.
.
.
.
Bir Sanat Sosyolojisi Oluşturmak (1990)
Vera L. Zolberg
(Çev. Buket Okucu Özbay), Boğaziçi Üniversitesi
Yayınevi 2013 İstanbul
“Sanatı, "yüce" bir metafizik çerçevede görmüyor olsam da,
ondan bazı şeyler beklemek istiyorum yine de...”
(Ulus Baker, Video Üstüne, korotonomedya.net)
““Sanatçı özgürlüğüne” inansak da,
yalan söylemek bir tür “hakikat-deneyimine” veya “belgeye” bulaşmamalıdır.
(Emir Kusturica’nın filmleri…)” (Baker, Duygular, 294)
9
Düşünümsellik hayatı zorlaştırıyor. Sanatın
toplumdaki yeri üzerine çalışırken, sanatı bilindik bir nicelikmiş gibi kabul
etmek meşruydu bir zamanlar. Bugünce fikren mümkün değildir.
Sanat sosyolojisinin, sanat eserini düşüncesinin
merkezinde tutması gerektiğine inandığımdan, üst-kuramsal değerlendirmeye ve çözümlemeye
odaklanmak yerine, kuramlardan beslenerek sanatın toplumsal ve tarihsel
bağlamına yoğunlaşıyorum.
Geleneksel güzel sanatlar dışında etrafımız
popüler, ticari, Batılı olmayan ve “ilkel” sanat biçimleriyle kuşatılmış
durumda. Hepimiz bu sanat biçimlerini neredeyse yüksek Batı eserleri kadar,
belki de daha çok takdir etmeyi az çok öğrendik. Toplumları, devletleri ve
insanları, mekân ve zaman engellerini kırarak temsil eden sanat biçim ve
tarzlarının yaygınlaşması, birçoklarına yeni bir fenomen gibi göründü; bazıları
da bundan postmodernizm olarak söz etti. Postmodernizm kalite standartlarının
çöküşünün habercisi de olabilir, bir çoğulculuk ve eşitlik vaadi de.
10
(Postmodernizmin… tarihin sonunun temsili…
nükseden ve döngüsel bir tarihsel sürecin parçası…) Eğer durum bundan ibaretse
biz de konuya Marx gibi, ilk seferi trajedi, ikincisini ise fars (kaba güldürü)
diye düşünerek mi yaklaşmalıyız?
Estetikçiler ve hümanist araştırmacılar genel
olarak tanımı güzel sanatlar vurgusuyla daraltma ve içe dönük bir perspektif
kullanma görüşünü destekler. Ne var ki sosyologlar sanat üzerine çalışmaya
karar verdiğinde, toplumsal süreçler ile koşulların taşıyıcıları olarak
gördükleri sanat biçimlerinin kapsamını çok daha geniş tutup, dışa dönük bir
bakış açısıyla incelemeye yöneliyor.
11
… kültürün önemini hiçbir zaman küçümsemeyen
Graduate Faculty of New School’da Toplumsal Araştırma üzerine ders verdim.
12
Pierre Bourdieu… Raymonde Moulin… Howard Becker…
1. Sanat Nedir?
Sanat Sosyolojisi Nedir?
13
Sanatı çevreleyen gizemden, halledilmesi gereken bir problem olarak
değil, sanatın ortaya çıkma koşulunun bizzat kendisi olarak bahsetmek
istiyorum. Bu bağlamda gizem kabul edilir; çözülmez ya da yok edilmez. Denis
Donoghue, The Arts Without Mystery (1983):11
… sanat hakkında konuşma biçimleri, toplum ve toplumsal süreçler
hakkındaki genel konuşma biçimleridir. Howard S. Becker, Art Worlds (1982):368
Sosyoloji ve sanat iyi geçinemez. Pierre Bourdieu, Questions de
Sociologie (1980):207 [dipnot: Bourdieu bunun sebebinin, doğuştan
gelen yeteneklerine ve özgün yaratıcının biricikliğine inanan sanatçıların,
sosyologları, evrenlerine, anlamak ve açıklamak amacıyla zorla giren kişiler
olarak görmesinin ve bunu kabul edilemez bulmasının getirdiği çatışma olduğunu
söyleyerek devam ediyor.]
Sanatın anlamı genellikle verili kabul
edildiğinden, onun ne olduğunu sormak ilk anda sahte bir çabaymış gibi
görülebilir.
14
Sanatın sorunlu doğası onun ele alınış
biçimlerini de etkiliyor. Araştırmacı, sanat tarihi, estetik ya da eleştiri
gibi insan bilimleri disiplinlerinden hangisine bağlıysa, sosyal bilimlerin
başka bir alanında çalışanınkinden farklı bir varsayımla yola çıkıyor. Denis
Donoghue ve Howard S. Becker’dan yapılan alıntılar bu zıtlığa iyi bir örnek
teşkil eder. Donoghue’a göre sanat mucizevi bir açığa çıkarmadır, natüralist
analizlerin nesnesi değildir. Sanat eserinin kalbindeki gizemi çözmemenin daha
iyi olduğunu ima eder, zire bu gizem olmazsa, başka bir bağlamda Walter
Benjamin’in “aura” dediği gücü artık yayamayabilir. Donoghue’nin görüşü burada
Howard S. Becker’in temsil ettiği sosyal bilimler projesine esasen ters düşer.
Becker’a göre sanatta çok az gizem vardır ve eğer geriye kaldıysa o da sonuna
kadar çözülmelidir.
15
Sosyal bilimcilerin, araştırmalarında nesnel olmaya
çabalamaları, kişisel tercihleri ile yaptıkları iş arasında net bir ayrım
yapmaları beklenir. Biliminsanı olarak ya onları hataya sürükleyebilecek
bireysel zevklerinin üstesinden gelmek, ya da çalışmalarını baltalama riskini
göze almak zorundadır.
Kitabın epigrafını
tamamlayan sözlerin sahibi…
… sanat sosyolojisinin neden yakın bir zamana
kadar ne sosyal bilimlerde ne de insan bilimleri disiplinlerinde kendine uygun
bir yer edinebildiğini açıklayacak kadar bu konuya gireceğiz.
Sanat kavramı üzerinde bir mutabakat olmaması bir
yandan sosyolojik sanat çalışmalarına sekte vursa da, diğer yandan entelektüel
bir alan yaratılması için de fırsatlar doğurdu. İnsan bilimleri alanında
çalışanların ve sosyal bilimcilerin estetiğe dair düşüncelerini yeni baştan ele
almaya mecbur kalması, ortaya en azından yenilikçi kuramsal formüllerin
çıkmasına vesile oldu.
16
Donoghue gibi eleştirmenler sanatın gizemini
savunurken, Bourdieu (1975) ve Howard Becker (1982) gibi sosyologlar estetik
fikir ve değerlerin toplumsal olarak nasıl inşa edildiğini analiz eder. Sanatın
meydana gelişi hakkında içgörüler sağlamak için farklı açılardan yola çıkarak,
yaratım veya üretim süreçlerine, kurumlara ve örgütlere odaklanırlar.
“Estetikçi” terimi genellikle sanatın kendisi
yerine kavramlarla uğraşan felsefi disipline karşılık olarak kullanılır. Aksini
belirtmediğim sürece ben bu terimi sanat tarihçilerini, kuramcılarını ve
eleştirmenlerini kapsayacak şekilde geniş bir alanda kullandım. … Tarihsel ve
karşılaştırmalı bir yaklaşım benimsiyorum. Karşılaştırmaları bazen açık bir
şekilde doğrudan yaparken…
17
… ilk olarak sanatın insan bilimleri (içeriden)
ile sosyoloji (dışarıdan) tarafından ele alınış biçimleri arasındaki karmaşık
ilişkiyi inceliyorum. … kurumların geleneklerinden gelen çatışmaların…
İnsan bilimleri alanında çalışanların herkese
açık çağdaş sanatı kınamasının altında, onu artık yürürlükten kalkmış eski bir
mutabakatla karşılaştırıyor olmaları yatar. … insan bilimleri alanında
çalışanlar “büyük” sanatı neyin oluşturduğuna dair sabit bir mutabakat olduğunu
varsayar. … Eskiden olduğu gibi bugün de düşüncelerinin merkezinde, içe dönük
bir perspektifle yorumlanacak olan sanat
eseri vardır. Başka bir deyişle sanatın biçimsel öğelerini analiz ederler:
kullanılan teknik ve iletişim araçları, görsel veya yazılı içerik, aynı veya
bir başka gelenekten eserlerin bıraktığı estetik etkiler gibi. Her büyük esere,
yaratıcısının varlığının eşsiz ve anlamlı bir ifadesi olarak bakarlar.
18
… Joyce vâri epifaniler… (X epigraf)
Sinema aracı, insan bilimleri yaklaşımının
başvurduğu içe dönük bakış kurallarının çoğunu ihlal ettiğinden, bazı akademik
eleştirmenlerin onu sanat olarak ciddiye alması şaşırtıcıdır.
19
Yazarlar, güzel sanatlar için kullanılan söyleme
benzeyen ve ilhamını ondan alan (Boltanski 1975), temel taşı da auteur kuramı olan bir söylem
yarattılar. Resim ve klasik müzikte olduğu gibi, bir film yaratma sorumluluğunu
tek bir kişiye, genellikle de yönetmene yüklediler ve böylece bu kişiye bir
“sanatçı” kimliği vermiş oldular. Bünyesi gereği ortak eylem ürünü olan bir
araç için bu iddiayı öne sürmek elbette oldukça ironik (Becker 1982).
“Güzellik” bir yer ve zamanda katıksız sadeliği,
diğerinde ise şatafatlı inceliği çağrıştırabilir.
20
Estetikçi uzmanların aksine, sosyal bilimciler,
sanatın genel anlamda zaman ve mekân, daha belirgin olarak da kurumsal,
yapılar, istihdam normları, mesleki eğitim, ödül ve hamilik veya diğer
destekler bakımından bir bağlama yerleştirilmesi gerektiği öncülünden yola
çıkar. Sosyologlar dikkatlerini sanatçının ve sanat eserinin siyasi kurumlarla,
ideolojilerle ve diğer estetik dışı faktörlerle olan ilişkisine verir (Peterson
1976).
İçe dönük analizle bütünleşen idealist
eğilimlerin aksine, çoğu dışa dönük yaklaşımın açıkça materyalist olduğunu ve
estetikçilerin, sanatçıların, eleştirmenlerin, satıcıların ve uzmanların sanata
yüklediği özel nitelikleri sorguladığını görürüz.
21
Sosyologlar toplumun belli başlı yanlarına farklı
derecelerde ilgi gösterseler de (bazıları analitik ağlarını yakın bir mesafeye
atıp sadece küçük grup etkileşimlerini ele almayı tercih ederken, diğerleri
geniş toplumsal yapı örüntülerine ve tarihsel eğilimleri kapsamaya çalışır),
bütüne baktığımızda sanat bir nesne olarak onlar için toplumun estetik dışı
yönlerini anlamak adına sadece bir gösterge veya sıçrama tahtası görevi görür.
İnsan bilimleri alanında çalışan araştırmacılar ve eleştirmenler geleneksel bir
sanat tanımı kabul ederken, birçok sosyolog onun toplumsal olarak inşa edilmiş
yapısının farkında olduğundan bir tanım kabul etmez. … Örneğin, dünya tarihinin
uzunca bir kısmı boyunca entelektüeller güzel sanatlar ve el sanatlarına bir
bütün olarak bakmış ve bu konularda pek bir analiz yapmamıştır. Bu durum
çoğunlukla, en değerli kültürel kaynağı yüzyıllar boyunca klasik Yunan olan
Batıda böyleydi. Sadece kısa bir süre boyunca, o da temel olarak Perikles
zamanında, sanatın kendi başına bir değeri olduğu düşünüldü, ama yine de ne
sanat ile zanaat, ne de sanatçı ile zanaatkâr arasında bir ayrım yapıldı.
(Batı toplumlarında müzik) … halkın elinde kutsal
veya dünyevi biçimler aldı.
22
[Ortaçağ’dan Rönesans ve daha sonra Aydınlanma
sanatçılarına atlayış...]
Ancak on sekizinci yüzyıla gelindiğinde, filoloji
çoktan sanat kuramı, edebiyat kuramı ve eleştiri olmak üzere her biri kendi
geleneğini oluşturan üç ayrı disipline bölünmüştü.
Sosyal bilimciler, disiplinsel projelerini eserin
kendisi yerine toplumsal bağlamına odaklandıklarından (23), eserleri veya
sanatçıları estetik değerlerine göre değil, dışsal niteliklerine göre seçmeye eğilimlidir.
Popüler sanat (Peterson 1973), sanatçıların üretim endüstrilerindeki
kariyerleri (Faulkner 1971) veya niteliğine bakmaksızın her türlü sanat eseri
üzerinde çalışabilirler. Sanatın toplumdaki yerini anlamak için onu
bileşenlerine ayırabilirler (Bourdieu 1984). Sanatın kutsal doğası gibi
düşüncelere takılmadan, abartılı bir biçimde romantikleştirilmiş sanatçı ve
sanat eseri anlayışları gibi klişelere şüpheyle yaklaşırlar.
Aynı biçimde kurgulanan ve insan bilimlerine ait
düşüncelerin altında yatan bu inançlar, yaratıcısının kendiliğinden ortaya
çıkan dışavurumu olarak sanatın, herhangi bir toplumsal rol oynamaktan veya
toplumsal işlevi yerine getirmekten kaçınması ve sadece kendisi için var olması
gerektiğini kabul eden anlayışla uyumludur. Bu fikirler Batıda birçok eğitimli
insan tarafından o kadar sorgusuz sualsizce kabul edilmiştir ki kendimize
bunları "doğal" olarak verili kabul etmemek gerektiğini hatırlatmamız
gerekir.
Hem insan bilimleri alanında çalışanlar hem de
sosyologlar bu iki ateş arasında olsa da entelektüel geçmişlerinin gösterdiği
üzere, iki cephenin aslında bahsedilenden çok daha fazla ortak noktası vardır.
24
Bu durum sanatı açıklanamaz, betimlenemez
dünyalardan ve aslında yarın-din olmaktan uzak tutar.
...didaktik, dekoratif, eğlence veya ticari
amaçlarla yaratılmış veya üretilmiş eserler...
... genellikle birçokları kitle iletişim araçları
sanatlarını sanattan saymaz (Arendt 1965).
Estetikçilerin ve insan bilimleri alanında
çalışanların çoğu, sanata kutsal bir doğa atfeden fikre karşı duran en güçlü
sosyolojik gelenek olarak gördükleri Marksizm etkisindeki sosyolojik
indirgemeleri suçlar. Sanat bu bakış açısına göre üretim ilişkilerinin doğrudan
bir yansıması veya epifenenomenidir... (epifenomen
bir gerçekliğin sonucunda ortaya çıkan ikincil gerçeklik; insan beyninin
ürünü olarak görülen bilinç biçimi; yan gerçeklik.. ekşi)
(Dipnot 8) metodolojik indirgemecilik
(Dipnot 9) (Marx) Estetiği bilinçli hayatın
evrensel niteliği olarak gördüğü erken dönem yazıları daha da aydınlatıcıdır.
25
Onun (Marx) deyişiyle "Esas zorluk Yunan
sanat ve epiklerinin belli başlı toplumsal gelişim biçimlerine balığı
olmalarında değil... bize hala sanatsal zevk veriyor olmalarında yatar. (Marx
1939, 1974)
Estetikçiler büyük sanatın tüm çağları ve
insanlığı temsil ettiğini iddia ediyor.
(Sosyal bilimler ve insan bilimleri) Bu iki
yaklaşım arasındaki boşluğu kapatmak için diğer çalışma alanlarından fikirler
taşımak da başka bir yaklaşımdır. Hümanizm ve bilim geleneklerini içeren
kültürel antropoloji evrenselliği, çeşitliliği ve sanatın kültür ile iç içe
geçmişliğini kabul ettiğinden, arada bir köprü kurmak için umut vaat edicidir.
Eğitimsiz halkın gözünde sanat ve kültür
neredeyse eş anlamlıdır. Antropologlar ise kültüre sanattan daha kapsamlı bir
şekilde yaklaşır. Kültürü dini inançlar, etik değerler ve dil, estetik ve sanat
gibi sembol sistemleri dahil olmak üzere, fikirleri ve düşünce biçimlerini
yapılandıran bir sembolik anlamlar veya düşünce yapıları bütünü olarak
görürler.
(Dipnot 13) Şu ana kadar hakkında çalışma
yapılmış tüm toplumlarda sanatın evrensel yaygınlığının onaylanmış olması,
elbette sanatın neden var olduğunu veya belli başlı sanat
biçimlerinin neden bazı gruplarda bulunup da diğerinde bulunmadığını
açıklamıyor. Bazı araştırmacılar sanatın insan biyolojisinin gerekli bir
özelliği olduğunu, türün evrimsel başarısında olumlu bir etken olduğunu ve
dolayısıyla insanlık için evrensel olduğunu iddia ediyor. Diğerleri kültürün
biyolojik adaptasyonla açıklanması fikrini reddederek, bilişsel düşünce
yapılarıyla, kültürel değerlerle ve simgesel temsillerle geri döndürülemez bir
biçimde iç içe geçmiş olduğu ve kodları doğru bir şekilde çözüldüğünde din,
ekonomi, siyaset, simgesel statü veya bu alanların karışımlarına ait
özelliklerin ortaya çıkarılmasına yardımcı olarak kültürel bütünlüğü
açıklayabileceği için sanatı önemli bulur (Malinowski 1922, Clifford 1973).
27
Kültürün bir parçası olarak kabul edilen sanat
Eğitimsiz halkın gözünde sanat ve kültür
neredeyse eş anlamlıdır. Antropologlar ise kültüre sanattan daha kapsamlı bir
şekilde yaklaşır. Kültürü, dini inançlar, etik değerler ve dil, estetik ve
sanat gibi sembol sistemleri dahil olmak üzere, fikirleri ve düşünce
biçimlerini yapılandıran bir sembolik anlamlar veya düşünce yapıları bütünü
olarak görürler. Kültürün böyle yanları insan topluluklarının yaşadığı her
yerde bir şekilde bulunduğundan, bunlar “kültürel evrenseller” olarak kabul
edilir. (Herskovits 1948).
(Dipnot 13) Şu ana kadar hakkında çalışma
yapılmış tüm toplumlarda sanatın evrensel yaygınlığının onaylanmış olması,
elbette sanatın neden var olduğunu
veya belli başlı sanat biçimlerinin neden bazı gruplarda bulunup da
diğerlerinde bulunmadığını açıklamıyor. Bazı araştırmacılar sanatın insan
biyolojisinin gerekli bir özelliği olduğunu, türün evrimsel başarısında olumlu
bir etken olduğunu ve dolayısıyla insanlık için evrensel olduğunu iddia ediyor
(Dissanayake 1982). Diğerleri kültürün biyolojik adaptasyonla açıklanması
fikrini reddederek, bilişsel düşünce yapılarıyla, kültürel değerlerle ve
simgesel temsillerle geri döndürülemez bir biçimde iç içe geçmiş olduğu ve
kodları doğru bir şekilde çözüldüğünde din, ekonomi, siyaset, simgesel statü
veya bu alanların karışımlarına ait özelliklerin ortaya çıkarılmasına yardımcı
olarak kültürel bütünlüğü açıklayabileceği için sanatı önemli bulur (Malinowski
1922).
28
[Antropoloji ve Sosyoloji]
Antropologlar genellikle küçük, homojen akrabalık
bağlarına dayanan toplumlar üzerine sorular sorarken, sosyologlar dikkatlerini
farklı geleneklere, uğraşlara, sosyal statülere ve dünya görüşlerine sahip
insanlardan oluşan büyük, heterojen toplumlara yöneltirler.
29
Her biri başka bir kurumsal alana veya
altkültüre, toplumsal sınıfa veya statü gruplarına bağlı birçok “sanat
dünyasını” bir arada barındıran büyük karmaşık toplumların aksine, basit
toplumlarda, belki sadece “kutsal” ile “kutsal olmayan” dünyalar arasında bir
ayrım gözeten, ancak bir ya da birkaç sanat dünyası (Becker 1982) vardır.
[antropolojik yönt]
mikroskobik etnografik çalışmalar
Makrososyolojik veri analizi (Blau ve Hall 1988),
toplumsal tarih (Hauser 1951, 1982) ve görüşme temelli çalışmalar (Rosenberg ve
Fliegl 1965)
30
[yönt]
Etnografik yaklaşımlar
diyalojik biçimli söylem analizi
simge analizleri
yoğun betimleme
33
Van Gogh’un zamanından beri sanat eseri kavramına
toptan kafa tutan yaratıcıların eserlerine duyulan ilgiyle birlikte bu
eserlerin fiyatlarının da artması daha da ilginçtir. Bu sanatçıların bazıları
sadece birtakım kanonlara aykırı tarzlarda resim yapmakla kalmıyor, geleneksel
sanat eserleriyle bağdaştırılan araçlara hiç benzemeyen araçlar kullanıyorlar.
Bazıları yağlıboya ve tuvalden (veya ilgili malzemelerden) uzak duruyor, onun
yerine buluntuları, hazır nesneleri ve kullanılmaz haldeki nesneleri
dönüştürmeyi tercih ediyor. Satılabilir eserler yapmayı reddedebiliyor,
cisimler yerine peyzaj veya doğal mekânlarda çevresel sanat ya da çok kısa
ömürlü nesneler, bazen nesneler yerine kavramlar ya da geleneksel
enstrümanlarla çalınamayacak müzikler yaratmayı tercih edebiliyor, bireysel değil müşterek çalışıyorlar. Bu tarz etkinlikler, 1960’lı yılların
sonlarında ve 1970’li yıllarda ortaya çıkmaya başladı…
34
Sanatın anlamlarına yönelik yapılan ardı arkası
kesilmeyen saldırılar, en azından şimdilik, hemen hemen her şeyin bir sanat
eseri olduğu iddiasıyla öne sürülebilmesine imkân sağlamıştır (Bourdieu ve
Delsaut 1975).
36
Antropolojik evrenselliği düşünüldüğünde, sanatın
toplumlara göre değişiklik gösteren, ama genellikle din, toplumsal denetim ve
ticaretle bağlantılı birçok toplumsal işlevi olduğu açıktır. Modern toplumlarda
sanatın en belirgin özelliği, bitmeyen çeşitliliği ve sanat üzerinde aynı anda
var olan karşıt perspektiflerdir. Sanatı yüce veya önemsiz, vazgeçilebilir veya
hayati, tehlikesiz veya düzenleme gerektirecek ve hatta sansürlenebilecek kadar
tehlikeli bulmak mümkündür. En nadir olan ise, kendisi için varolan,
kendiliğinden ortaya çıkan bireysel yaratıcılık ifadesi, zamanı ve mekânı aşan
olarak kabul edilip, güzel sanatlar olarak anılandır.
37
… vaka çalışmaları, sosyologların yaratıcı
sürecin kendisi ile ilgilenmemekle kazandıkları şanın kanıtı olarak
düşünülebilir. Sosyologlar, belirli sanatçıları dikkate almak yerine,
“sanatçı”yı toplumsal bir tip olarak inşa etmeye eğilimliler.
38
Bu kitapta kendime koyduğum hedef, sosyologların
yaklaşımı ile sanat profesyonellerinin veya insanbilimleri alanında
çalışanların yaklaşımlarını örtüştürmenin yollarını önermektir.
2. Sosyologlar Sanatı Neden Göz Ardı Etti ve Bu Durum Neden
Değişmekte?
39
Sanatın bilinen tüm insan topluluklarında
yaygınlığı ve heryerdeliği, yerine getirdiği düşünülen çeşitli bireysel veya
toplumsal işlevlerle birlikte göz önüne alındığında, görece yakın bir zaman
kadar sosyologların … sanatı entelektüel düşüncelerinin merkezine almamış
olması tuhaf görünüyor. … neredeyse doğal kabul edilen bu gözle görülür
ihmalin…
Sosyologlar içinde çalıştıkları toplumun ve
ulus-devletin önemli bulduğu konular üzerinde çalışmaya meyillidir… Hepsi on
dokuzuncu yüzyıl ürünü olan diğer sosyal bilim disiplinleri gibi, sosyoloji de
bugün hâlâ oluşum aşamasında olan bir disiplin ve meslektir.
Van Gogh’un bir tablosu elli dört milyon dolara
el değiştirdiğinde, sanat ciddi bir işe dönüşmüş oluyor. Devlet artık sanatı
daha önceden görülmemiş bir derecede tanıyor, maddi olarak destekliyor ve
şereflendiriyor. Bunun sonucunda da sanatın biçim ve içeriğinde değişimler
yaşanıyor, “güzel sanatlar” ve “popüler sanat” gibi kategoriler arasındaki
sınırlar bulanıklaşıyor ve sadece örtüşen üç vakadan bahsetmek gerekirse,
kadınlar, “amatörler” veya azınlıklar tarafından yaratılanlar gibi önceden
dışlanan sanatlar artık çoğunluk tarafından kabul görüyor. İşte bu nedenlerden
ötürü sosyologlar sanatı eskiye kıyasla daha dostça karşılıyor.
43
Asıl endişe verici olan, [Tocqueville’in] halktan
insanların güzel sanatlar üretebileceğini veya sanattan anlayabileceğini hayal
edememiş olmasıdır.
Amerikan pratikliği…
45
… sosyolojinin Avrupalı kurucuları… Weber, Durkheim
ve Simmel…
Amerikalı sosyologlar akademik beyefendiler
olarak görülmez ve son derece uzmanlaşmış iyi teknisyenler olduklarına dair
basmakalıp bir bakışa maruz kalırlar.
46
… estetik Weber için dine veya dinin ahlakla
ilişkisine hem benzeyen, hem de din ile rekabet eden bir kültürel yapıydı.
(Dipnot 8) Din ile estetik yaratımın birlikte işlediğini kabul ederek, estetik
mantığının sanatı “giderek daha da bilinçli bir şekilde kavranan birbirinden
bağımsız değerlerin, kendi başlarına var olduğu bir kozmos”a dönüştürdüğünü
yazar. Dolayısıyla sanat, özellikle de rasyonelleşme düzeyinin çok yüksek
olduğu dönemlerde, doğrudan din ile rekabet etmeye başlar.
(Dipnot 10:) Simmel biçimci kurama büyük
katkılarda bulundu ve sosyolojiye de bir dereceye kadar bir bilim olarak baktı,
ancak sanat hakkındaki makalelerinin çoğu sosyal bilimden ziyade sanat kuramı,
eleştiri ve estetik dünyalarına aitti…
47
Çağdaş sanat sosyolojisi alanındaki yeniliklerin
çoğu Fransa’dan geldiği halde, bunlar süregelen bir gelenekten türememiştir.
Sosyolojinin bir akademik disiplin olarak kurulmasında en büyük paya sahip olan
Emile Durkheim’ın eserleri, şaşırtıcı bir biçimde doğrudan sanatla ilgilenen
çalışmalardan yoksundur.
Durkheimcıların faaliyetlerinde sanat kıyıda
köşede kalırken, sanat tarihçileri ve kuramcılarının çalışmalarında da tam
tersine sosyoloji merkezden uzak kaldı.
49
(Dipnot 13) Şu anda ise (sosyoloji) bütünlüklü
bir disiplinden ziyade bir dizi heterojen alt disiplinden oluşuyor. (Warshay
1975).
50
[“Her toplumsal evren gibi üniversite dünyası da,
üniversite dünyasının ve genelde toplumsal dünyanın hakikati hakkında bir
mücadele yeridir. Toplumsal dünya, bu dünyanın anlamı konusunda süregiden
mücadelelerin yeridir; ama üniversite dünyasının özelliği, kararlarının
günümüzde toplumsal olarak en güçlü kararlar arasında olmasıdır.” (Bourdieu, Düşünümsel, 55)]
[Michel Foucault büyük
bir yetkinlikle bu kurumların temel niteliklerini ve hangi fikirlerin
kurumlaşmasının ürünleri olduklarını belirleyebilmişti: disiplin toplumları
demişti adlarına. Tabii ki, Kantçı sayılabilecek bir perspektifi de işin içine
katarak, kurumların aynı zamanda birtakım teknik
analojilerin realizasyonu yoluyla yalnızca çoğalmakla ve yaygınlaşmakla
kalmayıp, birbirlerini koşulladıklarını,
taklit ettiklerini, dürttüklerini, güçlendiklerini de kaydederek. (Ulus Baker, Siyasal Alanın Oluşumu
Üzerine, 106-108)]
Magali Sarfatti-Larson’un analizine göre, meslek
inşası genelde kendini bir üst kademeye geçirme sürecinde olan bir uğraştan
oluşur. İtibar ve özerklik kazanabilmek için, genelde katılımcılar bir yandan
meşruiyet arayan diğer gruplarla rekabet ederken, diğer yandan da kendilerini
belirli yollardan, toplumun onlara tanıdığı yapısal fırsatlar dahilinde düzene
sokmak zorundadır (Sarfatti-Larson 1977). Sarfatti-Larson’un analizinin
gösterdiği üzere, rekabet anlamsız bir oyun değildir. Bir üst kademeye geçmek
daha çok iş ve kariyer imkânı sağlamakla kalmaz, aynı zamanda yeni üyelerin
katılımı üzerinde kontrol sahibi olmalarına yarar; böylece hem sahanın aşırı
kalabalıklaşmasının önüne geçmiş olurlar, hem de fiyat belirlemek gibi bazı
maddi avantajların kontrolünü ellerine geçirirler. Eğer bir uğraş daha önce
marjinal sahalarla işbirliğinde bulunmuşsa, üst kademeye geçmesi durumunda
kendini hemen onlardan ayırmanın yollarını arar. Doktorlar berber-hekimlerle,
diş hekimleri de gezici karnavalların diş çekicileriyle aralarına mesafe koyar.
Sosyologlar da benzer bir mantıkla bazı eski dostlarıyla arasına bir çizgi
çekti. Sosyal reform hareketleriyle, yardım evleri faaliyetlerini yürüten Jane
Adams gibi kadınlarla bağlantısını güçlendirmek ve sosyal hizmetler mesleğiyle
bir ittifak kurmak yerine, sosyal hizmetlerin kadınsı görünümlü uygulamalı bir
meslek (bir yarı-meslek) olmasına katkıda bulundular ve sosyoloji de ağırlıkla
erkeklere has, akademik bir disiplin haline geldi.
51
Bazı pratisyen hekimler gibi sosyologlar da
çalışmalarını yüksek eğitimle yarattı ve çalışmaların gidişatını da bu yöntemle
denetledi; önceden birlikte çalıştığı gelenekleri ve rakipleri reddetti.
Bilimsel modeli seçen doktorlar homeopatiyi, bitkisel tedaviyi ve ebeleri
reddederken, sosyologlar üyelerini hem filozofların, antropologların ve
psikologların, hem de papazların ve kadın sosyal hizmet görevlilerinkinden ayrı
bir araştırma topluluğunda birleştirecek bir bilimsel model seçti. Bu durum
daha çok üniversite eğitimine dahil olan sosyologlar için geçerliydi.
… akademik bir itibar kazanma çabaları…
Aranan veri türleri, yöntemler, analiz tarzları
ve kuramsal yönelimler, bilimsel bir yönelim peşinde olduklarını açıkça ortaya
koyuyordu ve böylece İkinci Dünya Savaşı sonunda bilimsellik disiplinin ana
odak noktası haline geldi (Bulmer, 1984). Bilimin yasakoyucu bakışına uygun
olmadığından, tarih gibi konular dışlanmıştı.
[yönt]
etnografik veya nitel-betimsel çalışma …
istatistiki çalışmalar
52
[Birleşik Devletler’de] Sovyetler Birliği’nden
bilimsel açıdan geri kalma korkusuyla, federal hükümet bilimsel sahalara daha
önce hiç görülmemiş büyüklükte ödenekler ayırıyor … bazı uzmanlık alanlarının
diğerlerine kıyasla daha pazarlanabilir olduğunu [düşündüğü sosyal bilimler de
bu bütçeden nasibini almış]. Bu süreç içinde bilimsel veya pozitivist
sosyolojinin yayılmasına elverişli bir birlik duygusu yarattılar ve
araştırmalarını bilime ödenek ayıranlara çekici gelecek doğrultulara
yönelttiler.
53
[Sosyolojide fazla bilimsel ve dolayısıyla
pozitivist eğilimlerin arttığı II. Dünya Savaşı sonrası:] Değer yargılarından
arınmış ampirik bir temele dayanan bilim kültürü, ele alınan konuların farklı
yönlerini ölçmek için eldeki bilimsel teknolojik olanakların sonuna kadar
kullanılması taraftarıydı. Sosyologlar laboratuar önlükleri giyerek, Hollerith
veya McBee delikli kartlarını, yani o dönemin en gelişmiş veri toplama ve
analiz etme teknolojisinin sembollerini, görünür bir şekilde ceplerine koyarak
samimiyetlerini kanıtlıyordu.
Bilimcilik veya pozitivizm farklı karakteristik
özellikler içerse de (örneğin bazen biçimci, bazen de işlevci bir çerçeveye
dayansalar da), zamanla nicel veri toplamaya güvenmek ve analiz modelini
pozitif bilimlerin geleneksel yöntemsel yaklaşımlarına dayandırarak oluşturmak
anlamına gelmeye başlamıştı.
(Dipnot 53:) (Değer yargılarından arınmış
yaklaşım) 1960’lı yılların sonlarında bu görüşlerine karşı çıkılmaya başlandı,
zira radikal eleştiriye göre bu duruş sosyologların kendi varsayımlarını
(toplumsal yapının doğasını sabit ve doğal kabul etmek, bazı güçlü grupları
daha az güçlü olanların aleyhine destekleyen örüntüler gibi) incelemeden
analizlerine dahil etmelerine olanak tanıyordu.
“Bilimsel” kelimesinin görece daha (54) kısıtlı
ve giderek de çağdışı kalan bir anlamını kabul ederek, sosyologlar değerlendirme
gerektiren kavramsallaştırmaları dışladılar. Bu dışlamadan sadece sanat değil,
kültürün bazı yönleri de nasibini aldı. Tekniklerine uyan konular seçtiler ve
pozitivist gelenekle yönlendirilebilecek birimlere dönüştürülmeye uygun
olmadıkları sürece din, simgeler, dil ve kültürün diğer yanlarıyla pek
ilgilenmediler. Kültürel konuları genel olarak antropologlara ve edebiyat
uzmanlarına veya Avrupalı göçmenler ile kadınlar gibi uçlarda duran
araştırmacılara bıraktılar. Sonuç olarak sosyoloji 1960’lı yılların sonuna
kadar insan topluluğunu anlamak için gerekli gibi görünen yaklaşımlara,
özellikle de her türlü sanatsal davranışa karşı önyargılı olan bir disiplin
olarak algılandı.
[(Baumgarten, 'aşağı
yetiler', analogon rationis) (l) şeyler arasında özdeş olanı (aşağı)
bilme yetisi; (2) şeyler arasında farklı olanı (aşağı) bilme yetisi; (3)
duyusal hafıza; (4) poetik yeti (facultas figendi) (5) değerlendirme
yetisi (facultas di judicandi, evaluative faculty), (6) benzer durumlar
beklentisi; (7) duyusal imleme yetisi (facultas characteristica sensitiva),
(Hünler, 75)]
59
Diğer disiplinlerle ilişki kurmak, sanat
sosyolojisinin kalbinde yatar. Bu gerçeği sadece sosyologlar değil, yaratım
sürecini çerçeveleyen toplumsal kısıtlamaların gittikçe daha çok farkına varan
insan bilimleri araştırmacıları ve
yaratıcı sanatçılar da kabul ediyor. Analiz ve araştırmalarını sadece
sanat erbaplığına ve geleneksel yaratıcılık kavrayışlarına hapsetmek yerine,
birçokları artık sosyolojik bir bakış açısını ediniyor.
3. Sanat Nesnesinin Sosyolojik Okuması
61
Hem sosyologlar hem de estetikçiler, en azından
dışa dönük analizi uygulamak suretiyle toplumun farklı yönlerine dikkat çekerek
sanat üzerine yeni bir ışık tutuyorlar. Buna rağmen, insan bilimleriyle
bilimsel alanları tek bir çalışmada buluşturmak, geçmişteki kadar tartışma
yaratmasa da, sıra dışı olmaya devam ediyor.
62
[Sanat tarihi]
… “yeni” sanat tarihçilerinden biri olan Svetlana
Alpers’in ileri sürdüğü üzere, geleneksel sanat tarihinin ele aldığı konular
fazlasıyla kısıtlı hale geldi. Geleneksel sanat tarihi tek yaratıcının eşsiz
bir role sahip olduğunu varsaymış, her bir eserin eşsizliğine odaklanmış ve
resim geleneğini her zaman merkezde kabul etmiştir. İşbirliğine dayanan
eserleri, atölye çalışmalarını, çoğaltmaları [multiples] ve seri resimleri bir kenara bıraktığı gibi, yağlıboya
dışındaki araçlarla da ciddi bir biçimde ilgilenmemiştir (Alpers 1977, 1-3).
63
(Dipnot 2) … 1985 yılında gerçekleşen ve tamamen
sanat sosyolojisine adanmış Fransız sosyoloji toplantıları…
70
... sanat eleştirmenlerinin aksine, sosyolojik
bir çözümleme öncelikle toplumsal süreçleri ele alır ve sanatın kalitesi
konusuna daha sonra geçer ya da hiç geçmez.
(Avangardın dönüşümü) minimalizm kendisinden
başka bir şeyi temsil eden sanat nesnesini resmen terk etti.
71
Fransız akademik sisteminin çöküşü ve modern
tüccar pazarının yükselişe geçişini inceleyen Harrison ve Cynthia White,
sanatsal büyüme karşısında çöken akademik yapıları analiz ediyor.
73
(Toplumun yansıması olarak müzik: benzerlik
arayışı)
Sanatın içinden çıktığı toplumu yansıttığı fikri,
toplumlarda kültürün çeşitli yönleri arasında benzerlikler olduğuna dair o eski
varsayıma dayanır. Bu varsayımdan toplumların ve medeniyetlerin özleri
itibariyle homojen bütünler oldukları anlamı çıkar. Kendilerini toplumsal yapı
ile sanat tarzları arasındaki bağlantıları bulmaya adayan birçok araştırmacının
yaptığı çalışmalar, öyle ya da böyle stereotipleştirmeye uygun olduğu için,
kültürün bir bütün olarak kavranabileceği düşüncesine dayanır. (Dipnot: Stereotipleştirme
[genelleme, damgalama, tektipleştirme] elbette
eski bir gelenektir, ancak modern tezahürlerin entelektüel kökenleri (ulusal
karakterli kuramlarda görüldüğü gibi) sanatta romantizmin, siyasi alanda da
ulusalcılık hareketinin bir bireşiminde yatıyor gibi görünmektedir. ... kültür
hakkındaki fikirlerini ırk, an ve çevreden oluşan üç bağlamsal değişken altında
toplayan Fransız tarihçi Taine... Bu üsluptaki tüm analizler, sanatın ırkın bir
yansıması olduğunu varsayan on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıl yazılarından
daha incelikli değildir.)
76
(Dipnot: Geleneksel bir toplumun veya toplumsal
geleneklerin uzun bir geçmişe sahip olduğunu ve neredeyse değişmediklerini
varsaymak, toplumsal değişimin meydana geliş şeklini anlamayı zorlaştırır.
Başka bir bağlamda Jean-Claude Passeron'un belirttiği gibi, "kayıp hafıza"
görüngüsü, var olanın sanki hep varmış gibi görünmesini sağlar.
"Etnologlar 'tarihi olmayan toplumlar'ın aslında bir tarihe sahip olduğunu
gösterdi ve bu durumda gözlerimizi dört açmalıyız". ayrıca şu uyarıda
bulunur: "'Kayıp hafıza' genellikle yeniliklerin meşrulaştırılmasına
hizmet eden bir hafıza kaybıdır" (Passeron 1986).
77
(Alan Lomax) ... vakalarına ait toplumsal
yapıların genel özellikleriyle ilgilendiğinden, müzik dünyalarının (Becker
1982) toplumsal yapısını göz ardı ediyor. Müzik dünyaları olmadan Lomax'ın ima
ettiği üslup istikrarı da mümkün olmaz. temel almak üzere gelişmiş bir Batılı
icra tarzını model olarak kabul ederken de, otoriter olmayan ancak işbirliğine
dayanan diğer müzikal topluluk biçimlerini göz ardı ediyor.
78
Toplumsal eleştiri olarak müzik sosyolojisi
… Farnkfurt Okulu araştırmacıları yaklaşımlarını
esas olarak bilimsel kabul ediyordu. Horkheimer ve Adorno’nun yazdığı üzere, amaçları “toplumun bilinçdışı tarihyazımının
kayıt edildiği bir araç olarak sanatı deşifre etmek” idi ve “içsel estetik
ve toplumsal anların birbirleriyle ilişkili olarak ve etkileşim halinde [nasıl]
geliştiğini” çözümleyen incelikli analizi göreve çağırıyorlardı.
79
Adorno sosyolojik prosedürün kanıtları
değerlendirmeye ilişkin kurallarını yerine getirmekte isteksiz olduğu için ve
estetik yargı bakımından seçkinci olduğu gerekçesiyle sert bir şekilde
eleştirilmişti. Aslına bakarsak sosyolgların mesleki olarak kendi zevklerini
ifade etme hakkı olup olmadığı meselesi halen tartışmalı bir konudur. Değerlere
ilişkin bakış açılarının ifade edilmesine karşı olanlar, iddialarını,
sosyologların yargılarını mesleklerinin dışında tutması gerektiğini öne süren
Weber'in değer yargılarından arınmışlık kıstasına dayandırırlar.
80
(Adorno) Diğer 'kitle toplumu' eleştirmenleriyle
hemfikir olup, homojen kitle kültürü veya seri imalat ürünleri olarak gördüğü
süprüntüler arasında bir ayrım yapmayı reddederek, muhtemelen modern toplumun
çeşitliliğini kavramasını sağlayacak sayısız şans açırdı. (Dipnot 11: Seçkinci
peşin hükümleri "Otoriter Kişilik Üstüne" (1950) adlı çalışmasındaki
hatalarının da temelini oluşturur).
81
(Dipnot 12: ... Bourdieu'nün analizinde esas olan
düşünümsellik Adorno'da hiç yoktur.)
82
(Dipnot 14: Adorno popüler müziğin doğasını
çözümlerken bireysel alımlamanın veya beğeni düzeyinin ötesine geçer; bireysel
kategorileri veya küçük grup ategorilerini terk edip, makro-sosyolojik bir
düzeyde kitle toplumu analizi yapar.
4. Toplumsal Süreç Olarak Sanat Nesnesi
86
"İşbölümü ürünün kendisini işi yapanların
bütün bireysel veçhelerinden ayırır. ... İşte bu nedenledir ki sanat eseri
kıyaslanmaz ölçüde önemli bir kültürel değerdir, çünkü herhangi bir işbölümüne
açık değildir, yani burada... yaratılmış ürün yaratıcının bireyselleğini gayet
derinden muhafaza eder." Georg Simmel, The Conflict in Modern Culture and
Other Essays (1968)
(sanat eseri tanımının ele alınması... iki
açı...) birinci tarzda çalışan sosyologlar, sanatın varlığını verili kabul
etmek yerine, bir eserin nasıl olup da sanat olarak tanımlandığını açıklamaya
girişir. ... ikinci yöndeki sosyologlar ise, toplumsal yapının ve sürecin
çeşitli yönlerini ortaya çıkarmak amacıyla mevcut gösterge kaynaklarını
kullanarak, sanatı her şeyden önce yapıbozumuna uğratılacak nesneler olarak ele
alır. Sanat nesnelerinin gösterge kaynağı olduğu durumlarda, onlara genellikle
diğer toplumsal göstergelerden faaarklı davranılmaz.
87
Sanat eserlerini bireysel yaratılardan ziyade
kolektif çaılşma ürünleri olarak gören ilk analiz türü, Howard S. Becker'in
yaklaşamıyla yakından ilişkilidir. (Becker sanatı, ... bir toplumsal inşa
olarak ele alır) Sanatı oluşturan öğelerin görece keyfi bir biçimde
tanımlandığını ve bu tanımının bir eserin bünyesindeki estetik niteliklerinden
çok, toplumsal mutabakata bağlı olduğunu ileri sürer. Bu yaklaşımın
içerimlerinden biri de bireysel sanatçının biricik ve dˆahi olduğu fikrini
tartışmaya açmasıdır.
Sanatı başka bir şeyin göstergesi olarak kullanan
diğer araştırmacılar, sanat eserini toplumsal, tarihsel, siyasal veya topluma
dair diğer süreçlerin göze çarpmayan ölçütleri olarak veya geniş çaplı kültürel
anlamları kavramanın bir yolu olarak ele alabilir. Düşüncelerinin merkezinde
sanat eserinin kandisi değil, bu toplumsal süreçler ve kültürel anlamlar
vardır. ... (birinci açıdan bakan araştırmacılar) Becker gibi sanat eseri
sınırlarının sürekli olarak yeniden tanımlanmaya tabi olduğunu varsayabilirler.
88
... Simmel sanat eserinden işbölümünün erişemediği
bir bütünlük olarak bahseder. ... Becker gibi sosyolojik analizciler ise
aksine, bu bütünlüğün, estetikçilerin zihninde var olsa dahi, sanat eserinin
kendisinde bulunmadığına işaret eder.
89
Walter Benjamin'in kahince içgörüsü, eserlerin
tıpkısının üretilmesine yönelik teknolojik gelişmelerin, geçmişteki sanat
tanımlarını tehlikeye soktuğunu ve eser ile yaratıcının eşsizliği meselesinin
yeniden tanımlanmasına yol açtığını ileri sürer. Bu fikirler sanat tanımının ve
sanatsal değerlerin toplumsal olarak inşa edilmiş olduğunu ortaya çıkarır;
madalyonun diğer yüzü ise, eşsiz eserlerin dahi bir biçimde değiştirilebileceği
veya toplumsal olarak yeniden inşa edilebileceğini görmektir.
teamül: yapılageliş, öteden beri olagelen
90
... orjinallik ve eşsizlik farklı sanat biçimleri
için aynı anlama gelmez. Plastik veya görsel sanatların, edebi sanatlar veya
performans sanatlarının içerdiği eşsizlik farklı türdendir (kısmen bitmişlik,
sahneye konmaları ya da yayımlanmaları gerekirliği...).
Bu örnekler, sanatsal tanımların modern
teknolojik gelişmeler yüzünden yenilenmesi gerektiği izlenimini yaratsa da,
benim niyetin böylesi bir yorum yapmak değil. Bu yorum yanlış bir şekilde,
teknolojiler icat edilmeden veya yayılmadan önce, sadece orijinal ve eşsiz eserlerin
yapıldığını ve sanat olarak geçerli sayıldığını ima eder. Halbuki orjinallik
bir eserin kişisel koleksiyonlara veya müzelere alınması için her zaman aranan
bir önkoşul değildi. Orijinallik hakimiyeti ele geçirmeden önce ve
geçirdiğinden beri önemli olan başka kriterler de vardır. Örneğin geçmişte,
sanat eseri yapımında kullanılan malzemelerin değeri daha önemliydi.
91
fenotip Ekolojik
koşulların etkisi altında meydana gelen ve sadece dış görünüm bakımından
değişmiş bulunan türler, soyserim
93
Çoğaltma eserler, yeniden üretimler, kopyalar: sanatsal değer
pazarlığı
Heykelcilikte, birçok sanatçı maket yaptığından,
bunlar da daha sonra dökümhanelerde istenilen boyutta üretildiğinden veya taş
ustaları tarafından oyulduğundan, sanatçı dokunuşu konusu özellikle
problemlidir. Son zamanlarda, (genellikle büyük minimalist) eserlerin
çelikhanelerde yapılması için sadece talimatlar yazan bazı modern
heykeltıraşlar, on dokuzuncu yüzyılda doğal kabul edilen bu heykelcilik
uygulamalarını en uç noktalara taşıdı. Bu gibi vakalarda, tel sanatçının hem
fikri bulduğu hem de eserin yapımını idare ettiği veya en azından son
dokunuşları yaptığı ve elbette esere imzasını attığı varsayılır. Ancak
başkaları sanatçı öldükten sonra onun eserlerini yaratmaya ya da yeniden üretmeye
başladığı zaman, işin rengi değişir. Biçimi heykeltıraşlar yaratmış olsa da,
öldükten sonra eserlerin dökümlerini denetlemeleri mümkün değildir. (Dipnot 4)
Bu mesele Rodin’in ölümünden yaklaşık yarım yüzyıl sonra tamamlanan Cehennem Kapısı adlı eserini değerlendiren
eleştirmenler tarafından ortaya atılmıştı. Çok daha yakın bir zamanda İngiliz
heykeltıraş Henry Moore hakkında kitapları gözden geçiren Anthony Barnett,
özellikle de hayatının son yılların çok küçük boyuttaki maketlerini devasa
eserlere dönüştürme işini sayıları kırkı bulan asistanlarına bırakan Moore’un
çalışmalarına yönelik ciddi soru işaretleri yaratıyor.
95
Genellikle şairler, romancılar, ressamlar ve
heykeltıraşların eserlerini yaratırken yalnız olduğu varsayılır, ancak bazı
vakalar, işbirliğine görünürden daha fazla dayanan bir faaliyetin, aşırı
derecede basitleştirildiğine işaret ederek kuşku uyandırır. En azından
romancılarda gördüğümüz üzere, Thomas Wolfe örneğinde olduğu gibi, bir editör
roman yaratımında büyük bir rol oynayabilir. Dahası birçok yağlı boya tablo,
“ismi” olan sanatçı denetiminde, çıraklar ve asistanlardan oluşan takımlar
tarafından yapılmıştır.
104
oeuvre d’art usta işi, sanat eseri
E pluribus unum mu, Ex uno plures mi?
(Dipnot 14) Birleşik devletlerin armasında bulunan
ve farklı kökenlere sahip vatandaşlarının, farklı eyaletlerinin birliğini
vurgulayan ilk deyiş, “tek bir şeyden çıkan birçok şey” anlamına gelirken (out of many, one), ikincisi, “tek bir
şeyden çıkan birçok şey” (out of one,
many) anlamına gelir.
[Robin Wagner-Pacifici ve Barry Schwartz’ın,
Washington’daki Vietnam Gazileri Anıtı hakkında yaptığı çalışma… Maya Lin’in
yarışmayı kazanan tasarımı protesto edilmiş ve yarışmanın tek figüratif
heykeltıraşı Frederick Hart’ın figürleri birinci gelen tasarıma uygun şekilde
tekrar gözden geçirilip dahil edilmesi karar verilmiş]
Belli bir sanat eserine odaklansalar da,
yaptıkları yeniden okuma çalışmasının merkezinde, eseri bir sanat olarak ele
alıp analiz etmek değil, eserin estetik yanlarının, ne kadar tartışmalı olursa
olsun, eserin bir sivil anıt olarak sahip olduğu siyasi işlevden
ayrılamayacağını göstermek vardır.
105
Olayın arka planı hakkında bilgi vermek
gerekirse, istenmeyen bir savaş adına bir anıt yapılması fikrinin hükümete
değil, bu savaşa katılmış bir grup gaziye ait olduğunu belirtmeliyiz.
106
Savaşın tartışmalı doğası düşünüldüğünde,
öncelikle neden böyle bir anıtın dikilmesine karar verildiğini soruyorlar.
Normalde bir anıt şanlı bir olayın hatırası görevini görür, ancak bu vakada
çocukları, eşleri, arkadaşları ve sevgilileri ölenler dışında, hatırayı
yaşatmak isteyen pek kimse yoktur.
108
[Bir röportajda Hart…:] Kendi tarzını “hümanist”
olarak savunurken, Lin’in soyutlamasını “nihilist”, “dünyadan kopuk” buluyor;
Lin’in seçkinci sanatı karşısında kendi sanatını “eyleme geçmiş demokrasi”
olarak adlandırıp popülist olduğunu söylüyor ve Lin’in sanatını “hayatı
küçümseyici” olarak nitelerken, kendi sanatının on dokuz yaşında ölüp giden
gençlerin trajedisini yansıttığını söylüyor.
109
Nihayetinde minimalist soyutlamanın görünenden
öte bir içeriği yoktur. Ancak geçtiğimiz yüzyılı kapsayan siyasi ve estetik
hareketlerin tarihi, istisnalar bulunsa da, liberalizm ile soyut sanatın, muhafazakârlıkla
da figüratif gerçekçiliğin uzun süre
birlikte anıldığını gösteriyor. Sanat ve siyaset iddia edildiği gibi düzenli
bir ilişkiye sahip olmasa da, bütüne bakıldığında, romantizm, gerçekçilik,
doğalcılık, izlenimcilik ve kübizm dahil bazı “avangart” sanat biçimlerinin
(kendi tarihsel bağlamlarında) genellikle liberal veya sol eğilimli
hareketlerle veya siyasi yönelimlerle ilişkilendirildiği görülür.
111
Vietnam anıtını oluşturan eserler estetik açıdan
tartışılmış olsa da, anıt şu anda bir sanat eserinden çok, ... bir mezar taşı
veya dikilitaş görevi görüyor.
5. Sanatçı Doğulur mu, Sanatçı Olunur mu?
113
"Ben kurallara inanmam… Sanatçılara
inanırım. Eğer Michelangelo kibrit çöpleriyle çalışsaydı, hepimiz kibrit
çöplerinin şahane olduğunu düşünürdük." Kirk Varnedoe (Bu sözleri
söylediği dönemde Modern Sanat Müzesi’nin resim ve heykel bölümünün yardımcı
küratörü, şimdi de aynı bölümün direktörü… (Varnedoe) bu açıklamasıyla işi
sanatçı toplamak veya bazı sanatçıların koleksiyoncularını toplamak olan “müze
adamı”nın defosunu ortaya çıkardığını söyleyebiliriz. Sanatçı olağanüstü olduğu
sürece, hangi aracı kullandığının fark edip etmeyeceğine yönelik kuşkusu, onun
pozisyonuna işaret eder.)
114
... sanat hakkındaki söylemlerin muğlaklığına
dair gösterdiklerime (kutsal dünyaya mı yoksa seküler dünyaya mı ait olduğu
tartışmaları) benzer bir durum sanatçı için de geçerlidir.
Becker sanatsal üretim süreçlerini sunarken,
yaratım ve alımlama arasında da pek bir fark gözetmez.
Howard Becker'in analizi rutin sanat işlerini ve
hatta meşhur sanatçıları rahatlıkla kapsayabilse de, sıra dışı sanatçıları
yeterli derecede açıklayamıyor.
117
(Sosyal psikoloji ve sosyoloji uzmanları) Sanatçı
anlayışları farklılık gösterse de “sanat” kavramının sorunsuz olduğunu kabul
ederler. Ancak …, sanatın bir toplumsal inşa olduğuna yönelik kanıtlar böylesi
bir varsayımı boşa çıkarır. Bu bölümün (5. bölüm) sonunda, sanatçı kavrayışı
nasıl olursa olsun (bireysel duygu uzmanı, virtüöz, kurumsal bir mikro dünyanın
oyuncusu veya geniş toplumsal yapının güçleri tarafından oradan oraya savrulan
yabancılaşmış bir piyon), sanatçının ancak bu toplumsal güçlerden doğduğu ve
onlarla etkileşim içinde olduğu göz önüne alındığında hakkıyla
anlaşılabileceğini ileri sürüyorum. Başka bir deyişle, sanat gibi sanatçının da
bir toplumsal-tarihsel inşa olduğunu söylüyorum.
118
Sanatçının performansa dayalı işlerle veya
kavramsal sanatla uğraşması ... daha az görülen durumlardandır. ... Geleneksel
örneklerde sanatçının performanstan bağımsız ve kontrol sahibi olması beklenir;
geleneksel olmayan durumlarda ise sanat ve hayat kasten kaynaştırılmış, aradaki sınır geçilmiş ve sanatçı ile eser bir
olmuştur.
119
Romantik kanonda sanatçı veya yaratıcı mitik bir
düzeye çıkarılırken, tam tersi bir bakış açısında kolektif bir sürecin sıradan
bir katılımcısına indirgenir. Bu düşünce neredeyse tamamen edebiyat
eleştirmenleri ve "yazarın ölümü" kuramcıları tarafından
geliştirilmiştir. Mikhail Bakhtin (1940, 1968) ve Roland Barthes (1977) sanatçıyı
veya yazarı toptan tasfiye etmeye çok yaklaşmıştı. ... Aslında Bourdieu'nün
yorumunda kısmen belirtildiği üzere, billurlaşmış bir nihai ürünle
kıyaslanabilecek tamamlanmış bir eser olmadığı gibi, tek bir sanatçı da yoktur (1986).
120
Sanatçı imgelerindeki ortak noktalar ve farklılıklar
… estetikçilerin gözünde sanatçı doğuştan gelen
eşsiz bir yeteneğe sahiptir ve temelde rutin
hayatın dışındadır. (Estetikçiler için) … iyi sanatçılar araçsal olarak
kullanışlı olmayan, ancak ruhani bir dünyaya ait, dine dair gizemler kadar
tanımlanması zor şeyler yaparlar.
121
(Dipnot 10) Howard Becker’ı takiben, sanat
uzmanları, sanat tarihçileri ve filozofları gibi diğer sanat dünyası aktör ve
faillerinden bahsederken “estetikçi” terimini kullanıyorum.
122
(Dipnot 11) Norbert Elias ... sosyolojik
kuramların çapını sadece 'toplum' ile sınırlı tutarak kısıtlamamları için
sosyologları uyarır, zira böyle yapıldığında, "toplum hakkındaki fikirler
mikroskop altına yatırılıp, eleştirel bir biçimde incelenip, mevcut diğer bilgilerle
birlikte düşünülmeye çalışılırken, bireye yönelik fikirler için aynı süreçler
yürütülmez. Bu ikisinin birbirinden ayrı düşünülemeyeceğini söylemeye sanırım
gerek yok." (1970) ... On dokuzuncu yüzyılın sonlarında Fransa'daki
üniversite dünyasının bağlamı dikkate alınırsa, Durkheim kökleri Comte'a
dayanan sosyolojik revizyonunu sağlam bir yere oturtmayı amaçlıyordu; rakipleri
ise kendilerini "psikolog" olarak tanımlayan Le Play ve Trade gibi,
bazıları ondan daha yerleşik akademisyenler ve fikir adamlarıydı.
Psikolojik perspektifler
Psikanalitik gelenek
124
Psikanalizin temel varsayımına göre, bireysel
yaratıcılığı kökeni libidinal arzuların bastırılmasından doğan çatışmadır.
Freud'dan sonra sanatçının esri ile psişik hayatı (özellikle de çocukluğu) arasında
bir bağlantı kurulmaya çalışılmıştır. Genelde tüm çocuklar çocukça hayaller
kurma kabiliyetine sahipken çoğu bunu bastırır; nevrotikler bunları kontrol
edemez; ancak en nadir tür olan yaratıcı bireyler, hayallerini yüceltmeye veya
yaratıcı kanallara yönlendirerek psişik dengelerini korumak için kullanabilir
(Freud 1947). Bazı psikanalitik düşünürler, sanatçıyı "biliminsanı,
sanatçı, doktor ve papazın tek bir bedende toplanmış hali olan şamana"
benzetirler. Sanatçılar, şamanlar gibi kendilerinin ve diğerlerinin
bilinçaltlarıyla daha yakın ilişkiler içindedir. Bu kapasitelerini güçleri
kontrol etme ve dönüştürme disiplinleriyle birleştirip, onları oyun biçimindeki ifadelere çevirirler
(Endleman 1967).
125
... psişik sürecin evrenselliği varsayımı nedeniyle
psikanalizin, sanatçının bir birey olarak tikelliğini göz ardı ettiği açıktır.
Dahası, sanatçının bir birey olarak içinde yaşadığı sosyal dünyayı önemsiz bir
konuma indirgerler ve bu duru sanat tarzları arasındaki büyük farklılıkları,
göstergelere yüklenen değişik anlamları ve kurumsal yapılara her geçen gün daha
da dayanan davranışları açıklamak için hiç de yardımcı olmaz.
Sosyal Psikoloji yaklaşımları
Sosyal psikologlar dikkatlerini yaşayanlara,
görüşülmesi ve test uygulanabilmesi mümkün olanlara verir ve genel olarak bilişsel
nitelikler veya kişisel özellikler bulmaya çalışırlar. Çalışmalarında
yaratıcılık testleri, görüşmeler, fikir anketleri v gözlem gibi veri toplama
yöntemleri kullanırlar.
126
Bilişsel Psikoloji
Howard Gardner çocuklarda evrensel olarak
bulunduğu düşünülen yeteneğin farkındadır, ancak yeteneğin neden (çoğu zaman)
yaş ile birlikte azaldığını veya zamanla bir sanat biçimi üzerinde
yoğunlaştığını açıklarken dışsal faktörlere daha önemli bir rol biçer.
127
Gardner gibi bilişsel psikoloji yönelimli sosyal
psikologlar sanatı problem çözme olarak görmeye yatkındır, ancak bu pek doğru
değildir. ... yaratıcılık çalışmaları, sadece problem çözmeyi değil, problem
bulmayı da vurgular.
(Dipnot 14) "psikolojik testler sonucunda
sanatçının ayrı bir kişilik türü olduğuna yönelik bir delil bulunmamıştır.)
128
eşik bekçileri
Çalışmalarını (Getzels ve Csikszentmihalyi’nin
yürüttüğü yaratıcılık çalışmaları, 1976) yaklaşık yirmi yıl sonra aynı
kişilerle yenileyerek, yetenek veya kişilikle ilgili olmayan özelliklerin
öneminin onaylamışlar. Zira en yetenekli sanat öğrencilerinin her zaman
başarıyı yakalayamadığı ortaya çıkmış (Dipnot 15, … sanatçılar gençlik
döneminde kimlik sorunlarını çözmekle uğraşırken, orta yaşa doğru ilerledikçe
üretkenlik kriziyle karşılaşıyor - Erikson). Hatta artık orta yaşlı olan eski
başarılı öğrencilerin çok azının (yüzde 8’den biraz fazla) hayatını sanattan
kazandığını, kadınların hem sanatçılığa devam etme oranının erkeklerden daha az
olduğunu, hem de güzel sanatlar yerine daha çok uygulamalı sanatlarla
uğraştıklarını saptamışlar (1984). Çalışma konusu olan öğrencilerin yaklaşık
yarısı sanatla ilgili faaliyetlerle meşgul olsa da (öğretmenlik, grafik veya
endüstriyel tasarım), kadınların sanatı toptan bırakma eğilimi belirgin bir
şekilde daha fazla çıkmış. Sanatçılığa devam etmiş kadınlar erkeklere kıyasla
çok daha zorlu koşullarda yaşamış; genellikle erkeklerin kazandığı miktarın
yüzde 50 ila 85’i arasında kazanmışlar. Ne var ki ilk çalışmada ortaya koyulan
karakter özelliklerine bakıldığında, kadınların kişilikleri ve sahip oldukları
nitelikler, sanatçı stereotiplerine daha uygun düşüyordu.
130
Sosyolojik açıdan sanatçı
Chicago Okulu’nun şehir sosyolojisi geleneğinde,
sanat dünyaları bir şehri oluşturan semtler şeklinde ele alınır.
Bourdieu’ye göre devletin billurlaşmış
uzantılarından oluşan makro yapı, toplumsal tahakküm sistemi ve üyelerin
materyal veya sembolik değerlere erişimindeki eşitsizlik her yere sinmiş
durumdadır ve dolayısıyla bunlar sosyolojik analize sürekli dahil edilmelidir.
İş sanat ve sanatçılara geldiğinde, sanatsal yaratım üzerine yapılan bir
sosyolojik çalışmanın geçerli olabilmesi için, yaratıcıların üretimi ve
tüketimi içeren bir sahada rol alan aktörler olarak tasavvur edilmesi gerekir.
Bu konuda Bourdieu şöyle yazar: “Kültürel eserlerin sosyolojisinin nesnesi,
sanatçı ve sanatçılar arasındaki ilişkilerin (nesnel olanlar ile etkileşim
biçiminde gerçekleşenlerin) bütünü ve bunların ötesinde eserin ya da en azından
eserin toplumsal değerinin üretimine müdahil olmuş aktörlerin bütünü
(eleştirmenler, galeri yöneticileri, hamiler, vb.) olmalıdır… İnsanların
“yaratım” dediği şey, kültürel üretim işbölümünde (ve dahası ikinci bir
düzeyde) tahakküm işbölümünde olası ya da oluşmuş olan belli, bir konumun
(statünün) ve toplumsal olarak oluşmuş bulunan habitusun birleşmesidir”
(Bourdieu 1980). Bu ideolojik değerler üretimi çerçevesinden bakıldığında,
sanatçı da din benzeri paralel değer dünyalarında bulunan diğerleri gibi
estetik değerler üreten kişidir. Becker sanat dünyalarını müstakil, ayrık veya
en fazla birbirine pamuk ipliğiyle bağlı birimler halinde görürken,
Bourdieu’nün en karmaşık toplumlar üzerine yapılanlar dahil tüm çalışmalarında
antropolojik bir bütüncülük vardır.
132
… Fransız Akademisi gibi kurumlar veya baskıcı
siyasi rejimler uçlardaki sanata karşı önlemler alır, ancak yine de kısmen
başarılı olur. Baskıcı güçleri sayesinde bazı sanat biçimlerinin yaratılmasını
engellediklerini varsaymak âdetten olsa da, değişimi yasaklama konusundaki
başarısızlıkları hâlâ açıklanmayı bekliyor.
133
… estetikçi perspektiflerin giderek genişlemesi,
estetikçi akademisyenlerin sosyolojiden ders alarak kendini geliştirmesiyle
sınırlı tek yönlü bir süreç değildir; sosyologlar da estetik konusunda
kendilerini eğitiyor. Estetik fikirleri bilerek kullanmaları ve estetikçilerin
çalışmalarına sosyolojik kavrayışı aktarmaları, sanat hakkındaki toplumsal
çalışmaların önünü sıkça kaplayan buğudan kurtulmaya yardımcı olacaktır.
(Dipnot 7) “Sanatçının nihai amacı, herhangi bir
üretici gibi özerk olmaktır; hem bilginlerin ve aydınların önceden (a priori) dayattığı “programları”, hem
de sonradan (a posteriori) eserine ek
olarak dayatılan yorumları reddederek ürününe tamamen hâkim olmaktır.”
(Bourdieu 1979)
134
Bourdieu ve Becker’in analizleri sanat üretimi
süreçlerini aydınlatsa da, ikisi de bireyleri sanatçı olmaya iten veya başka
herhangi bir iş yerine sanatı seçmeye sevk eden süreçleri yeteri kadar iyi izah
etmiyor. Becker’in kolektif eyleme ve kurumsal sürece vurgu yapan “sanat
dünyaları” yaklaşımı, sanatçıları aşırı derecede pasif gösteriyor. Bourdieu’nün
yapısal analizi ise bireyi, başarılı olma şansını olabildiğince (anladığı ve
sonuçlarını görebildiği ölçüde) artırmaya çalışan bir kişi olarak tasvir
ediyor. Ancak sanatçı davranışlarının altında yatan dürtü ve bunun ifşa
edildiği süreç yeterince belirtilmemiş ve sanatçılar ile başka bir tür azimli
profesyonel arasında belirgin bir ayrım yapılmamış. Sanatçılar ve
entelektüellerin belli başlı ortak nitelikleri olsa da, bilişsel psikoloji
çalışmaları iki tarafın tamamen aynı olmadığını ortaya koyuyor (Gardner 1985).
(Dipnot 18) Bu bölüm boyunca (5. bölüm)
Bourdieu’nün “birey” kavrayışını, Durkheimcı anlamda, varlığında toplumu da
barındıran birey anlamında kullandım. Bourdieu bu fikri “habitus” kavramıyla
ifade eder.
6. Yapısal Destek, İzlerkitle ve Sanatın Toplumsal Kullanımları
141
Öncelikle kültürel desteğin, yaratımın, dağılımın
ve alılmamanın sadece birer ekonomik değişim süreci olmadığını, aynı zamanda
simgesel değiş tokuşu temsil ettiğini de göz önünde bulundurmak gerekir.
143
[yönt] … mikro analitik yaklaşımı temsil eden
etnografik ve etkileşimci vaka çalışmaları…
… sanatsal özgürlük ile otoriter siyasi
rejimlerin bir arada bulunamayacağı…
146
Akademiye, kiliseye veya akademik geleneklere
dayanan sanattan farklı kabul edilen bu sanat biçimleri (popüler kültür veya
kitle kültürü terimleriyle anılan çok gelişkin alan), ya belirli işlevlere
sahiptir (mağaza veya asansörlerde, reklamlarda, siyasi kampanyalarda arka plan
müziği olmak) ya da hafif eğlence için üretilmiştir (pop müzik, ticari
müzikaller ve hafif oyunlar, dedektif, bilim-kurgu, aşk romanları veya
filmleri, çizgi romanlar). Bu kategorideki eserlere genelde bir sanatçının
elinden çıkmış gözüyle bakılmaz, önemsiz addedilirler; iyi ile kötü arasındaki
farkı bilmeyen geniş bir kitle için sipariş üzerine yapıldıkları düşünülür. Bu
özellikleriyle genel geçer güzel sanatlar kavrayışından üç bakımdan ayrılırlar:
Popüler ticari sanat, karşılık beklemediğini iddia etmez; bu eserlerde romantik
dâhi yaratıcının, bireyin halesi yoktur; “mutlu azınlık” yerine çoğunluğu
çeker. Kastedilen şey, popüler ticari sanatlar ile güzel sanatlar arasında
nitel bir fark olduğudur. Ancak daha önce belirttiğim gibi, iş para kazanmaya
gelince güzel sanatlarla uğraşan sanatçılardan da kendi çıkarlarından tamamen
vazgeçmesi beklenmez. Ayrıca güzel sanatlarda bazen nasıl ortaklaşa
çalışılıyorsa, ticari sanat türlerinde de bazen tek bir yaratıcının sürece
vizyonuyla rehberlik ettiğini görürüz.
148
Akademik varsayımlar … Kantçı estetikten ileri
gelen kuramlardan türetilmiştir.
156
Modern Amerikan zevk kültürleri (Herbert Gans)
1. Yüksek zevk kültürü
Kullanıcı veya
yaratıcı odaklı; küçük bir izlerkitle; bir çok sanatçı ve eleştirmen; iyi
eğitimli; “klasik” sanat biçimleri, “zor” avangard biçimler, egzotik sanat
(“ilkel”), edebiyat ve mimari; popüler sanat biçimleri; Adorno’nun “uzman”
kategorisine benzer.
2.
Üst-orta zevk kültürü
Orta üst sınıf, iyi
eğitimli profesyoneller, idari; sanat profesyonelleri değiller; olay örgüsü ve
yıldızlar dışında biçimsel yönlerle ilgilenmeyen; eleştirmenleri ve kanaat
önderlerini takip eden; hızla büyüyen bir kategori.
3. Alt-orta zevk kültürü
Beyaz yakalı, yarı
profesyoneller; lise ve (artarak) kolej mezunu; macerasız, garanti beğeniler;
mümkün olduğunca az çatışma barındıran “saygıdeğer” eğlence.
4. Alt zevk kültürü
Nitelikli mavi
yakalı ve az nitelikli beyaz yakalı; düşük eğitim düzeyi; popüler TV, aksiyon
ve macera filmleri; görece düşük alım gücü; cinsiyetlere göre ayrılmış
seçenekler (erkekler için takvim güzelleri; kadınlar için renkli baskılar).
5. Yarı folk alt kültürü
Niteliksiz mavi
yakalılar ve hizmet işleri, ilköğretim mezunu, genellikle kırsal kesimden veya
kırsal kökenli, çoğunlukla beyaz olmayan; halk kültürü ile İkinci Dünya Savaşı
öncesinde yeşeren ticari alt kültürün karışımı.
157
Eğitimsiz ve izole grupların yüksek kültür
karşısında kaldığı zor durumu küçümsemek yerine, her grubun zevklerini aynı
oranda değerli ve geçerli kabul ederek, zevk analizini reformist bir proje
üzerine kuruyor (Gans). Bu durum elbette Gans’ın estetik tercihleri olmadığı
anlamına gelmiyor. Gans sadece eğitimle beslediği güzel sanatlar beğenisini,
daha az eğitim görmüş olanların beğenileriyle alay etmek için kullanmıyor.
Aksine, toplum eğer beğenilerin bir sorun olduğunu düşünüyorsa, “kötü
beğeniler”den kurtulma probleminin devlete ait olduğunu, zira yüksek kültüre
ulaşamayan yoksun kitlelere daha büyük fırsat eşitliği sağlamak adına, devletin
araçlar temin etmesi gerektiğini savunuyor.
Bu duruşunun da açıkça gösterdiği üzere Gans,
kültürü vatandaşlık, sosyal yardım ve eğitim düzeyinde bir hak olarak görüyor. Kamu dairelerinin, kültürel kurumlar ve canlı
veya elektronik medya kaynakları aracılığıyla, halka kültür sağlamakla yükümlü
olduğunu belirtiyor. Gans’ın varsayımına göre, devlet düşük statüdeki gruplara
daha iyi eğitim olanakları sağlarsa, onlar da ticari pop sanat biçimlerinden
daha zengin işleri arzu etmeye ve aramaya başlayacaktır.
158
Devlet vatandaşlarına daha karmaşık, derin veya
zengin kültürü kavraması için gerekli eğitimi vermediği sürece, vatandaşın
istediği sanat türüne, seçimlerini yargılamaksızın erişim sağlamak devletin
borcudur.
Adorno’nun bakış açısına göre, bazı grupların
uçlarda ve dar görüşlü olması, diğerlerinin ise ticarileşmiş popüler kültürle
birlikte anılıyor olması, iki tarafın da piyonu oldukları siyasi ve ekonomik
güçlerin kurbanı olduğunu ve özerk sanatı yaratmalarının veya takdir etmelerinin
mümkün olmadığını kanıtlıyordu.
159
Becker’in sanat dünyaları: üretim olarak tüketim
Becker “yalıtılmış bir nesne veya etkinlik olarak
sanat eserini değil, eserin yapıldığı ve onu deneyimleyenler veya tanıyanlar
aracılığıyla yeniden üretildiği tüm süreci” analiz nesnesi olarak kabul eder.
Bu nedenden ötürü izlerkitlenin sanat eserine yaptığı katkı özellikle önemlidir
(Becker 1982, 214). Ne var ki bu toplumsal etkileşim çerçevesinde üreten ve
alan taraflar fazlasıyla iç içe geçmiş durumdadır; Becker’in formülasyonunda
izlerkitle sanatçıdan ayrı düşünülmemiştir. Becker’in sanat yaratımını (veya
üretimini) dört tür “sanat dünyası” arasında paylaştırıyor olması ve bu
dünyaların her birini farklı bir işçi-sanatçı
tipi etrafında kurmuş olması da bu tezi destekler. … Becker’in izah ettiği
dünyalar [130 Her bir dünya dört temel sanatçı tipinden biri üzerine
kurulmuştur: sistemle bütünleşmiş profesyoneller, başına buyruklar, halk
sanatçıları ve naif sanatçılar.] birbirleriyle sıkı bir ilişki içinde değildir.
Sanatçı düzeyinde olanlar veya eserin üretim ve dağıtım süreçlerinde topluca
yer alan “destek personelleri” için de bu durum geçerlidir. Eserleri alılmayan,
yeniden yorumlayan, dolayısıyla eserin her teşhirinde anlamının değişmesine yol
açan izlerkitle de sanat dünyalarının destek personelinden sayılır.
Becker hem geleneksel hem maceracı sanatçıları
hesaba katarak, sanat ve sanat olmayan, sanat ve zanaat, güzel sanatlar ve
popüler sanat, naif sanat ve profesyonel sanat etiketlerini üreten
etkileşimlere odaklanır. Sanatın toplumsal olarak inşaat edilmiş doğasını ve
mekanizmalarını ortaya çıkarır. Örneğin, Robert Amerson gibi seramikle çalışan
bir sanatçının, nasıl çaydanlığa veya daktiloya benzeyen, ancak işe yaramayan
nesneler yarattığını gösterir. Kullanışlı nesneler yerine, Bourdieu’nün de
atıfta bulunduğu Kantçı özerk sanat eseri statüsünü kazanmaya aday işler yapıyorlar. Skalanın diğer ucunda ise, Becker güzel sanatlar
alanında çalışan sanatçıların zanaate veya ticari emellere yönelebileceğini,
dolayısıyla yaptıkları işin doğasını değiştirebileceklerini gösteriyor.
Uygulayıcılardan, sözcülerden ve kamuyu etkileme gücüne sahip üyelerden oluşan
toplumsal aktörler ve gruplar tarafından ilan edilene kadar, nesnelerin,
müziğin, kitapların ve dansların sanat mı zanaat mi olduğu belli değildir.
160
Becker’in yaklaşımı sanatı büyübozumuna uğratma,
böylece Marksçı analistler tarafından tanımlanan meta fetişizmine karşı durma
niyetini taşır. Ancak Becker sanatsal itibar mitolojisine fazlasıyla karşı
olduğundan, yüksek sanat değerlendirmelerinin oluşumunu yeterince analiz etmez;
sanat eserleri ve sanat biçimlerinin nihayetinde ölmelerine rağmen, neden
bazılarının diğerlerinden daha uzun ömürlü olduğunu derinlemesine ele almaz;
başka türlü işler yapmak ile sanat yapma işi arasındaki farkları etraflıca
işlemez. Yaklaşımı Marksçı değildir; sembolik etkileşimciliğin fenomenolojik
temellerinden türemiştir.
[Sembolik
etkileşimcilik Amerikan sosyolojisi içerisinde sosyal psikolojiye oldukça
yakın duran bir sosyolojik yaklaşım olarak bilinmektedir. Sembolik
etkileşimcilik toplumu bireylerin gündelik yaşamdaki sembolik etkileşimlerinin
bir ürünü olarak ele alır. Sembolik etkileşimcilik Weber gibi sosyolojide
toplumsal eyleme, toplumsal et-kileşime, anlamlandırma ve yorumlama süreçlerine
ağırlık veren bir yaklaşımdır. Ancak Weber sosyolojisi geniş tarihsel
süreçlerde toplumsal eylem temelinde ortaya çıkan bürokrasi, din, devlet, sınıf
ve statü grupları gibi toplumsal oluşumlarla ilgilenen makro-sosyolojik
yönelimli bir yaklaşımdır. Sembolik etkileşimcilik ise daha çok gündelik
yaşamla ilgilenen mikro-sosyolojik yönelimli bir yaklaşımdır. Sembolik
etkileşimciler toplumsal düzenin içinde yaşadığımız dünyada bulunan her şeye
(nesnelere, olaylara, eylemlere ve benzerine) atfettiğimiz anlamlar sonucu
oluştuğunu düşünürler. Başka bir ifadeyle toplum bireylerden bağımsız olan
yapılardan değil bireylerin içinde yaşadıkları dünyaya atfettikleri anlamlardan
meydana gelmektedir. İnsanlar arasında her türlü anlamlı iletişimi sağlayan
semboller dilsel anlamları temsil eden sözcükler olabileceği gibi nesne,
işaret, jest, mimik, el-kol hareketleri gibi dilsel olmayan anlamları da temsil
edebilirler. Ancak dil sembolik etkileşimin en önemli ve en güçlü
aracıdır.İnsanlar sembolleri kullanarak anlamlı bir toplumsal dünya
kurarlar.Ancak sembolik etkileşimciliğe göre anlamlar nesnelerin içinde içkin
değildir. Şeyleri temsil eden anlamlar/semboller gündelik yaşamda toplum
üyelerinin etkileşimi esnasında ortaya çıkarlar. Anlamlar etkileşim sürecinde
ortaya çıktıklarından dolayı sabit ve değişmez nitelikte değillerdir. Toplumsal
uzlaşı ve yorumlama süreçlerinde devamlı olarak değişirler. Bu süreçte
toplumsal düzen veya toplumsal dünya her gün yeniden şekillenerek ortaya çıkar.
Diğer sosyolojik yaklaşımlarla karşılaştırıldığında sembolik etkileşimcilik
toplumsal dünyanın şekillenmesinde bireyi daha aktif olarak değerlendirir.
Sembolik etkileşimciliğin kurucusu olan Mead'a göre insan diğer canlılarda
bulunmayan özelliklere sahip eşsiz bir varlıktır. İnsanlar hayvanlar gibi
uyarılara basit tepkiler vermek yerine davranışlarını duruma göre ayarlayabilen
varlıklardır. İnsanlar içinde yaşadıkları dünyayı (nesnelere ve durumlara
sürekli olarak anlamlar yükleyerek) anlayabilen ve bu anlamları (dolayısıyla da
dünyayı) sembollerle anlatabilen, diğerleri ile de bu anlamları temsil eden
semboller aracılığı ile etkileşim kurabilen ve benlik (self) duygusu
geliştirebilen varlıklardır. Mead'a göre benlik insanlara rol alma sürecinde
kendilerini ötekilerin gözünden görebilme imkânı sağlar. Başka bir ifadeyle
benlik sayesinde kendimize dışarıdan, bir nesneye bakar gibi bakabiliriz.
Diğerlerinin bizi nasıl gördüklerini veya diğerlerinin gözüyle nasıl
göründüğümüzü yorumlayabiliriz. Yalnızca kendimizin değil başkalarının da
farkına varırız, başkalarının hislerini, niyetlerini ve beklentilerini
yorumlayabiliriz. Sembolik etkileşimciler çok defa küçük ölçekli, yüz-yüze
etkileşimler üzerinde yoğunlaşarak bu etkileşimlerin tarihsel veya toplumsal
düzenlemelerle ilişkilerine değinmedikleri gerekçesi ile eleştirilirler
(Haralambos & Holborn, 1995, s.896). Sembolik etkileşimcilik’ten etkilenen
bir diğer yaklaşım: toplumsal yaşamı bir tiyatroya benzeten Erving Goffman'ın
dramaturji teorisidir. http://sosyolojisi.com/component/k2/217/217.html]
Becker, diğer toplumsal alanlarda olduğu gibi,
burada da toplumsal anlamların yaratıcılar ile destek personelleri arasındaki
düzenli etkileşimden doğduğu varsayımından yola çıkar.
… otomatik piyano için eserler yazarak icracılara
güvenmekten kaçınan Conlon Nancarrow…
(Dipnot 16) Weberci geleneğe göre, sosyolog
sanatsal değer inşası sürecine katılmayı reddetmeli ve tarafsızlığını
korumalıdır; popüler sanatı küçümsememeli, güzel sanatlara aşırı bir hayranlık
beslememelidir. Bu duruş muğlaklıklara çok açıktır. Estetikçilerin tüm
seçimlerini keyfi ve seçkinci kabul eden görüşünden yola çıkarak, örneğin,
Becker’in güzel sanatlara karşı önyargılı davrandığı sonucuna varılabilir.
Marcel Duchamp’ın Mona Lisa adlı
“destekli hazır yapım” (assisted
ready-made) eserini değerlendirirken, Leonardo da Vinci’yi destek personeli
olarak sayması da Becker’in popülist bir bakışa meylettiğinin bir göstergesi
olabilir.
164
Bourdieu’nün estetik şiddeti
… Bourdieu kültürel ve ekonomik sermaye
bakımından yüksek sıralarda yer alanların klasik sanatı ve klasik müziği tercih
ettiğini, ekonomik sermayesi orta halli olan ve daha mütevazi toplumsal
kökenlerden gelenlerin ise modern sanat ve modern müziği tercih ettiğini
belirtiyor.
165
Baştan dezavantajlı olanların açığını kapatmak
için başvurabileceği tek aygıt eğitimdir. Ancak onlar daha çok eğitim aldıkça,
oyunun kuralları değişir ve geçici kazançları ellerinden uçar gider (Dipnot 20:
Yakın zamanda “keşfedilen” okuma yazma bilmezlik, bu duruma çok iyi bir
örnektir. Okuma yazma oranı esasında yükselmektedir, ancak okur yazarlık
standardı yükseltilmiştir.). Güzel sanatlar hakkında bir şeyler öğrenmek
istediklerinde, okul dışında başka kurumlara başvurmaları gerekir, zira devlet
okullarında güzel sanatlar en fazla ucundan öğretilmektedir. Diğer kurumlar da
(özellikle sanat müzeleri), yeni başlayanları devlet okullarından da kötü
karşılar. Her şeye rağmen bir şeyler öğrenmeyi başarsalar dahi, bu sefer de
yüksek kültürel meseleler üzerine konuşurken âlim olmaya çalışan bir gösteriş
meraklısı gibi duyulurlar (Bourdieu ve Darbel 1969).
166
[Gans da Bourdieu gibi düşük beğeni kültürünün
çözümünde erişimin arttırılması yolunu eğitimde görüyor] Ne var ki Gans kültürü
bir tüketici tercihi meselesi ve keyfi kullanım nesnesi olarak ele aldığından,
bireylerin ve grupların kültürel pratiklerini sembolik olarak nasıl
kullandığına ve zevklerinin genel toplumsal konumları üzerinde birbirinden
bağımsız ne gibi etkiler bırakabileceğine dikkat etmez. Sade sanat bilgisinin
değersizleştirilmesi, hangi türün beğenilmeyeceğinin belirlenmesi amacıyla
eğitim alma sürecini saptırmakta habitus’un
oynayabileceği rolün önemini dikkate alarak, Bourdieu Gans’ın formülasyonunu
bir adım öteye taşır. Bu çerçeveden bakıldığında önemli olan kaç yıllık eğitim
sağlandığı değil, müfredatın mizacı ve hangi yolla öğretildiğidir. Otorite
aktarma biçiminde verilen pasif eğitim, öğrenmenin hegemonik karakterini aşmaya
yardımcı olmadığı gibi, karşısındakilere sunduğu değerleri kabul ettirerek,
ancak onları sembolik kültürel sermaye olarak kullanmalarını sağlayacak
araçları temin etmeyerek, durumun daha da kemikleşmesine neden olabilir.
7. Sanat Nasıl ve Neden Değişir?
167
Birçok sanat biçiminin, tarzının ve türünün bir
arada var olması, günümüz toplumunun en baskın karakteridir.
170
Sanat her dönemde varlığını sürdürmeyi başarmış
sanat türleri, tarzları ve biçimlerine göre şekillenir.
[yönt]
Makro sosyolojik evrensel düşünceler
Pitirim Sorokin evrensel boyutta iddialarda
bulunan hümanist bir araştırmacıdır. Yürüttüğü büyük çaplı çalışma medeniyetler
tarihinin 2500 yılını kapsar, ancak ağırlıklı olarak Batı medeniyetini ele
alır, diğerlerine ise şöyle bir değinir. … yine de Sorokin araştırmasını bir fenomenolojik-mantıksal kültür ve sanat
analizi olarak niteleyecek kadar cesurca öne atılır. … kullandığı kategoriler
tutarsızdır ve bilinçli veya bilinçsiz yapılmış önyargı hatalarıyla doludur.
[Hauser]
172
Aynı ölçüde kapsamlı, ancak dışa dönük Marksçı
bir perspektif benimseyen Sanatın
Toplumsal Tarihi çalışmasıyla, Arnold Hauser sosyoekonomik güçler ile
sanatçılar arasında geçen ve farklı estetik sonuçlar doğuran diyalektik bir
etkileşim sürecine vurgu yapan, başka bir hikaye anlatıyor (1951). … Sanatsal
yaratım ve diğişimi, toplumsal üretim ilişkilerine dayanarak açıklayan bir
çerçeve sunmayı amaçlıyor. Hauser, farklı bir çalışma yürütmüş olsa da Sorokin
ile aynı hataları yapıyor. Hakkında çok az şey bilinen ve yeni şeylerin
öğrenilmesi de güç olan davranışları yorumlarken (tarihöncesi mağara
sanatçılarının toplumsal statü ilişkileri, iş pratikleri ve estetik amaçları,
gibi), inançlarına gözü kapalı güveniyor. Ayrıca yakın dönem avangard eserlere
karşı yeterince iyi açıklanmamış, olumsuz bir görüşü destekliyor. Ancak tüm bu
olumsuzluklara rağmen, Hauser’in sanatsal yaratıcılığın yapısal bağlamlarına
yaptığı vurgu, sanatsal değişimi destekleyen, köstekleyen ve yönlendiren orta ölçekli kurumsal süreçler ve yapılar
üzerine yapılacak araştırmaların önünü açmıştır.
[Kavolis]
[Sanatın işlevi, işlevselci bakış]
173
Kavolis Sorokin’in verilerine dayanarak, sanatsal
serpilme dönemlerini (tarihin yaratıcılık ve yenilikçilikle damgalanan
anlarını) belirlemeye çalışmıştır (1972). İşin paradoksal yanı, Kavolis, …
küçük grup çalışmaları için [önerilen] çerçeveyi benimsemiştir., ancak bu
yöntemin temeli Parsonsçı işlevselci analize dayanır. Kavolis … küçük grup
perspektifini, birçok medeniyeti içeren geniş bir tarihsel panoramaya
uygulamıştır.
Kavolis, … Parsons’ın Freudcu analize meyleden
işlevselciliğini benimser. Bu yaklaşım sanatın toplumun bütünleşme ihtiyaçları
ile bireylerin bireysel ihtiyaçlarını gidererek gerilim azaltma işlevi
gördüğünü kabul eder. İşlevselci bakış
açısından yola çıkarak, sanatın insanlara düzensiz sistemsel ortamlarla bağlantı
kurmaları, böylece yabancılaşma duygusunu aşmaları için yardımcı olduğunu iddia
eder. Son derece düzenli, bürokrasiyle donanmış koşullarla tanımlanan modern
çağda ise, sanatsal düzensizliğin aslında bir rahatlama yaratabileceğini
belirtir (1972). [Dipnot 5:] Büyük değişimleri psikolojik nedenlerle açıklama
girişimi, ciddi indirgemecilik sorunlarına yol açıyor.]
174
Estetik yapı: sanatı değiştiren içsel/dışsal kısıtlamalar
Gerçekleştirilen birçok çalışma, sanatsal
pratiğin değişim çarklarından çoğunu, birbiriyle ilişkili unsurlardan oluşan üç
kaynağın çevirdiğini göstermiştir: ortaya çıkan yeni seyirciler; siyasi
dönüşümler; profesyonel baskı. Sanat eserlerinin bu dış güçlere erişimini
kolaylaştıran veya zorlaştıran yapısal özelliklerin, değişimi mümkün kılma veya
sınırlama bakımından çok önemli bir rol oynadığı kabul edilir. Bazı tür sanat
eserleri, yapılarına işlemiş özellikleri nedeniyle bu güçlerin etkilerine uyum
gösterir. Başka bir deyişle, kolayca görülebilen, duyulabilen, gösterilebilen,
satılabilen veya bir şekilde başkalarına sunulacak eserler üretenler, sadece
kendi kullanımı için sanat yapanlara kıyasla sanat tarzlarında değişikliğe
gitmeye veya kendi itkilerinden başka, dışarıdan gelen taleplere uyum sağlamaya
daha meyillidir.
175
Resim ve heykel gibi plastik sanat örnekleri
genellikle bulundukları ortamdan başka yerlere taşınabilir. Bu özellikleri
sayesinde, eserlerin satılabilir metaya ve koleksiyon nesnesine dönüşmesi
mümkün olur.
176
Orijinal el yazmaları ve ilk baskılar dışında,
eserler sadece üretildiği ve yeniden üretildiği zaman toplumsal olarak var
olur. Resim ve heykel gibi kendi başına bitmiş halde duran eserlerin değişmesi
beklenmez, ancak her yeni baskı veya performans, bir öncekinden az çok
farklıdır.
Değişen destek yapıları, değişen sanat
Lonca ve kilise
180
Ortaçağın iyi dönemlerinde Avrupa’da sanat
yaratımı demek, neredeyse zanaat üretimi demekti. Bu durum sanatın ne bir
meslek ne de bir nesne olarak özerk olmadığı gerçeğini açık bir şekilde
gösterir. Sanatsal çalışmalar için gerekli eğitimi ve sertifikaları vermekten,
düzenlemeleri yapmaktan birinci derecede sorumlu olan yapı loncalardı (veya
korporasyonlar). Sanatçıların içinde bulunduğu çıraklık sistemi, diğer ticaret
dallarındakilerden yapısal olarak pek farklı değildi, hatta onlarla birlikte
işliyordu. Kalfa olarak mezun olan, bazı durumlarda da usta statüsüne ulaşan
sanatçılar, gelirlerinin büyük bir kısmını kiliseden veya ona bağlı
manastırlardan gelen taleplerden elde ediyordu. Özellikle ortaçağın sonlarına
doğru, soylular, zengin tüccarlar veya yerel yöneticiler de eser sipariş etmeye
başlamıştı.
Hem lonca denetimi hem de kilise hamiliği, sanat
eserinin biçim ve içeriğini ciddi bir şekilde takip ediyor ve kısıtlıyordu.
Loncalar kalite standartlarını belirliyor, böylece üyelerinin başka materyaller
kullanma, diğer sanatçılarla özgür bir şekilde rekabet etme ve çalışmalarında
onaylanmamış malzemeleri kullanarak iletişim araçlarının sınırlarını aşma
özgürlüklerine etkili bir şekilde ket vuruyordu.
181
Özel hamilik
Bu yapı en iyi ihtimalle sanatçıyı güvence altına
alıyor ve sanatçı ile himaye eden arasında bir samimiyet doğuruyordu. Ne var ki
bu tür bir hamilik ilişkisi yaşamış veya hamisinden düzenli aylık alabilmiş
sanatçı sayısı görece çok azdır. Birçok sanatçı efendisinin keyfine tabi bir ev
hizmetçisi gibi muamele görüyordu.
182
Akademi ve sanat akademileri
[Dipnot 12:] Esasında akademiler drama, güzel
sanatlar, mimari, müzik ve bilimi de kapsıyordu, ancak en meşhur dal edebiyattı
(Clark 1987).
Eğitim kurumlarını, rekabet yapılarını ve
yeteneğin ödüllendirilmesini kapsayan bir idari yapı olan Fransız Akademisi,
zaman içinde kamusal amaçlar için sanat sipariş eden ve sanatçılara peşlerine
özel hamilerin düşmesini sağlayacak şöhreti getiren en büyük kurum haline geldi.
Sanatçıların doğrudan teşvikiyle kurulan Fransız Akademisi ve onun diğer az ya
da çok mutlakiyetçi devletlerde ortaya çıkan taklitleri, kralın ve devlet
şanının simgelenmesi amacıyla eğitim veriyor; yaratıcılığı besliyor; kalite
standartlarını belirliyor ve koruyor; klasik hümanist araştırmalardan türetilen
gerekçelere dayanarak yeni sanat biçimlerine, ana fikirlere ve tarzlara
meşruiyet sağlıyordu.
Akademinin getirdiği en büyük yenilik, lonca
eğitimiyle bağdaştırılmış olan zanaat becerilerine, kurumsal, felsefi ve edebi
bir temel kazandırarak, sanatı hümanist bir mesleğe dönüştürmesiydi. Bu durum
sanatın kurumsallaştırılmasını gerekli kılmıştı; bazı biçimlere hiyerarşik
yapının üst sıralarında yer vermesiyle, sanatı yeniden tanımlayan “muazzam
kültür” de kurulmuş oldu. Dışlanan sanat biçimleri de dolaylı olarak gayri
resmi sanat haline gelerek, ya farklı gelişmeler gösteren, görece daha az
dikkate alınan “küçük kültür” kategorisine terk edilirler, ya da sanatsal
yenilik sahasında Kilise’nin başına geldiği gibi, daha zayıf, dışlanmış bir
pozisyonda konumlandırıldılar. Yerel ve bölgesel kültür geleneklerinin dar
görüşlülüğüne, Kilise’nin kutsal evrenselciliğine veya sevimsiz ve yeteneksiz
hamileri övme gerekliliğine ters olarak, kralın koruyup desteklediği akademik
kültür, yeni tanımlanan (ve yaratılışına katkıda bulunduğu) ulusal bir içerik
benimsedi.
183
On dokuzuncu yüzyılın akademi karşıtı sanat
akımlarına sempati besleyen yirminci yüzyılın sanat uzmanlarını bugünden
bakarak düşünürken, lonca denetiminden, kilise sansüründen ve hami kaprisinden
kurtulmanın, sanatçıların lehine işlemiş olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. …
akademi sınırlı ve sınırlayıcıydı, ancak, meslek yaşamını avantajlı bir şekilde
ilerletebilecek alternatif başarı yolları sunuyordu. Ne var ki akademiler kısa
sürede devletin egemen kültürel faili haline geldi ve resmî sanatı çok küçük
bir sanatçı topluluğunun denetiminde âdeta tekelleştirdi. (Dipnot 13: On
yedinci yüzyılın ikinci yarısında Fransa’da yaşadığı bilinen ressamların sadece
%8’i (178 ressam), 1648’de kurulan Resim ve Heykel Akademisi’ne üyeydi (Heinich
1987, 51).) Akademi bünyesindeki bazı bilimsel kurumlar, modernliğin ön
cephesinde yer almak istiyordu. Ancak konu sanata gelince akademi yüzünü
geçmişe çeviriyordu; sanat, klasik fikirlerin, özellikle de soylu kabul edilen
konuların tasvirinde kullanılarak yeniden yorumlanması demekti, bir çeşit
“tarih ressamlığı”na dönüşmüştü (Heinich, 1987). (Dipnot 14: 1680’li yıllarda
ortalığı sarsan ünlü “eskilerin ve modernlerin münakaşası” sırasında, Nathalie
Heinich’e göre modernlerin bilimde eskileri açık ara geçtiği, plastik
sanatlarda ise bunun tam tersinin geçerli olduğu yönünde bir mutabakata
varılmıştı). Ulus devlet fikrini inşa etmek amacıyla klasik mitolojiye dair
konular, İncil’den alınma anekdotlar veya seçilmiş krallar ile azizlerin
tasvirleri kabul görüyordu. Diana Crane’in de işaret ettiği üzere,
yenilikçileri denetimle ve ödüllerle uzakta tutan bir sistem, sonuç olarak çok
az sayıda yeni fikir doğurdu.
Önce eski düzene ait tüm diğer kurumlar gibi
feshedilen, sonra Büyük Devrim ile birlikte modernleştirilerek yeniden
yaratılan akademik sistem, on dokuzuncu yüzyıl boyunca ortada bir kral olsun
olmasın, ulus devletin ana kültürel kurumu rolünü oynamaya devam etti.
186
... Batı Avrupa ve Birleşik Devletler'deki modern
sanat piyasası ile kitlesel pazarlama ve kitlesel tüketim yapan modern piyasa, hemen hemen aynı zamanda
ortaya çıkmıştı.
Bir Karşılaştırma: Sanatta ve Bilimde Değişim
189
Sanat ve bilim bazı ortak yapısal özelliklere
sahip olsa da (meslektaş odaklı topluluklarda üretim, modellerin tanınması ve
paradigmaların geliştirilmesi), doğayla ilişkileri bakımından birbirlerinden
ayrılırlar. Ayrıca bilimin herhangi bir alanında yaşanan sarsıcı değişimler
bilimi genel anlamda etkilerken, bir sanat biçiminde veya bazı üslup öğelerinde
yaşanan dönüşümler, çoğu zaman diğer sanat alanlarını pek etkilemez.
(Thomas Kuhn’un verdiği analiz temel alındığında)
… bilimde yaşanan devrim niteliğindeki değişimlerin genelde tüm alanı etkilediği
… (sonucuna ulaşılır). … Ancak sanat alanında büyümeden veya ilerlemeden
bahsetmek mümkün değildir.
(Dipnot 20:) Yirmi yılı aşkın bir süre boyunca
zengin bir veri tabanı ve kavramsal bir temel elde eden bilim sosyolojisinin
aksine, sanat sosyolojisinin değişen yüzü daha yeni ortaya çıkarılmaktadır.
194
On dokuzuncu yüzyılda kristalleşen sanat
biçimleri ve tarzları ayrımından artık sapılmış durumda; neredeyse tüüm ses ve
görüntü kaynakları oyuna artık eşit bir şekilde dahil oluyor. Onaylanmamış
sanattan fikir türetmek veyailham almak, bazılarına yasak meyvaya uzanmak gibi
görünebilir. ... Belli başlı sanat biçimlerini veya türlerini esas analiz
birimi olarak kabul etmenin ötesine geçmek, ... gerekir.
201
Kendiliğinden ortaya çıkan deha fikrine inanak
güç olabilir (veya bu durumda en iyi ihtimalle giderek daha da nadiren
rastlanır), ancak sanat eserlerinin kendi kendini yaptığını düşünmek de bir o
kadar akla yatkın değildir. Sanatçıların büyük bir çoğunluğunun dˆahi olmaması
ve Becker'in öne sürdüğü üzere, iyi sanatçıların genelde sadece diğerlerine
kıyasla daha büyük bir sabır ve sebatla çalışan insanlar olması, bireysel
büyüklük fenomenini önemsiz kılmaz.
204
(Dipnot 4) (Adorno, Lukacs ve diğerleri) Popüler
sanatları başlı başına bir sanat biçimi olarak kabul etmek yerine toplumsal bir
problem olarak düşünmelerine ve onları ideolojik manipülasyonlar oldukları
gerekçesiyle reddetmelerine rağmen, Frankfurt okulu kuramcıları
çözümlemeleriyle birçok toplumsal anlayışa ışık tutmuştur.
(Dipnot 5) (1965'ten 1969'a kitap ve makaleleri
içeren bir literatür sayımında) 4700 ila 5700 çalışma arasında, 22 ila 30'unun
sanat veya müzik sosyolojisini konu edindiğini gösterir. ... 1960'lı yılların
sonlarında, sanat çalışmaları tüm sosyoloji yayınlarının ancak yüzde 1'ini
oluştururken, günümüzde bu oran yüzde 2 civarında seyretmektedir.
205
Çatışmalara yönelen, Neo-Marksçı bir
perspektiften bakan Janet Wolff, örneğin, sosyolojinin meşru ilgi alanlarına
dahil olmadığı gerekçesiyle, estetik nitelik meselesini görev edinmeye Becker
kadar isteksizce yaklaşır. Onun deyişiyle, "sanatsal liyakati
[nihayetinde] siyaseten doğruculuğa yıkanlar" ile "savunması zor,
evrensel ve zamansız estetik niteliklerin" varlığını kabul edenler
arasında geçen bitmek tükenmez atışmaya sürüklenmektense, "güzellik"
veya "sanatsal liyakat" sorularının cevabını bilmediğini kabul etmek
daha iyidir. Sosyologların estetik bir rol edinme olanağını reddeden Wolff'un,
sosyoloji ile estetik çalışmalarının geleceği parlak birleşim noktalarına sahip
olduğunu belirttiği eski bir kitabından (Aesthetics and the Sociology of Art, 1983)
bu yana, beslediği umutlar değişmiş görünüyor. Wolff ve Becker'ın yaklaşımları,
Eugene Rochberg-Halton tarafından, sadece dış tarafla ilgilenen bir sanat
sosyolojisi yarattıkları gerekçesiyle eleştirilmiştir. Halton'a göre Becker bir
"uzlaşımsalcı", Wolff da bir "kavramsalcı"dır; ikisi de
çalışmalarında "hissedilmiş deneyimi, cevheriyle duyguları nakledebilecek
iletişim biçimlerine dönüştüren insan kapasitesini" bir şekilde ihmal
etmiştir. Sonuç olarak "sembollere kıyasla anlam ve değer barındırmayan
bir "biçimcilik" üretmiş olurlar (Rochberg-Halton 1986).
206
(Bir çok sosyoloğun) Estetik muhakemeyi
reddetmeleri, bir yandan kendi disiplinleri, için meşru bir sınır çekme
stratejisi olarak kabul edilebilir; öte yandan, ... kolay yolu seçerek
entelektüel ve etik bir sorumluluktan kaçmakla suçlanabilirler.
Bu eleştirilere rağmen, değer yargılarından
arınmış bir bilim olma hedefi [onların feragat edecekleri nokta işte burası],
her zaman ulaşılmasa da ve tüm sosyologlar tarafından ethos'larının meşru bir parçası olarak tamamen kabul edilmese de,
kanımca tutarlı ve gereklidir. Ne var ki değerlendirici muhakemeyi açıkça
dışlamakla, estetik muhakemelerin farkında olunmadan çalışmaya sızması riski
alınmış olur.
207
Estetik muhakeme sorunu toplumbilimciler kadar
sanat uzmanlarının da kafasını karıştırır. Hümanist yönelimli eleştirmenler ve
estetikçiler, önceki nesillere kıyasla estetik yargılarını belirtme konusunda
gitgide daha da tereddütlü davranıp, böyle meseleleri ele almaktan kaçınmayı
tercih eder hale geldi. Sosyologlardan farklı nedenler öne sürseler de,
yargılamayı reddetmeleri hümanist disiplinlerde benzer bir bilimselleştirme
yaşandığı izlenimini verir.
208
[sanat eleştirmenliği]
[plastik sanatlar neden edebiyatçılar tarafından
özgürce eleştirilebiliyor?]
(On dokuzuncu yüzyılın ortası… gelişmekte olan
yayımcılık… dergicilik biçiminde yapılan edebiyat ve sanat eleştirmenliği
olanakları da hayli genişlemişti…) Eleştiri bazı üniversitelerde yavaş da olsa
gelişmeye devam ettiyse de, en etkili eleştiriler bağımsız çalışmalar arasından
çıkıyordu. … sanat eleştirmenliği zaman içinde bir fikrin değerlendirilmesi
veya ifade edilmesi bakımından neredeyse bir halkla ilişkiler aracına dönüştü.
Sosyoloji ve Estetik Muhakeme
210
Değer yargılarından arınmış yaklaşım olağan kabul
edilse de, sosyoloji kariyeri hayli zorlu geçmiştir. Bazı eleştirmenlere göre
bir başarı olmaktan ziyade bir umut olarak varlığını sürdürmüştür. Mantıkçı
pozitivist düşüncenin en uç noktasından bakıldığında, değer ve olgu birbirinden
kesin çizgilerle ayrılmalıdır. Ne var ki bu kuralın katı bir şekilde
uygulanması [Baker’in ‘yapısalcılık eleştirisine bak!], davranışsal bilimleri
veya insan bilimlerini imkânsız kılacak, en iyi ihtimalle sadece yüzeysel
olaylarla sınırlı kalmalarına neden olacaktır. C. Wright Mills, Dennis Wrong,
Erving Goffman veya Theodor Adorno gibi birbirinden çok farklı ideolojik veya
siyasi konumlarda bulunan araştırmacıların çoğu, bilimsel bir sosyoloji
modelini reddederek ortak paydada buluşmuştur. … Yakın zamana kadar, nitel
yöntemler ve yaşam kalitesi meseleleri, ana akım sosyoloji dergilerinden ziyade
yeni veya çok disiplinli dergiler tarafından ele alınıyordu. (Qualitative
Sociology, Telos, Theory and Society; Media Culture and Society; Theory,
Culture and Society; İnternational Journey of Politics, Culture and Society…)
211
(Jeffrey Goldfarb ve Judith Balfe’nin demokrasiye
yönelik endişeleri…) Balfe’nin bakış açısından estetik niteliği ihmal etmek
mazur görülemeyecek bir davranıştır… Balfe, 1970’li yılların başında ilk defa
arnold Foster tarafından dile getirilen “sanat sosyolojisi estetik nitelik
üzerine düşünmeli mi (veya düşünebilir mi)?” sorusunun defalarca gündeme
getirildiğine dikkat çekiyor. Ayrıca Foster’ın sosyologlara uyarısını, bir
sanat eserinin niteliği ile o eseri destekleyen toplumsal sınıfların ona
yüklediği haleyi birbirine karıştırmamak gerektiğini hatırlatıyor. “Popüler
sanat ve yüksek sanat arasındaki geleneksel ayrım… sosyolojik ve etik açılardan
onaylanmış mıdır?” sorusuyla devam eden Foster, sanatın estetik işlevleriyle
siyasi işlevlerinin birbirinden ayrılması gerektiğini öne sürerek, üstün
niteliğin (veya aksinin) seçkin sanatta da, popüler sanatta da bulunabileceğini
kabul ediyor.
Estetik nitelik sorularının, politik manada
“kalite mi yoksa eşitlik mi” meselesine gelip dayandığını veya kalite ile
demokrasiyi karşı karşıya getiren ayrıma karşı çıktığını gösteren Margaret
Wyszomirski de Balfe’nin görüşünü destekler.
212
… estetik nitelikten açıkça söz eden tek makale
de Herbert Gans’a aittir.
(Tocquevilleci açmaz) Üstün nitelikli bir
demokratik kültürün var olması mümkün müdür? Eğer mümkünse, bu kültür hangi
nitelik kıstaslarıyla tanımlanabilir ve hangi biçimlerde ortaya çıkabilir?
213
Sanat sosyolojisi: bugün ve yarın
Tam zıt kutupta (pozitivist yaklaşımın zıddında)
ise, bir dizi nitel yöntem kullanan yorumlayıcı yaklaşımlar bulunur;
etnoğrafya, sembolik etkileşimcilik veya sembol analizine ya da göstergebilime
başvuran edebi yaklaşımlar gibi. … Her birinin kendine ait eksiklikleri
bulunduğundan, toplumu genel olarak daha iyi anlayabilmek için bu yaklaşımlar
bir araya getirilmelidir, özellikle de sanat sosyolojisi alanında.
Pozitivizmi en çok benimseyen sosyologlar,
Newtoncu ve Baconcı düşünceyle geliştirilen doğa bilimlerini ve onun
nedensellik mantığını düşünce çerçevesi olarak kabul ederek, disiplinlerini
fizik gibi bir (214) müspet bilimin uzantısı haline getirmiştir. Onların
görüşüne göre, bilim her türlü olaya uygulanabilecek bir dizi evrensel işlemdir
ve insanlar da bu işlemlerle açıklanabilir. Bu aşırı bilimciliğin bir değişkesi
de, toplumsal işleyişi, biyoloji ile yapılan benzetimden yola çıkarak yarı
organik bir varlık olarak açıklamayı, dengesini ve kalıcılığını öngörmeyi,
toplumsal kuramın üstü kapalı bir hedefi haline getirir. Bu görüş dünyayı
ilerlemeci bir şekilde görme eğilimini barındıran ve sanayileşme sürecinin
tikel bir kavrayışını, örneğin, modernleşmenin kaynağı olarak kabul eden, bazı
evrimci düşüncelerle uyumludur (Giddens 1982). Talcott Parsons ve diğerleri
dahil bu görüşün tüm savunucuları, toplumun “mutabakat” dedikleri modeline uyan
kavramsallaştırmaları benimsemiştir. [Dipnot 14:] Toplumun bir dizi ortak
değerlere sahip bireylerin etkileşiminden oluştuğu anlayışı üzerine kurulu bu
fikirler, İkinci Dünya Savaşı’nı talip eden dönemde disipline hâkim olmuştu.
Bu yönelimin tedrici reform vizyonu, toplumda
malların ve hizmetlerin, yaşam kalitesinin ve liberal mutabakatın artmasına
dayanır. Ancak Marksist yönelimli toplumsal kuramcılar, bu görüşe ters bir
şekilde, eşitsizlik üzerine kurulu, çatışmanın salgın halinde yayıldığı,
toplumsal dengenin de en iyi ihtimalle kararsız olduğu bir dünya imgesine vurgu
yapmıştır. Dünyanın kıtlık ve eşitsizlik üzerine kurulduğunu düşünen, hepsi de
mutlaka Marksist olmayan diğer kuramcılarla birlikte mutabakat çerçevesine
saldırarak, bu vizyonla birlikte gelen çatışmasız toplum metaforunun
geçerliliğini reddettiler. Esasında bazı Marksist sosyologların toplumsal dünya
kavrayışı, Talcott Parsons ve Paul Lazarsfeld gibi birçok “ana akım”
düşünürünkinden çok da farklı değildi. Onlar da ortak bilimsel hedefi
benimsiyor ya da toplumu işlevsel bir varlık olarak görüyordu. Aralarındaki en
büyük farksa, Marksçı yönelimleri olan sosyologların kültürü, sanatı, bilimi,
değerleri ve fikirleri genel olarak toplumsal üretim ilişkilerinin (toplumsal
sınıf formasyonları aracılığıyla ortaya çıkan) bir sonucu olarak kabul etmeye
daha meyilli olmasıydı. Marksçı olmayanlar ise aksine bu kültürel ürünlerin bir
tür özerkliğe sahip olduğunu düşünüyordu.
Pozitivizmi benimseyen sosyologlar, mutabakatçı
veya çatışmacı yönlerden hangisine (215)
meylederse etsin, benzer usuller kullanma eğilimindedir. … Mutabakat yönelimli
çalışmaların mantığı, örneğin, onların sanatın kullanım, dağılım ve
değerlendirme yoluyla nasıl bireysel teselliler olduğunu ve toplumsal anlaşma
sağladığını vurgulamaya yöneltebilir. Çatışmacı yaklaşım ise, aksine, yoksun
grupların nadir bir ürün olan sanattan (maddi refah, sağlık hizmetleri veya
eğitim gibi diğer değerli ürünlerle birlikte) mahrum bırakılması; yaratıcı
ürünleri metaya dönüştürülen sanatçının yabancılaşması; din ve sahte-bilimle
birlikte, sanatın da “yanlış bilinç” yaratmak amacıyla bir gizemlileştirme
amacı olarak kullanılışı gibi konulara odaklanabilir.
Tamamen farklı bir üslup benimseyen diğer
araştırmacılar ise, yorumlayıcı veya yorumbilgisel çözümlemelerin pozitivizm
karşıtlığı üzerine kurulu bir toplumsal kuram kavrayışı geliştirme peşindedir.
Toplumsal dünyayı, doğal dünyanın bir uzantısı olarak görmek yerine, kültürel
yaratımların sembolik anlamını aydınlatmaya ve izah etmeye odaklanırlar. Bu
yönelim nedeniyle de Newtoncu fikirlere, mantıksal çözümlemeye, gelişmeye ve
hipotez testine dayanan doğrulama kurallarına katı bir şekilde bağlı kalmanın
ne denli vazgeçilmez olduğunu sorgulamışlardır. İleri sürdükleri üzere, böylesi
bir yaklaşım …, dünyayı makine gibi kabul eden bir kavrayış üzerine kuruludur.
Bu nedenle de amaçları “bilimsel” kanıta ulaşmak değil, toplumsal olayları,
süreçleri ve görüngüleri anlamak için yorum yapmaktır (Benjamin, Adorno,
Elias…)
Sosyologların 1960’lı yıllardan bu yana
sürdürdüğü tartışmaların büyük bir kısmı, bu iki bakış açısı grubunun göreceli
merkeziyetleriyle ilgili sorular etrafında dönmüştür. … toplumsal yaşamın bazı
yönlerinin nesnel analize uygun olmadığı varsayımı, bilimsel geçerlilik
arayışındaki birçok araştırmacının o konular hakkındaki çalışmasına engel olur.
Başkalarının da bu konular üzerine yürüttüğü çalışmaları geçersiz kabul
ettikleri gibi, kendi seçimleri, tipolojileri, analiz çerçeveleri ve diğer alet edavatları sayesinde,
çalışmalarının öznel hatalar yapma tehlikesinden muaf olduğunu varsaymakta hiç
gecikmediler. Rastlantıya bakın ki öznel hatalara düşmenin, bilimsel
metodolojileri benimseyenler kadar, nitel yoruma ve araştırmaya dayanan
sosyolojik çalışmalar için de büyük bir tehlike olduğu, bu alandaki
çalışmaların eleştirel bir değerlendirmesi yapıldığında ortaya çıkıyor.
217
Sanata odaklanmak, bir bakımdan sosyolojik sanat
çalışmalarının en sorunlu yönüdür, zira araştırmacıyı değer yargıları öne
sürmenin ve dolayısıyla önyargı hataları yapmanın eşiğine getirir. “Düşünümsel” bir
yaklaşım, önyargılara panzehir olabilir (Gouldner 1970); araştırmacılar bu
yolla hem konu seçimlerini, hem de sorularını, prosedürlerini ve bulgularını
şekillendirme biçimlerini titizlikle değerlendirerek, kendi kendilerini sürekli
tetkik etmeyi görev edinebilir. … Diğer yandan da bazı grupların sanatıyla duygusal bağlar kurmak veya nostaljinin
düşünce sürecini karıştırmasına izin vermek gibi, aksi yöndeki tuzaklara
düşmemek için de aynı oranda dikkatli olmaları gerekir. Bu manadaki
düşünümsellik, metodolojik yaklaşımları ne olursa olsun, genel olarak tüm
araştırmacı ve sosyologların çalışmalarını sağlamlaştıracaktır.
218
Sanatın yalnızca toplumu yansıttığı yönündeki
varsayım, iddia ettiğim üzere kültür ile toplum arasındaki karmaşık ilişkinin
sadece küçük bir kısmını aydınlatmaya yarayan bir klişedir.
Bağlamsallaştırmalar, zengin ve derin bir şekilde yorumlanmalıdır. Bunu
yapabilmek için de toplumun mikro ve makro düzeylerine dikkat edilmeli; yapı ve
eylemlilik göz önüne alınmalı; maddi çıkarlar kadar kültürel değerler de
kapsama dahil edilmelidir.
Günümüzde bu alt disiplin (sanat sosyolojisi),
sosyoloji sahası tarafından bir bütün olarak giderek daha çok tanınan, geleceğe
yönelik umut veren, ancak güvencesiz bir konumdadır.
(Dipnot 17) … sanatın ifade ve alılmama uçlarına
erişimin bir vatandaşlık hakkı olarak tanınmasına duyulan bağlılık, düzen siz
bir şekilde de olsa artmaya başladı. Sosyologlar günümüzde de kendilerini
örgütsel analizin her zaman çok daha pazarlanabilir olmuş alt sahalarına veya
tıp sosyolojisi gibi, maddi yönden önem taşıyan uygulamalı sahalara adamaya
devam etme eğiliminde olsa da, American Sociological Association yakın bir
zamanda kültür sosyolojisine dayanan bir araştırma bölümü açmıştır. Kültür
bölümünün üye sayısı 1986 yılında iki yüzü zor bulurken, 1988’de beş yüzü
aşmıştır.
219
Sanat sosyolojisini, sanat ile sanat
dünyalarından ayrı tutmanın mümkün olmadığı, bu kitabın bir başka izleğidir. Bu
yaklaşım, toplumsal kuram dünyasının analiz ettiği konudan ayrı
tutulamayacağını öne süren Anthony Giddens’ın güçlü teziyle uyumludur. Ezoterik (kamuya açık olmayan, herkesin
anlaması için yazılmamış yalnızca bir kurum ya da bir okulda, bir mezhepte veya
belli bir alanda oldukça ileri bir düzeye ulaşmış kişiler için saklanmış,
yalnızca onlar tarafından anlaşılabilir olan gizli inanç ya da ideoloji ya da
öğretiler için kullanılan terim; içrek, batıni, dışa kapalı tutulan ekşi)
sahalardaki uzmanların aksine, sanat sosyologları ele aldıkları konu bakımından
yalnız değildir. Ne var ki bu sahadaki bilgi üzerinde tekel iddia edemezler. …
Ancak toplum bilimcilerle humanistleri suni bir uyum yakalamaya zorlamak da hata
olur, zira kendi sahalarının getirdiği katkılardan orantısızca vazgeçmelerine
neden olabilir.
Kaynakça
Theodor Adorno, “Müzik Sosyolojisine Giriş” 1962,
“Otoriter Kişilik” 1950
Hannah Arent, “Toplum ve Kültür” 1965
Roland Barthes, “Yazarın (Author) Ölümü” 1968
Michel Foucault, “Bir Yazar (Author) Nedir?” 1979
E.H. Gombrich, “Sanatın Toplumsal Tarihi” 1963
Thomas Kuhn, “Bilisel Devrimlerin Yapısı” 1970
Raymonde Moulin, “Guide de
I’artise plasticien” 1981, “La genese
de la rarete artistique” 1978, “The
French Art Market, A Sociological View”
1967
Erwin Panofsky, “Gotik Mimari ve Skolastisizm”
1957
Georg Simmel, “Modern Kültürde Çatışma” 1968
Janet Wolf, “Estetik ve Sanat Sosyolojisi” 1983,
“Sanatın Toplumsal Üretimi” 1984
.
.
.
.