22 Ağustos 2010

Arthur C. Danto - Sanatın Sonundan Sonra

.
.
.


Sanatın Sonundan Sonra
Arthur C. Danto



Çağdaş Sanat ve Tarihin Sınır Çizgisi
Çev. Zeynep Demirsu
Ayrıntı Yay. Mayıs 2010 İstanbul





19
(David Reed’n sunak panosu) Ressamların tablolarını heykel, video, film enstalasyonu ve benzerleri gibi tümüyle farklı tekniklere ait donanımlar aracılığıla konumlamaktan artık çekinmediği bir pratik bu. Reed gibi ressamların bunu yapmaya ne derece hevesli olduğu, çağdaş ressamların, tanımlayıcı gündem olarak tekniğin saflığı üzerinde ısrar eden modernizmin estetik Ortodoksluğundan ne kadar uzaklaştığının kanıtıdır. Reed’in modernist zorunluluklara aldırmayışı, ileriki bölümlerden birinde “saf olanın sona erişi” biçiminde sözünü ettiğim durumun altını çiziyor.

20
… önce geleneksel sanatı, ardından da modernist sanatı tanımlayan görkemli büyük anlatıların sona ermesiyle kalınmayıp çağdaş sanatın da artık büyük anlatılarla temsil edilmeye hiçbir şekilde izin vermediğini duyurmanın…

... derin bir çoğulculuk ve topyekûn bir hoşgörü anı.

21
Geleceğin sanatını tasavvur etmenin olanaksızlığı, bizi kendi dönemlerimize hapseden sınırlardan biridir. … Yazdığım bu metin, bir yandan da modernizmin sonunu ele alıyor; modernizmin, sanata dair geleneksel estetik duruşlara gösterdiği hürmetsizliğe nihayet alışmış duyarlılıkları yatıştırmayı ve tarih sonrası gerçeklikten zevk almanın ne anlama geldiğine dair bir şeyler göstermeyi amaçlıyor. Olayların tarihsel açıdan hangi istikamette ilerlediğini bilmekte belirli bir rahatlık vardır. Önceki dönemlerin sanatını yüceltmek, o sanat hakikaten ne kadar yüce olursa olsun, sanatın felsefi doğasına dair bir yanılsamaya niyet etmektir. Çağdaş sanatın dünyası, felsefi aydınlanma için ödediğimiz bedeldir ama bu da hiç kuşkusuz, felsefeye yapılan pek çok katkıdan biridir. Felsefe, bu katkıdan ötürü sanata borçludur. (Önsöz, 1996)

24
… görsel sanatların üretim koşullarında son derece önemli bir tarihsel kayma yaşanmış olduğu yolunda güçlü bir duygu…

[Roma İmparatorluğu
MÖ 1. yy. - 1453
Batı Roma İmparatorluğu 476 da yıkılıyor…
Doğu Roma İmparatorluğu  395 - 1453]

Belting; Roma İmparatorluğu’nun geç dönemleri ile M.S. yaklaşık 1400 arasındaki zaman dilimini ele alıp Hıristiyan Batı’daki dinsel imgelerin tarihsel kökeninin araştırdığı kitabı… “Sanat Çağından Önce İmge”. Belting’e göre mesele, söz konusu imgelerin genel anlamda sanat olmaması değildi; ama sanat oluşları da üretim süreçlerine yansımıyordu. Zira, genel bilinçte henüz sanat diye bir kavram tam anlamıyla oluşmamıştı ve bu tür imgelerin, aslında ikonaların, insan hayatındaki rolü, sanat kavramının nihayet ortaya çıkıp da estetik kaygılar gibi bir şeyin sanat eserleriyle kurduğumuz ilişkiye hükmetmeye başlamasının ardından sanat yapıtlarının üstlendiği rolden oldukça farklıydı. Bir sanatçı, yani yüzeylere işaretler koyan biri tarafından üretilmiş olmak gibi temel bir anlamda bile, bu imgelerin sanat eseri olduğu düşünülmüyor, tıpkı Veronica’nın peçesindeki İsa imgesi gibi mucizevi bir kaynaktan gelmiş oldukları varsayılıyordu. (Dipnot 2. İsa imgeleri ve Aziz Stephen imgesi… “resmedilmemiş”, “elle yapılmamış” (non manufactum olan a cheiropoieton), … bu imgeler tıpkı parmak izleri gibi fiziksel birer izdi ve bundan ötürü kutsal emanet statüsündeydi.)

[sanatın ölümü - metafiziğin ölümü (teknolojik açıdan gelişkin toplumlar)
bir anlatının sonu…

1400 - sanat çağı - 1980

modern sanat - 1970 - çağdaş sanat
artık büyük bir anlatıya ait olmama duygusu
geçmişin sanatına karşı bir dava gütmüyor
geçmişi kendisinden kopularak özgürleşilmesi gereken bir şey olarak görmüyor.]

40
Sanat, her ne olursa olsun öncelikle bakılmayı gerektiren bir şey değil artık. Dik dik bakılmayı belki ama öncelikle bakılmayı değil.

... feragat etmek zorundadır.

103
Yine televizyon örneğinde olduğu gibi, buradaki arzu, giderek daha yüksek çözünürlüğe erişmek olacak ve artık estetik geleneğin konusu olmaktansa optik mekaniğin konusu olarak algılanan ızgara da görsel bilinçten tam anlamıyla silinecektir.

115
Estetik, 1960'lardan sonraki sanatı, başka bir yerde "sanatın sonundan sonraki sanat" tabir ettiğim durumu ele almakta gitgide daha yetersiz görünüyordu...

142-143
[Estetik ve beğeni]

144
Modern sanat, beğeni ile tanımlanır ve esasen zevk sahibi kişiler, özellikle de eleştirmenler için yaratılır. Oysa Afrika sanatı tehditkâr dünyanın karanlık güçleri üzerindeki kuvveti için yaratılıyordu. … Modernizmin sonu, beğeni zorbalığının sonu anlamına geliyordu ve tam da Greenberg’ün sürrealizmde bunca kabul edilemez bulduğu unsura, onun biçim karşıtı, estetik karşıtı yanına yer açtı. Duchamp söz konusu olduğunda estetik sizi çok uzaklara taşımayacaktır; ne de Duchamp’ın gerektirdiği eleştiri türü Hume’un bir tablet dolusu emrine itaat edilmesini gerektirecektir.

Greenberg, bunu bir noktaya dek mükemmelen kavrıyordu. 1969’da avangard üzerine bir makalesinde şöyle yazmıştı: “Sanat olmaya yeltenen şeyler beğeni üzerinden deneyleninceye dek sanat olarak bir işlev gerçekleştirmez, varolmaz.” Fakat çok sayıda sanatçının da “Marcel Duchamp’ın elli küsur yıl önce hareket ederken beslediği ve o zamandan bu yana düzenli aralıklarla yenilenen umutla; beğeninin görüş sahasının dışına çıkmak ama bu sırada sanat bağlamının da içinde kalmayı sürdürmek suretiyle çıkmak birtakım numaraların özgün bir varoluş ve  değere ereceği yönünde bir umutla” iş ürettiklerini hissediyor, “Şu ana dek, bunun boş bir umut olduğu ortaya çıkmıştır” diyordu (Greenberg, “Avantgarde Attitudes: New Art in Sixties”). Çıkmıştır elbette; Greenberg beğeni üzerinden deneylenmediği sürece hiçbir şeyin sanat olarak varolmayacağı konusunda haklıysa tabii. Bu durumda proje tutarsızlaşırdı, tıpkı sanatın görüş sahasından çıkmak suretiyle sanat yapmaya soyunmak gibi. Oysa Duchamp’ın işlerinin, beğeni kaygısının yokluğunda ya da askıya alınması durumunda başarıya ulaşan bir sanatı içeren ontolojik başarısı, estetiğin aslında sanatın özsel ya da tanımlayıcı niteliklerinden biri olmadığını göstermektedir. … (Platon’a göre sanat bir iktidar aracıydı). Duchamp sanat ve gerçeklik sorusunu sorarak sanatı felsefi anlamda ayrıcalıklarından mahrum bırakan başlangıcıyla yeniden buluşturdu.

145
Oysa Duchamp'ın işlerinin, beğeni kaygısının yokluğunda ya da askıya alınması durumunda başarıya ulaşan bir sanatı içeren ontolojik başarısı, estetiğin aslında sanatın özsel ya da tanımlayıcı niteliklerinden biri olmadığını göstermektedir.

161
Sanatın sonundan sonraki sanatçıların bir özelliği, bana kalırsa, asla yaratıcılığın tek bir kulvarına bağlı kalmayışlarıdır...

165
... sanatçıların sanatın sonundan sonra ne yapması gerekiyordu, bunu da söylemek güçtür ama sanatın da insanlığın doğrudan hizmetine yazılacağı, en azından bir olasılıktı.

Analitik felsefe, kendisini Platon'dan Heidegger'e felsefenin bütününe karşı konumlandırmıştı. Pop da kendisini yaşamın yanında ve sanatın bütününe karşı konumlandırdı.

İnsanlar, ertelemek ya da feda etmek istemiyorlardı; Amerika'daki siyah hareketinin ve kadın hareketinin bunca aciliyet taşımasının ve Sovyetler Birliği'nde insanın uzak bir ütopyanın kahramanlarını kutlamayı bırakmak zorunda olmasının nedeni buydu. Hiç kimse ödül için Cennet'e gitmeyi beklemek ya da gelecekteki bir sosyalist ütopyanın sınıfsız toplumunun üyelerini düşünerek keyiflenmek istemiyordu. :(

170
Tarih sonrası evrede, sanat üretiminin seçebileceği sayısız istikamet vardır; hiçbiri, en azından tarihsel anlamda, diğerlerinden daha ayrıcalıklı değildir. Bu kısmen şu anlama geliyordu: Resim, artık tarihsel gelişimin başlıca vasıtası olmadığı için, enstalasyon, performans, video, bilgisayar ve çeşitli karışık teknik biçimlerinin yanı sıra, toprak çalışmaları, beden sanatı, benim tabirimle "nesne sanatı" ve önceden haksız yere zanaat damgası yemiş birçok sanat türünün açık ayrıklığındaki araçlardan yalnızca bir tanesiydi.

190
Buradan şu iddiayı çıkarıyorum: Resim sanatı salt kendi iyiliği için geliştirilmiş ama artık durum değişmiştir. Dahası, "pecuniae" (para, zenginlik) peşinden koşmak tekniğin gelişimini boğmuş, sanatçılar da herhangi bir değer içeren resimlerin "nasıl yapılacağını unutmuştu" ...

209
Bu sanatçıların yapıtlarının heykel ile tek ortak noktası gerçek bir üçüncü boyuttu; bu, konuyla pek az alaka içeriyor görünebilir, tıpkı dansın üç boyutlu oluşunun inkâr edilemez ama bir yandan da konuyla ilgisiz olması gibi.

210
Resimde geçerli olan iyilik ölçütü otomatik olarak iyi sanat ölçütü değildi artık.

224
Artık, çağdaş sanatı belki de 1400'den bu yana üretilen sanattan ayıran bir özellik var: Çağdaş sanatın birincil hırsları estetik değildir. Öncelikli ilişkilenme biçimi izleyici olarak izleyicilere doğru değil, sanatın seslendiği kişilerin diğer yönlerine doğrudur. Dolayısıyla, bu türden tüm sanatların öncelikli alanı ne müzenin kendisi ne öncelikle estetik bir nesne olup izleyicilere de öncelikle izleyici olarak seslenen sanat yapıtlarınca işgal edilmek üzere müze biçiminde kurulmuş kamusal alanlardır elbette.

226
Bu sanata serbesti tanıyan kuramlar, en radikal ifadesini salt herşeyin sanat yapıtı olabileceğine inanmakla kalmayıp, daha da radikal bir biçimde, herkesin sanatçı olduğuna da inanan (Bu herhangi birinin sanatçı olabileceği düşüncesinden farklıdır elbette) Joseph Beuys'da bulacaktır. Bu iki tez birbiriyle bağlantılıdır. Sanat, dar bir şekilde, sözgelimi resim ya da heykel çerçevesinde anlaşılırsa, ikinci tez herkesin ressam ya da heykeltıraş olduğudur ki bu da görünürde herkesin müzisyen ya da matematikçi olduğu tezi kadar yanlıştır. Hiç kuşkusuz herkes bir noktaya dek çizim ya da modelleme öğrenebilir ama genellikle resim ve heykelin sanat olarak başladığı noktanın epey gerisinde kalacaktır. Gördüğüm kadarıyla, Beuys'un serbestisinde bu tür haksız derecelendirmeler yok. Bir yapıt sanatsa sanattır, değilse değil.

235
"Marcel Duchamp hakkında korkunç sayıda kitap var ki ben okumuyorum: tabii bir de bir sergiye bir pisuar gönderişi ve herkesin de 'sanatı yeniden tanımladı' deyişi hakkında... ne önemsiz bir bilgi!" E.H.Gombrich

241
Kısaca, belirli bir dönemde ulusal ve dinsel sınırların ötesine geçen ortak bir görsel dil vardır ve sanatçı olmak da bu vizyona katılım göstermektir.

257
Yüzde 44 mavi renk ile su ve ağaçlardan müteşekkil manzara, sanki modernizm asla yaşanmamış gibi, sanatı düşünen herkesin ilk aklına gelen, a priori evrensel estetik olgu besbelli.

261

Rembrandt gibi resim yapmayı öğrenen ressam, tümüyle farklı bir döneme ait olan yetilerine dünyada yer olmadığını keşfetmiştir.



.
.
.
.

12 Ağustos 2010

İonna Kuçuradi - İnsan Felsefesi

.
.
.




.
.
Yüzyılımızda İnsan Felsefesi
{Takiyettin Mengüşoğlu’nun Anısına 1908-1984}
Hazırlayan: İoanna Kuçuradi
Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara 1997

Ontolojik Esaslara Dayanan Felsefî Antropoloji Hakkında Düşünceler (1958)
Takiyettin Mengüşoğlu

2.
(insanın varlık yapısı ve varlık bütünündeki yeri) 1. Gelişme psikolojisine dayanan teori: Darwinism’e dayanan bu teori, insanla hayvan arasında sadece bir derece farkı görür… 2. Metafizik Teori: Darwinist teorinin baskısı karşısında, bu teorinin ilmi oldukları ve artık kesinleştiklerine inandığı neticelere uymayarak, insanla hayvan arasında bir mahiyet farkı olduğunun tespit edilmesi için, yeni bir yolda yürümek denendi. Fakat bu yol, ne ruhî saha içinden, ne de bedenî sahadan geçebilirdi. 3. A. Gehlen, insana has olan şeylerin temelini, bioloji sahasında aradı. … Gehlen (insan ve hayvan embriyolarını inceleyerek) insanda bir organ primitivliği ve onun inkişafında bir gecikmişlik olduğunu gösterdi. … bütün bunlardan, insanın vaktinden evvel doğduğu neticesini çıkardı. … O halde insan, bir “eksiklikler varlığı”dır. Buna karşılık insan, bütün eksikliklerini etikleştirmek ve rasyonalize etmek suretiyle tamamlamak kabiliyetine sahiptir. 4. (ontolojik temellere dayanan bir antropoloji) hiçbir peşin hükme veya analojiye dayanmaz; hiçbir spekülasyona başvurmaz. .. o, ne harhangi bir psişik bir kabiliyetten, ne de bir organ eksikliğinden hareket eder. (O), basit insan fenomenlerinden ve insan başarılarından hareket eder. (Bu fenomenler ve başarılar, temellerini ne sadece psişik, ne de biyolojik olan, insanın konkret (bio-psişik varlığında) bütünlüğünde bulurlar.

4.
Ontolojik temellere dayanan felsefî antropolojinin tahlil ve tasvir ettiği insan fenomenleri şunlardır: 1. Bilen bir varlık olarak insan. 2. Aktiv (yapıp-eden) bir varlık… 3. Kıymetleri (değerleri) duyan ve 4. tavır takınan bir varlık… 5. Önceden gören, önceden tayin eden, belirleyen bir varlık… 6. İsteyen ve 7. hür olan bir varlık… 8. Kendisini bir şeye hasreden, seven bir varlık… 9. Eğiten ve eğitilen… 10. İdeleştiren… 11.Tarihi bir varlık… 12. Sanat ve tekniğin yaratıcısı… 13. Sosyal bir varlık… 14. Disharmonik bir varlık… 15. Çalışan bir varlık… 16. Bio-psişik bir varlık… 17. Devlet kuran bir varlık 18. İnanan bir varlık…

5.
(Ontolojik temellere dayanan hayvan biyolojisine göre de hayvan ne psişik, ne de organik bir varlıktır. Bu bakış açısı hayvanın knkret varlık bütününde davranışlarından ve başarılarından hareket eder.) Fakat mukayeseli bir psikoloji olan hayvan psikolojisi, hâlâ eski tarzda antropomorf olarak hareket etmektedir. (Antropomorfizmin nasıl çürük bir temele dayandığını Konrad Lorenz yaptığı araştırmalarla açık bir şekilde göstermiştir.

6.
Bugün artık antropolojinin hayvanla insan arasındaki mahiyet farkını göstermek için, hiçbir endişeye kapılmasına lüzum yoktur. Çünkü antropomorf bir peşin hükümden hareket etmedikçe, hayvana ne bilgi, ne dil, ne inanma, ne bir ethos, aktivlik, hür hareket etme, önceden tayin etme, sanat ve sanatkârca faaliyetler, ne de bir teknik, mevcut başarılar yahut yapılmış ve edinilmiş tecrübelerin nesilden nesile devredilmesi atfedilebilir. Bütün bunlar, tarihiliği ve dili şart koşarlar. Hayvanda  tarihilik ve dil olmayınca bütün bunların bulunmasına da imkân yoktur. (Bu antropoloji ne hayvanda insanî şeyler görür ne de insanı hayvanlaştırır.)


Takiyettin Mengüşoğlu’da İnsan Kavramı
Doğan Özlem

17.
Hayvan, içgüdüleri ve işlevsel yasalar tarafından yönetilmesi ve çevresine bunlarla uyum sağlaması bakımından harmoniktir. Oysa insan bir doğa varlığı olduğu kadar bir akıl varlığıdır da. Ve bu iki yön ondaki disharmoninin kaynağıdır. İnsan, aklı ve değer duygusu kadar, doğal yönünden kaynaklanan içgüdülerinin, tutkularının, bencilliklerinin, çıkar dürtülerinin, başkaları üzerinde egemenlik kurma hırslarının, vd. de motivasyonu altındadır. Bu iki yönden birinin diğeri üzerinde tam ve mutlak bir egemenlik kurması söz konusu olamaz.

20.
İster Aristoteles’in “eski ontoloji”si, ister Hartmann’ın “yeni ontoloji”si olsun, ontolojiler daima “kalıcı” nitelikler peşindedirler. Oysa … ontolojilerin kendileri de, belli çağların görüş açıları, görüş olanakları içerisinde ortaya konulabilmeleri bakımından tarihsellikten yakalarını kurtaramazlar.

21.
Türkiye gibi felsefenin kültürün bir parçası haline gelemediği, henüz kurumsallaşamadığı bir ülkede…


Yaşamaya Açılan Felsefe Penceresi
Ahmet İnam

31.
“Var olan”ı anlamaya yönelik, felsefi ve bilimsel araştırma çabalarında genellikle iki tutum, birbirine taban tabana zıt iki anlayış, yöntem görülür. İlki Mengüşoğlu tarafından sürekli yerilen, kuramsal, kurgusal (konstrüktiv, reflexion’lu) tavırdır. “Kavramlardan kalkılamaz, bu kavram neyin kavramı olursa olsun” der (FA, 46). İkinci tutum, “ontologik” tutumdur.

34.
… bilgi, içine kök saldığı insan fenomenlerinden, “varlık koşullarından” koparılmamalıdır. Bilgiyi yalnızca bilgi olarak ele alırsak “gnoseologik” bir tutum içine girmiş oluruz ki, burada tehlike “izm”lerdir. Bilgi hayatla, kıymetlerle içten bağ taşır.

36.
“Var olan”a uzak düşmüş, “boş” kavramlarla, yalnızca kavram içinde kalarak araştırma yapılamaz. Ama, yazık ki, kavramsız da, çerçevesiz de bir yere gidilemez.


Felsefede Antropoloji Geleneği ve Takiyettin Mengüşoğlu
Yusuf Örnek

69.
Hayvan, çevresindeki, daha doğrusu sadece kendi yaşamını sürdürmesiyle doğrudan ilgili nesnelerle ilişki kurar. Yani hayvanın kendisi merkezdedir. Onun kendi çevresine ilişkisi vardır, fakat bu ilişkisine ilişkisi yoktur.


20. yy Felsefi Antropolojisinde Takiyettin Mengüşoğlu’nun Yeri
İoanna Kuçuradi

77.
Scheler’e göre özgür olmak dünyaya “açık” olmak, nesne tarafından belirlenebilmek ve kendi kendisinin bilgisine sahip olmak (reflexion) demektir. J. von Üxküll’ün gösterdiği gibi çevresine kapanık olan hayvana karşılık, insanın dünyaya açık olması şu anlama gelir: hayvan ancak “çevresine” giren, “çevresini” oluşturan şeyleri algılar ve uyarılara cevap verir; oysa insan, algılamanın veri seli içinde “nesne haline getirilen algı örgülemelerinin nasıllığını sorar”, buna göre de biopsişik tepkilerini dizginler ya da serbest bırakır.

80.
Üxküll’ün çevre görüşünden hareket eden Ernst Cassirer (1874-1945), insan dünyasının özelliğini, ondaki “alıcı” ve “etkileyici” sistemlerin yanında, “simbolik sistem” dediği üçüncü bir sistemin bulunmasında görür.

İnsan, kendi yarattığı simbolik bir dünyada yaşar: dil, mitos, sanat, din, bilim… bu dünyanın öğeleridir. İnsan doğrudan doğruya gerçeklikle yüzyüze gelemez; dilin, mitosların, sanat formlarının, dinlerin ördüğü ağın -yarattığı kültürün- aracılığıyla bakar dünyaya.


Ernst Mach’ta Bilginin Biolojik-Antropolojik Temeli
Ömer Naci Soykan

(Felsefe Ekibi: Hume ve Fransız olgucuların görüngübilimi temeli üzerinde bulunan bir bilgi kuramı önermektedir: dünya yalnızca duyumlarımızı içermektedir, ve kendinde-şey bir yanılsamadır. “Arı deneyim” onun bilgi kuramının temelini oluşturur. … Tüm bilimler, düşünce içindeki olguların şematik bir yeniden üretiminde bulunurlar. … kavramlarımız ve yargılarımız, duyum grupları için düşünce-simgeleri ile kısaltılmışlardır. Bunlar olguların ifadesinin bir tür daha kısa yöntemidir. Bu bir düşünce tasarrufu ilkesidir. Bir kanun, kavrayıcı ve yoğunlaştırılmış bir olgular ifadesinden başka bir şey değildir. … Bilgi, istencin bir aracı, pratik yaşamın gereklerinin sonucudur. Mach’ın felsefesinin bu iradeci evresi, daha sonraki pragmatizmin bir sezinlemesidir.)

(Ekşi: uyumculuğu temel almak beraberinde bir materyalizm eleştirisini de getirmektedir. çünkü evrendeki hareketi duyumlara indirgemek (dolayısıyla atomlar arası ilişkiden muaf tutmak) ne tür bir yargıdır?)

103.
Bilgiyi ve bilimi olaylararası bağıntıların araştırılması tanımıyla sınırlamakla pozitivist bir filozof olan Ernst Mach (1838-1916), bilginin kazanılmasında yaşamsal gereksinimleri temel alarak, bu felsefe çevresi içinde özel bir yer edinir.

Mach için “fizik ve psişik olan özce aynıdır, doğrudan doğruya bilinir ve verilir; yalnızca araştırma-inceleme bakımından ayrılırlar”. … “Her şey ve her psişik olan fiziksel olarak temellenir.” … Dünya, artık çözümlenemeyecek olan bu en basit yapı taşları (element) üzerine temellenir.

104.
… doğadaki tüm organizmalar aynı gelişmişlik düzeyinde değildirler. .. bazı organizmalar uyum sağlamada daha ekonomik, daha başarılı olmuşlardır.

105.
Hayvan ve insan çevresini gözler, gözlemler yapar, deneyimlerde bulunur. (Hayvan ve insan çevresindeki değişimlerden kendisi için en ilginç olanı, onun biyolojik gereksinimine en uygun olanını görür, seçer.) “Görü, tüm bilginin temelidir”. … “isteme kendi erekleri için zihni yaratmıştır.”

106.
Mach için ne hayvan ile insan arasında, ne de canlı ile cansız arasında özce bir ayrım vardır. (sonunda hepsinde element’e varılır).

İnsan ile hayvan arasında, onların yaşam koşullarından kaynaklanan başlıca ayrımları Mach, beş başlık altında şöyle dile getirir: “Hayvanlara karşı, psişik bakımdan insanda ortaya çıkan ayrımlar niteliksel değil, tersine yalnızca niceliksel tarzdadır. İnsanın karmaşık yaşam koşullarından ötürü, 1. onun psişik yaşamı daha yoğun ve daha zengin oluşmuştur; 2. onun ilgi çevresi daha büyük ve daha geniştir; 3. o, biyolojik ereklerine erişmek için daha uzun bir dolambacı aşmada yetilidir; 4. sözlü ve yazılı daha yetkin bildirim sayesinde çağdaşlarının ve seleflerinin yaşamını birey üzerine daha güçlü ve doğrudan bir etkimede kullanır; 5. bireyin yaşam süresi içinde psişik yaşamın daha hızlı bir değişimi olur”.

Mach’ın yukarıda madde madde sıralanan düşüncelerine ilişkin bir iki eleştirici saptamayı yapmadan geçemiyoruz: … En ilkselinden en gelişmişine tüm hayvan türlerinin salt biolojik gereksinimleriyle sınırlı olarak yaşadığı çevresi karşısında, insanın içinde yaşadığı maddî-manevî dünyasına “niteliksel ayrım” demeyi çok görmemiz hangi nesnel ölçüte dayanacaktır? İnsan duygu ve düşüncelerini dille ifade eder veya gizler ve yine dille yalan söyleyebilir. Böyle bir dili, hayvansal bildirişimin yalnızca niceliksel bir yetkinleşmesi olarak görürsek, hangi ayrıma “niteliksel” nitemini vereceğiz?

107.
İnsan, cisimlerin cisimlere karşı durumunu gözlemlemek için boş zaman bulmuştur, hem de bu, onu doğrudan doğruya az ilgilendirmiş olmasına karşın. … insan daha çok ekonomik yetilidir.

108.
“Sayılar, sık sık “insan tininin özgür yaratmaları” olarak gösterilir. Burada ifade edilen insan tinine olan hayranlık, aritmetiğin yetkin, görkemli yapısı karşısında çok doğaldır. Ama bu yaratmaların anlaşılması, eğer onların içgüdüsel başlangıçların geri gidilir ve bu yaratmalar için olan gereksinimin doğurduğu durumlar incelenirse, bu çok daha yararlı olmuş olur.”

109.
Kavram ile kavranılan şey arasında, bir başka deyişle, düşünme ile olay arasında uygunluk, olayların düşünmede tasviri yoluyla elde edilir. Bu tasvir bir soyutlamadır, düşünmede yapılan bir deneydir. Ancak düşünce deneyinden önce, fizik deneyin yapılmış olması gerekir. “Düşünce deneyi, fizik deneyin daima yalnızca bir kopyasıdır”.

110.
“Gerçekte bir insanın kısacık yaşamında ve sınırlı belleğinde değerli olarak adlandırılacak bir bilgiye ancak düşünmenin büyük ekonomisi yoluyla erişilebilir”. … “Düşüncelerin olaylara uyumuna gözlem, düşüncelerin birbirine uyumuna ise teori diyoruz. Gözlemle teori de birbirinden kesin olarak ayrılmazlar. Çünkü hemen her gözlem, önceden teorinin etkisindedir ve diğer yandan gözlemin teoriye geri-etkisi yeterince önemde ortaya çıkar”. … Demek ki bilginin doğruluğunun ölçütü de bu biolojik temelli uyumdadır. … Bu iki yönlü uyum ya da doğruluk birlikte gerçekleşmezse, ortaya yanılma çıkar. … Yanılma, ekonomik değildir, uyumlu değildir, elverişli, yararlı vb. değildir. Yanılma yaşama hizmet etmez.

… bu fizyolojik-*biyolojik zemin üzerinde yükselen insan dünyası, bu “yükselme”yle o zeminden, en azından nitelikçe bir ayrılığa sahip olmaz mı? Mach, bu soruyu “hayır” diye yanıtlar. Oysa, insanın yalnızca kendi başarısı olan kültür dünyası içinde yaşamasıyla kazandığı ayrılıklar ve ayrıcalıklar, onlara “niteliksel” niteminin verilmesini fazlasıyla hak eder. (Olum işte hayır diyor adam, bu kazanımların 'koşullardan' kaynaklandığını, bunun için de vaktinin bol olduğunu belirtmiş, ne uzatıyosun?)
.
.
.

27 Temmuz 2010

Antonio Negri - Yıkıcı Politika

.
.
.

(21. Yüzyıl İçin Bir Manifesto)
(Çev. Akın Sarı) Otonom Yayıncılık 2006 İstanbul


61. ... politik olanı reddeden ve doğrudan doğruya varoluş ve mücadele açısından etik bir belirlenime yol açan bir özne.

62. Bu özne politik olanı -yani, partiler tarafından hükmedilen bütün bir devlet makinesini ve bunun çark dişlilerini- reddederek politikleştiği için politik yöntemleri gerçeğin hizmetinde kullanarak yeniden kendinin kılar

64. Yeni özne bir mekanizmadır ... entelektüel bir öznedir. Gerçekleştirdiği iş soyuttur.

(Dipnot: potentia-potestas Bu ayrım politik diyalektiğin kutuplarını gösterir: bir yanda toplumsal eylemin kurucusu potentia (güç) ve diğer yanda toplumsal oluşumun sabit ve bütünselleştirici boyutu olan potestas (iktidar).)

65. Entelektüel proletaryanın yüzleri hoş, açık ve içendir; görünür hale gelen ontolojik bir güçtür.

67. 1968’de öğrenciler fabrikalara gitti; bugün ise meşruluk ve önderlik öğrenciler arasında bulunuyor.

71. Liberal toplumlarda (devam ettiği müddetçe) kardeşlik “güvence”; sosyalist toplumlarda ise “feda” demekti; bugünkü kuşak açısından kardeşlik “özne” demektir.

1968’de ütopik olan şey bugün doğal bir şey, ikinci bir doğa ve bilinçte sabit bir şeydir.

Fügen canavarı seviyor.

72. Politik olan karşı olmak saydamlığın olmayışına, dolayımın tükenmesine ve politik yaşamda sorumsuzluk ve gizlilik öğelerinin artmasına karşı olmaktır. Politik olana karşı olmak ya da daha doğrusu politik olandan yabancılaşmak isyanın bir işaretidir.

73. Üretim, aslında toplumsaldır ve giderek daha da toplumsallaşmıştır.

74. Yüksek üretkenliğinden ötürü entelektüel emek sömürü sorunlarını çözmek açısından daha büyük bir kapasiteye sahiptir.

75. Özne hakikat iddiasında bulunarak projeyi gerçekleştirecektir. İdeoloji silinerek kaybolacaktır; yerini hakikate bırakacaktır.

77. Alternatif bir bakış açısından yirminci yüzyılın 1917 devrimiyle başlamış olduğu söylenebilir.

78. Yirminci yüzyılın özgüllüğü, yüzyılın her bir baş aktörünün iştirak ettiği kolektif delilikte bulunabilir. Bu kolektif delilik, 1914 savaşı ve daha sonra faşizm ve nazizm; 1940 savaşı ve bunu tanımlayan –başta Auschwitz ve daha sonra Hiroşima ve Gulag gibi- kitlesel soykırımlar; dizginsiz siyasal bağımsızlık ve yeni sömürgecilik; günümüzde ise İran-Irak savaşı, Three Mile Island, Çernobil…” vesaire ile temsil edilir…

79. post factum : olaydan sonra

80. Ancak yirminci yüzyılın tarihinde kıyametin (ve onu çözen yeniliğin) somut bir biçim almaya başladığı bir uğrak vardır. … Bu dönem, 1929 Büyük Çöküş’ünden kapitalist reformizmin politikalarını yasallaştırmaya uzanan bir dönemdir. … ABD’de doğan ve ilk önce Roosevelt hükümetinin projesi olarak gerçekleştirilen kapitalist reformizm, muhtemelen yirminci yüzyıl “kavramı”nı oluşturan şeydir.

81. Rooseveltçi deneyim aslında olsa olsa üç ya da dört yıl sürdü. 1933’te başladı ve 1937’den önce sona erdi. … Altmışlar boyunca kâr marjlarının, gelirin çalışan katmanlar ve genel olarak toplumsal proletarya lehine sürekli yeniden dağılımını sağlayacak kadar geniş olduğu, son derece yenilikçi ve demokratik bir kapitalizme tanık olduk. Bu yüzden kapitalizmi kalkınma açısından meşrulaştırma, bireysel ve kolektif bilincin tüketime dönük olarak teşvik edilmesi ve toplumsal dönüşümü bolluğa oturtmak yönünde muazzam bir baskı vardı.

82. Sermayenin faaliyetleri ve reformizmi, telafisi olanaksız bir biçimde tahrip edilmiş olan bir şeyin niteliklerini sergiler, yani hem kapitalizmin halihazırda aşılmış olan bir üretim ilişkileri biçimini ifade ettiği yönünde bir şüpheyi hem de emek ve değerlenme süreçlerini kısır bir döngü içinde hapsetmeyi artık beceremeyecek olma korkusunu.

83. Proje ve gerçeklik arasındaki tutarsızlıklar artık mümkün olmadığı için, kapitalizmin kendisi olanaksızdır.

84. … bizzat kendimizin bu kırılganlık içerisinde, örneğin reformizmi ileri taşımak ve sınırlarını yıkmak, kapitalist reformizmi sosyalim ile birleştirmek fikri aracılığıyla iyimserlik duymak için bir neden bulmuş olduğumuzu kabul etmek yerinde olacaktır.

Reformizm bir yanılsamaydı.

Yirminci yüzyıl olanaksız kapitalizmdir.

85. Yirminci yüzyıl sadece olanaksız bir düş ortaya koyduğu müddetçe var oldu.

fundamentum rengi : temel egemenlik

… bu zaman aralığı kapitalizmin dış sınırlarına ulaşılmasına ve kapitalizme dair idealize edilmiş her türlü kavrayışın tükenişine tekabül eder.

86. Yüzyılın devamlılığını sağlayan şey, kesinlikle anlamın felakete uğramasıdır.

87. Çok kısa süren reformist dönem, esaslı ve belirleyici bir biçimde, politik ve toplumsal bütün belirleyici etkenleri dönüştürmüştür. Bu dönem bir yön değişikliğinin apoge’sidir (zirve). Reformist dönemin başında işçi tek özneydi, ancak işçinin temel kaygısı ücret artışlarıydı ve bunları elde ettiği andan itibaren toplumsal ve ekonomik değişimin biricik “sözleşme tarafı” olarak ayrıcalikli statüsünü kaybetti. Aynı zamanda, kapitalistler emek gücünün hareketliliğinin artmasını istedi, ancak bir kere bunu elde ettiklerinde, kendilerini emek gücünün ayırt edilemezliğiyle, yani onun salt, toplumsal biçimiyle karşı karşıya buldular. Bu sayede yeni, bilinmeyen ve beklenmedik bir özne ortaya çıktı veya en azından ortaya çıkar gibi göründü. Sonuç olarak, metaların dolaşımında daha fazla akışkanlık isteyen kapitalistler, özellikle meta dolaşımı alanında (ve kapitalistlerin yaptığı seçimler sayesinde) kendi ihtiyaçlarını ve değerlerini zorla kabul ettirmek isteyen ve ettirebilen toplumsal hareketlerin meydan okumasıyla karşılaştı. Dolayısıyla genişlemeyi sürdürmek için, devletin desteği talep edildi, ancak kamu aş,çığı çok geçmeden sürdürülemez hale geldi ve bu yüzden hiyerarşik toplumsal düzenlemelerin yeniden üretimiyle de bağdaşmaz oldu. Bundan dolayı sonradan bir başka yol olarak, emek maliyetlerini azaltmak ve böylece daha düşük bedele servet edinmek için doğanın tahrip edilmesi denendi. Ancak bu noktada da –aslında, bu noktada- ortaya çıkan tepki çok canlı, güçlü ve kararlıydı. Toplumsal sınıflar anlaşılmaz gibi göründü, ancak mücadeleler sürdü ve böylece “çevresel Fordizm”in uygulanabileceği ülkeler aranmaya başlandı. Borçlar ve teknolojinin merkezsizleşmesiyle hızla gelişen söz konusu ülkelerin, borçların geri ödenmesi konusunda sözünü tutmayarak uluslararası para sisteminin bütün yapısına doğrudan bir tehdit oluşturan ülkelerle aynı olduğu hızlı bir şekilde açıklık kazandı. Kısaca, denge sağlamak yönündeki her reformist arayış ve her yenilikçi strateji, yeni ve aynı zamanda, belki de, telafi edilemez ve çözümlenemez çatışmalar ve antagonizmalarla sonuçlandı. Yüzyılın sonu, bu yön değişimlerinin ve bilinmeyen yönündeki deneyim akışlarının birikimini temsil eder.

88. İşçi fabrikayı terk ederek, üretimin toplumsallaşmış biçimlerini aradı ve sonunda refah devleti kapitalist şirketi desteklemek için tasarlanan bir araçtan toplumsal üretkenliğin bir aracına dönüştü. Refah devletinden üretici olarak devlete; kitlesel işçiden toplumsal işçiye.

89. Yirminci yüzyıl; psikanalizin, yorumbilgisinin ve tarihselciliğin, resimli tarihin ve bilimkurgunun yüzyılı olmuştur. Bütün bunlar; geçmişi, şimdiyi ve geleceği kendimizi çizgisel bir tarzla anlatmanın binlerce bireysel ve kolektif biçimlerindendir, politik ve toplumsal alanda da durum benzerdir. Otuzların ve altmışların büyük değişimleri en fazla (olaylı olsa bile) aralıksız bir tarihsel yolculuğun epifenomeni [Herhangi bir sürecin işleyişine kayda değer bir katkısı olmayan, söz konusu sürecin bir yan ürünü olarak meydana gelen şey] olarak yaşanmıştır. Ancak değişim fark edilmedi ve bu yüzden yorumlanmadı ve algılandığında ise bir deus ex machina (Bir bunalımı dışarıdan müdahale ile beklenmedik şekilde çözen büyük ve etkili güç), bir erteleme, bir parantez ya da istisnai bir şey olarak tanımlandı. Eğer yirminci yüzyılın tanımlanmasındaki diğer özgün ve temel öğeleri, yani iletişim ya da başka bir deyişle, insanlar arasındaki son derece yeni ve totaliter bir niteliğe sahip neformasyon ve bağlantılar ağının zaferini göz önünde bulundurursak belki de bütün bunları açıklayabiliriz.

90. Yirmi birinci yüzyıl halihazırda yeni gerçeklikler, özneler ya da makineler, yeni projeler ya da somut ütopyalarla doldurulmuş durumdadır. Kapitalist bilgi ve denetimin artık itaat ettiremediği yeni bir insan soyu tarafından mesken tutulmuştur.

91. Bu sınırların ötesinde, yeni bir birey öne çıkıyor. Bu birey daha önce benzeri hiç görülmemiş beğenileri olan bir bilgi, güç ve sevgi yığınıdır. Bilim, bilginin yapaylığı, etik yersiz yurtsuzlaşma ve komünizm indirgenemez bir ontolojik belirlenimin, yani tartışmasız yeni ve son derece özgün bir ontolojik kopuşun öğelerini meydana getirir. Yeni birey ateisttir, çünkü o bir tanrı olabilir ve bu bireyin hayal gücü; evreni nasıl yeniden ele geçireceğini, ölümü nasıl ortadan kaldırabileceğini, doğayı ve yaşamı nasıl üreteceğini ve savunacağını bilen birisinin şiddetine sahiptir.

Kitlesel işçiden toplumsal işçiye, fabrika üretiminin hegemonyasından toplumsal üretimin hegemonyasına doğru ilerleyeceğiz.

92. Yirminci yüzyıl bilgi haznemize hiçbir şey katmadı; sadece öfkemizi burnumuza getirdi.

94. Kitlesel işçiyi ortaya çıkaran, değer üretme görevini kitlesel üretime veren kapitalist devrim, 1929 krizinde en yüksek noktasına ulaşmıştı.

96. Bu sistem, ekonomik sektörler ve ulusal pazarlar düzeyinde bir dizi faaliyetin eşgüdümünü sağlayan ve bunları bütünleştiren, uluslararası düzeyde ise bütün yeryüzünde eşgüdüm ve bütünleşmeyi kolaylaştıran muazzam bir işleyişi temsil eder. Bu üretken kompleksin her öznesi çok etkili elbirliği ağlarıyla aşırı ilişkilidir. Toplumsal işçinin şekillenmeye başladığı bağlam budur.

97. Bu muazzam derecede güçlü motorun aktörleri; yeni proleter öznellikler, öznel işçiler ye da toplumsal işçilerdir. … korporatizmin alışkanlıklarını ve kurallarını alt üst ederek bunlardan kurtulurlar.

99. toplumsal işçi, iş için gerekli olan toplumsal elbirliğinin yaratıcısıdır. Patronları olmasını istemez, zira patronları olamaz. … Toplumsal işçi kolektif bir kiöliğe sahiptir, çünkü işçilerin bilinci her zaman kolektiftir…

102. Marx’ın ötesine geçtik ve toplumsal işçi gerçeklik kazandı. Marx’ın boyunduruğun birbirini izleyen evrelerine ilişkin taslağında, toplumsal işçi düşüncesi sadece bir olanak olarak ima edilir ve tanımlanır; bizler ise kavramın gerçekliğini deneyimliyoruz.

103. toplumsal işçinin temel tanımlayıcı ilkesi: emek sürecinin denetimini kendisinin kılma kapasitesine sahip olmak

104. Kitlesel işçiye özgü olan işin reddi soyut denetim tarafından üstbelirlenen emeğin reddidir ve böylesi bir ret çoğunlukla denetim bilimsel olduğunda ortaya çıkar. Bu durumda işin kitlesel işçi tarafından reddi, bilimin reddine ya da daha ileri gidebildiği oranda bilimin alternatif biçimlerde kullanılması talebine dönüşebilir (ve dönüşmüştür). Günümüzde, bütün bunlar büyük ölçüde geride bırakıldı. Toplumsal işçinin belirleyiciliği, sorunun özüne, yani bilimin denetimine dokunur. Bilim, iktidarın belirlenimlerine göre kullanılan bir bilgi türüdür. İktidar ve bilgi arasındaki bu ilişkiyi parçalamak ve alternatif denetimler oluşturmak gerekir. Bilim antagonizmanın (muhtemelen en önemli) alanlarından biridir, çünkü işçilerin üretim sürecini nereye kadar yeniden kendinin kılabileceğinin sonunda gözler önüne serileceği alanı oluşturur.

105. Paradoksal olan şudur ki işçiler iktidarı yeniden kendilerinin kıldıklarında ve bilgi araçlarına el koyduklarında, iktidar ve bilgi komünist devrimi önceleyen bütün politik rejimlerde olduğunun aksine merkezileşmez, bilgi ve iktidar toplumsallaşır, topluma devredilir ve denetim üzerindeki bütün merkezileşme ve tekeller yaratıcı bir şekilde ortadan kaldırılır.

106. “ekoloji”, “ekolojik sistem”: toplumsal işçinin, toplumsal olanın üretim ve yeniden üretim koşullarının bütünü üzerinde etkili olduğu durum… Bu, sermayenin kurduğu ve toplumsal işçinin yeniden insanileştirmesi gereken bir ikinci doğadır.

109. Fabrika artık çalışma faaliyetinin pekişmesinin ve onun değere dönüşümünün özgül bir alanı olarak düşünülmez ya da kabul edilmez. İş, üretken faaliyeti yoğunlaştırma ve onu değere dönüştürme işlevlerine kesinlikle toplumsal olan içinde uygun bir yer bulmak üzere fabrikayı terk eder. Bu süreçlerin ön koşulları, toplumda nüfuz etmiş bir biçimde mevcuttur. Bu ön koşullar iletişim ağları, yarı-mamul enformasyon sistemleri… vs. gibi altyapıları kapsar.

112. değer teorisi… Değer, emeğin elbirliğinin bütün toplumsal yerleşimlerinde, birikmiş gizli emeğin toplumun tumturaklı derinliklerinden elde edildiği her yerde bulunur. Bu değer ortak bir standarda indirgenemez. Daha ziyade değer ölçüsüzdür. Değer tahmin etmeye çalıştığımız bir sınırdır. İdraki ve ölçümü olanaksızdır. Ölçüm edimi açısından sonsuzdur.

Yine de bir değer teorisi oluşturmak hem mümkün hem de gereklidir. … Bizim değer teorimizin kartografiden aşağı kalır yanı olmamalıdır. … Ancak değer teorisini ne saymanlıkla karıştıralım ne de bir temel bulmanın mümkün olduğu yönündeki doğalcı yanılsamayı devam ettirelim: Gerçeklik sadece etkinlikten, inşadan ve hayal gücünden oluşur.

Umwelt: varoluşun doğal dünyası.

114. Toplumsal makine, insan emeği tarafından canlandırılan bir doğal makinedir, bu emeğin doğaya dayattığı çirkinliğin ve yıkıcı unsurların bir sonucu olarak bile … Bizden önce var olan, ıstırap ya da neşeyle dahil olduğumuz ve içine çekildiğimiz bu dünya ve bu doğa insanlığın bir hipotezidir. ( doğanın sermaye tarafından boyunduruk altına alınmasının ifade etiği tarihsel suç yüzünden dövünmekten kaçınmak…)

115. Sınıf mücadelesi ekolojik fabrikada meydana gelir. Yani sınıf mücadelesi doğrudan doğruya verili toplumsal boyutun, üretimin yeni mekansal ve zamansal belirlenimlerinin içinde meydana gelir.

117. Yoksulluk, toplumsal işin birleşmesi yönündeki eğilime karşı koymak için egemen sınıflar tarafından kasten planlanır. Eğer toplumsal işin birleşmesi enflasyona yol açarsa –ve işin toplumsallaşmanın neden olduğu artan üretkenlik yüzünden bu kaçınılmaz gibi görünüyor- o zaman kapitalistlerin temel amacı enflasyonu durdurmak olacaktır.

… çok sayıdaki yoksul insan, toplumsal işçinin birleşik örgütlenmesini etkili bir şekilde engellemenin yanı sıra yaygın sefaletin açık belirtisini gösteren acımasız bir şantaja, yani hayal gücünün bulandırılmasına, atalardan gelen korkuların yeniden canlanmasına ve akıl almaz dindarlığın teşvikine neden olur.

Deregülasyon: Regülâsyonların ortadan kaldırılması, kamu mallarının özel kesime devredilmesidir. Devletin etkinliği minimuma indirgenir. Böylece rekabetçi ve verimli bir sistem oluşması amaçlanır. /// Türkçeye "kuralsızlaştırma" olarak çevrilebilen kelime. Kriz öncesinde liberal ekonomistlerin çok tuttuğu bir kavramdı. 1980 sonrası Türk ekonomisine IMF tarafından aşılanan ekonomi politikaları deregülâsyon örnekleridir. deregülasyon devletin geleneksel rolü ve görevlerini önemli ölçüde ortadan kaldırmaktadır. Tersi regülâsyondur (yönetmelik).

118. İkili toplum, yoksulluk ve toplumsal dışlanmanın bir gerçek olduğu su götürmez.

119. … ikili toplum, yoksulluk ve marjinalleşme; başlangıçta müthiş bir etkiye sahipken, uzun vadede sorunlu hale gelen deregülasyon mekanizmaları tarafından idare edilir.

121. Neoliberal kuramcılar deregülasyonun sözüm ona bireysel öznelere iade ettiği özgürlükten bahsettiklerinde, bilimsel süreci çarpıtırlar ve bu çok tehlikelidir.
Deregülasyon, boyunduruk altına alınmış toplumun küresel boyutu olarak kabul ettiği mücadele düzeyini yükseltir. Kolektif öznelerin ortaya çıkışına bağlı olan yeni üretken devreler ve yeni eğilimler bu noktada oluşurlar (Deregülasyon sayesinde, bu özneler artık korporatist değil, kolektiftir ve böylece daha özgür ve daha güçlüdür).

122. Dünya ve doğa, öznenin (paradoksal bir şekilde) kendisini giderek evrensel bir biçimde oluşturduğu akışkan bir çevre, zengin ve yoğun bir iletişimsel bütüne dönüşmüştür.

Yeni ittifaklar ve değerler; toplumsal işçinin, feminist hareketin ve yeni devrimci entelektüel grupların (özellikle ekoloji, ücretler ve yaşam kalitesi konusunda özgürlük ve refaha ilişkin bastırılamayan talepler üretmeye başlayan grupların) bilgi/iktidar (ya da tersi) dinamiği içerisinde oluşturulmakta.

125. … yeni tip işçinin kuruluş sürecinin dünya piyasasının oluşum ve yapılanma süreciyle apaçık benzeşiklik içersinde gelişmesinden ötürü…

Artık “aşamalar” ya da bir “dünya ekonomisi” bulunmuyor. Bunun yerine yaygın, aralıksız, benzer ve ardışık süreçlerin sonucunda, üretken aktörlerin oluştuğu bir dünya piyasası söz konusudur.

126. … 1971 (doların altından ayrılması ve akabinde bütün uluslararası fiyatların deregülasyonu ve parasal değerlerin bozulması, Bretton Woods tarzı uluslararası Keynesçiliğin sonu, petrol fiyatındaki anormal artış ve bunun sonraki yankıları vb. ile birlikte) ve 1982 (Meksika borç krizi ve bunun kapitalizmin dünya piyasasında toplumsal işçinin hareketlerini ve deregülasyonun etkilerini denetleyememesine kanıt oluşturması ile birlikte) yılları arasında çoktan yirmibirinci yüzyılda bulunuyorduk.

Bir deregülasyon politikasının kuruluşu ve toplumsal işçinin oluşumu –her ikisi de küresel düzeyde olmak üzere- el ele gittiler.

127. Sermaye toplumu tüketti ve böylece toplumsallaştı. Aynı şey küresel düzeyde de gerçekleşti. Sermaye bütün dünyayı tüketti ve böylece küreselleşti. Ama yine de küreselleşenin “toplumsal sermaye” olduğu ve söz konusu olanın özellikle toplumsal işçinin sömürüsünün küreselleşmesi olduğu vurgulanmalıdır. … artık anavatanda faşizm olasılığı ne kadar az ise eski tarz emperyalizmin de o kadar az olanaklı olduğunu söylemek yerinde olacaktır. Ancak (üçüncü dünya koşullarının ve protestolarının karşısında kalıcı anıtlar gibi durduğu) “eski tarz” emperyalizm bittiyse, bu emperyalist sömürü ilişkilerinin artık var olmadığını göstermez. Tam tersine, sömürünün yeni türü eskisinden çok daha korkunç ve yaygındır.

132. 1971 ve 1982 arasındaki … dönemde … üretim giderek “üçüncü dünya” ülkelerine kaydırılırken … metropol ülkelerde ilk şiddetli deregülasyon deneyimlerine yol açtı.

… tıpkı metropol ülkelerde iki var oluş düzeyinin –biri bütünleşme, diğer dışlama- bir arada var olması gibi dünya ekonomisinde de bir içsel bütünleşme düzeyi ve bir de dışlanma sınırı bulunur. Kapitalist ülkelerin (bu kategoriye henüz yeni dahil olmuş olanlarla beraber) ve dünya piyasasının karşısında örgütlü bir yapı olarak duran, dışlanmışların –açlık ve ümitsizlik dolu- dünyası vardır. Kısaca artık “üçüncü dünya” yoktur ve üçüncü dünyanın büyük bir kısmının “birinci dünya”ya girişinden sonra, sınırlarda yaşayan ve birinci dünyanınkinden daha aşağı, daha sefil koşullar üzerine kurulu “başka bir dünyanın” keşfi gelir.

135. … krizin ortaya çıkışının- en önemli yönü hiç şüphesiz borç krizi ve uluslararası para politikalarının (ya da başka bir deyişle, yatırım düzeylerinin düşük olduğu bir zamanda kâr oranlarının hızlı artışından kaynaklanan paradoksun) oluşturduğu yönü(dür).

… yıpratıcı ve bazı bakımlardan da korkunç olan uluslararası borç krizi 1982’de başladı ve temel olarak Latin Amerika ülkelerini etkiledi. Ne var ki aynı anda iki önemli kriz daha, yani Orta Doğu ve Güney Afrika krizleri baş gösterdi ve kritik bir evreye girdi.

Kullanılan araçlar parasal araçlardan farklıydı. Ortadoğu’da kullanılan araçlar, İran ve Irak arasındaki acımasız kardeş katli savaşına destekle birlikte silahlı tehdit ve İsrail’in bölgesel yayılmasıydı. Güney Afrika’da ise proletaryanın ırklara bölünmesine, vahşi sömürüye, düşman emek gücünün kullanımıyla birlikte Nazilerin bölgesel yayılma yöntemlerinin taklit edilmesine ve son olarak tout-azimut (total, bütün yönlerden) kardeş katlini teşvik etme çabalarına tanık olduk. Her iki durumda da amaç birleşik, isyancı bir öznenin yeniden ortaya çıkmasını önlemek ve özgürlük hareketlerinin güçlenmesi yönündeki eğilimin önünü kesmekti.

142. … toplumsal işçinin yüksek üretkenlik düzeyinin dayandığı hammadde –entelektüel ve yaratıcı bir emek gücü için uygun olduğunu bildiğimiz tek hammadde- bilim, iletişim ve bilgi iletişimidir.

144. Ücret ilişkisi kitlesel işçi açısından ne idiyse iletişim de toplumsal işçi açısından aynı şeyi ifade eder.

153. İktidar neden daima karanlık, kutsal ve vahşi bir şey olarak görünür?

155. Özne, özneler, ontolojik ilişki ve antagonizmanın devamı, bütün bunlar insan deneyiminin dolayımsız bir fenomenolojisinin parçasını oluştururlar ve deneyimin ötesine geçen temellere gerek duymazlar.

158. devletin aldığı biçimi ve antagonist bir özne olarak nasıl işlediğini görelim. Bütün hukuki anayasalar, devletin eylemlerinin meşruluğunu ve etkililiğini, amaçlarına ulaşmasını güvence altına almak için tasarlanan davranışlarla ilgili bir dizi yasal hükümlere denk düşer. Başka bir deyişle, devlet anayasa yoluyla, meşru şiddet kullanımının tekeli haline gelir ki buradaki “meşrulaştırma”, bir özne olarak devletin kendi varoluşu ve eyleminin tözü ve gerekçesi olarak kurmaya çalıştığı bir değerler bileşimi ve güç ağı olarak anlaşılmalıdır.

172. 1971 ve 1982 arasındaki dolar döngüsü/krizi ve 1973 ve 1986 arasındaki petrol fiyatı döngüsü/krizi…

1971’de doların altından ayrılmasıyla başlayan dönem, 1982’de Meksika borç kriziyle bitti, daha doğrusu yerinden edildi.

173. Dolar, altından ayrılmasıyla değer kaybetmeye başladı, özgürlük ve gücün ifadesi olmak yerine, keyfiyet ve yönünü kaybetmişliğin, kırıklık ve belirsizliğin bir ifadesine dönüştü.

O halde Amerika’nın 1971’deki olağanüstü girişimi neden başarısız oldu? Çünkü Amerikan hükümeti, toplumsal işçinin belirlenimlerinin dünya ölçeğinde meydana getirdiği niteliksel sıçramayı kavrayamamıştır. Emeğin artan toplumsallaşmasının, üretkenliğin muazzam büyümesinin çıkar ve kârı yönlendiren kurallara yeniden tabi kılınmasını önlediği yerde denetim uygulama olanağı yoktu.
.
.
.

14 Temmuz 2010

Dostoyevski - Suç ve Ceza

.
.
.




.
.


Suç ve Ceza

Fyodor Dostoyevski


Çev. Hasan Ali Ediz, Engin Yay. 2000 İst.

I. Cilt

262
Hepsinin halinde, en yakınlarının beklenmedik bir felaketi karşısında bile insanlarda her zaman görülen tuhaf bir sevinç duygusu vardı. En samimi acıma, acısını paylaşma duygularına rağmen, ayrıntısız olarak hiç kimse böyle bir duyguya kapılmaktan kendini alamamıştır.

332
Sen, haklı olsaydın, ben gerçekten de alçakça bir davranışta bulunsaydım, benimle bu biçimde konuşman bir gaddarlık değil midir? Hem, ne diye, belki kendinde bulunmayan bir kahramanlığı kalkıp benden istiyorsun? Bu despotluktur, bu zorbalıktır! Eğer ortada bir kötülük sözkonusu ise, bu kötülük olsa olsa, ancak kendimedir. Henüz daha kimseyi öldürmedim. Bana neye öyle bakıyorsun? Niçin bu kadar sarardın? Rodya, ne oluyorsun? Rodya, sevgilim!

389
Sonra, bu düşünceye, başkasının felaketine sevinenlerin o hain sevinciyle saplanarak, onu didik didik etmeye, onunla oynaşmaya, ondan avuntu ummaya başladı: ...

II. Cilt

41
(Piyotr Petroviç) Ama dünyada herşeyden çok sevdiği ve değer verdiği şey emeğiyle, ya da her vasıta ile kazandığı paraları idi. Bu paralar sayesinde o kendinden yüksek olan herkese ve her şeye erişebiliyordu.

62
Raskolnikov, tıpkı başkasının felaketine sevinen bir insan edasıyla gülerek kızın yüzüne baktı ve: ...

73
İnsana her şeyden önce özgürlük ve güç gerekir. Özellikle güç! Bütün titreyen yaratıkların, bütün karınca yuvalarının üzerinde bir egemenlik kurmak gerek. İşte hedef! Bunu hatırla!

177
Dünyada şunun ya da bunun yaşaması, yani Lujin’in yaşayarak kötülük etmesi, yahut Katerina İvanovna’nın ölmesi sizin isteğinize bırakılsa nasıl bir karar verirdiniz?

190
- İyi ama ben sadece bir bit öldürdüm, Sonya. Yararsız, iğrenç, zaralı bir bit!
- Ama bu bit bir insan!


191
Alçak tavanların, daracık odaların insanın ruhunu, yüreğini sıktığını bilir misin?

269
Nihayet kadın kalbini fetheden en güçlü ve güvenilir bir çareye başvurdum. Bu hiçbir zaman, hiç kimseyi aldatmayan, istisnasız, herkesin üzerinde kesin etkisi olan bi çare idi. Bu çarenin övme olduğunu siz de bilirsiniz. Dünyada açık yüreklilikten daha zor hiçbir şey yoktur, ama övmeden de kolay bir şey yoktur. Açık yüreklilikte, yüz de bir de olasa, falsolu bir nota, hemen ahenksizlik doğurur, ardında da rezalet kopar. Övmede ise, son noktaya kadar hepsi de falsolu olsa, yine de hoş görünür ve zevkle dinlenir; gerçi kaba bir zevkle ama, ne de olsa yine zevkle dinlenir. Övme ne kadar kaba olursa olsun, söylenenlerin hiç değilse yarısı, dinleyene, ne olursa olsun gerçek gibi gelir ve bu, toplumun her tabakasında böyledir.

355
Ama o, eskiden de, bir ideal, bir umut, hatta bir hayal uğruna varlığını bin defa fedaya hazır değil mi idi? Sadece varolmak ona her zaman az görünmüş, o daima bundan fazlasını istemişti. Belki de sadece isteklerinin bu gücünden ötürüdür ki, o zamanlar kendisinde, öteki insanlardan daha yüksek birtakım haklar bulunduğuna inanmıştı.

360
(Raskolnikov’un rüyası) Herkes telaş ve heyecan içinde idi. Bütün sıradan zanaatlar bırakılmıştı çünkü herkes, kendi düşüncesini, kendi düzelttiği şeyleri ileri sürüyor ve bir anlaşmaya varmak mümkün olamıyordu.

364
(romanın son satırları) Şu anda, sadece duygu ile yaşıyordu. Mantık yerine hayatın kendisi geçmişti. Bilincinde de, bambaşka şeylerin hazırlanması gerekti.

13 Temmuz 2010

John Steinbeck - The Winter of Our Discontent

.
.
.




.
.


The  Winter of Our Discontent

John Steinbeck



22 
... Karısı ve iki sevimli çocuğu vardı. Yalnız kalabilir miydi? Ne mümkün... Gündüz müşterileri, akşamları karısı ve çocukları, gece karısı... Ansızın, banyoda, diye aklına geldi. Banyoda... Ancak o zaman yalnız kalabiliyorum.

54
Bi erkeğin sakin, kendine ait bir yerde daha iyi düşünebileceğine inanmasında garip bir yan vardır. Ben böyle bir yere sahibim. Hep vardı bu yer. Ama ben orada düşünmem.

58
... Mavi kağıtlara, koyu mavi mürekkeple, yuvarlak temiz bir yazıyla yazdığı mektuplarını bölükte tanımayan kalmamıştır. Hepsi de anlamadığım bir nedenle benim adıma memnundular. Eğer Mary ile evlenmek istemeseydim bile, güzel ve vefalı kadın tipi beni o yola sevkedecekti.

61
... Ölümü beni şaşırtmadı. Çünkü ihtiyar gemileri öğrettiği gibi ölümünü de öğretmişti bana. İçimde ve dışımda ne yapacağımı biliyordum.

63
... Bazen aptallık etmek insanı eğlendirir. Bazen de hayatınızın tekdüzeliğine son verir. Yeni bir başlangıç yapmanıza neden olur. Canım sıkıldığı zaman, kendime göre bir oyun oynarım. Böylece sevgilimin üzülmesine meydan vermem.

... İnsanoğlu birbirini iyi tanımaz. Yapabileceği tel şey karşısındakinin kendisi gibi olduğunu sanmasıdır.

65
... İyi bir subay oldum. Fakat emir vermekten, irademin başkalarının iradesine üstün gelmesinden, karşımdakilerin beni görünce yerlerinden zıplamalarından hoşlansaydım orduda kalırdım.

66
... Onurlu bir yaşam o zamanın insanı için bir amaçtı.

93
... Yüzümü birkaç biçime soktum. Sonunda vazgeçtim. Mimiklerimin hiçbirisi soylu, muzip, mağrur ya da korkutucu değildi. Yüzümün ifadesi ne şekle sokarsam sokayım değişmiyordu.

96
Öyle sanıyorum ki, hepimiz ya da çoğumuz ölçülemeyen veya tarif edilemeyen nesnelere hayat hakkı tanımayan on dokuzuncu yüzyıl biliminin kurbanlarıyız. Açıklamasını yapamadığımız nesneler hayatlarına devam ettiler. Tabii bizim lütfumuzla değil. Bu nesneleri göremedik. Böylece dünyanın büyük bir parçası, işin niçininden çok nedeniyle ilgilenen mistiklere, delilere ve çocuklara kaldı. Çevremizde görmek istemediğimiz, fakat fırlatıp atmaya cesaret edemediğimiz, vazgeçemediğimiz eski, güzel bir hayli şey tavan arasında toplandı.

188
dedi. <Çabuk dön.> Telefonu kapadıktan sonra, eğer böyle bir durum varsa, mutlu ve kendimden geçmiş bir halde kaldım. Mary olmadan önceki hayatımı düşündüm. Hatırlayamadım. Mary'siz nasıl olacağını düşündüm. Kapkara bir sıkıntıdan başka bir şey düşünemedim.

205
... Ama er geç nüfusun New Baytown kasabasını yutacağını herkes biliyordu. Yerli halk bunu hem özlemle bekliyor, hem de nefretle karşılıyordu.

210
... İnsan elinde olmayan şeyleri düşünür hep. İnsanların çoğunun, yüzde doksanının geçmişte, yüzde yedisinin şimdiki zamanda yaşadığını bilirsin. Gelecek zaman sadece yüzde üç kalıyor.

217
... "erkekler yalnız insanlardır,"

229
"seni harekete getirmek için ya aşk ya da nefret gerek. Her ikisi de uzun bir zaman ister."

236
Düşünmek için vaktim yok, diyen insanlara şaşarım. Sözgelişi ben tekrar tekrar düşünürüm. Sebzeleri tartmanın, günü müşterilere hizmet etmekle geçirmenin, Mary ile sevişmenin, mücadele etmenin... Bunların hiçbirinin, sürekli olarak düşünmeme, merak ve tahmin etmeme engel olmadığını anlamışımdır. Düşünmeye vakit bulamamak, belki de düşünmek istememekten ileri gelmektedir.

238
Bu tehlikeli ve eski ülkenin vatandaşı olmayı istememiş, gerek görmemiştim. Yaklaşan 7 Temmuz faciasıyla bir alıp vereceğim yoktu. Benim işim değildi ama yakınlık gösterebilir ve yararlanabilirdim.

244
Bunu bildiğimden, inancımı doğru çıkarmak için ona küçük bir armağan vermeyi düşünüyorum. Armağanları belli günler için saklarım.

01 Temmuz 2010

Ufuk Önen - Ses Kayıt ve Müzik Teknolojileri

.
.
.
.


SES KAYIT VE MÜZİK TEKNOLOJİLERİ
Ufuk Önen, Çitlenbik Yayınları, 2010 İstanbul

21. Ses dalgaları yayılırken önlerine çıkan yüzeylere çarpıp yansıyabilir ya da bu yüzeylerin içinden geçerek ilerlemeye devam edebilir. Reflection, ses dalgalırının yansımasıdır. Diffusion, ses dalgalarının kırılarak yansıması, dağılmasıdır. Absorption, ses dalgalarının emilmesidir. Transmission, ses dalgalarının yüzeyin içinden geçmesidir.

22. Kulağa ulaşan ses dalgaları kulak kepçesi (pinna) ile toplanarak dış kulak yolu (outer ear canal) aracılığı ile kulak zarına iletilir. Kulak zarı (eardrum), ses dalgalarındaki periyodik basınç değişimleri ile uyumlu olarak titreşir. Bu titreşimler kulak kemikçikleri aracılığıyla iç kulağa iletilir. Çekiç (hammer), örs (anvil) ve üzengi (stirrup) adı verilen bu kemikçikler güçsüz titreşimleri güçlendirir, çok güçlü gelen titreşimleri ise azaltır. Bu sebepten dolayı bu kemikçikler bir anlamda seviye ayarlayıcı olarak da düşünülebilir.

İç kulakta salyangoz ve koklea (cochlea) adı verilen işitme organı bulunur. Salyangoz kabuğunu andıran dolambaçlı bir yapıya sahip olan bu organın içinde sıvı ile dolu bölümler vardır. Çekiç, örs ve üzengi aracılığı ile kokleaya ulaşan titreşimler, sıvı ile dolu bölümlerde bulunan tüylü hücreler üzerinden sinir uçlarına ve oradan da beyne iletilir. Beyin bu titreşimler doğrultusunda sesin "duyulmasını", tanımlanmasını ve algılanmasını sağlar.
.


.

Ses dalgalarının yayılma hızı hava içinde 21 derece sıcaklıkta saniyede 344 metredir. Ses, sıvı ve katılarda havada olduğundan daha hızlı yol alır. (su içinde saniyede 1450 metre, çelikte ise 5000 metredir.

23.
frekans (frequency), bir saniye içindeki titreşim ya da çevrim (cycle) sayısıdır. Frekans için birim olarak Hertz (Hz) kullanılır. Bir saniye içindeki titreşim sayısı arttıkça, diğer bir deyişle frekans yükseldikçe ses tizleşir, incelir. (pitch : perde)

İnsan kulağının işitebileceği en alçak frekans 20 Hz, en yüksek frekans ise 20,000 Hz olarak kabul edilir. ... Her ne kadar insan kulağının işitebileceği aralık 20 Hz - 20 kHz olarak kabul edilse de ... çocuklar ve gençler 17 kHz, yetişkinler ise 15 kHz üzerindeki frekansları genelde duyamazlar. Yaş ilerledikçe üst frekansları duymak zorlaşır.

24. 
dalga boyu Ses dalgalarının boyu sesin yayılma hızının frekansına bölünmesi ile bulunur.
λ = c ÷ f
λ: Dalga boyu [wavelength] (metre)
c: ses hızı (metre/saniye)
f: Frekans (Hertz)

26.
RMS (Root-Mean-Square), sinyalin belli bir süre içinde elde edilen ortalama genlik değeridir (genlik: sinyal seviyesinin yüksekliği genlik (amplitude) olarak adlandırılır: + / 0  / - peak, peak to peak)

.
.
.
.