 

69

Milli Görüş Hareketi’nin lideri Erbakan öncülüğündeki Refah Partisi’nin 1995 seçimlerinden birinci parti olarak çıkması ve ardından DYP ile koalisyon kurması Türkiye’nin ilk kez siyasi kimliğini Osmanlı-İslâm mirasına dayandıran bir başbakan tarafından yönetilmesinin önünü açıyor.

 

72

... RP dönemi, 1997 yılında, Türkiye tarihinde “Postmodern Darbe” olarak anılan 28 Şubat süreciyle son buluyor.

 

73

AKP 2002 yılında girdiği genel seçimlerin propagandasında, siyasal kimliğinin ve deneyiminin kurucu bir öğesi olan İslâmcılığı reddederek, sahiplendiği “muhafazakâr-demokrat” sıfatıyla siyaset sahnesindeki yerini alıyor.

 

75

... AKP dönemini Yeni Osmanlıcı anlatı açısından öncüllerinden farklı kılan en temel özellik, bu fikrin toplumsal boyutuna verilen olağanüstü önemdir.

 

76

[Davutoğlu], ... Osmanlı mirasını, Türkiye toplumunun en “sahici” kimliği ve değişmez özü olarak tarif ediyor.

 

79

Türk-İslâm sentezi -> aralarında hiyerarşi olmaksızın Türklük ve Müslümanlık

AKP milli kimliği -> omurgayı İslâm ve Müslümanlık oluşturuyor.

 

80

... AKP’nin milliyetçiliği, Erbakan’ın benimsediği anti-kapitalist söylemle tam bir karşıtlık arz ediyor. ... neoliberal ekonomik gelişmelere eklemlenme çabasıyla, İslâmi siyasal geleneğin milliyetçiliğinden uzaklaşıyor.

 

81

Copeaux, Türkiye’de milli tarih anlatısının, Kemalizm, Türk-İslâm sentezi ve İslâmcılık arasında bir çekişme, alanı ele geçirme çabasına tekabül eden bir sembolik savaş aracı olduğunu iddia [ediyor]. Ona göre bugünün çatışma ve gerilimlerinin arka planında, ekonomik ve stratejik etkenlerden ziyade, kimlik sorunlarına ilişkin istemler yatıyor.

 

83

[Yeni Osmanlıcılık anlatısının kitleler karşısında bu kadar kuvvetli karşılık bulması...] Bu durum bir yanıyla AKP’nin yeni Türkiye vaadinin, Osmanlı ve Cumhuriyet modernleşmesi yüzünden kesintiye uğradığı düşünülen toplum ve devlet arasındaki bağın yeniden kurulacağını, devletini arayan toplumun hayalinin gerçek olacağını ima etmesinden kaynaklanıyor. Bu açıdan baktığımızda, AKP’nin yeni Türkiye söylemi, taban nezdinde II. Mahmut döneminden beri süren, yaklaşık iki yüz yıllık kâbusun sona erişinin müjdesi olarak karşımıza çıkıyor. (Açıkel, 2012).

 

[Erdoğan’ın 2012 yılında yaptığı bir konuşmadan:] “Muhayyile kelimesini, tasavvur kelimesini, inkişaf, mücerret, müşahhas, aklıselim gibi kelimeleri farklı dillerden Türkçeye geçti diye ayıklamak, bunların yerine kelime ikame etmek aynı anlamı, aynı manayı asla ve asla karşılamayacaktır.”

 

87

[inşa ve restorasyonlar] ... kimilerine göre, referans noktası olarak alınan uzak geçmişin bu güncel temsilleri, “temelsiz tarihselciliği, kolaj mimari üslubu, inşaat tekniği ve kullanılan malzeme” gibi sebeplerden ötürü “en fazla bir lunapark kadar gerçek” görünüyor. ... bu girişimlerde Osmanlı, “köksüz ve dekoratif bir malzemeye indirgenerek sergileniyor”.

 

90

[Mehmed Akif, Necip Fazıl anma konferanslar; Halk Eğitimde hat, ebru; OttomanLife, Cihannüma Villaları gibi isimler; Diriliş Ertuğrul ziyareti; Osmanlı Torunları, Ak Gençlik, Osmanlı 1453, Ecdat Osmanlı gibi sosyal medya hesapları; Fatih Sultan Mehmed ile Erdoğan arasında uhrevi bağlantı mitosları, vb]

 

 

Üçüncü Bölüm: Mağdurdan Muktedire, Menderes’ten Abdülhamit’e: Yeni Osmanlıcı Anlatının Kurucu Sembolü Olarak Erdoğan ve Pathosu

 

96

[Lidere değil, liderliğini tasdik eden kitleye bakılmalı]

 

98

... Açıkel’e göre mazlumluk hikâyesi, modernleşme süreci içerisinde “geç kapitalistleşmenin ve hızlı modernleşmenin şiddeti karşısında toplumsal, kültürel ve imgesel yurtsuzlaşmaya uğrayan” kitlelerin “savunma, karşı çıkma ve eklemlenme stratejisi” olarak geliştirdiği “en önemli ideolojik dizgedir” (1996). Mağduriyet anlatısı, içerisinde “Türk milliyetçiliğinden İslâmî motiflere, kapitalizm öncesi değerlerin yüceltiminden yarı-cemaatçi bir toplum anlayışına, anti-kozmopolitan yönelimlerden idealize edilmiş nostaljik bir tarih anlayışına, şüpheci bir dünya kurgusundan ezikliğin bireysel görünümlerine kadar” çok çeşitli söylemsel öğeleri barındırır.

 

101

Kayıp hissi, kaybeden öznede birbiriyle iç içe geçen farklı veçhelere bürünür: güvenlik kaybı, özgüven kaybı, topluluk ve aisiyet duygusunun kaybı, iktidar kaybı, umut kaybı...

 

... travmalar “bir anlatı çerçevesine oturtulmadıkları sürece, deneyimleşemezler” (Bora).

 

102

... “hiçbir olay bünyevi olarak travmatik değildir. Travmatik olma özelliğini, ‘olgudan sonra’, simgesel sistemin dolayımlamasıyla kazandığı anlamlılık/bütünlük sayesinde kazanır” (Özmen).

 

104

[Erdoğan] Batılılaşmanın, dinin ve dindarların kamusal alandan dışarı atılması ve aşağılanmasına kapı araladığını vurgularken, kadim bir tarihsel/düşünsel/duygusal tecrübeye gönderme yapıyor. [Erdoğan için] ... Batı’yla karşılaşma, mazlumluk arşivinin de ilk deneyimini teşkil ediyor.

 

Gelgelelim Türkiye’de Batılılaşma deneyimi, yalnızca dinin kamusal alandan ekarte edilme girişimleri açısından ... değil, Türk milli kimliğinin bizatihi kurulumunda derin bir yara olarak kavranıyor.

 

“Türk ruhunun en büyük işkencesi” [Peyami Safa]. Tanzimat dönemiyle başlayan ve adına Batılılaşma denilen bu model kayması, modern Türk öznesi açısından esasen gecikmişliğin kabullenilmesidir. İşte tam da bu yüzden bu doğrultudaki her türlü atılım, daha en başından bir sürüklenişe, bir kapılmaya gebedir. Ezcümle bu travmatik model kayması, gerek Batılılaşmayı savunan Tanzimat elitlerinin, gerekse Kemalist modernleşme süreçlerinin aktörleri olan Cumhuriyet elitlerinin ve destekçilerinin halet-i ruhiyesinde bir tür acz duygusu ve çocuksulaşma eğilimiyle ve yetersizlik hissiyatıyla tezahür etmiştir. [Koçak].

 

105

Batılılaşma yarasının, kendisini esas olarak dinsel kimliği ekseninde kuran bir kolektivitedeki tezahürüyse, çok daha derin olacaktır.

 

[Dipnot 4] ... AKP iktidara gelir gelmez, milli görüş gömleğini çıkardığını vurgulayarak, hedefinin Avrupa Birliği’ne tam üyelik olduğunu ilan etmişti. Gelgelelim 2010 anayasa referandumundan sonra, “milli görüşçü ‘özünün’ uçverdiği”ne ilişkin bir algı yaratacak şekilde dindar nesiller yetiştirme idealini dillendirmesiyle başlayan bir kibir ve öze dönüş fikri, beraberinde Batı karşıtı söylemlerini de yeniden tedavüle sokmasını getirdi.

 

106

... aşağılanma duygusunun ortaya çıkması, her şeyden önce bir karşılaşma deneyimine bağlıdır. ... Aşağılandığını hisseden kişi ya da gruplar sembolik ve toplumsal düzlemde bir tür reddedilme yahut yok sayılma hissiyatıyla baş etmek zorunda kalırlar.

 

[İranlı düşünür Daryush Shayegan] [Batılılaşma deneyiminin Müslüman öznenin kendilik algısında nasıl bir yarılma yarattığı...] [Shayegan’ın] Kültürel şizofreni olarak kavramsallaştırdığı bu deneyimin İslâm dünyasındaki karşılığı, ne denli geri kalmış olduğunu fark eden öznenin muazzam şaşkınlığı ve gizleyemediği bir tür hayranlık duygusuyla, kendi özünü onu etkilerinden korumak üzere geliştirdiği obsesif bir reddiyedir.

 

107

“Tanzimat bir medeniyetin fethi değil, bir ırzın teslimidir.” [Cemil Meriç] ... Meriç’in ırz vurgusu, Batı ile karşılaşma deneyiminde yaşanan aşağılık duygusunun, aynı zamanda “erillik ve haysiyet kaybına”, daha açık biçimde söyleyecek olursak “kadınsılaşma”ya yol açtığını ima ediyor. Gerçekten de aşağılanma duygusunun cinsiyet rejimiyle doğrudan bir ilişkisi var; özellikle kadınlığın aşağı bir cinsiyet olarak doğallaştırıldığı kültürlerde, aşağılanmadan kaynaklanan güçsüzlük hissiyatıyla kadınsılaşma endişesi koşut gidiyor.

 

 

108

[Erdoğan’ın dilinde Batılılaşma, “hadım edilme”, “erillik yitimi” ile özdeşleştiriliyor. ... narsistik yara]

 

Aşağılanma duygusu, Erdoğan’ın Müslümanlık paydası çerçevesinde kurguladığı kolektif özne kadar, kişisel tarihi açısından da en yakıcı ve işlevsel duygusal uğraklardan.

 

110

[bir tür hayranlık ve ona eşlik eden obsesif bir reddiye] [ruh halinin büyülenme ve iğrenme arasında gidip gelmesi]

 

Haset eden, gözünü ondan olmayandan ayıramaz hale geliyor. Tam da bu nedenle beslediği düşmanlığın yoğunluğu zaman ilerledikçe artıyor.

 

111

Kıskançlık, tatmin edilebilir bir duyguyken haset neredeyse hiç tatmin edilemez. ... Haset eden, haset ettiği şeye hiçbir zaman tam olarak ulaşamayacağını düşünür/bilir: Bu bilginin karşısında kendisini ümitsiz ve çaresiz hisseder. ... Üstün olana yönelik hayranlığın kendisini mutlu etmeyeceğini düşünen özne, tam da bu nedenle o nesneye haset etmeyi tercih ediyor. Hayranlık duyduğu şeyi gözünde değersizleştirerek, onu saçma, aldatıcı, sapkın ve kibirli addediyor.

 

[oksimoron ?]

 

... özgüven yoksunluğu, haset duygusunun psikolojik koşulunu/kaynağını teşkil ediyor.

 

112

... iğrenme duygusunun, tıpkı haset gibi içinde ilgi ve arzuyu da barındırdığını teslim etmek gerekir. İğrenç şey mide bulandırırken bile ilgimizi çeker. Ona ikinci bir bakış atmak isteriz hatta gözümüzü ondan ayıramaz hale geliriz.

 

113

Sara Ahmed, iğrenme duygusunu Kristeva’nın ortaya attığı objektleştirme (aşağılık, sefil, dışlanmış, dışarı atılmış olandan türeyen) kavramıyla bir arada düşünebileceğimizi söylüyor. “...dışarının ya da içerinin en uzak köşelerinden gelen ve mümkün olanın, dayanılabilir ve düşünülebilir olanın ötesinde olduğu için reddedilen bir tehdide karşı” verilen en şiddetli tepkidir iğrenme. Daha da ilginci, Kristeva’ya göre esasen herhangi bir şeyin bizi bu denli tehdit ediyor oluşunun altında, onun zaten içimizde olduğu fikri yatıyor. ... Erdoğan’ın içinden çıktığı İslâmi muhafazakâr gelenekte millete mütemadiyen geleneğin ve özün muhafaza ediciliği görevi yükleniyor. Tanıl Bora ve Necmi Erdoğan’a göre bu yüceltici misyonun millete yüklenmesinin altındaki varsayım, muhafazakâr seçkinlerin millete, dışarının etkisine, yabancı olanın temasına ve ona kirini bulaştırmasına açık, çocuksu ve naif bir karakter atfetmesi.

 

114

Her ulusal projede olduğu gibi, modern Türkiye’nin doğuşu da, bir dizi tasfiye ve bastırma pratiğine sahne oldu. Yüzünü Batı’ya ve Batılılaşmaya çeviren siyasi elitler, Osmanlı-İslâm mazisini adeta bir kolektif unutuşa terk ettiler.

 

116

[camilerin ahıra, depoya çevrildiği iddiası] [mağdurluk manzumesi]

 

[Nefret] Bu duygu her daim bir şeye ya da bir kişiye karşıdır. Fakat o şeyin ya da kişinin temsil ettiği veya yerini aldığı bir gruba, kolektiviteye karşı da beslenir. Bu açıdan nefretin, oldukça ekonomik bir duygu olduğu söylenebilir; asla tek bir şeyde ya da kişide ikamet etmez, nesneler arasında gezinir durur.

 

117

[Erdoğan’ın bir konuşması:] “... milletin ferasetine, basiretine, enginliğine, derinliğine hiçbir zaman inanmadılar...”

 

122

[Kaygı] ... her şeyden önce bir tehlike beklentisiyle ilişkili, bu yüzden de varoluşa yönelik olası bir tehdit olarak, bünyede korkudan çok daha sinsi biçimde işliyor.

 

126

Öfke, ... diğer duygular gibi, içsel değil ilişkisel olduğu aşikâr.

 

127

... öfke, eril bir duygudur; ifadesini, ya iktidar talebinde bulur ya da iktidar konumunda.

 

... “biz bu yola kefenlerimizi giyerek çıktık,” cümlesi de, öfkeden devşirilen bir direniş ve savaş söyleminin olduğu kadar, gücün, erkekliğin, artık bastırılmasına gerek kalmayan kinin ve neredeyse hiç tatmin olmayacak bir intikam arzusunun dışavurumu olarak görülmeli.

 

132

[30 Ocak 2009, 39. Dünya Ekonomik Forumu, “Gazze” oturumu]

 

Sayın Peres, benden yaşlısın. Sesin çok yüksek çıkıyor. Biliyorum ki sesinin bu kadar yüksek çıkması, bir suçluluk psikolojisinin gereğidir. Benim sesim bu kadar yüksek çıkmayacak, bunu da böyle bilesin. Öldürmeye gelince, siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz. Plajlardaki çocukları nasıl vurduğunuzu, nasıl öldürdüğünüzü çok iyi biliyorum. Ülkenizde başbakanlık yapmış olan iki kişinin bana önemli lafları vardır. “Tankların üstünde Filistin’e girdiğim zaman, kendimi bir başka mutlu addediyorum,” diyen başbakanlarınız vardır. (...) İsim de veririm. Merak edenleriniz vardır belki. Şu zulme alkış tutanları da ayrıca kınıyorum. Çünkü bu çocukları öldürenleri, bu insanları öldürenleri kalkıp da alkışlamak, öyle zannediyorum ki o da ayrı bir insanlık suçudur. (...) Ben burdan sadece size iki söz söyleyeceğim. Sözümü kesmeyin! Bir: Tevrat altıncı maddesinde der ki öldürmeyeceksin, burada öldürme var. İki, bakın bu da çok enteresan...

 

Bu noktada moderatör, Erdoğan’ın omzuna yeniden dokunarak tartışmayı alevlendirmemesini istiyor ve konuşmasına devam etmesine izin vermiyor. ... “benim için de bundan böyle Davos bitmiştir, daha Davos’a gelmem” diyerek ... oturumu terk ediyor.

 

133

[Erdoğan] ... havaalanında basına verdiği demeçte [2009] artık mazlumun değil, muktedirin dilini kullanıyor:

 

Ben bazı emekli diplomatların anladığı dilden konuşmam. Siyasetin içerisinde çekirdekten yetişmiş biriyim. Diplomatların âdetlerini bilmem, bilmek de istemem. Ben bir kabile reisi değilim! Türkiye Cumhuriyeti Başbakanıyım. Yapmam gereken neyse onu yaparım. Yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyun? Konuşmamda Peres’e de söyledim. Yaşınız nedeniyle yüksek sesle konuşmuyorum dedim. ... Bizim milletimize sünepelik yakışmaz (...) Konu ülkemin saygınlığı ve itibarı meselesiydi. Tavrım net ve açık olmalıydı. Kimsenin ülkemin onurunu zedelemesine müsaade edemezdim.

 

135

[Davos hadisesinin Yeni Osmanlıcılığı pathos’uyla göbekten bağlı bir tarihsel moment olduğu...]

 

138

Yahudi ... Türk’ün haset ve arzu nesnesidir.

 

... Erdoğan’ın Türkiye başbakanı olarak Davos’ta ortaya koyduğu bu tavır, tam da Batı karşısında Doğu’nun, gelişmiş ülkelerin karşısında azgelişmişin, sömürenin karşısında sömürgenin, zengin karşısında yoksulun, güçlü karşısında zayıfın, zalim karşısında mazlumun dirilişini, ayaklanışını, şahlanışını sembolize ediyor.

 

145

... Davos hadisesi, hem İslâmi muhafazakâr kolektif öznenin, hem her tondan milliyetçi kolektif öznenin, hem taşralı Anadolu çocuklarının ve hem de Batılı gibi olmaya çalışan ama Batı karşısında hep eksik/ezik hisseden Türk öznesinin Erdoğan’la çeşitli düzeylerde özdeşleşmesini sağlayan, biz aslında kimiz? sorusunu sordurtan ve bu soruya yeni bir yanıt verdiren, duygusal karşılıkları bakımından çok güçlü imalar barındıran bir sembolik hadisedir.

 

148

“Batı’nın teknolojisini alıp felsefesini reddetme” düsturu...

 

150

İntikam arzusunun menşei geçmiş olsa da, intikam eyleminin yöneldiği zaman dilimi, gelecektir.

 

İntikam arzusunu, narsistik öfke kavramıyla birlikte düşünebiliriz. ... Zira narsistik öfke yaşayanlar, “karşıdakiyle empatiden bütünüyle yoksun”durlar; saldırganlık, öfke ve yıkıcılıkla karakterize bir varoluşa evrilir (Harkavy).

 

151

İntikam arzusu güçle bağlantılı olarak eyleme dönüşebildiğinde, öncelikle düşmanı bastırma ve ona saygı duymadığını gösterme adımlarıyla başlar. Tam da bu yüzden eylem, kasıtlı bir biçimde aşırılıkları da içerir.

 

154

... Contemporary İstanbul’da, 2016 yılında açılan bir sergide, Abdülhamid’in imgesi çıplak bir kadın heykelinin üstüne mayo olarak giydirilmiş halde sergilendiğinde...

 

163

... Schelerci anlamda hınç, aşağılanma, haset, nefret, kaygı, öfke gibi duyguların dışavurumunun engellendiği koşullarda oluşan bir duygudur. Bu nedenle de hınç insanı ne eyleyebilir, ne de unutabilir. Üstelik hınca yol açan bütün duyguların bastırılması, hınç insanının zaman algısını dahi değiştirir, onu ebedi/kalıcı bir geçmişe hapseder. Kötü hatıraların takıntılı tekrarına bel bağlayan öznenin yegâne gelecek tahayyülü, tüm potansiyel düşmanlara yönelik bir intikam arzusunda sabitlenir (Fantini). Yaranın hissedilmesiyle, tazmin odaklı tepkinin bir türlü verilememesi arasında geçen zaman dilimi -intikam süresi- intikam arzusunu pekiştirdiği gibi, hınç duygusunu da katmerlendirir. Uzun erimli, giderek köpüren, için için işleyen bir duygu olan hınç, kendini bir yaraya hapsetmektir, tam da bu yüzden kalıcı ve zaman geçtikçe yoğunlaşan, müzminleşen bir yapısı vardır (Meltzer ve Musolf).

 

164

Michael Ure, ... hıncın üç temel formu olduğundan bahseder: [ahlaki hınç, sosyo-politik hınç] ... sosyo-politik hınç, içinde her daim üçüncü bir form olarak tarifleyebileceğimiz ontolojik hınca dönüşme tehlikesini de barındırır. Ontolojik hıncı, varoluşun kendisinden duyulan derin nefret olarak tanımlamak mümkündür: Amor fati’den odium fati’ye (yazgından nefret et) geçişin duygusudur bu. ... ontolojik hınç, çeşitli türden totaliteryen siyasetlere kapı aralayabilir. ... kimliklerini mağduriyet hikâyelerine, güçsüzlüklerine referansla kuran kolektif siyasal aktörler, adeta bu güçsüzlüğün kendisine bir tür erdem atfederler (Ure, 2015).

 

 

Dördüncü Bölüm: Yeni Osmanlıcı Anlatının Sembolik Mekânı Olarak İstanbul

 

171

AKP, İstanbul’un altın olan taşı toprağı üzerinde mütemadiyen yeni ve el değmemiş yağma alanları keşfederek/oluşturarak/devşirerek/kurarak, gerek iktidar seçkinleri ve sermayedarların gerek mahalle kahvesinde oturup kentsel dönüşüm projeleri üzerinden alacakları payı hesap eden gecekondu ahalisinin, yükselme, zenginleşme, refaha erme, güç elde etme, maddi üstünlük kazanma iştahına hitap etmeyi ve yer yer o iştahı tatmin etmeyi başardı.

 

172

... üstünlük gösterisinin mekanları (gigantomatik fanteziler)

 

175

Nostalji sözcüğü, Yunanca nostos (eve dönüş) ve algia (özlem) kavramlarından türer. Temel olarak artık var olmayan yahut esasen hiç var olmamış bir eve duyulan özlemi ifade eder.

 

... altın çağ özlemi, özellikle romantizme/romantiklere mahsus bir duygusal uğraktır. ... Romantizm, temelde aslına rücu etme arzusunun dışavurumu olarak kavranıyor. ... Romantizm, “toplumsal bilinç nezdinde bazen teselli, tedavi ve telafi edici, bazen tahrik, tazyik ve tahkim edici” bir işlevi barındırıyor.

 

Romantizmle bir arada işleyen nostaljiyi, yalnızca eski rejime yahut yıkılmış imparatorluğa yönelik bir özlem olarak kavramak yerine, gerçekleşmemiş düşlere ve gelecek hayallerine yönelik bir duygu olarak da kavrasak iyi olur. [‘muhafazakâr’ tanımını ekle]

 

184

[Rövanşist kent kavramı] ... ilk kez Neil Smith tarafından 1990’larda kent politikaları bağlamında ortaya atıldı. “Şimdi”nin burjuva siyasal elitinin, bizden olmayana karşı intikam saikiyle harekete geçerek, tarihsel olarak kaybedilen kaleleri “yeniden fethetme” motivasyonuna karşılık geliyor.

 

185

[Çamlıca camii projesi, haşmet, gösteriş, büyüklük, yayılmacı, gösterişçi, duygular] [buna benzer projeler] ... eve dönüşten ziyade evi bugüne taşımanın, şimdide yeniden kurmanın araçları...

 

186

Fatih ud, Beyoğlu kemandı, Fatih ezan, Beyoğlu baloydu. Fatih saz peşrevi, Beyoğlu cazdı. Fatih ahşap, Beyoğlu taştı. Fatih hacı yağı kokusu, Beyoğlu parfümdü (Gürbilek).

 

191

[AKM üzerine yürütülen savaş] ... emperyal iştahı ve dünya karşısındaki üstünlük/hakiki medeniyet iddiası... Bu iddia bize aynı zamanda, AKP’nin sembolik siyaseti üzerinden hitap ettiği duyguların nasıl bulaşıcı, yapışkan, saçılan ve giderek yayılan bir muhteviyata sahip ve aslında hemen her Türk öznesinin duygusal ihtiyaçlarını tatmin edecek yoğunlukta olduğunu bir kez daha vurgulamanın imkânını veriyor.

 

197

[AKP, 2011 sonrası, ustalık dönemi] ... hem geniş bir toplumsal tabanın arzularını okşadı, hem de iktidarı boyunca yapıp ettiklerini salt İslâmi muhafazakâr kimliğin doyum ihtiyaçlarıyla sınırlandırmadığını, neoliberal düzene eklemlenme, onun vaat ettiği tüm imkânlardan yararlanma ve kendi gücünü yalnızca iç mihraklara değil, dış mihraklara da kanıtlama gayesini ortaya koymuş oldu.

 

AKP’nin İstanbul özelindeki çılgın projeleri arasında, Marmaray, Kanal İstanbul, Avrasya Tüneli, Üçüncü Köprü, Üçüncü Havaalanı, gökdelenler, camiler ve AVM’ler bulunuyordu. Bu projelerin en göze çarpan ortak özelliği ise, hepsinde öne çıkan “en” vurgusuydu.

 

198

Nazi Almanyası’ndaki orantısız büyüklükte binalar ve anıtlar inşa etme saplantısını tanımlamak için kullanılan gigantomani kavramı, AKP’nin adeta yeniden fethettiği İstanbul’a dair fantezlerinin de psikolojik-duygusal zeminini teşkil ediyor.

 

203

inşaat şehveti

 

204

Jocelyn Pixley, ekonomi alanında yapılan çalışmaların en temel eksikliğinin, ekonomi ve duygular ilişkisinin göz ardı edilmesi olduğundan yakınır. Ona göre ekonomi alanına mahsus olduğu düşünülen “çıkar” ve “beklenti” kavramları, tek başına rasyonaliteyle açıklanamayacak kadar duygu yüklüdürler. Gelgelelim ekonomistler ve akademisyenler, diğer pek çok disiplin gibi duygu-akıl karşıtlığını keskin bir biçimde benimseyerek, ekonomiyi yalnızca rasyonel düzlemlerde analiz etmeyi tercih etmiştir.

 

[Çavuşoğlu’na göre] ... AKP’nin kent politikaları, günümüze dek metalaşmamış mekânları emlak piyasasına dâhil ederken, bu vesileyle üretilen zenginliği iktidar seçkinlerine olduğu kadar, toplum kesimlerine de -eşitsiz biçimde de olsa- dağıtabilmeyi ve böylelikle kitlesel destek kazanmayı başardı.

 

205

[İstanbul’daki lüks konut projelerine bir taraftan Manhattan, Metropol, Viaport Venezia gibi isimler verilirken, diğer taraftan Ab-ı Hayat Evleri, Şehr-i Bahçe, Sultan Makamı gibi isimler de veriliyor]

 

209

Osmanlı döneminde bir kentin fethinin ardından, muzaffer ordunun askerlerinin o kenti yağmalaması ve talan etmesi gelirdi. Fetheden, kenti yeniden şekillendirir, kentin ekonomik ve sembolik kaynaklarından kimin pay alacağına keyfince karar verirdi. Kent halkını köleleştirip sürerken, yerlerine yeni nüfus grupları yerleştirirdi (Berman, 2013).

 

212

[Panorama 1453 Müzesi] ... “fetih rüyası” ile büyülenen bedenlerin karşılaşma mekânı.

 

213

herkes için fetih

 

216

[2015 Fetih Şöleni] ... tam da herkes için fethi mümkün kılacak kadar şaşaalı ve katılımcılarda Durkheimcı anlamda bir kolektif coşku yaratarak “zafer, azamet ve özgüven” duygularını harekete geçirecek kadar performans odaklıydı.

 

217

[AKP Gençlik Kolları] “Dağları Delelim Terörü Bitirelim”

 

218

[2016 Fetih Şöleni] ... sıradan insanın arzularını, ihtiyaçlarını, fetih iştahını, büyülenme isteğini simülatif düzlemde de olsa tatmin eden ... [bir ortam yarattı].

 

Beşinci Bölüm: Yeni Osmanlıcı Anlatının Ruhuna Uygun Bir Mit Yaratımı Olarak “15 Temmuz Destanı” ve Milli Narsisizm

 

223

Ulusal mitler, bir ulusun kendini nasıl gördüğü, ne olmak istediği, diğer uluslardan farkını nasıl ortaya koymayı arzuladığıyla bağlantılı biçimde yaratılır. Bu bakımdan ulusal mitler, kimlik tanımlayıcı ve harekete geçirici bir işlevi haizdirler. Gelgelelim ulusal mitler, ulusun kökeni, karakteri ve kaderi hakkındaki ampirik sorgulamalara izin vermeyecek kadar katı biçimde inşa edilir, çürütülmeleri bir hayli zordur. Zira mitin, her ne kadar içinde bir nebze de olsa hakikat barındırma zorunluluğu olsa da, tanımı gereği sahte olduğu iddia edilir, fantezi ile gerçekliğin harmanlanması ve kendi içinde tutarlı bir anlatıya dönüştürülmesine, hikayeleştirilmesine dayanırlar. Mitler belli başlı toplumsal ve politik amaçlara hizmet ederler, tam da bu nedenle fragmanlardan oluşur ve renkli ve akılda kalıcı bir dille aktarılırlar. ... mitler, yalnızca gerçekliğin bir modeli değildirler, gerçekliği kurmak için de bir model teşkil ederler.

 

224

Ulusal mitler, aynı zamanda kimlik kurarlar; verili bir kolektiviteyi tanımlamakla kalmaz, bu kolektivitenin diğerlerinden farkını ortaya koyar, onu başkalarından ayıran sınırları net bir biçimde çizerler. Anthony D. Smith, milliyetçiliğe gücünü ve ruhunu veren unsurların başında, mitlerin, hatıraların, geleneklerin ve sembollerin geldiğini iddia eder.

 

229

... 15 Temmuz 2016 Cuma akşamı saat 21:00 sularında bir askerî darbe girişimi...

 

245

[narsisizm gerçeklikten ziyade fanteziden beslenir. hayranlığa ve onanmaya muhtaçlık, esasen kırılgan bir öz benlik algısıyla ilişkilidir.]

 

246

... narsisizm, başkalarının dünya görüşüne kapalılıkla, empati yoksunluğu ve süreğen bir paranoyayla, öfke ve aşırı hassasiyetle el ele ilerler.

 

247

... Post’a göre; narsistik lider, ayna açlığı içindedir, mütemadiyen kendisini onaylayacak ve kendisine hayranlık duyacak kişilere ihtiyaç duyar. ... kendilerine yönelik her türlü saldırı ve tepkiyi, ülkelerine yönelmiş sayarlar.

 

249

[José Brunner] ... kendi ulusunun tarihinin gölgede kaldığını, başkaları tarafından küçük düşürüldüğünü, aşağılandığını, yok sayıldığını düşünenler, “milli narsisizm davetine hevesle icabet ederler”.

 

252

[Yozgat, Akmağdeni Belediyesi, 42 metre bayrak anıtı; Bursa, 107 tonluk tek parça mermer anıt; Denizli, anıt]

 

255

... AKP ve Erdoğan destekçisi olmayan neredeyse herkes “hain ve terörist” ilan edildi.

 

258

15 Temmuz, “milli” bir zafer anlatısı olarak tesis edilmekten ziyade, AKP’nin siyasi serüveninin mağduriyetten muktedirliğe uzanan seyrinde, kendine tapmayla karakterize olan ve yeni düşmanlar ve tehdit odakları yaratılmasını mümkün kılan bir “kolektif narsisizm” momenti olarak kaldı.

 

 

Sonuç

 

261

Modern siyaset bilimi çalışmalarına hâkim olan “akıl” ve “çıkar” odaklı analizlerin duygu körlüğünü eleştirerek, duyguların bireysel veya psikolojik, içsel veya özel alana ait fenomenler olmadığını, toplumsal ve siyasal alanın kılcal damarlarına kadar sirayet ettiğini ve siyaset yapma ve siyasal katılım süreçlerine içkin, hatta bu süreçleri yer yer belirleyen unsurlar olduklarını göstermeye çalıştım.

 

263

... Yeni Osmanlıcılık siyasal söylem alanında doğmuş olsa da, banalleşerek sıradan insanın milliyetçiliğinin yeni bir formu haline geldi.

 

265

Nitekim derin bir huzursuzluğun ve hasmane bir ümitsizliğin duygusu olarak haset, içinde nesnesine yönelik yoğun bir arzuyu da barındırıyordu. Fakat bu arzunun nesnesine ulaşmasının imkânsızlığı hissi, onun başka bir duyusal tepkiye, iğrenmeye dönüşümünü kolaylaştırıyordu.

 

268

Gelgelelim geçmişteki acılarla, zulüm ve haksızlığa uğramışlıkla hatırlanan mağduriyet anlatısının telafisi, Erdoğan’ın muktedirleşmesiyle büyük oranda gerçekleştirildiği halde, hıncın duygusal tezahürleri pek de sağalmadı, bilakis hem Erdoğan hem de destekçileri tarafından, çok daha yoğun bir biçimde ve çok çeşitli sembolik eylemlerle dışa vurulmaya devam etti.

 

270

... köprü, havalimanı, Marmaray gibi gigantomatik fanteziler... inşaat şehveti...

 

271

... adeta “kutlanan” bu trajik olaydan devşirilmek istenen duygu... ... AKP’nin darbe girişimi sonrasında biz/onlar ikiliğini yeniden katı bir biçimde tedavüle sokarak toplumsal tabanın geniş kesimlerini dışlayan ve cezalandıran politikalara başvurması...

 

.

.

.