.
.
.
.
Saat yedi buçukta maçım var. Bu spora uygun kıyafetlerim ve onların yedekleri de var. Yolu biliyorum, otobüs önünden geçiyor. Giyinme odalarını biliyorum. Çıkardığım kıyafetleri katlayıp bana ayrılmış dolaba yerleştirebiliyorum. Dolabın anahtarı da var, kilitleyebiliyorum. Soyunma odasında bir başka kişiyle karşılaştığımda, bu eli yüzü düzgün insanlarla karşılaştığımda, onlara benim de elim yüzüm düzgün diyen jestler yapıyorum. Aynı jestlere onlar da karşılık veriyorlar. Küçük, kupon kelimelerle iletişim kuruyoruz. Yani iletişim kurmak zorunda kalmıyorum. Evde airfryera somon fileto için saat kurdum ve karşımdaki kişiyle iletişim kurmadan, yere basmadan ulaşacağım ona. Bir de Josephin'e, küçük kedim. Evde beni bekliyor olacak. Bekliyor'un burada gerçek bir karşılığı var mı bilmiyorum. Saat gibi kurulmuş ve şartlanmış bir kedinin beni beklediğini ileri sürmek ne kadar doğru, bilmiyorum. Işıklar saha üzerinde homojen bir biçimde etrafa yayılıyorlar. Sahanın çimleri suni ve kusursuz bir yeşillikte. Bu yüzden, doğal çimler gibi belirsiz, uygunsuz değiller. Nereye basarsam, yerin bana ne tepki vereceğini biliyorum. Bu spora uygun kaslarımı yeteri ölçüde geliştirdim, zevk alarak spor yapmanın doruklarına ulaşıyorum. Sahanın yanında teknik ekip var. Yanlış bir hareket yaptığımda ya da düştüğümde benimle ilgileniyorlar. İlgileniyorlar diye düşünüyorum, umarım ilgileniyor olmanın imajlarıyla hareket etmiyorlardır. Maçtayım, terliyorum. Kıyafetlerim kuru ve dolabımda kilitli beni bekliyorlar. Suni çimlerden otobüs platformuna, oradan sitenin suni çimlerine ve asansöre, sonunda da havada asılı gibi duran on üçüncü kattaki daireme ve Josephine'e ulaşacağım, tüm yol boyunca yerle temas etmeden. Üç hafta önce otobüste biri bana “amna kyrım senin” dedi. Dehşete düştüm. İlk durakta inip diğer otobüse bindim. O kısa sürede yerle temas eden bedenim titredi. Ama yer, yer değildi ki zaten, durağın platformuydu. Kısa sürede eski moduma döndüm. Saat yedi buçuktaki bu maçımı, daha doğrusu yedi buçuğu çok seviyorum. Yedi buçuğu çevremdeki insanlara bir gövde gösterisine dönüştürerek ileri sürüyorum. Onlara yedi buçukta randevum var dediğimde önlerine dev bir bent çekmiş oluyorum. Yedi buçuk, tüm akan suları durdurabiliyor. Biri bana bir şeyler söylüyor, “yedi buçukta olmam lazım” diyorum, tüm konuşma kesiliyor, büyüleyici! Bu maçta karşılaştığım kişiyle jestler ve kupon sözcüklerle iletişim kuruyorum yani kurmuyorum. Yani iletişim kurmak zorunda kalmadan akşama somon filetoyu dilimleyeceğim. İletişim kurmak zorunda kalırsam, sözcükler uzarsa, balçık gibi yıvışmış toprağa benzer hatalar içerecekler. Josephine ile iletişim kuruyorum, yani kurmuyorum. Benim küçük pitişim ne yaparsa yapsın, benim gibi yaptığına dair yakıştırmalarla geçiyor bu iletişim. Yani kendimle ilişkiyi kedi üzerinden yansıtıyorum, gene kendime. Josephine'yi çok seviyorum, yani sevmiyorum. Kedilik dünyasında belki de hiç anlaşamayacağım biridir. Kendimleştirdiğim Josephine’yi çok seviyorum. Yani aşk gibi, Josephine’in tüm yüzeyini kendi yarattığım, tamamen bana ait dantelimle süslüyorum, böylece onun sayesinde kendişimi seviyorum. Dairedeki odaların aydınlatmaları da tıpkı çim sahadaki gibi kontrollü ışık dağılımlarıyla oluşturulmuş. Yani ışıkla iletişim kurmak zorunda kalmıyorum. Kendi yarattığım lokal aydınlatmalar da bu kontrole dahil. Evde çok fazla cam yansımalar var. Nereye baksam eşyalarım, aydınlatılmış lokal bölgeler ve yüzüm ve benim yüzümün küçük bir modeli gibi duran Josephine karşıma çıkıyor. Hep kendimi görüyorum, ampül gibi yanıyorum iletişim kurmadan bu dairede, bu hayatta, yere basmadan.
15.01.2024
.
.
.