.
.
.
.
Tekniğe İlişkin Soruşturma
Martin
Heidegger
(Çev.
Doğan Özlem)
Paradigma
Yayınları 1998: İstanbul
Giriş (Doğan Özlem)
10
Hele
Heidegger üstelik çokanlamlılığın ‘hakikatin özü’ne ait olduğunu da söylemişse.
11
Varlık,
kendisi için ve kendisinde olageldiği şekilde açığa çıkar, gizini-açar. O,
olagelme ve sürekli olarak kendisini yeniden açmadır. Ve tam da bu yüzden o,
sabit ve zamanüstü, ezelî ve ebedî değildir ve yine tam da bu yüzden sabitlik,
zamanüstülük, ezelîlik ve ebedîlik belirten kavramlarla ifade edilemez.
Heidegger
için ‘mutlak’, ‘sonsuz’, ‘Bir’ (Plotinos) kavramları, tözsel ve aşkın olanı
ifade etsinler diye geleneksel Batı metafiziğinin uydurmuş olduğu kavramlardır
ve bunların hiçbir gerçek karşılıkları yoktur.
13
...
modern insan, gerçekliği empoze edilmiş kavramsal yapılar aracılığıyla
kavramayı dayatan bir düşünme tarzı, akılcı, bilimsel bir düşünme tarzı
tarafından tuzağa düşürülmüş ve körleştirilmiş durumdadır. Modern insan,
felsefesinde, biliminde ve etkinliğinin her yönünde, soyutlayıcı, hesaplayıcı
ve her şeyi hakimiyeti altına alıcı çılgın tavrıyla, bizzat bu tavrın
kendisinin kurduğu bir tuzak içerisindedir ve sahici düşünmeden uzaklaşmış
durumdadır. Bu nedenle kolaycı, yaygın düşünmenin ötesine, bizzat ‘düşünme’
denen şeyin temelini araştırmaya yönelmek gerekir.
14
Heidegger
Varlık’la serbest bir bağıntı kurma imkânını dilde bulur. Çünkü sahici düşünme,
insanın Varlık’la uyuma sokulması ve Varlık’a yanıt vermesidir. Ve yanıtın
verilebildiği yer dildir. Sözcükler kendilerinin ötekisindeki bir şeye işaret
ederler. Onlar anlamın yarı saydam taşıyıcılarıdır. Bir şeyi adlandırmak onu
davet etmektir, onu bir yere çağırmaktır. ‘Dil, Varlık’ın evidir.’ Varlık ile
insan arasındaki karşılıklı bağıntı dil aracılığıyla gerçekleşir.
15
Dilthey
gibi Heidegger için de kavramlar yalnızca mantıksal bir soyutlamanın ürünü
değildirler. Sözcükler yalnızca şeylere ad olsun diye ortaya konulmazlar.
Onlar, Varlık’ın kendisini sürekli olarak yeniden görünüşe çıkarması
dolayısıyla, şeylerin sabit anlamlarının sabit taşıyıcıları olarak kalamazlar.
Varlık ile insan arasında dil aracılığıyla gerçekleşen karşılıklı bağıntı, bu
yüzden, bir yeniden görünüşe çıkmanın vuku bulduğu her zaman, değişir ve
dönüşür. Yine bu yüzden, dilin kendisi de hep yoldadır. Dilde sözcükler sabit
kalmakla birlikte, bu sözcüklerin anlamları, Varlık’ın her yeniden görünüşe
çıkmasında değişir. Sözcüklerin çokanlamlılığı, Varlık’ın her defasında
kendisini yeniden görünüşe çıkarmasından ötürüdür.
16
Greklere
göre karşılaşılan her şey ‘mevcut-olan’dır; fakat ‘mevcut-olan’,
‘mevcut-olmayan’dan çıkar, o öne çıkmış bir şeydir. Mevcut-olmayandan
mevcut-olana çıkma ise, poiesis’tir. Bu öne-çıkma, her şeyden önce physis’te,
yani şeyin kendi içerisinde patlayıp çiçeklendiği mevcudiyete-çıkmada kendisini
gösterir. Tekhne de bu öne çıkmanın bir formudur. Fakat tekhne’deki patlayıp
çiçeklenme, şeyin kendisinde değil, fakat bir başka şeyde yatar. İnsan, tekhne’de,
sanat ve el becerisi aracılığıyla, bir şeyin öne çıkmasına katkıda bulunan
diğer ögelerle (‘madde’, ‘görünüm’ ve ‘çerçeveleyici sınırlar’) birlikte
etkindir ve bu ögeler birliğine katılır. Bu bakımdan zihin sanatları (teorik
etkinlikler) da Grekler için tekhne’ye aittirler. ‘Düşünme’, bir şeyin
öne-çıkmasına katkıda bulunmak, ona eşlik etmek anlamına gelir. ‘Düşünme’
Varlık’ın açığa çıkmasına bu bakımdan bir yardım eli uzatmadır.
17
Heidegger’e
göre Grekler tam da bu yüzden kendilerine sunulan şeyi açıkça alımlıyor ve
bilinir kılıyorlardı. Fakat Grekler burada kalmadılar. ... Filozof, şeylerin
mecut-olmasına hayret ve hayranlık duydu. Ve bu hayret ve hayranlık duygusuyla
onlar üzerinde sabitlendi. Filozof,
gerçekliği, onun ne olduğunu bilmek üzere kavramaya ve irdelemeye, onun
içerisinde daimî olabilecek her şeyi keşfetmeye çalıştı. Fakat filozof tam da
bunu yapmakla, kendisini her tikel varolanın mevcut-olmasında görünüşe çıkaran
Varlık’tan uzaklaştı. Çünkü arayışı içerisinde filozof, yalnızca açıklıkla
anlamaya değil, fakat aynı zamanda mevcut-olanı denetlemeye de kalkıştı.
Heidegger’e göre modern teknik çağın gerçek kökeni, işte bu denetleme
girişiminde yatar. Tekhne, ifşa edilen şeyi, varolan şeyi, becerikli bir
bilmeydi, mevcut-olmaya doğru bir öne-çıkma tarzıydı, bir gizini-açma tarzıydı.
Gerçekliği irdeleyen ve böylelikle onu kendi Varlık’ı içerisinde apaçık kılan
bir düşünme olarak felsefe de, kendi tarzında bir tekhne idi. Batı geleneği
içerisinde metafiziksel düşünme, tekhne’nin ifadesini modern zamanlara doğru
taşıyan bu felsefeden doğdu. Fakat Grek filozofunun alımlayıcı tavrından çok,
onun her şeyi denetlemek ve kendini insan olarak güvence altına almak isteyen
tavrını ön plana çıkararak.
18
Descartes’ın
ego cogito (ergo) sum’unda insan, kendi öz kesinliğini kendi içerisinde buldu.
Düşünme (cogitare), gerek duyulan güvenliği kendi içerisinde bulacağına
kendisini ikna etti. Artık insan, gerçekliği kendisine tasarımlayabilirdi. Tasarımlama,
her şeyden önce bir şeyi öne koyarak (vor-stellend) onun üzerine düşünmeyi
öngerektirir ki, bu da ancak kendisinde bu hak ve imkânı gören, yani kendisi ve
dış dünya ayrımı yapan bir tasarımcının meşrulaştırılmasına bağlıdır. Böylece
insan, gerçekliği, kendisine göründüğü şekliyle, yani bir düşünme nesnesi
olarak karşısına dikebilirdi. İnsan bunu yapmakla, hem kendi varoluşunu hem de
böyle tasarlanan gerçekliğin varoluşunu güvence altına alınmış hissediyordu.
İşte tam
bu zaman noktasında, Heidegger, modern çağın başlangıcı için odak noktasını da
görür. Metafizikte başlangıçtan beri mevcut olan eğilim burada gerçekleşmeye
başlar. Bir zamanlar yalnızca real-olanı keşfetmek ve kesin bir şekilde
seyretmekle ilgilenen insan, şimdi kendisini kendisinden hareketle kesin bir
şey olarak bulur. Ve aynı insan bu kendinden-kesinlik içerisinde, kendisini de
gitgide gerçekliğin belirleyici merkezi olarak görür. (kartezyen gelenek)
Varolan
herşeyin ortasında insanın bu duruşu, insanın ‘özne’ haline gelmiş olması
olgusunu gösterir. Artık felsefeye egemen olan şey ‘özne metafiziği’dir. Bu
fenomen Grekler arasında da mevcuttu. Fakat orada özne, hypokaimenon, yani
önde-duran-şey, insanın karşısına çıkan gerçeklik anlamına geliyordu. Yani
Grekler bugün ‘nesne’ denilen şeye ‘özne’ diyorlardı. Çünkü kendilerini,
önlerine çıkan gerçekliğin karşısında değil içinde buluyorlardı. Kendileri, öne
çıkan gerçekliğin bir parçasıydılar. Modern dönemin başlangıcında Descartes’la
birlikte, hypokaimenon’un, yani Greklerin ‘özne’sinin anlamı kesin bir şekilde
dönüştürüldü.
19
...
Latinler Greklerin hypokaimenon’unu doğru olarak subject (alta veya öne konulan
şey, nesne) olarak çevirmişlerdi. Bunun gibi object de, karşısına koyanı, yani
insanı imliyordu ... Ve böylece Yeniçağın başlarından itibaren insan, özne
oldu; o kendi önüne koyduğu herşeyin kendinin-bilincine sahip şekillendiricisi
ve garantörü haline geldi.
Modern
bilim, Heidegger’e göre bu anlamda özne olarak insanın bir eseridir. Fakat bunu
yaparken modern insan Greklerin her dönemeçte kendiliğinden karşılarına çıkan
her şeyin çok yönlü mevcudiyeti ile kendilerini bağıntıladıkları tarzda kendisini
doğa ile bağıntılamaz. O, doğa ile dolayımsız bir ilişkiye girmez. O artık
doğanın içinde değildir, onu karşısına almıştır. Çünkü, bilim adamının
‘doğa’sı, aslında insanî bir yapıdır, öznenin bir inşasıdır. Bilim, özne olarak
modern insanın gerçekliği tasarımlama tarzını çarpıcı bir şekilde görünüşe
çıkarır. Modern bilim adamı, şeylerin kendilerinde oldukları şekilde
mevcut-olmalarına izin vermez. O, şeyleri yakalar, nesnelleştirir ve kendi
karşısına koyup (gegenstandlich machen) onları kurar (konstruieren). Ve bunu da
şeylerin tasarımını kendisine özel bir şekil vermekle yapar. Heidegger’e göre,
modern teori, real-olanın tuzağa düşürücü ve güvence altına alıcı bir rafine
edilişidir. ‘Doğa’ olarak gerçeklik, bir neden ve etki birliktelikleri çokçeşitliliği
olarak tasarımlanır. Böylece tasarımlanan doğa, deneylenebilir hale gelir. (Lefebvre:
sonsuz okyanus...) Fakat bu, doğa özsel olarak bu karaktere sahip olduğu için
olmaz; daha çok insan doğayı bu karaktere sahip olarak tasarımladığı ve sonra
böyle tasarımlanan gerçekliğe mükemmel bir şekilde uyan yöntemlere göre doğayı
kavradığı ve araştırdığı için olur.
20
Bizim
‘modern teknik’ diye adlandırdığımız tekniklerin karmaşık sistemi, özsel olarak
bu aynı alana aittir. Bu alanda çağdaş insanın karşısına çıkan herşeye hakim
olma yönündeki müzmin dürtüsünü herkes açıkça görebilir. Teknik her şeyi
‘nesnellikle’ ele alır. Modern teknisyenden her veriye düzen empoze edebilmesi,
insanî veya insanî olmayan her tür varlığı ‘işler hale sokabilme’si ve her tür
problem için çözümler öğütleyebilmesi beklenir ve onun kendisi de bunu bekler.
O, şeyleri daima denetim altında tutmaktadır.
21
Modern
teknik, kendisinden çıktığı antik tekhne gibi –ve özünde kendisiyle bir olan
bilim ve metafizik gibi- bir açığa-çıkma tarzıdır.
...
‘Kartezyen’ bilimsel çağda insan, gerçekliğe kendi zihninin yapısını empoze
etmek suretiyle, şeylerin oldukları gibi ortaya çıkmalarına izin vermez. O
gerçekliği kavramsal bir sistem içerisinde kurar ve gerçekliği kendi zihninin
yapısına göre sabitleştirir. O böylece bu gerçekliğe hakim olacağını da
düşünür.
Modern
tekniği sıradan bir şekilde bilimin ardından ortaya çıkmış ve bilime tâbi bir
şey olarak anlar, onu bilimsel ilerleme aracılığıyla meydana getirilmiş bir
fenomen olarak düşünürüz. Heidegger bunun tam tersine, modern bilimin ve makine
tekniğinin karşılıklı olarak birbirine bağımlı olduklarına işaret eder. Daha da
önemlisi, teknik, özü bakımından bilimden önce gelir ve daha temeldir.
22
...
şeylerin en önemli niteliği, kullanıma hazır oluşları haline gelmiştir. Bugün
her şey büyük bir şebeke içerisinde silip süpürülmektedir; bu şebeke içerisinde
şeylerin biricik anlamı, kendisi de her şeyi denetim altında tutmaya yönelen
bir amaca hizmet etmek için elde bulunmalarında yatar.
23
Modern tekniğin
özü ve buna eşlik eden el-altında-duranın mevcudiyeti olarak çerçevelemenin
tahakkümü, hiçbir nesnenin bir ‘kendinde-anlam’a sahip olmadığı ve enerji ve
istatistikten makinelere ve kişilere kadar her şeyin ‘düzenlenebilirlik’inin en
önemli şey olduğu makine teknolojisi alanında en açık şekilde görülür. (Jack
Ellul)
26
Heidegger
çağdaş yaşamın her yönünü, yalnızca makine teknolojisini ve bilimi değil, ama
en yüksek iyilerin peşinde koşulması olarak hüküm süren tekniğin yönetici
özünün açık işaretlerinin sergilenmesi olarak anlaşılan sanatı, dini ve kültürü
de, kendinin-bilincinde olan, tasarımlayan özne olarak insanın tahakkümünde
görür.
İnsanlar
oldukça manidar bir biçimde bir ‘dünya betimi’ veya ‘dünya görüşü’nden söz
ederler. Onlar yalnızca modern çağda böyle konuşabilirlerdi. Çünkü ‘dünya
betimi’ tam da şu anlama gelir: Tam da kendi tamlığı içerisinde varolan şey
–yani her yönü ve ögesi bakımından real olan- artık ‘tasarımlayan ve kuran’
insan tarafından kurulduğu ölçüde ilk ve ancak Varlık’ta olacağı bir biçimde
ele alınır. Çağdaş insan, yaşamının ve düşünmesinin bu karakterinin ciddi bir
şekilde farkına varmak durumunda olsaydı, o modern doğa bilimiyle birlikte
pekala şunu söyleyebilirdi: Sanki insan her yerde ve her zaman yalnızca
kendisiyle karşılaşıyormuş gibi görünüyor.
27
...insan,
her ikisi de aynı ölçüde beyhude olan iki tavırdan birinin tuzağına düşer:
...ya aslında tekniğe hakim olabileceğini ve teknik araçlarla –analiz etme,
hesaplama ve düzenleme yoluyla- yaşamının tüm yönlerini denetleyebileceğini
hayal eder; ya da tekniğin kendi üzerinde kazandığı defedilemez ve insanlıktan
çıkarıcı denetimden ürkerek geri çekilir, onu bir şeytan işi olarak reddeder ve
kendisi için ondan ayrı, başka bir yaşam yolu keşfetmeye çabalar.
38
Fakat Heidegger
katıksız bir antik dünya hayranı da değildir. O, dilin Varlık’ın evi olduğunu
söylemiştir. Varlık ile insan arasındaki karşılıklı bağıntı dil aracılığıyla
gerçekleştirilir. Bu yüzden dilin ne olduğunu, ilk kez ortaya çıktığında onun
içerisinde söylenen ve sonradan onun içerisinde işitilen ve işitilebilen
şeyleri keşfetmek suretiyle araştırmak, aslında Varlık ile insan arasındaki
bağıntıyı araştırmaktır, hermeneutik yapmaktır.
Tekniğe İlişkin Soruşturma
44
Teknik,
tekniğin özüyle aynı şey değildir. Ağacın özünü aradığımızda, farkında
olmalıyız ki, ağaca ağaç olarak nüfuz eden şey, geri kalan ağaçlar arasında
rastlanan bir ağaç olarak bizzat ağacın kendisi değildir.
Bunun
gibi, tekniğin özü de, asla ve hiçbir şekilde teknik bir şey [teknik-olan, Technische]
değildir. Bu nedenle yalnızca teknik-olanı tasarladığımız ve öne çıkardığımız
ve bununla yetindiğimiz veya ondan kaçındığımız sürece, tekniğin özüyle
bağımızı asla kuramayız. Her yerde özgürlükten yoksun ve tekniğe bağlanmış
haldeyiz; onu tutkuyla olumlayalım veya olumsuzlayalım. Tekniği nötr bir şey
olarak gördüğümüzde, mümkün olan en kötü tarzda tekniğe teslim oluruz; çünkü
bugün özellikle pek rağbet gören bu tasarım, bizi tekniğin özü karşısında
büsbütün körleştirir.
Tekniğin
ne olduğunu sorduğumuzda, tekniğe ilişkin soru sormuş oluruz. Herkes, sorumuzu
yanıtlayan iki ifadeyi bilir. Biri şöyle der: Teknik amaç için araçtır. Diğeri
de şöyle: Teknik, insanın bir etkinliğidir. Tekniğin her iki tanımı/belirlenimi
birbiriyle bağıntılıdır. Çünkü amaçlar koymak, bunlara ulaşmak için araçlar
yapmak ve kullanmak, insanî bir etkinliktir. Araç, aygıt ve makinelerin yapımı
ve kullanımı, bu yapılmış olanların ve kullanılanların kendileri, bunların
hizmet ettikleri gereksinimler ve amaçlar, tekniğin ne olduğuna ilişkindirler.
Bütün bu donanımlar kompleksi, tekniktir. Bizzat tekniğin kendisi bir
donanımdır veya Latince söylendiğinde İnstrumentum’dur.
(4. dip
not) İnstrumentum, inşa etme, düzene sokma işlevlerini gören her şeyi imler.
Heidegger burada instrumentum’u Almanca Einrichtung’la eşdeğer kılar. Einrichtung,
uyarlama, düzene koyma, bir amaç doğrultusunda biraraya getirme, sevk ve idare
etme, v.d. anlamlarına gelir. Heidegger tekniği instrumentum ve Einrichtung
olarak görmekle, ..., tekniğin karakterinin ‘yerine koyma’, ‘ikame etme’,
‘düzenleme’, ‘çerçeveleme’, ‘nesneleri kullanılabilir, işlenebilir stoklar
olarak görme’ olduğunu vurgulamak ister.
45
Tekniğin
araçsal tanımı/belirlenimi aslında öylesine tuhaf bir şekilde doğrudur ki, bu,
modern teknik için bile geçerlidir; bununla birlikte başka bakımlardan eski el
becerisine dayalı tekniğe karşıt olarak modern tekniğin tamamen farklı ve
dolayısıyla yeni bir şey olduğu, bir ölçüde haklı olarak iddia edilir.
46
...tekniğin
doğru araçsal tanımı/belirlenimi, yine de bize tekniğin özünü göstermez. Buna
ulaşabilmemiz veya en azından yaklaşabilmemiz için, Hakikat-olanı Doğru-olan
aracılığıyla aramalıyız. Şunu sormalıyız: Bizzat Araçsal-olanın (İnstrumentale)
kendisi nedir?
Bir araç,
kendisiyle bir şeyin etkilendiği ve böylece kendisiyle bir şeye ulaşılan
şeydir. Kendi sonucu (eser) olarak bir etkiye sahip olan şey, neden diye
adlandırılır.
Yüzyıllardır
felsefe, dört neden olduğunu öğretir: 1. causa materialis [maddi neden],
örneğin kendisinden bir gümüş kâsenin yapıldığı malzeme, madde; 2. causa
formalis [formel neden], maddenin içine girdiği form, şekil; 3. causa finalis [ereksel
neden], amaç, örneğin gerekli olan kâsenin formuna ve maddesine göre
belirlendiği kurban âyini; 4. causa efficiens [etki neden, fâil neden], bu
tamamlanmış gerçek kâse olan etkiyi meydana getiren, gümüş ustası.
47
Bizim
neden ve Romalıların causa diye adlandırdıkları şey, Grekler tarafından aition diye
adlandırılır; yani başka bir şeyin kendisine borçlu olduğu şey anlamına gelir.
50
Greklerin
sorumlu olmaktan, aitia’dan anladıkları şeye bakıldığında, ‘vesile olmak’
fiiline şimdi daha kapsayıcı bir anlam verebiliriz; öyle ki o artık Greklerin
düşündüğü anlamda nedenselliğin özüne verilen addır.
Fakat o
halde vesile olmanın dört tarzının bu birlikte oyunu neyin içerisinde oynanır?
Onlar henüz mevcut olmayan şeyin mevcut-olmaya vasıl olmasına izin verirler.
Buna göre onlar, birlikli bir biçimde, mevcut-olan şeyi görünüşe çıkaran bir
meydana çıkarma tarafından yönetilirler. Bu meydana çıkarmanın ne olduğunu,
Platon Şölen’deki bir cümlede bize şöyle anlatır (205 b):
Mevcut
olmayan şeyden mevcut-olmaya geçen ve giden her şey için her vesile poiesis’tir,
öne-çıkarmadır.
51
Açığa-çıkma/çıkarma,
poiesis, yalnızca el becerisine dayalı imalat, yalnızca sanatsal-şiirsel olarak
görünüşe ve tasvire çıkarma değildir. Physi
de, bir açığa-çıkarmadır, poiesis’tir. Physis aslında en yüksek anlamda
poiesis’tir. Çünkü physis sayesinde mevcut-olan şeyde açığa-çıkmaya ait bir
patlayıp açılma vardır; örneğin bir çiçeğin kendi içinde patlayıp çiçeklenmesi
gibi. Buna karşılık zanaatkâr veya sanatçı tarafından açığa-çıkarılmış olan
şey, örneğin gümüş kâse, açığa çıkarmaya ait patlayıp açılmayı, kendi içinde
değil, fakat bir başka şey içinde, yani zanaatkâr veya sanatçıda bulur.
Açığa-çıkma,
gizli-olmaktan gizli-olmamaya doğru çıkıştır.
52
Grekler
gizini-açmanın karşılığı olarak aletheia sözcüğünü kullanırlar. Romalılar bunu ‘veritas’
diye çevirdiler Biz ‘hakikat’ diyoruz ve onu alışılageldiği üzere bir tasarımın
doğruluğu olarak anlıyoruz.
Tekniğin
özünün gizini-açma ile ne ilgisi vardır? Yanıt: Her yönden ilgisi vardır. Çünkü
her açığa-çıkma, gizini-açmada temellenir. ... Araç olarak tasarlanan tekniğin
münhasıran ne olduğunu araştırırsak, bu durumda gizini-açmaya gelip dayanırız.
Üretime dayalı her imal etmenin imkânı, gizini-açmada yatar.
O halde
teknik yalnızca bir araç değildir. Teknik, gizini-açmanın bir tarzıdır. Buna
dikkat ettiğimiz takdirde, tekniğin özü hakkında tamamen başka bir alan bize
kendini açar. Bu alan, gizini-açmanın, yani hakikat-olmanın alanıdır.
53
‘teknik’
adı ne anlama gelir?
Sözcük
Grek dilinden gelir. Tekhnikon, tekhne’ye ait olan anlamına gelir. Bu sözcüğün
anlamı bakımından iki şeye dikkat etmeliyiz. Birincisi, tekhne’nin yalnızca el
becerisine dayalı etkinlikler ve hünerler için değil, fakat aynı zamanda zihin
sanatları ve güzel sanatlar için de kullanılan bir ad olmasıdır. Tekhne,
öne-çıkarmaya, poiesis’e aittir; o poetik bir şeydir.
Tekhne
sözcüğüne ilişkin olarak dikkat edilmesi gereken diğer husus daha da önemlidir.
Tekhne sözcüğünün, pek erken zamanlardan Platon’un zamanına kadar, episteme
sözcüğü ile bağı vardır. Her iki sözcük de en geniş anlamda Bilme’nin
adlarıdır. Onlar bir şeyde bütünüyle yurdunda olmak, bir şeyi anlamak ve bir
şeyde yeterli olmak anlamına gelirler. Böyle bir Bilme, açılma sağlar. Açılma
olarak Bilme, gizini-açmadır. Aristoteles, özel öneme sahip bir tartışmada
(Nikhomakhos’a Etik, II.Kitap, 3. ve 4. bölümler), episteme ile tekhne arasında
ayırım yapar ve aslında bunu onların neyin gizini-açtıkları ve nasıl açtıkları
bakımından yapar. Tekhne, aletheuein’in bir tarzıdır. Aletheuein, kendini öne
çıkarmayan ve henüz önümüzde burada durmayan, bir an öyle bir an böyle görünüp
beklenmedik bir şekilde vuku bulabilen herşeyin gizini-açar. Bir ev veya bir
gemi inşa eden veya bir sadaka toplama kasesi yapan herkes, vesile-olmanın dört
tarzının perspektiflerine göre öne-çıkarılmış-durumda-olan-şeyin gizini açar.
Bu gizini-açma, geminin veya evin görünümünü ve maddesini, tamamlanmış olarak
tasarlanan bitmiş şeyi gözeterek, önceden biraraya toplar ve bu biraraya
toplamadan hareketle o şeyin kuruluşunun tarzını belirler. Bu yüzden tekhne’de
belirleyici olan şey, yapmada, elle işlemede veya araç kullanmada değil, ama
daha çok yukarıda anılan gizini-açmada yatar. Tekhne, imal etme olarak değil,
gizini-açma olarak bir öne-çıkmadır.
54
Tekniğin
öz alanının bu tanımına/belirlenimine karşıt olarak şu itiraz ileri
sürülebilir: Bu tanım/belirlenim Aslında Grek düşüncesi için geçerlidir ve en
iyisinden el becerisi tekniklerine uygulanabilir; fakat modern makine gücüne
dayalı tekniğe uygun düşmez. Ve tam da bu
ve yalnızca bu makine gücüne dayalı teknik, bizi ‘kendisi için’ tekniğe
ilişkin soru sormaya kışkırtan rahatsız edici şeydir. Denir ki, modern teknik
daha önceki tüm tekniklerden kıyaslanamayacak ölçüde farklı bir şeydir; çünkü o
Yeniçağın sağın doğa bilimine dayanır. Bu arada bunun tersinin de geçerli
olduğunu çok daha açık bir şekilde anladık: ... Şu belirleyici soru hâlâ
varlığını sürdürür: Modern teknik hangi özdendir ki, o sağın bilimi kullanıma
koymayı düşünebiliyor?
55
Modern
tekniğe bütünüyle hakim olan gizini-açma, poiesis anlamında bir öne-çıkmaya
doğru bir açılım kazanmaz. Modern teknikte hakim olan gizini-açma, doğaya, onun
söküp alınabilecek ve depolanabilecek enerjiyi tedarik etmesi şeklinde makul
olmayan bir talebi dayatan bir meydan okumadır. Fakat bu eski yel değirmeni
için de geçerli değil midir? Hayır. Yel değirmeninin kanatları muhakkak ki
rüzgarda dönerler; onlar dolayımsız olarak rüzgârın esmesine terk
edilmişlerdir. Fakat yel değirmeni, hava akımlarından gelen enerjiyi, onu
depolamak üzere kilit altında tutmaz.
56
(16. dip
not) ‘... stellen burada ve metnin bundan sonraki pek çok yerinde ‘saldırmak’la
karşılanmıştır. Buradaki ‘saldırmak’ı ‘diklenip çullanmak’ olarak da anlamak
mümkündür. Stellen fiilinin ‘yerine koyma, ‘ikame etme’, ‘tedarik etme’ gibi
anlamlarına da metin içerisinde daha sonra başvurulacaktır. Stellen, şu fiil
ailesinin anlamları için kök fiildir: bestellen (düzenlemek, sevk ve idare
etmek, düzene sokmak, ısmarlamak), vorstellen (tasarlamak/tasarımlamak, temsil
etmek, vor-stellen yazılışıyla: öne koymak), sicherstellen (güvence altına
almak), nachstellen (tuzağa düşürmek, kılığını değiştirmek, dolap çevirmek), verstellen
(önlemek, bloke etmek, koymak, ikame etmek, yer ve konumunu değiştirmek), darstellen
(sunmak, sergilemek, serimlemek, betimlemek), herstellen (üretmek, imal etmek),
heraustellen (dışarı çıkarmak, teşhir etmek), v.d. Bu fiilerin hepsinde stellen’deki
çeşitli nüanslar pekiştirilmiş ve özgülleştirilmiştir. Ve tüm bu anlamlar, bu
yazı için ekseni oluşturan ve birkaç sayfa sonra karşılaşılacak olan Gestell
sözcüğünün benzersiz kullanımında biraraya toplanmışlardır. Burada Ge-stell,
‘çerçeveleme’ (İng.: Enframing) olarak çevrilmiştir.
57
Hidroelektrik
santral, Ren’in akıntısı içerisine oturtulmuştur (gestellt). Hidroelektrik
santral, Ren’i, hidrolik basınç tedarik edecek (stellen) şekilde düzenler (bestellen);
bu basınç da sonradan su içerisine yerleştirilen (stellt) türbinlerin dönmesini
düzenler. Bu dönme, itiş güçleriyle elektrik akımı üreten (herstellen)
makineleri harekete geçirir; bu elektrik akımı için bölgeler arası santraller
ve onlara bağlanmış bir kablolar şebekesi, elektriği dağıtmak üzere kurulur (bestellen).
Elektrik enerjisinin düzenli bir şekilde işletilmesine (Bestellung) ilişkin iç
içe geçmiş süreçler bağlamında, Ren’in akıntısı bile işlenecek bir şey (Bestelltes)
olarak görülür. Hidroelektrik santral, Ren’in akıntısına, yüzyıllardır bir
kıyıyı diğer kıyıyla birleştiren eski ahşap köprünün inşa edildiği gibi inşa
edilmemiştir. Aksine güç santrali akıntıya bent olacak şekilde inşa edilmiştir.
Şimdi onun akıntı olarak olduğu şey, yani hidrolik basınç tedarik eden bir şey
olması, güç santralının özünden çıkar.
... Fakat buna şöyle yanıt verilecektir: Ren hâlâ arazi içerisinden akıp
gitmektedir. Belki de; ama nasıl? Tatil endüstrisi tarafından orada düzenlenen
(bestellt) bir tura katılan bir grubun gezip görmesi için bir işletilebilir (bestellbares)
nesne olmaktan başka bir şekilde değil.
58
Modern
tekniğe baştan sona hakim olan gizini-açma, meydan okuma anlamında bir saldırı
(Stellen) karakterine sahiptir. Bu meydan okuma, doğada gizlenmiş enerji kilit
altında olmaktan kurtarılmakla, kilit altından kurtulan şey dönüştürülmekle,
dönüştürülen şey depolanmakla, depolanan şey yeri geldiğinde dağıtılmakla ve
dağıtılan şey de hep yeniden devreye sokulmakla, olup biter. Kilit altından
kurtarma, dönüştürme, depolama, dağıtma ve devreye sokma, gizini-açmanın
tarzlarıdır.
Her yerde
her şey, yardım etmek, dolayımsız bir şekilde el altında olmak, yani aslında
tam da daha öte bir düzenleme (Bestellen) için hazır olabilecek şekilde orada
durmak üzere düzenlenir. Bu tarzda düzenlenen her şey, kendine özgü bir duruşa
(Stand) sahiptir. Biz onu el-altında-duran (Bestand) diye adlandırıyoruz.
(Dipnot 19. ...Modern teknikte tüm nesneler, işlenebilir, düzenlenebilir ve
ikame edilebilir şeyler olarak ‘el-altında-duran’ halindedirler.)
75
... ‘Öz’
ile alışılageldiği üzere anlaşılan şeyi bir başka anlamda düşünmemizi talep
eden, bizzat tekniğin kendisidir.
...Sokrates
ve Platon, bir şeyin özünü, süregiden-şey (wahrende) anlamında olagelen şey,
mevcudiyete-çıkan-şey (Wesende) olarak düşünürler. Nitekim onlar
süregiden-şeyi, daimi-olarak-süregiden-şey (aei-on, Fort-wahrende) olarak
düşünürler. Sokrates ve Platon, dimi-olarak-süregiden-şeyi, kalıcı-olan-şey
(Bleibende) olarak, olup biten her şeyde inat ve ısrarla kendisini sür-düren şeyde
bulurlar. Onlar kalıcı-oaln-şeyi, görünümde (eidos, idea, Aussehen), örneğin
‘ev’ ideasında keşfederler.
‘Ev’
ideası bir ev olarak biçimlendirilen herhangi bir şeyin ne olduğunu gösterir.
Buna karşılık tikel, gerçek ve mümkün evler, ‘idea’nın değişken ve gelip geçici
türevleridir ve bu yüzden süregitmeyen şeye aittirler.
78
Tekniği
bir araç olarak tasarımladığımız sürece, tekniğe hakim olma iradesinde takılıp
kalırız. Tekniğin özünün hızla dışına düşeriz.
79
Bir
zamanlar tekhne adını taşıyan şey, yalnızca teknik değildi. Bir zamanlar
hakikati pırıl pırıl görünmenin görkemi içerisinde öne çıkaran gizini-açmaya da
tekhne adı verilirdi.
Bir
zamanlar hakikat-olanın güzel-olan içerisinde görünüşe çıkması tekhne diye
adlandırılırdı. Ve güzel sanatların poiesis’ine de tekhne adı verilirdi.
Batının
kaderinin ta başında, Grek ülkesinde, sanatlar, kendilerine bahşedilen
gizini-açmanın doruğuna çıktılar. Sanatlar tanrıların halihazırda mevcut
bulunmalarını, tanrısal ve insanî kaderlerin diyalogunu ışıl ışıl bir
parlaklığa büründürüyorlardı. Ve sanat yalnızca tekhne diye adlandırılıyordu.
Sanat, biricik, çok yönlü gizini-açmaydı. Sanat dindardı, promos’tu; yani
hakikatin hüküm sürmesini ve güvencede tutulmasını sağlayandı.
Sanatlar,
artistik-olandan çıkmış değildiler. Sanat eserlerinden estetik bir hoşlanma
duyulmuyordu. Sanat bir kültürel etkinlik sektörü değildi.
Neydi
sanat? Hele yalnızca bu kısa fakat görkemli çağlar için? Sanat neden şu
mütevazi tekhne adını taşıyordu? Sanat öne ve buraya çıkan ve dolayısıyla poiesis’e
ait olan bir gizini-açma olduğu için. Nihayet bu gizini-açma, tüm güzel
sanatlarda, şiirde ve asıl adı olarak poiesis’i muhafaza eden şiirsel (poetik)
her şeyde tam bir hüküm sürüyordu.
‘Tehlikenin
olduğu yerde,
Koruyucu
güç de serpilip gelişir.’
sözlerini
kendisinden işittiğimiz aynı şair, bize şunu da söyler:
‘...
insan bu yeryüzünde şairane bir şekilde
ikamet
eder.’
Poetik-olan,
hakikat-olanı, Platon’un Phaidros’ta to ekphanestaton, yani en saf şekilde
parıldayan şey dediği şeyin görkemliliği içerisinde taşır. Poetik-olan, her
sanatta, güzel-olan halinde mevcudiyete-çıkmanın her gizini açışına bütünüyle
nüfuz eder.
Güzel
sanatlar poetik gizini-açmaya çağrılabilirler mi? Gizini-açma en ilksel olarak
sanatlardan talep edilebilir mi? Öyle ki sanatlar kendi paylarına koruyucu
gücün serpilip gelişmesini apaçık bir şekilde besleyebilsinler ve bahşeden şeye
bakışımızı ve ona duyduğumuz güveni yeniden uyandırıp koruma altına
alabilsinler.
Kendi
özünün bu en yüksek imkânının en uç tehlikenin ortasında sanata bahşedilip
bahşedilemeyeceğini hiç kimse bilemez. Yine de hayrete düşebiliriz. Neyin
önünde? Bu öteki imkanın önünde: Tekniğin çıldırmışlığının, bir gün teknik-olan
her şeyde tekniğin özünün Hakikatin olagelmesinde mevcudiyete-çıkabileceği ölçüde
kendisini her yere yerleştirebilmesi imkânı önünde.
Tekniğin
özü teknik-olan (teknik bir şey) olmadığı için, teknik üzerine özsel düşünüm ve
teknikle belirleyici yüzleşme, bir yandan tekniğin özüne akraba olan, öte
yandan ise ondan temelde farklı olan bir alanda olup bitmelidir.
İşte
böyle bir alandır sanat. Fakat kuşkusuz ancak sanat üzerine düşünümün, kendi
payına, soruşturduğumuz Hakikat takımyıldızına gözlerini kapatmaması koşuluyla.
Böyle bir
soruşturma yapmakla, baştan sona teknikle işgal edilmişliğimiz bakımından henüz
tekniğin mevcudiyete-çıkışını deneyimlememiz ve baştan sona estetik kafalara
sahip olmamız bakımından artık sanatın mevcudiyete-çıkışını kollayıp
koruyamadığımız şeklindeki bir krize tanıklık ediyoruz. Fakat yine de tekniğin
özünü ne kadar soruşturucu bir biçimde
düşünüp taşınırsak, sanatın özü de o kadar gizemli hale gelir.
Tehlikeye
ne kadar yaklaşırsak, koruyucu güce giden yollar o kadar parlak bir biçimde
ışıldamaya başlar ve biz de o kadar soruşturucu hale geliriz. Çünkü soruşturma,
düşünmenin dindarlığıdır.
.
.
.
.