07 Ocak 2020

Giorgio Agamben - İçeriksiz Adam

.
.
.


.
.


Türkçe’de Giorgio Agamben

1970 İçeriksiz Adam. (Çev. Kemal Atakay), Monokl Yayınları, 2019 İstanbul
1978 Çocukluk ve Tarih: Deneyimin Yıkımı Üzerine Bir Deneme. (Çev. Betül Parlak), Kanat Kitabevi, 2010 İstanbul
1985 Nesir Fikri. (Çev. Fırat Genç), Metis Yayınları, 2009 İstanbul
1990 Gelmekte Olan Ortaklık. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
1995 Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat. (Çev. İsmail Türkmen), Ayrıntı Yayınları, 2001 İstanbul
1998 Tanık ve Arşiv: Auschwitz'den Artakalanlar. (Çev. Ali İhsan Başgül), Dipnot Yayınları, 2017 Ankara
2002 Açıklık: İnsan ve Hayvan. (Çev. Meryem Mine Çilingiroğlu), Yapıkredi Yayınları, 2009 İstanbul
2003 Olağanüstü Hal. (Çev. Kemal Atakay). Varlık Yayınları, 2008 İstanbul
2005 Dünyevileştirmeler. (Çev. Betül Parlak). Monokl Yayınları, 2011 İstanbul
2006 Dispozitif Nedir? / Dost. (Çev. Ekin Dedeoğlu), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
2008 Şeylerin İşareti: Yöntem Üstüne. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
2009 Çıplaklıklar. (Çev. Suna Kılıç), Alef Yayınevi, 2017 İstanbul




İçeriksiz Adam      1970

Giorgio Agamben

(Çev. Kemal Atakay), Monokl Yayınları, 2019 İstanbul



İçindekiler
1. En Tekinsiz Şey                                                               13
2. Frenhofer ve İkizi                                                           22
3. Zevk Sahibi Kişi ve Bölünme Diyalektiği                   28
4. Nadire Kabinesi                                                             45
5. “Şiir Üzerine Yargılar, Şiirden Daha Değerlidir”      58
6. Kendini Hiçleştiren Bir Hiçlik                                     73
7. Yoksunluk, Bir Çehre Gibidir                                      80
8. Poiesis ve Praksis                                                          90
9. Sanat Yapıtının Özgün Yapısı                                      120
10. Hüzünlü Melek                                                             131




1. En Tekinsiz Şey

13
[Nietzsche soruyor], [Kant: güzellik ilgi/çıkar araya girmeden hoşa giden şeydir.], [Stendhal: güzellik bir mutluluk vaadidir] [Kim haklı? Kant mı, Stendhal mı?]

14
... sanat deneyimi, Nietzsche için hiçbir biçimde bir estetik değildir.

Pygmalion -kendi yaratısına, artık sanata değil, hayata ait olmasını arzu edecek kadar sevdalanan heykelci-, ilgisiz/çıkarsız güzellik fikrinden mutluluk fikrine, yani yaşamsal değerlerin sınırsız arttırılması ve güçlendirilmesi fikrine doğru dönüşün simgesidir. Bu arada, sanat üzerine düşünmenin odak noktası, ilgisiz/çıkarsız seyirciden, ilgi/çıkar gözeten sanatçıya yönelir.

15
Estetik fenomeni özerk olarak değerlendirme gibisinden bir şeylerin Ortaçağ Avrupa toplumunda ilk kez ortaya çıkışı, sanata itiraz ve sanattan nefret biçimindedir. Piskoposların talimatlarında yer alan bu değerlendirmeler, ars nova’nın müzikal yenilikleri karşısında, dini ayinler sırasında ezgi modülasyonunu ve fractio vocis’i yasaklıyordu, çünkü bunlar çekicilikleri ile, inançlıların dikkatini dağıtıyordu. [Buraya Hegel’in manastırlarda yer alan çirkin heykeller anlatımını koy]

* ars nova    [‘yeni sanat’ anlamına gelir. 14. yüzyılda kilise müziğinden bağımsız hale gelen müzisyenlerin eserlerini koydukları sınıftır. Saf melodi sapkınlığı bırakılmış, çok sesliliğe geçilmiştir. Ama diğer çalgılar yasak olduğundan yeniden gelişene kadar yine org ve insan sesi kullanılmıştır.]
fractio vacis   [kırma, kırpılmış, parça ses (?)]

Platon, bilindiği üzere, şairde şehir devlet için bir tehlike ve yıkım unsuru görür:

16
Bu yüzden günün birinde akıllılığı sayesinde, her şeyi taklit etmesini bilen, her şeyi yapması mümkün birisi gelip de bize kendini tanıtıp şiirlerini okumaya kalktığında, onun ne kadar hoş ve harika bir varlık olduğunu söyleyerek, önünde derin bir saygıyla eğiliriz. Ama aynı zamanda ona, devletimizde onun gibi bir insan olmadığını ve böyle insanların da buraya giremeyeceğini kibarca söyleriz. Başına kokular döküp, boynuna yün sargılardan bir çelenk takarak, onu başka bir devlete uğurlarız.

Platon, çünkü “şiir söz konusu olduğunda” diyerek, sözlerine, estetik duyarlığımızı sarsan şöyle bir ifade ekler: “şehre yalnızca tanrılara ilahileri ve iyi insanlara övgüleri kabul etmek gerekir.”

[Platon’dan önce, Sophokles, Antigon’de sanata karşı bir kuşku dile getirir:] Tekhne’ye (Yunanlıların bu sözcüğe verdikleri geniş anlamıyla, bir şeyi meydana çıkarma, yokluktan varlığa taşıma yetisi) sahip olması hasebiyle insanı en tekinsiz varlık olarak nitelendirdikten sonra, koro bu gücün mutluluğa olduğu kadar yıkıma götürebileceğini [söyler]:

Ne ocağıma yakın biri olsun,
ne düşüncelerini paylaşsın
böyle şeyler yapan kişi.

17
Platon, sanatın ruh üzerindeki etkisini o kadar büyük görüyordu ki, sanatın tek başına şehir devletinin temelini yıkabileceğini düşünüyordu. ... Platon’un, esinli düş gücünün etkilerini tanımlamak istediğinde kullandığı ifade “tanrısal korku [dehşet]” (theios phobos)...

[Modern sanat] Gerçekten de, göründüğü kadarıyla, seyircinin “sanat” kavramına nüfuz ederek sanatı estetiğin “ideal dünya”sı ile sınırlı hale getirdiği sürece paralel olarak, sanatçının bakış açısından karşıt bir sürece tanık oluruz. ... Güzel nesne karşısında seyircinin yaşantısında giderek artan masumluğa, sanatçının yaşantısının bünyesinde giderek artan tehlikelilik karşılık gelir... [Van Gogh’un öldüğü gün cebinde bulunan pusulada yazanlar: “Doğrusu, eserim uğruna hayatımı riske attım ve akıl sağlığımın yarısı onun içinde eridi gitti...”]

19
[Sanat yalnızca sanatçılar için değil toplum için de tehlikeli bir şeydir.] ... sanatın estetik boyuta girmesi -ve görünürde seyirci aisthesis’i üzerinden anlaşılması-, artık kendi kendimize tasavvur etmeye alıştığımız gibi masum ve doğal bir olgu olmayacaktır. Çağımızda sanat sorununu gerçekten masaya yatırmak istiyorsak, belki de hiçbir şey, estetiğin yok edilmesinden daha acil değildir: Alanı alışılmış verilerden temizleyerek, sanat eserinin bilimi olarak estetiğin anlamını sorgulamamızı sağlayacak bir yok etme. [Bu yok etmenin sonucu eserle aramızda bir uçurumun açılması mı olacaktır?] ... Ama sanat eserinin başlangıçtaki konumuna yeniden kavuşmasını istiyorsak, böyle bir yitim ve böyle bir uçurum, belki tam da en ihtiyaç duyduğumuz şeydir. [Böyle bir şeyi niye isteyelim?]

“Modern öznellik Yasa’ya fazlasıyla tabi kılınmış bir arzuya karşı bedeni ve hazlarını yeniden mi keşfediyor? Ve fakat bu Yunanlara dönmek demek değildir, zira dönmek diye bir şey asla yoktur.” [Gilles Deleuze, Foucault, (1986), (Çev. Burcu Yalım - Emre Koyuncu), Norgunk Yayınları 2019 İstanbul, s.112]

Ayrıca, bu kitapta bizzat Agamben tarafından birkaç kere tekrarlanan bir söz de mevcutken?: “Tarihte dönüş bileti diye bir şey yoktur...”

20
[Nietzsche, Şen Bilim, önsöz:] “Ah, gerçekten bir anlayabilseydiniz, sanata nasıl ihtiyacımız olduğunu...” ama “bir başka sanata ... sanatçılar için olan, yalnızca sanatçılar için olan bir sanata!”

[Not 3. Palton, Devlet. Palton, daha kesin olarak şöyle der: “Eğer her biçime bürünebilen ve her şeyi taklit edebilen kişi...” Aslında, Devlette Platon’un hedefi, taklide dayalı şiirdir (yani duyguları taklit ederek, dinleyicilerin ruhunda aynı duyguları uyandırmaya çalışan şiirdir), salt anlatısal şiir (diegesis] değildir. Platon’un, çok tartışılan, şairleri devletten sürmesinin esasını, bu sürmeyi dil ile şiddet arasındaki ilişkiler kuramı ile bağlantılandıramazsak anlayamayız.] [Aslında ‘taklit’, ‘anlatı’ ve ‘dil’ kavramlarını tartışırken, belki de, sözel yapılarla yazı arasındaki ilişkileri gündeme getirmek daha doğru olabilir. Çünkü o dönemde ‘yazı teknolojisi’ni henüz içkinleştirmemiş bir toplumda Platon’un kovduğu, ‘yazı’nın kendisidir.]


2. Frenhofer ve İkizi

22
[Paulhan, yazarları ikiye ayırır: Retorikçiler ile Dehşetçiler. Dehşetçi, bir mizologdur (akılyürütmeye düşmandır), Retorikçi ise, bütün anlamı biçime özgü kılarla; sözcüklere bakar ve düşünceye güvenmiyor gibidir.]

Sanat eserinin, ondaki basit şeyden başka bir şey olduğu çok barizdir; Yunanlılar alegori kavramıyla bunu dile getiriyorlardı: Sanat eseri, “allo agorenei” (“başka şey iletir”), onu içeren malzemeden başkadır. Ama bazı nesneler -örneğin, bir taş blok, bir su damlası ve genel olarak bütün doğal şeyler- vardır ki, bunlarda biçim madde tarafından belirlenmiş ve neredeyse silinmiş gibidir; öte yandan, bazı nesnelerde -bir vazo, bir çapa veya insanın ürettiği başka herhangi bir şey- biçim maddeyi belirliyor gibidir.

24
... akılyürütmeden nefret [mizoloji], filolojiye dönüşmek zorundadır.

26
... estetik, seyircinin aisthesis’inden, duyulur algısından yola çıkarak sanat eserinin belirlenmesi değildir yalnızca. Sanat eserinde, daha en baştan, sanat eserinin, kendine özgü ve indirgenemez bir “işleyiş”in (operari), sanatsal işleyişin, “eser”i (opus) olduğu değerlendirmesi mevcuttur. Bu ilkeler ikiliği (bu ikilikten ötürü, eser hem sanatçının yaratıcı etkinliğinden yola çıkarak hem seyircinin duyulur algısı yoluyla belirlenir), estetik tarihini baştan sona kuşatır ve büyük bir ihtimalle estetiğin düşünsel merkezini ve yaşamsal çelişkisini bu ikilikte aramak gerekir.


3. Zevk Sahibi Kişi ve Bölünme Diyalektiği

28
On yedinci yüzyılın ortalarında, Avrupa toplumunda zevk sahibi kişi figürü belirir: Yani, her sanat eserinin karakteristik özelliği olan kusursuzluk noktasını algılamasını sağlayan özel bir beceri ile, ... adeta altıncı his ile donanmış kişi.

On altıncı yüzyılda henüz, iyi zevkle kötü zevki birbirinden ayıran net bir çizgi yoktu...

29
[On altıncı yy] Zamanın duyarlığı, kutsal sanat eserleri ile mekanik kuklalar, eğlendirici düzenekler (engins d’esbatement), hükümdar ve papaların ziyafetlerine neşe katmak için pek çok otomat ve canlı kişinin yer aldığı devasa şölen düzenlemeleri arasında büyük bir ayrım gözetmiyordu. Fresklerine ve mimari başyapıtlarına hayran olduğumuz sanatçılar, her tür süs çalışmasına ve düzenek tasarımına da katkı veriyorlardır. [Brunelleschi’nin tasarladığı gök küreyi temsil eden düzenekte badem biçimli bir mekanizmanın desteğiyle başmelek Cebraili temsil eden otomat], [Melchior Broederlam’ın onarıp boyadığı, Fransa kralı iyi Philip’in misafirlerine su ve toz püskürten mekanik aygıtlar]

Rönesans dönemi, hayatlarında sanata, idari sorumluluklarını bir yana bırakıp sanatçılarla eserlerinin tasarım ve yapımını tartışacak kadar çok yer veren papalara ve büyük senyörlere tanık olmuştu. Ama onlara: “Ruhunuzda özel bir organ var. Onun görevi, sanat eserini tanımlama ve anlamadır; üstelik bunu, zihnin diğer bütün becerilerini ve salt duyusal ilgilerini devre dışı bırakarak yapar” denseydi [bunu çok yadırgatıcı bulurlardı].

30
Gelgelelim, tam da bu tür bir fikir, 17. yy Avrupa’sının aydın kesiminde giderek artan bir belirginlikle yayılmaya başlar. “Gusto” kelimesinin kökeni (tat, tat alma duyusu) şunu gösteriyor gibiydi: Nasıl daha sağlıklı veya az sağlıklı bir tat varsa, daha iyi veya daha az iyi bir sanat da var olabilirdi.

Zevk fikri ve onunla birlikte modern duyarlığın gizeminin -estetik yargının- doğuşu ile sonuçlanacak olan kendine özgü ruhsal tepki belirginlik kazandıkça, gerçekten de sanat eseri (en azından tamamlanıncaya kadar) bütünüyle sanatçının hükmündeki bir etkinlik olarak görülmeye başlanır. Öyle ki, sanatçının yaratıcı düş gücü, ne sınır tanır ne dayatma; sanatçı olmayana da, seyretmek, yani giderek daha az gerekli ve daha pasif bir ortağa dönüşmek kalır... Modern estetik eğitimimiz, bizi bu tutumu normal görmeye ve sanatçının çalışmasına her müdahaleyi onun özgürlüğünün haksız ihlali olarak kınamaya alıştırmıştır.

31
... Edgar Wind, Rönesans’ın büyük sanat koruyucularının, tam da sanat koruyucusunun asla olmaması gereken şey olduklarını belirtir: Yani, “rahatsız edici ve beceriksiz ortaklar”.

Zevki inceledikçe daha da varla yok arası bir hayaleti andırmaya başlayan bir seyirci karşısında, sanatçı giderek daha özgür ve daha esnek bir ortamda hareket eder ve onu canlı toplum dokusundan estetiğin dondurucu yansız bölgesine götürecek olan yolculuğa başlar. Estetik ülkesinin çölünde boşuna besin kaynağı arayacak ve sonunda Flaubert’in Ermiş Antonius ve Şeytan’ında farkına varmadan kendi kol ve bacaklarını yiyen Katoblepas’a benzeyecektir.

Gerçekten de, zevk sahibi ölçülü kişi figürü Avrupa toplumunda giderek yaygınlaşırken, sanatçı bir dengesizlik ve eksantriklik boyutuna girer.

32
Sanatçı gibi, zevk sahibi kişinin de gölgesi vardır...

34
Zevk sahibi ... beğenisi saflaştıkça ... iyi zevkin kabul edemeyeceği her ne varsa onun çekiciliğine kapılmaya başlamıştır, sanki iyi zevk, kendi içinde, zıddına sapma eğilimi taşıyormuş gibi.

[Madame de Sevigné] “Zaman zaman, böyle saçma şeylere olan ilgimin nereden geldiğini merak ederim, pek anlayamıyorum. ...’nin yazma üslubunun ne kadar itici olduğunu biliyorum, gene de ökseye yakalanmış bir kuş gibi bu üsluba yakalanmaya devam ediyorum: duyguların güzelliği, tutkuların şiddeti, olayların büyüklüğü ve yaman kılıçların mucizevi başarısı..., küçük bir kız gibi bütün bunlar aklımı başımdan alıyor...”

35
İyi zevkin, kendi karşıtına doğru bu açıklanamaz eğilimi...

Kısacası, zevk sahibi kişi için, Proust’un zeki kişi için tanımladığı durum gerçekleşir: “Daha zeki olmak, ona daha az zeki olma hakkını veriyor.” ... Bugün, tek amacı eğlence olan bir sanat ve edebiyatın varlığı, öylesine mutlak olarak kitle toplumuna mal ediliyor ki ... bir noktayı unutuyoruz: Madame de Sevigné’nin La Calprenéde’in romanlarına olan paradoksal hayranlığını anlatması ile ilk kez ortaya çıktığında, bu olgu popüler değil, aristokratikti.

36
Sanatçılar... “yaman kılıçların mucizevi başarısı”nı, tıpkı okurun ilgisini uyandırıp canlı tutabilecek her tür şey gibi, edebi kurgunun ana kaynaklarından biri yaptılar.

37
Zevk konusunda sadelikten yana olanların kabul ettiği yegâne ‘farklı edebi türler’in yerini yavaş yavaş daha az soylu türler aldı. ... On sekizinci yüzyılın sonunda, yeni bir tür ortaya çıktı: Gotik roman. ... Ve romantikler, ilgili [çıkar gözetir] sanat için verdikleri savaşımda, bu yöntemden fütursuzca yararlandılar. ... Kötü zevkin bu isyanı, şiir ile zevk (veya zekâ) arasında gerçek bir karşıtlıkla sonuçlandı; o kadar ki, hayatı boyunca vurgu ve gösterişli üslup saplantısı olan Flaubert gibi bir yazar, ... şöyle yazabiliyordu: “Kötü zevk denen şeye sahip olmak için, insanın beyninde şiir olması gerekir; oysa zekâ, gerçek şiirle uyuşmaz.”

... tarihte dönüş bileti diye bir şey yoktur...

38
İyi zevk, yalnızca karşıtına sapma eğilimi içermez; bir biçimde, her tür sapma ilkesinin ta kendisidir... On sekizinci yy’ın sonlarına doğru... şöyle bir düşünce belirmeye başlar: Sanat deneyimi ile kötülük arasında gizli bir yakınlık vardır ve sanat eserini anlamak için, kural tanımazlık ve espri, iyi bir vicdandan çok daha yararlı araçlardır.

[Diderot’nun bir yergisinde (Rameau’nun Yeğeni), zevk sahibi insanın bu görülmemiş sapkınlığı, en uç noktasına taşınmıştır.] Rameau’nun yeğeni, hem olağanüstü bir zevk sahibi kişi hem aşağılık bir dolandırıcıdır. ... [Rameau] mutlak sapmanın ortasında, sadece zevk ve berraklığını korumuştur. ... kişiliği, mutlak kişisizliktir. ... Rameau’nun yeğeninde tam ve trajik özbilincini bulan sorun, deha ile zevk arasındaki, sanatçı ile seyirci arasındaki bölünmedir. ... [Seyirci] Hayran olduğu bir sanat eseri karşısında, neredeyse aldatıldığını hissedip o eserin yaratıcısı olma arzusunu bastıramayan [kişidir]. Bu kişi, kendi en derin hakikatine kavuştuğunu sandığı bir şey karşısındadır, ama gene de onunla özdeşleşemez, çünkü sanat eseri tam da, Kant’ın dediği gibi, “onu tam olarak bilsek bile, gene de üretemediğimiz şeydir.” ... [Bu kişinin] İlkesi, ona en yabancı olan şeydir; özü, tanımı gereği ona ait olmayan şeydedir. Zevk, her yönüyle var olmak için, yaratma ilkesinden ayrı olmak zorundadır...

40
Hegel, Rameau’nun yeğeninde Dehşet ve Devrimin eşiğindeki Avrupa kültürünün doruğunu görüyordu. Avrupa tarihinin bu evresinde, kültürde kendine yabancılaşan Tin, kendini ancak bölünme bilincinde ve tüm kavramların ve tüm gerçeklerin mutlak sapmasında bulur.

41
[Hegel] “... iyi olarak tanımlanan şey kötü, kötü olarak tanımlanan şey de iyi olur. ... Soylu bilinç, soysuz ve bayağı; aynı şekilde, bayağılık özbilincin en aydın soyluluğu haline gelir. ... Her öğe, kendi zıddının biçimine büründüğü ölçüde kendine yabancılaşır ve bu yolla onu tersine çevirir.”

43
Sanatın yazgısı ile nihilizmin yükselişi arasında bir tür bağlantı olabilir mi? Burada nihilizm ... bir akım değildir, “... Batı tarihinin temel hareketidir.”

[Not 5. “Büyük sanatçı” kavramı olmasa, ... daha az sayıda kötü sanatçı olurdu. “’Büyük şair’ kavramı, ... daha fazla küçük şair ortaya çıkarmıştır.” [Valéry].


4. Nadire Kabinesi

46
... son derece değerli odalar...

Ortaçağ’ın sonuna doğru, kıta Avrupası ülkelerinde, prensler ve bilgili kimseler, birbirinden son derece farklı nesneleri bir “nadire kabinesi”nde (Wunderkammer) bir araya getiriyorlardı; bu kabineler, birbirine karışmış olarak, sıra dışı biçimli taşları, sikkeleri, içi doldurulmuş hayvanları, elyazması kitapları, devekuşu yumurtalarını ve ünikorn boynuzlarını içeriyordu. [ünikorn   efsanevi tek boynuzlu at figürü]

47
1567 gibi geç bir tarihte, Bavyera Dükü V. Albert’in nadire kabinesi, 780’den fazla resmin yanı sıra, farklı türden iki bin nesne içeriyordu; bunların arasında, “bir rahibin bir başka yumurta içinde bulduğu bir yumurta, bir kıtlık sırasında gökten düşen kudret helvası, bir hidre ve bir basilisk” bulunuyordu.

Alman hekim ve koleksiyoncu Hans Worms’un nadire kabinesini gösteren bir oymabaskı... içi doldurulmuş timsahlar, boz ayılar, tuhaf biçimli balıklar, içi doldurulmuş kuşlar ve ilkel toplulukların kanoları... mızraklar, oklar... geyik ve elk boynuzları, hayvan toynakları ve kafatasları... kaplumbağa kabukları, yılan derileri, testere balığı dişleri ve leopar postları... deniz kabukları, ahtapot kemikleri, madensel tuzlar, madenler, kökler ve mitolojik heykelcikler... Gene de, nadire kabinesine egemenmiş gibi görünen kaos, yalnızca görünürde öyle. Bilgili Ortaçağlının zihniyeti açısından kabine, bir tür mikrokozmos olup ahenkli dağınıklığı içinde hayvan, bitki ve maden makrokozmosunu yansıtıyordu.

[17. yy sergi salonu tasviri, Willeö van Haecht]

48
... Bu öğeler, ancak nadire kabinesinin uyumlu mikrokozmosuna dahil edilmekle hakikatlerine ve sahici anlamlarına kavuşuyorlardı.

49
Vive l’Esprit   [Yaşasın ruh!]

[Marco Boschini’nin Resmin Seyir Defteri... 17. yy Venedik resmi]

Boschini, bu salt zihinsel sahne tasarımında her odanın rengini ve duvarlara koyulacak duvar halısı türünü belirlemeyi de ihmal etmez.

50
Resim değerli bir pelesenktir,
aklın gerçek ilacıdır,
şişesinde durdukça, saflaşır
ve yüzyılda bir mucize olur çıkar. [Boschini]

Biz böyle naif imgeler kullanmasak da, sanatla ilgili estetik bakış açımız, çok da farklı olmayan önkabullere dayanıyor olmalı: O bakış açısı bize müzeler inşa ettiriyor ve tablonun sanatçının elinden doğrudan çağdaş sanat müzesinin salonuna geçmesini normal görmemizi sağlıyor. ... sanat, artık kendi adına kendi dünyasını kurmuş ve Museum Theatrum’un zamandan bağımsız estetik boyutuna emanet edilmiş olup ikinci ve bitimsiz hayatına adım atmakta. Bu, bir yandan, ona kesintisiz olarak artan metafizik ve ticari değer getirirken; bir yandan da, eserin somut alanının yok olması ile sonuçlanacak, sonunda onu Boschini’nin düşsel galerisinin bir duvarına konmasını önerdiği dışbükey aynaya benzer kılacaktır:

Orada nesne, yaklaşmak yerine,
geriye adım atar, kendi yararına.

51
Ama sanat eseri her zaman bir koleksiyon nesnesi gibi düşünülmemişti. Bizim anladığımız şekliyle sanat fikrinin, son derece aykırı bulunacağı dönemler olmuştur. Bütün Ortaçağ boyunca, kendi adına sanata yönelik bir sevgiye, hemen hemen hiç rastlamayız... çünkü sanat Ortaçağlı zihniyeti için hiçbir biçimde evrenin alemlerinden birini temsil etmiyordu. Ortaçağ insanı, Vezelay Katedrali’nin alınlık tablasına baktığında veya Souvigny Manastırı’ndaki sütuna baktığında ... bir sanat eserine baktığını düşünmüyor; dünyanın sınırlarının onun için en somut ölçüsünü algılamış oluyordu. Hayranlık uyandırıcı olan, henüz sanat eserinin özerk bir duygusal çeşnisi ve kendine özgü etkisi değildi; eserde insanın etkinliğini Tanrı’nın yarattığı evrenle uyumlu hale getiren belli belirsiz bir ilahi mevcudiyetti ve bu yolla, sanat Eski Yunan’daki başlangıcında ne idiyse, onun bir yankısını hâlâ canlı tutuyordu: Varlık ve evreni eserde görünür kılma, meydana çıkarma şeklindeki mucizevi ve tekinsiz güç.

53
Ama kaçınılmaz olarak, sanatçının öznelliğinin, konusu ile bu dolaysız birliğinin parçalandığı an gelir. ... Artık sanat, kendinde kendi amacını ve kendi temelini arayan mutlak özgürlüktür ve tözsel anlamda hiçbir içeriğe ihtiyacı yoktur, çünkü kendini yalnızca kendi uçurumunun baş dönmesi ile ölçebilir.

54
Günümüzde, neredeyse bütün halklarda düşünce ve eleştirinin -biz Almanlarda düşünce özgürlüğünün de- gelişimi, sanatçılarca da özümsenmiş ve romantik sanat biçimine özgü zorunlu evreler de tamamlandıktan sonra, sanatçıları, deyim yerindeyse, üretimlerinin gerek maddesi gerek biçimi açısından bir tabula rasa haline getirmiştir. Belirli bir içeriğe ve salt o içeriğe uygun bir temsil tarzına bağlı olmak, bugünün sanatçıları için geçmişte kalmış bir şey. Öyle ki, sanat, hangi türden olursa olsun her tür içerikle ilgili olarak, sanatçının kendi öznel becerisinin ölçüsüne göre kullanabileceği özgür bir araç haline geldi. Bu nedenle, sanatçı belirli kutsal biçim ve düzenlemelerin üstünde yer alır, kendi başına özgürce hareket eder... Artık hiçbir içerik, hiçbir biçim, sanatçının iç dünyası ile, doğası ile, bilinçdışı tözsel özü ile doğrudan özdeş değildir. Genel olarak güzel olmanın ve sanatsal açıdan işlenebilirliğin biçimsel yasası ile çelişmediği sürece, her tür konu sanatçı için uygun olabilir. [Hegel, Estetica]

... beğeni-deha bölünmesi...

Sanatçı, konusu ile yakın birlik içinde yaşadığı sürece, seyirci sanat eserinde yalnızca kişisel inancının ve kendi varoluşunun en yüksek hakikatinin en gerekli tarzda bilince çıkarıldığını görür ve kendi başına sanat sorunu kendini gösteremez çünkü sanat tam da bütün insanların, sanatçıların ve sanatçı olmayanların canlı bir birlik içinde buluştukları ortak alandır. Ama bir kez sanatçının yaratıcı öznelliği, kendi konusunun ve üretiminin üstünde bir konuma yerleştiğinde, sanat eserinin bu somut ortak alanı ortadan kalkar ve seyircinin onda gördüğü, artık kendi en üst hakikati olarak bilincinde doğrudan bulabileceği bir şey değildir. Seyircinin her durumda, sanat eserinde bulup bulabileceği, artık estetik temsilin aracılık ettiği şeydir.

55
Seyirci, ... kendi tutarlılığını ona en yabancı olan şeyde aramaya mahkûm olur.

Sanat eserinin başlangıçtaki birliği parçalanmış ve geriye bir yanda estetik yargı, diğer yanda içeriksiz sanatsal öznellik, katışıksız yaratıcı ilke kalmıştır.

56
“Şiir, en gerçek olandır; ancak bir başka dünyada bütünüyle hakiki olandır.” [Baudelaire]

Mutlak sanatsal öznellik ihtiyacını en uç noktasına götüren ve bu girişimi esnasında insan olan ile insan olmayanın sınırlarının belirsizleştiğini gören şair, şimdi estetik yargı perspektifini en uç noktasına taşır, şu saptamalarda bulunacak kadar: “Fransızcanın başyapıtları, lise ödül töreni konuşmaları ve akademik konuşmalardır” ve “Şiir üzerine yargılar, şiirden daha değerlidir.” [Lautrémont] ... Sanata dair estetik kavrayışımızın temelini oluşturan uçurum, öyle kolayca doldurulamaz ve iki metafizik gerçeklik -estetik yargının gerçekliği ile içeriksiz sanatsal öznelliğin gerçekliği- sürekli olarak birbirine gönderme yapar.


5. “Şiir Üzerine Yargılar, Şiirden Daha Değerlidir”

58
Hegel’e göre, sanat eseri, önceki çağlarda olduğu gibi, ruhun manevi ihtiyaçlarını karşılayamaz, çünkü bizde düşünme ve eleştirel ruh öyle güçlü hale gelmiştir ki, bir sanat eseri karşısında, onunla özdeşleşerek onun içindeki dirimselliğe nüfuz etmekten çok, onu estetik yargının bize verdiği eleştirel çerçeveye göre tasavvur etmeye çalışırız. [Hegel:]

59
Artık sanat eserinin bizde uyandırdığı şey, doğrudan zevkin ötesinde, bizim yargımızdır da, çünkü sanat eserinin içeriğini, dışavurum araçlarını ve her ikisinin uygun olup olmadığını düşünce süzgecinden geçiriyoruz. Bu yüzden, çağımızda sanat felsefesi [günümüzde] ... daha büyük bir ihtiyaçtır. ... Sanat, gerçek doğrulanmasını yalnızca felsefede bulur!

60
... Kant, transandantal analitik modelini izleyerek, güzeli dört aşamada tanımlar, bunlar birbiri ardı sıra estetik yargının temel özelliklerini belirlerler. İlk tanıma göre: “Beğeni; ilgi/çıkar olmadan, beğenme veya beğenmeme aracılığıyla bir nesneyi veya bir temsil türünü yargılama yetisidir: Böyle bir beğeninin nesnesine güzel denir”. İkinci tanıma göre: “Kavramlardan ayrı olarak herkesin hoşlandığı şey güzeldir”. Üçüncü tanıma göre: “Güzellik, bir nesnenin erekliliğinin biçimidir, bu erekliliğin bir ereğin temsili olmaksızın algılandığı şekliyle”. Dördüncü tanımda bunlara şu eklenir: “Güzel o şeydir ki, kavram olmaksızın, evrensel bir doyumun nesnesi olarak tanınır”.

... ilgisiz/çıkarsız zevk, kavramsız evrensellik, ereksiz ereklilik, normsuz normallik... ... ne zaman estetik yargı, neyin güzel olduğunu belirlemeyi denese, ellerinin arasında güzel olanı değil, onun gölgesini tutuyor, sanki gerçek nesnesi, sanatın ne olduğu değil de, sanatın ne olmadığı, sanat değil de, sanat-olmayanmış gibi. [karanlık tarafı, gölgesi üzerine verilen bir uğraş].

61
Bir eserin sanatsal yönünü inkâr ettiğimizde, bu eserde, onu canlı tutan temel şey haricinde bütün maddi unsurların var olduğunu söylemek isteriz, tıpkı bir cesette, canlı bir bedendeki bütün unsurların var olduğunu, bir tek onu canlı bir varlık kılan o anlaşılmaz neliğin eksik olduğunu söylediğimiz gibi. Ama sonra kendimizi sanat eserinin karşısında bulduğumuzda, farkında olmadan, sadece kadavralar üzerinden anatomiyi öğrenmiş olan ve hastanın canlı organları karşısında, yönünü bulmak için, zihinsel olarak ölü anatomi modeline başvurmak zorunda kalan bir tıp öğrencisi gibi davranırız.

62
Kant, estetik tarihinde gerçekten önemli olan tek soruya tatmin edici bir cevap bulamadığından bu yana, bu ilk leke sanatla ilgili her yargıda bulunduğumuzda üzerimizde ağırlığını durur: “Temelleri bakımından a priori estetik yargılar nasıl mümkün olur?”

Tez: Zevk [beğeni] yargısı kavramlara dayanmaz, çünkü öyle olsaydı tartışılabilirdi.

Antitez: Zevk yargısı kavramlara dayanır, öyle olmasaydı, yargılar ne kadar farklı olsa da, tartışamazdık (yargımız için başkalarının gerekli onayını talep edemezdik).

63
[Kant] Sanat güzelliği üzerine yargıyı, doğa güzelliği üzerine yargı ile kıyasladığında, şu kanıya varmıştı: Doğa güzelliği üzerine yargıda bulunmak için, nesnenin olması gereken şeye dair önceden bir kavrama sahip olmamız gerekmezken, sanatsal güzelliği yargılarken böyle bir kavrama ihtiyacımız var, çünkü sanat eserinin temelinde bizden başka bir şey, yani, sanatçının özgür yaratı-biçim ilkesi var. Bu, Kant’ı, yargılama yetisi olarak zevk ile üretme yetisi olarak dehayı karşı karşıya koymaya götürüyordu. Ve Kant, iki ilkenin radikal farklılığını uzlaştırmak için, her ikisinin de temelinde yer alan duyum ötesi alt katman gibi mistik bir fikre başvurmak zorunda kalıyordu: “Kaynakları bizden gizlenmiş olan bu yeti muammasının tek anahtarı olarak, olsa olsa öznel ilkeyi, yani bizde duyum ötesi olanın belirsiz ideasını ileri sürebiliriz...” [Kant].

64
[bu ayrışmanın modernitenin yazgısına ne kadar derinden işlendiği ve estetik yargının nasıl zorunlu olarak kendi kökenini unutuşu...]

67
Müzeyi ayakta tutan mekân, bu kendini ve başkasını sürekli olarak ve mutlak biçimde olumsuzlamadır. ... Onun toplumumuzdaki olumlu değeri ve estetik göğünde metafiziksel tutarlılığı, büyük bir gayretle kendi hiçliğinin çevresinde dolanan bu hiçliği yadsıma çalışmasına dayanır. Ancak eseri gölgesine doğru geri adım atmaya zorladığımız bu geri adımda, sanat eseri bizim için rasyonel bir sorgulamanın nesnesi olabilecek tanıdık bir boyutu yeniden edinir.

68
[Bugün, sanatla ilgili estetik anlayışımız bir kriz geçiriyor.]

Sanat eseri bizim için, ancak gölgesi ile kıyasla anlaşılabilir hale gelirken, doğal nesnelerin güzelliğini anlamak için (Kant’ın daha önce sezmiş olduğu gibi), şimdiye kadar onları negatifleri ile ölçmemize hiç gerek olmamıştı. Bu nedenle, bir fırtınanın az mı çok mu başarılı olduğunu veya bir çiçeğin az mı özgün olduğunu kendimize sormak kesinlikle aklımıza gelmezdi, çünkü doğanın üretiminin ardında yargımız biçimsel bir ilkenin yabancılığını algılamıyordu. Oysa, bir resim, bir roman veya herhangi bir deha eseri karşısında bu soru, kendiliğinden beliriyordu.

69
Şimdi, yaşantımızın bize sunduğu şeyi gözlersek, bu ilişkinin bir biçimde gözümüzün önünde tersine çevrilmekte olduğunu fark ederiz. Gerçekten de, çağdaş sanat bize, giderek daha büyük bir sıklıkla, geleneksel estetik yargı mekanizmasına başvurmanın artık mümkün olmadığı sanat eserleri sunar; keza bu eserler karşısında sanat/sanat-olmayan şeklindeki ikili karşıtlık, kesinlikle yetersiz görünür. Örneğin, biçimsel-yaratıcı ilkenin yerini, sanat alanına zorla sokulan sanat-olmayan nesneye özgü yabancılığın aldığı bir hazır-nesne karşısında, eleştirel yargı deyim yerindeyse doğrudan kendisi ile ya da daha kesin konuşmak gerekirse kendi tersine çevrilmiş imgesi ile karşı karşıya gelir. Gerçekten de, eleştirel yargının, sanat-olmayana döndürmesi gereken şey, zaten kendiliğinden sanat-olmayandır ve bundan ötürü, eleştirel faaliyet basit bir künye onayı ile sınırlı kalır. Çağdaş sanat, en son eğilimlerinde, bu süreci daha da ileri taşımış ve sonunda karşılıklı hazır-nesne’yi -Duchamp’ın bir Rembrandt resmini ütü masası olarak kullanmayı önerirken düşündüğü şeyi- gerçekleştirme noktasına gelmiştir. Çağdaş sanattaki nesne merkezlilik itkisi, delikler, lekeler, yarıklar ve resim dışı malzemenin kullanımı yoluyla, giderek artan ölçüde, sanat eserini sanatsal-olmayan ürünle özdeşleştirme eğilimi taşır. Böylece sanat, kendi gölgesinin bilincine vararak, doğrudan kendi olumsuzlamasını bünyesine alır ve onu eleştiriden ayıran boşluğu doldurarak, kendisi sanatın ve gölgesinin -yani, sanat üzerine eleştirel düşünmenin, ‘sanat’ın- logos’u haline gelir.

Çağdaş sanatta, kendi bölünmüşlüğünü açığa vuran, böylece kendi alanını bastırıp gereksiz kılan eleştirel yargının ta kendisidir.

Aynı zamanda, doğayı değerlendirme tarzımızda tersi bir süreç gerçekleşir. ... bir manzara karşısında, onu doğal olarak gölgesi ile ölçtüğümüz olur, kendimize bu manzaranın estetik açıdan güzel mi, yoksa çirkin mi olduğunu sorarız ve bir sanat eserini bir mineral çökeltisinden veya kimyasal etkiyle aşınıp incelmiş bir odun parçasından ayırmakta giderek daha çok zorlanırız.

70
Sanat doğa, doğa da sanat olup çıkmıştır.

Tam şimdi var gücümüzle eleştirel yargının temelini sorgulamaya başlamazsak, bildiğimiz şekliyle sanat fikri, onun yerini tatmin edici şekilde yeni bir fikir almadan, parmaklarımızın arasından kayıp gidecektir.

[Not 2. “Heykeller artık canları uçup gitmiş taşlardan ibaret, tıpkı ilahilerin inancın terk ettiği sözlerden ibaret olması gibi. ... tıpkı genç bir kızın meyveyi sunuşu gibi. Varlıklarında gerçek yaşanmışlık yok artık: Ne onları taşımış olan ağaç, ne toprak, ne tözlerini oluşturan temel öğeler, ne onlara kendilerine özgü niteliklerini veren iklim, ne oluş süreçlerine yön veren mevsimler değişimi. ... Dolayısıyla, onlardan aldığımız etkin zevk, ... dışsal bir etkinliktir. ... Bu dışsal etkinlik, eserlerin çevresini oluşturan, onları yaratan ve onlara esin kaynağı olan etik yaşamın içsel öğeleri yerine; dil, tarihsel koşullar, vb. gibi dışsal varlıkların ölü öğelerinden girift bir yapı iskelesi kurar.” Hegel, Tinin Fenomenolojisi].


6. Kendini Hiçleştiren Bir Hiçlik

73-74
[Hegel, Heidegger, sanat, vs.]

75
Sanatçının, sanat eserinde deneyimlediği şey, aslında sanatsal öznelliğin, mutlak öz olduğudur (onun açısından konunun ne olduğu önemli değildir). Ama her tür içerikten ayrılan saf yaratıcı-biçimsel ilke, mutlak soyut temelsizlik olup kendini aşma ve gerçekleştirmeye [edimselleştirmeye] yönelik sürekli bir çaba içinde her tür içeriği hiçleştirip yok eder. Sanatçı artık kendi kesinliğini bir içerik veya belirli bir inançta arayacak olursa, yalana düşmüş olur...

76
[Romantikler... ironi...] İroni şu anlama geliyordu: Sanat, artık herhangi bir içerikte gerçek bir ciddiyet bulamadığından, bundan böyle, ancak şiirsel benliğin yadsıyıcı gücünü temsil edebilirdi...

77
[Baudelaire, ironi -> “mutlak komik”. “gülme, kişisel üstünlük fikrinden doğar”.] ... çağımızda her tür sanatsal olgu, sanatçıda “kalıcı bir ikiliğin, aynı anda kendi ve başkası olma kapasitesinin” varlığı üzerine kurulur, “sanatçı ancak iki olma ve ikili doğası ile ilgili hiçbir olguyu görmezden gelmeme şartıyla sanatçıdır.”

[Schlegel’in teorilerini analiz eden Hegel, her tür belirlenimin ve her tür içeriğin bütünüyle yok edilişinde, öznenin kendine aşırı gönderme yapması, yani aşırı bir özbilinçlilik içinde olması durumunu görmüştü.]

78
Sanat ölmez, ancak kendini hiçleştiren bir hiçlik haline geldikten sonra, ebediyen hayatta kalır. ... sürekli olarak kendi imgesinin ötesine işaret eden bir biçim ve içerikler çölünde dolanır... ... sanatın ölümü tam da ölmemesidir, kendini eserin asıl kökenine göre ölçememesidir. İçeriksiz sanatsal öznellik, artık katışıksız olumsuzlama gücü haline gelir...


7. Yoksunluk, Bir Çehre Gibidir

80
Platon, Şölen’deki bir cümlede bize poiesis kelimesinin asıl çağrışımını tam olarak aktarır: “Bir şeyi var-olmayıştan var-oluşa geçiren herhangi bir neden, poiesis’tir.” Ne zaman bir şey üretilse, yani gizlenme ve var-olmayıştan buradalığın ışığına taşınırsa, poiesis, üretim, şiir söz konusu olur. [her tür sanat şiirdir, varlığa büründürmedir], [zanaatkarın faaliyeti de poiesis’tir.] Doğa da (physis), onda her şey kendiliğinden varlığa büründüğü için, poiesis özelliği gösterir.

81
Aristoteles, ... doğa yoluyla var olup arkhe’sini -yani, varlık kazanma ilke ve kökenini- kendi içinde barındıran şey ile başka nedenler yoluyla [varolup, bu ilkeyi insanın üretim faaliyetinde bulan şeyi birbirinden ayırır.] Bu ikinci tür şey için Yunanlılar, onun apo tekhne (teknik yoluyla) varolduğunu... söylüyorlardı. Tekhne, hem bir vazo veya kaba biçim veren zanaatkarın faaliyetini, hem bir heykeli biçimlendiren veya bir şiir yazan sanatçıyı gösteren bir addı. ... Öte yandan, Aristoteles’e göre, poiesis tarafından gerçekleştirilen üretim, her zaman bir “biçime büründürme” (morphe kai eidos) özelliğine sahiptir.

On sekizinci yüzyılın ikinci yarısından itibaren modern teknolojinin gelişmesiyle ve giderek daha yaygın ve daha yabancılaştırıcı bir iş bölümünün kurulmasıyla, insanın ürettiği şeylerin konumu, varlık tarzı, ikili hale gelir: Bir yanda, estetik kurallara göre varlık kazanan şeyler, yani sanat eserleri; diğer yanda, tekhne kurallarına göre varlık kazanan şeyler, yani dar anlamıyla ürünler vardır. Estetiğin başlangıcından beri, arkhe’leri kendilerinde olmayan şeyler arasında sanat eserlerinin özel statüsü, özgünlük (veya sahicilik) ile tanımlanır.

82
[Burada ‘özgünlük’, benzersiz, her şeyden farklı anlamına gelmez.] Özgünlük, kökene yakınlık anlamına gelir. Sanat eseri özgündür, çünkü kökeni ile, biçimsel arkhe’si ile özel bir ilişkisi vardır. Şu anlamda: Bu arkhe’den gelmekle ve ona uymakla kalmaz, aynı zamanda onunla sürekli bir yakınlık ilişkisi içinde olmaya devam eder.

Başka bir deyişle, özgünlük, şu anlama gelir: Poiesis özelliğine sahip olması nedeniyle, bir biçim içinde ve bir biçimden yola çıkarak varlığa bürünen sanat eseri, biçimsel ilkesi ile öyle bir yakınlık ilişkisi içindedir ki, bu, onun yeniden üretilebilir herhangi bir tarzda varlığa bürünmesi olasılığını ortadan kaldırır...

Buna karşılık, tekhne’ye göre varlık kazanan şeyde, varlık kazanmayı yönlendirip belirleyen eidos ile bu yakınlık ilişkisi yoktur. Biçimsel ilke olan eidos, ürünün varlık kazanabilmesi için uyması gereken dış örnekten, kalıptan (typos) ibarettir... Öyleyse, yeniden üretilebilirlik (burada, kökene yakın olmamanın örnekle/kalıpla ilişkisi anlamında), tekniğin ürününün temel statüsü iken, özgünlük, sanat eserinin temel statüsüdür.

83
İnsanın poiesis faaliyetinin ikili bir statüsünün olması, bize artık o kadar doğal görünüyor ki, sanat eserinin estetik boyuta girmesinin nispeten yeni bir olay olduğunu ve bu olayın sanatçının ruhsal yaşamında radikal bir bölünmeye yol açtığını unutuyoruz. [Bunun sonuçları: özgünlük dogması]

[Hölderlin, sanatın eski çağlardaki gibi bir meslek özelliğini yeniden kazanmasını diliyor:] “... modern şiir, özellikle eğitimden ve zanaat özelliğinden yoksun; yani, yöntemi, hesaplanıp öğrenilebilir olma ve bir kez öğrenildikten sonra pratikte her zaman güvenle tekrarlanabilir olma özelliğinden yoksun.”

84
Şimdi çağdaş sanata bakacak olursak, şunu fark ederiz: Çağdaş sanatta üniter bir statü ihtiyacı [tekhne ve poiesis’in birliğinin ünitesi] o kadar güçlü hale gelmiştir ki, en azından en önemli biçimleri ile sanat, tam da poiesis’in iki alanının kasıtlı olarak karıştırılıp saptırılmasına dayanıyor gibidir. Teknik üretimde sahicilik ihtiyacı ile sanatsal yaratıda yeniden üretilebilirlik ihtiyacı, insanın poiesis faaliyetinde mevcut bölünmüşlüğü gösteren iki melez biçimin -hazır nesne ile pop sanat- doğmasını sağlamıştır.

[Duchamp] “... insanın yaratıcı faaliyetindeki ikili statünün varlığı üzerinden eleştirel bir oyun oynayarak, ... -en azından yabancılaşma etkisinin sürdüğü o kısa süre boyunca-, nesneyi, teknik olarak çoğaltılabilirlik ve ikame edilebilirlik durumunda, estetik sahicilik ve benzersizlik durumuna geçirmiştir.

... hazır nesne, teknik ürün alanından sanat alanına doğru ilerlerken, pop sanat tersi yönde, estetik durumdan sınai ürün durumuna doğru hareket eder.

85
Her iki durumda, yabancılaşma etkisinin sürdüğü kısa süre dışında, bir statüden ötekine geçiş imkânsızdır: Yeniden üretilebilir olan, özgün olamaz; yeniden üretilemez olan da, yeniden üretilemez. Nesne, gölgeyle kuşatılmış olan varlığa bürünemez ve var-olmak ile var-olmamak arasında bir tür tekinsiz ara bölgede muallakta kalır. Gerek hazır nesneye gerek pop sanata olanca esrarengiz anlamını veren, tam da bu imkânsızlıktır.

... hazır nesne ve pop sanat, poiesis’in en yabancılaşmış biçimini, bizzat yoksunluğun varlığa büründüğü biçimini oluşturur. ... [Soru şu biçimi alır:] Özgün bir şekilde poiesis’e ulaşmak nasıl mümkün olabilir?

[Sorgulamamız gereken şey eserdir, çünkü poiesis gücünü eserde gerçekleştirir.]

86
Aristoteles’e göre, poiesis’in gerçekleştirdiği varlığa büründürmede (gerek arkhe’si insanda var olan şeyler, gerek doğaya göre var olan şeyler için), energia özelliği vardır. Bu kelime genellikle “edimsellik”, “etkin gerçeklik” (“gizilgüç”e karşıt) olarak çevrilir, ama bu çeviride kelimenin özgün çağrışımı örtülmüş olur. Aynı kavramı göstermek için Aristoteles, kendi türettiği bir terimi de kullanır: entelekheia. Varlık edinip varlığını sürdüren, nihai olarak, kendi doluluğunu, kendi tamamlanmışlığını bulduğu bir biçim içinde kendini derleyen ve bu niteliği ile, ... kendi amacında kendini üstlenen şeyde entelekheia özelliği vardır.[Öyleyse energia iş halinde olma anlamına gelir. çünkü iş, tam da entelekheia’dır, kendi biçimi, kendi amacı içinde kendini derleyerek varlığını sürdüren şeydir.]

Aristoteles’e göre, energia’nın karşısında dynamis (Latinlerin potentia’sı) yer alır. Dynamis, iş halinde olmadığı için, henüz kendi biçimi ve kendi amacı içinde kendini üstlenmemiş varlık tarzının özelliğidir. Dynamis, yalnızca hazır (kullanılabilir) olma, -e uygun olma tarzındadır, tıpkı marangoz atölyesinde bir tahtanın veya heykeltıraşın işliğinde mermer bir bloğun, onların masa veya heykel olarak görünmesini sağlayacak poiesis eylemi için hazır olması gibi.

[Çağımız insanının poiesis faaliyetinin ikili durumu:] Sanat eseri tam olarak energia özelliğine sahiptir, yani tekrar edilemez kendi biçimsel eidos’unda, keza kendi amacında kendini üstlenir. Buna karşılık, kendi biçimi içinde energia’ya özgü bu yerleşme/durma, teknoloji ürününde yoktur, adeta kullanılabilirlik özelliği bu ürünün biçimsel görünümünü karartmış gibidir.

87
... varlık edinme, sanat eserinde energia (iş halinde oluş), sınai ürününde ise kullanılabilirlik özeliğine sahiptir [eser değil, ürün].

[Salt iyi zevk, beğeni aracılığıyla estetik haz alama indirgenmiş eserler müzelerin depolarında istiflenerek ham maddeler veya mallar gibi her an seyircinin estetik hazzı için hazırda bekletiliyorlar.] [Estetik haz uğruna eserin energia yönü, yani iş-halinde oluşu, siliniyor.] Bu doğruysa, o zaman sanat eseri de, estetik boyutunda, teknoloji ürünü gibi, dynamis (hazır/kullanılabilir olma) özelliğine sahiptir [-> energia alanından dynamis alanına (yani, kendi biçimine yerleşmişlik), iş-halinde oluştan salt potansiyelliğe geçiş...]

88
[“Açık Yapıt” poetikası tam da sanat eserinin kendi özünden sürgün edildiği bu anı simgeler.]

Aynı şekilde, çağımızda insanın üretim etkinliğinin ikili statüsü üzerinde oynayıp onu saptırarak değiştiren hazır-nesne ile pop sanat da, dynamis (amaçta asla kendini üstlenemeyen bir dynamis) kipi bakımındandır. [Hazır-nesne ve pop sanat kendilerini “hiçliğe doğru hazır/kullanılabilir olma” olarak ortaya koyarlar.] ... kendilerini gereğince estetik hazza da, tüketime de adamadıkları için, onların durumunda hazır/kullanılabilir olmanın ve gizilgücün, hiçliğe yönelik olduğu ve bu şekilde amaçta gerçekten kendilerini üstlenmeyi başardıkları söylenebilir.

[İçinde bulunduğumuz bu durumda] İnsanın üretim faaliyetindeki bölünmüşlük, “bedensel emek ile entelektüel emek şeklindeki aşağılayıcı iş bölümü”, burada çözülmüş olmaz, aksine uç noktaya götürülmüş olur.


8. Poiesis ve Praksis

90
“İnsanın, dünyada şiirsel, yani üretime yönelik bir konumu vardır.” [Üretim faaliyeti -> yapıp etme]. Çağımızda bu üretim faaliyeti, praksis olarak anlaşılır. Halihazırdaki görüşe göre, insanın bütün yapıp etmesi -sanatçı ve zanaatkarınki kadar, işçi ve politikacınınki de-, praksis’tir, yani somut bir etki yaratan bir iradenin tezahürüdür. [O halde insanın üretime yönelik statüsü, pratik bir statüdür.]

Aslına bakılırsa, kendimizi ve çevremizdeki gerçekliği yargılarken başvurduğumuz neredeyse bütün kategorileri borçlu olduğumuz Yunanlılar, poiesis (poiein, varlığa büründürmek anlamında “üretmek”) ile praksis’i (pranein, eylem bakımından “yapmak”) net olarak birbirinden ayırıyorlardı.

praksis     doğrudan bir eylemle kendini dışa vuran irade                                                                                        yapmak
poiesis      varlık kazandırma; bir şeyin hiçlikten varlığa, gizlenişten işin/eserin gün ışığına çıkması               üretmek

praksis                canlı olarak insanın durumu; hareket ilkesi (iştah, arzu ve istemin birliği)
poiesis                 pratik ve iradeye dayalı bir süreç değil, açığa çıkarma (a-letheia) olarak bir hakikat tarzı

91
[Yunanlılarda] Çalışmak, zorunluluğa tabi olmak anlamına geliyordu. İnsan ile sürekli yiyeceğini aramak zorunda olan hayvanı eşitleyerek zorunluluğa tabi olmak da, özgür insanın durumu ile bağdaşmaz kabul ediliyordu. [poiesis, insanın eyleminin özgürlük ve süresini güvence altına aldığı alanı inşa eder.] Buna zıt olarak, çalışmanın ön koşulu, çıplak biyolojik varlık, insan bedeninin döngüsel süreçleri olup bedenin metabolizması ve enerjisi, çalışmanın, emeğin temel ürünlerine bağlıdır.

praksis           [Roma] agere,  işe koşan bir hareket etme
                        [Hıristiyan] actus purus, saf edim
                        [Modern Çağ] poiesis ve praksis ayrımı ayırt edilemez hale gelir.

92
[Modern çağda poiesis’teki merkezi deneyim (varlığa büründürme), yerini “nasıl”ın, yani nesnenin üretildiği sürecin değerlendirmesine bırakır.] [Hiçlikten varlığa çıkma, hakikatin alanını açması (a-letheia), insanın yeryüzündeki yaşayışı için bir dünyayı kurması, yerini, sanatçının operari’sine, yani yaratıcı dehaya ve dehanın ifade ettiği sanatsal sürecin kendine has özelliklerine bırakır.]

[Modern çağda] ... çalışma, her insan faaliyetinin merkezi değeri ve ortak paydası noktasına yükselir. Bu yükseliş Locke’un çalışmada mülkiyetin kökenini keşfettiği anda başlar, Adam Smith çalışmayı her tür servetin kaynağına [yükseltir] ... ve onu insanın insanlığının ifadesi yapan Marx ile zirveye ulaşır. Bu noktada, insanın bütün “yapıp etmesi”, praksis olarak, somut üretim faaliyeti olarak yorumlanır (düşünce ve soyut tefekkürün eş anlamlısı olarak anlaşılan theoria’ya karşıt olarak).

93
Yaratıcı faaliyet haline gelen sanatsal üretim de, praksis boyutuna girer: bütünüyle kendine özgü bir praksis, estetik yaratma ve üstyapı olsa da.

[poiesis’in zamanla gölgede kalmasının nedeni:] Çalışmanın devreye soktuğu sonsuz süreç, tüm insan faaliyetleri arasında, doğrudan organizmanın biyolojik döngüsüne en bağlı olanıydı.

... estetiği aşmaya ve sanatsal üretime yeni bir statü kazandırmaya yönelik bütün girişimler, [praksis üzerinden gerçekleştirilmiştir:] [Novalis, Nietzsche, Artaud, sitüasyonistler, insan faaliyetinin özünün irade ve yaşam itkisi olduğu anlayışından yola çıkmışlardır.]. Batı estetiğinin vardığı nokta, bir istenç, yani enerji ve yaratıcı itki olarak anlaşılan yaşam metafiziğidir. [Oysa Yunanlılar için poiesis’in özü, bir iradenin dışavurumu ile hiçbir ilgisinin olmamasıdır.]

95
1. “Poiesis Türü, Praksis Türünden Farklıdır”

[Yunanlılar, bir bütün olarak insan üretimini nitelendirmek için tekhne/poiesis kelimelerini kullanıyor ve bu adlarla hem zanaatkârı hem sanatçıyı gösteriyorlardı. [Bu nasıl mümkün olabilir? Agamben burada, örneğin kaba, gündelik kullanım nesneleri üreten zanaatkârla, Miron, Phidias, Poliykletios, Praksiteles, Lysippos gibi mermerden heykeller üreten ustaları ayırmak için ‘zanaatkar’ ve ‘sanatçı’ kavramlarını kullanıyor olmalı?]. Ama bu ortak tanım, Yunanlıların hiçbir biçimde, maddi ve pratik yönünden yola çıkarak üretimi bir el işi olarak düşündükleri anlamına gelmiyordu.

... Yunanlılarda tekhne demek, görünür kılma, poiesis, varlığa büründürme demekti; [ama bu varlığa büründürme bir eylemden değil, bir bilmeden yola çıkılarak anlaşılıyordu. Yunanca düşünüldüğünde, üretim (poiesis, tekhne) ile praksis aynı şey değildir.

... Aristoteles “her sanat, doğurma ile ilgilidir” der. Dolayısıyla, sanatın amacı ve sınırı zorunlu olarak kendi dışındadır. ... Poiesis kendi başına bir amaç değildir, sınırı kendi içinde değildir, çünkü eylemenin eylemde varlığa bürünmesi gibi, eserde varlığa bürünmez.

96
Aristoteles, “To prattein’e [yapmak] gelince, empeiria [deneyim], tekhne’den aşağı değildir, çünkü tekhne [sanat] tümelin bilgisi iken, deneyim tikelin bilgisidir ve praksis tam da tikel ile ilgilidir” dediğinde, deneyim ile praksis arasındaki yakınlığa değinir. Aynı yerde Aristoteles, hayvanların “izlenimler ve bellek”e (phantasiai kai mneme) sahip olduklarını, ancak deneyimlerinin olmadığını; buna karşılık, insanda empeiria [deneyim] yetisinin olduğunu ve bunun sayesinde sanat ve bilim (episteme kai tekhne) ehli olduğunu söyler [kai Yunancada ‘ve’]. Deneyim, diye ekler Aristoteles, sanata çok benzer ama aslında ondan oldukça farklıdır: “Demek oluyor ki, Kallias bu veya şu hastalığa yakalandığında ve bu veya şu ilacın onu iyi ettiğine ve aynı şeyin Sokrates ve tek tek diğer insanlar için geçerli olduğuna hükmetmek, deneyimdir. Bir ilacın, belli bir hastalığa yakalanmış, bir sınıf olarak kabul edilen kişilerin hepsine iyi geldiğine hükmetmek ise, sanattır (tekhne).” ... Teorinin nesnesi hakikat iken, pratiğin nesnesi eylemdir, “çünkü uygulayıcılar bir şeyin ‘nasıl’ını aradıklarında bile, ebedi olana değil, göreli olana ve doğrudan olana bakarlar.”

97
... empeiria ile praksis, aynı sürece aittir.

98
... praksisin ve pratik düşüncenin belirleyici ilkesi (arkhe), en geniş anlamıyla istenç (horeksis) olup iştah (epithymia), arzu (thymos) ve istemi (boulesis) kapsar. İnsanın praksis yeteneğine sahip olması, insanın kendi eylemini istediği ve onu isteyerek, sınırına dek katettiği anlamına gelir. Praksis, istencin harekete geçirdiği eylemi sınırına dek götürmektir; istence dayalı eylemdir.

Böylece irade olarak anlaşılan praksis, gördüğümüz üzere, Yunanlılar için poiesis’ten, üretimden net olarak ayrılır. Üretim, kendi dışında kendi sınırına sahip, yani üretime yönelik iken, kendinden başka bir şeyin başlangıç ilkesi iken, praksis’in kökeninde olan ve eylemde sınırına ulaşan istenç, kendi dairesi içinde kapalı kalır, eylem aracılığıyla yalnızca kendini ister ve bu niteliği ile, üretime yönelik değildir, yalnızca kendini varlığa/ortaya çıkarır.

99
2. “Şiir Sanatı, Organlarımızın İstence Dayalı, Aktif ve Üretime Yönelik Kullanımından Başka Bir Şey Değildir”

Aristoteles’in irade olarak praksis yorumu, bir uçtan diğerine Batı düşünce tarihini kuşatır. ... [bu tarih boyunca energeia, actualitas, eylemsellik (edimsellik) ve gerçeklik haline gelir ve özü, tutarlı bir şekilde bir agere, bir actus olarak görülür.] ... Leibniz, monadın varlığını ‘aktif ilksel kuvvet’ olarak algılar ve agere’nin algı (perceptio) ile istek (appetitus) birliği olduğu sonucuna varır. Kant ile Ficht, Aklı Özgürlük, Özgürlüğü ise istenç olarak düşünürler. [Schelling... “Son ve en yüksek durumda, irade dışında başka bir varlık yoktur. İstenç, ilksel varlıktır ve bütün yüklemler yalnızca onun için geçerlidir...”]

100
[Novalis... bilim, sanat ve tüm insan faaliyeti, ... doğayı “biçimlendirme” veya “terbiye etme”dir. (Bildung)... insan yalnızca aklını değil, bedenini de harekete geçirmeyi öğrenerek doğadan gerçekten bağımsız hale gelmeli.]

101
Novalis, bu daha üstün pratiğe Şiir (Poesie) adını verir ve onu şöyle tanımlar: “Şiir sanatı, organlarımızın istence dayalı, aktif ve üretken kullanımıdır.”
... 1789 tarihli bir fragmanda, Novalis bu daha üstün pratiğin ne olduğunu ortaya koyar: “İstenç dışı olan her şey, istençli hale gelmelidir.”

102
3. “İnsan Evrensel Olarak Üretir”
Marx, insan olmayı üretim şeklinde düşünür. Üretimin anlamı praksistir, “insanın duyumsal etkinliği”dir. ... Hayvan, dirimsel faaliyeti ile doğrudan bütünleşmiş iken, dirimsel faaliyetin kendisi iken, insan bu faaliyet ile karışmaz, dirimsel faaliyetini varoluşu için bir araç kılar, tekyanlı üretmez, evrensel tarzda üretir. “Tam da bu yüzden, insan türsel bir varlıktır (Gattungswesen - varlık türü, türsel bir varlık, bir türe ait varlık, burada doğa bilimlerindeki yaygın anlamından daha derin bir anlam taşır).” ... “... insan bilinçli bir varlıktır, yani hayatı onun için bir nesnedir, çünkü o tam da bir türe ait bir varlıktır...” [İnsanı üretici kılan şey, türsel olma niteliğidir.]

“Çalışmanın nesnesi, tür hayatının nesneleştirilmesidir” ve yabancılaşmış çalışma, insanın elinden üretiminin nesnesini almakla, ondan tür hayatını da, türün edimsel nesnelliğini de almış olur” [Marx].

[“tür - genos” = sürekli üreyiş, doğuş -> aralıksız, kesintisiz -> bir arada tutan (syn-ekhei), içeren ve kendini içeren -> durumda (şu anda, burada) bir arada tutan]

104
[Marx:] “İnsan, bir Gattungswesen’dir, çünkü kendine mevcut ve yaşayan türe karşı davrandığı gibi davranır. ... Türsel varlığının insana yabancı hale geldiği önermesi, hem bir insanın diğer insana yabancı hale geldiği, hem her insanın insan varlığına yabancı hale geldiği anlamına gelir.”

107
[Marx, insanın yabancılaşmasını insanın yazgısında çok önemli bir olay olarak görür. Ne var ki, praksisi insanın özgün boyutuna yerleştirmesine rağmen, Marx üretimin özünü modern metafiziğin ufkunun ötesinde düşünmemiştir.] Gerçekten de, bu noktada praksise, insan üretimine, türsel gücünü verip onu insanın özgün içereni haline getirenin ne olduğunu sorarsak -başka bir deyişle, praksisi, diğer hayvanlara da özgü olan salt yaşam faaliyetinden ayıran özelliğin ne olduğunu sorarsak-, Marx’ın verdiği cevap bizi, kökenini Aristoteles’in horeksis (istenç) ve nous praktikos olarak praksis saptamasında bulduğumuz istenç metafiziğine geri götürür.

[Aristoteles:] [insan denen canlı varlığın temel özelliği] [iştah, arzu ve istem]
[Marx:] [insan denen canlı varlığın temel özelliği] [iştah/dürtü ve tutku]

108
4. “Sanat, İnsanın En Yüksek Görevi ve Metafizik Faaliyetidir” [Nietzsche]

Bir Nietzsche estetiği yoktur, çünkü Nietzsche estetiği asla aisthesis’ten, seyircinin duyumsal algısından yola çıkarak düşünmemiştir.

[Nietzsche] “Ben geleni tarif ediyorum, başka tarzda gelemeyecek olanı: nihilizmin yükselişini.”

112
“... bir düzen, düzenleme, biçim, güzellik ve bilgeliğin, keza estetik insanbiçimli kılışlarımız için başka ne ad varsa...

116
Nihilizmin aşılması ve kaosun arındırılması perspektifinde Nietzsche, sanatı aniden her tür estetik boyutun dışına yerleştirir ve onu ebedi dönüş ve güç istenci döngüsü içinde düşünür. Bu döngüde, Nietzsche düşüncesinde sanat, güç istencinin temel özelliği olarak belirir: Bu istençte insanın özü ile evrensel oluşun özü özdeşleşir. Nietzsche, insanın metafiziksel yazgısındaki bu konumuna, sanat adını verir. Sanat, Nietzsche’nin güç istencinin temel niteliğine verdiği addır: Dünyada her yerde kendini tanıyan ve her olayı karakterinin temel özelliği olarak hisseden irade, Nietzsche için sanat denen değerde dile gelir.


9. Sanat Yapıtının Özgün Yapısı

120
[Hölderlin] “Her şey ritimdir, insanın bütün yazgısı, bir cennet ritmidir, tıpkı her sanat eserinin benzersiz bir ritim olduğu ve her şeyin Tanrının şiire dönüştürücü dudaklarından sallandığı gibi...”

121
[Aristoteles, Fizik, doğanın tanımı: to arrythmiston (kendi içinde ritmden yoksun olan şey)] ... Antiphon’a göre doğa to proton arrythmiston’dur, yani kendi içinde biçimsiz ve yapıdan yoksun olandır, her tür biçim ve değişime tâbi olan belirsiz, eklemlenmemiş maddedir, yani bazılarının ateşle, bazılarının toprak, hava ve su ile özdeşleştirdikleri birincil ve indirgenemez öğedir.

122
Salt yığışım değil, gördüğümüz anlamıyla yapıya karşılık gelen birlik olan bir bütünde, bütünün, onu oluşturan unsurların basit bir bileşiminden fazlası [, başka bir şey] olmasını sağlayan nedir?

123
... Aristoteles’e göre, bütünü parçalarının toplamından fazlası kılan “başka şey”, radikal olarak başka bir şey olmalıydı: Yani, diğerleriyle aynı şekilde var olan (birincil ve daha evrensel olsa bile) bir öğe değil; ancak daha temel bir boyuta girmek için sonsuz bölünme zeminini terk ederek bulunabilecek bir şey. Aristoteles, bu boyutu “varlığın nedeni” ve “her şeyin kökeni” olan ve her şeyi varlık içinde tutan ilke olarak, yani maddi bir öğe değil, Biçim (morphe kai eidos) olarak tanımlar. Bu nedenle Aristoteles ... doğayı, yani varlığın başlangıç ilkesini, tan olarak rythmos ile, yapının eşanlamlısı olarak anlaşılan Biçim ile özdeşleştirir.

125
Peki, öyleyse ritmin özü nedir? Sanat eserine özgün alanını veren güç nedir? “Ritim” kelimesi, Yunanca “akıp gidiyorum, akıyorum” anlamındaki rheo’dan gelir. Akan, akıp giden şey, zamansal bir boyutta akar. Gerçekten de, yaygın bir gösterime göre, zaman sonsuz bir çizgide saf akıştan, anların kesintisiz birbirini izlemesinden başka bir şey değildir. Aristoteles de, zamanı hareketin sayısı olarak, ‘anı nokta (stigme) olarak düşünerek, zamanı sonsuz bir sayısal ardışıklığın tek boyutlu alanına yerleştirir. Bu, zamanın, aşina olduğumuz ve süreölçerlerimizin giderek daha büyük bir hassasiyetle ölçtüğü boyuttur.

Gene de, ritim -onu yaygın olarak anladığımız şekliyle- bu sonsuz akışa bir bölünme ve durma sokuyor gibidir. Bu nedenle, bir müzik eserinde, eser bir şekilde zaman içinde olmasına rağmen, ritmi, anların sürekli akışından kaçan ve neredeyse zamanda zamansızlığın varlığı gibi görünen bir şey olarak algılarız. Aynı şekilde, bir sanat eserinin veya kendi varlığının ışığına gömülmüş bir manzaranın karşısında bulunduğumuzda, sanki aniden daha özgün bir zamana fırlatılmışız gibi, zamanın durduğunu hissederiz. ... Bir şeyin önünde tutulmuş gibi oluruz, ama tutulmuşluk aynı zamanda daha özgün, kökensel bir boyutta benliğin dışa taşmasıdır, ek-stasi’dir.

126
Armağanını hem verip hem saklayan böyle bir sakınıma, Yunancada epokhe denir. Gerçekten de, bu sözcüğün türediği epokhe fiilinin iki anlamı vardır: Hem “geri durmak”, “askıya almak”, hem de “sunmak, takdim etmek” anlamına. ... Ritim, epokhe’dir, armağan ve sakınımdır.

Ritim, insanlara hem daha özgün bir boyutta bir kendinden geçme meskeni verir, hem onları ölçülebilir zamanın akışına sokar. ... yani ona, hem varolma hem hiçlik armağanını verir, hem eserin özgür alanındaki hem gölge ve yıkıma doğru atılımdaki ânı verir. ... İnsan ancak ondan yola çıkarak, özgürlük ve yabancılaşma, tarihsel bilinç ve zamanda yitme, hakikat ve hata deneyimini yaşayabilir.

127
İnsan, yalnızca şiir ediminde daha özgün bir zamansal boyuta ulaştığı için tarihsel bir varlıktır; başka bir deyişle, her an geçmiş ve geleceği ile karşı karşıyadır.

128
Sanatın arkitektonik [arkhitektonikai], mimarlıkla ilgili olması etimolojik olarak şu anlama gelir: Sanat (poiesis), kökene (arkhe) varlık kazandırmadır (tikto), sanat, insanın özgün mekânının armağanı olup tam anlamıyla arkitektoniktir.

Demek ki, bir sanat eserine bakmak, daha özgün bir zamana fırlatılmak, verip tutan ritmin epokhe açıklığında ek-stasi anlamına gelir. [Ancak, sahici bir sanat eseri ise… (?)]

129
... insan estetik bakış açısına mahkûm olduğu sürece, sanatın özü ona kapalı kalır. [Sanat eseri estetik zevk için sunulduğunda ve biçimsel yönü değerlendirilip analiz edildiğinde eserin temel yapısına hâlâ erişilemez]

[İnsan, bu estetik alan içerisinde döner durur]. Onun [bu alan içerisinde] yabancılaşması, temel yabancılaşmadır, çünkü insanın özgün tarihsel alanına özgü yabancılaşmaya işaret eder.


10. Hüzünlü Melek

131
alıntıların kendine özgü gücü, Benjamin’e göre, geçmişi iletme ve yeniden canlandırma kapasitelerinden değil; aksine, “kökünü kazıma, bağlamdan çıkarma, yok etme” kapasitelerinden kaynaklanır. … Hayatı boyunca, sadece alıntılardan oluşan bir eser yazma tasarısını gerçekleştirmeye çalışan Benjamin, şunu anlamıştı: Alıntının devreye soktuğu otorite, tam da belirli bir metne kültür tarihindeki durumu nedeniyle atfedilen otoritenin yok edilmesine dayanır. Altındaki hakikat yükü, onun canlı bağlamına yabancı görünüşünün biricikliğinden kaynaklanır.

132
Koleksiyoncu da, nesneyi bağlamı dışında “alıntılar” ve bu şekilde, nesnenin değer ve anlamını bulunduğu gündemi yok eder. … [Koleksiyoncu] … bu şeyleri aniden hem kullanım değerlerinden hem geleneğin onlara yüklediği etik-toplumsal anlamdan yoksun kılar.

nesnenin sahiciliği yabancılaşma değerinin ölçüsü olur; bu da, koleksiyonun varlığını sürdürebildiği tek alandır.

133
[Yeni bir “aura”nın kurulması] … nesnenin teknik çoğaltılabilirliği (Benjamin’e göre, sanat eserinin geleneksel otoritesini aşındıran ana unsur buydu) sahiciliği aşırı uca götürür. Bu tam da, özgün olanın çoğaltılması aracılığıyla, sahiciliğin anlaşılmazlığın şifresi haline geldiği andır.

Baudelaire, şunu anlamıştı: Sanat, geleneğin yıkılmasından sonra varlığını sürdürmek istiyorsa, sanatçı aktarılabilirliğin yok oluşunu (şok deneyiminin kökenini bu oluşturuyordu), kendi eserinde yeniden üretmek zorundaydı. Sanatçı, bu yolla, eseri aktarılamazlığın aracı haline getirmeyi başaracaktı. Baudelaire, güzelliği anlık ve ele geçmez tezahür (bir aydınlık… sonra gece!) olarak teorileştirerek, estetik güzelliği aktarımın imkânsızlığının şifresi haline getirdi. Şu halde, yabancılaşma değerinin ne olduğunu belirleyebiliriz: Kültürün aktarılabilirliğinin yok edilmesinden başka bir şey değildir o.

134
Geleneksel bir sistemde kültür, yalnızca aktarılması ediminde, yani geleneğinin yaşayan eyleminde var olur. Geçmiş ile şimdi, eski ile yeni arasında hiçbir süreksizlik yoktur, çünkü her nesne, her an, kalıntı olmadan, o nesnede ifadesini bulan inançlar ve görüşler sistemini iletir. [Bu paragrafta yer alan geçmiş ile şimdi, inançlar ve görüşler gibi kavramları Foucault’nun süzgecinden geçir!]

135
Geleneğin yitirilmesi, şu anlama gelir: Geçmiş, aktarılabilirliğini yitirmiştir ve onunla ilişkiye girmenin yeni bir yolu bulunmadıkça, bundan sonra yalnızca birikim nesnesi olabilir. Başka bir deyişle, bu durumda insan, kültür birikimini bir bütün olarak korur [konserve eder], hatta bu birikimin değeri baş döndürücü şekilde çoğalır. … Ama bir kültür, kendi aktarım araçlarını yitirdiğinde, insan kendini, referans çerçevesinden mahrum kalmış ve sürekli olarak ardında birikip çözülemez hale gelen içeriklerinin çokluğuyla ona baskı yapan bir geçmiş ile henüz sahip olmadığı ve geçmişle mücadelesinde ona hiç ışık tutmayan bir gelecek arasında sıkışmış bulur. Bizim için artık kesin bir olgu olan geleneğin kesintiye uğraması, aslında yeni bir çağı başlatmaktadır: Bu çağda, eskinin bir tür “azman” arşiv içinde sonsuzca biriktirilmesi veya eskinin aktarılmasına hizmet etmesi gereken aracın ortaya çıkardığı yabancılaşma dışında, eski ile yeni arasında hiçbir bağ mümkün değildir.

137
Klee’nin Angelus Novus’u tarihin meleği ise, hiçbir şey sanat meleğini Dürer’in bu gravüründeki hüzünlü kanatlı yaratıktan daha iyi temsil edemezdi. Tarih meleğinin bakışı geçmişe dönük olsa da, sürekli ters yöne, geleceğe doğru kaçışına engel olamazken, Dürer’in gravüründeki hüzünlü melek, kıpırtısız, kendi önüne bakar. ... sanat meleği zamansız bir boyuta dalmış gibidir... ... meleğin hüznü, yabancılaşmayı kendi dünyası haline getirdiği bilincidir ve sadece gerçek dışı kılarak sahip olabileceği bir gerçekliğin neden olduğu özlemdir.

138
İnsana işin/eserin alanını açarak, geleneğin durmaksızın geçmiş ile geleceği kaynaştırma görevini yerine getirdiği yerler ve nesneler inşa eden tekhnites’in alçak gönüllü etkinliği, şimdi yerini güzelliği üretme buyruğunun yükümlülüğü altındaki dehanın yaratıcı faaliyetine bırakır.

... kültür, toplumumuzda aşırı ve iğreti uzlaşmasını estetik yabancılaşma biçiminde bulmuştur.

139
[Kafka, Şato, Kont West-West] ... kültür şatosu artık bir müze olup burada bir yandan, insanın artık kendisini hiçbir biçimde tanıyamadığı, geçmişin kültür mirası biriktirip topluluk üyelerinin estetik zevkine sunulur; öte yandan, bu zevk, yalızca onu dolaysız anlamından ve kendi alanını insanın eylem ve bilgisine açma yönündeki yaratıcı kapasitesinden yoksun bırakan yabancılaşma aracılığı ile mümkündür.

140
[Kafka’nın “Günah, Acı, Umut ve Gerçek Yol” hikayesi”] “Bir varış noktası var, ama yol yok; yol dediğimiz şey, bizim duraksamamızdan başka bir şey değil.” Ve “Bize Son Yargı Gününe son yargı dedirten, kendi zaman kavrayışımızdan başka bir şey değil. Aslında, bir kuşatma hali söz konusu.”

İnsan ezeli olarak Mahşer günündedir. Mahşer Günü onun normal tarihsel durumudur ve yalnızca onunla yüzleşme korkusu, insanı o günün henüz gelmediği yanılsamasına kapılmaya sevk eder.

141
Mahşer gününde, ... sanatın görevi ne olabilir? Kafka bu soruya kendine şunu sorarak cevap vermiştir: Sanat, aktarım ediminin aktarımı haline gelebilir mi, başka bir deyişle, aktarılacak şeyden bağımsız olarak aktarım görevini kendi içeriğine katabilir mi? Benjamin’in anladığı gibi, Kafka’nın farkına vardığı benzersiz bir tarihsel durum karşısında dehası, onun “aktarılabilirlik uğruna hakikati feda etmesi” olmuştur.

143
[2. Not: ... alıntıların yabancılaştırıcı işlevi, tam olarak, hazır nesne ve pop sanat’ın neden olduğu yabancılaşmanın eleştirideki karşılığıdır. Burada da, anlamı, gündelik kullanımından kaynaklanan “otorite” tarafından güvence altına alınan bir nesne, birden geleneksel anlaşılabilirliğini yitirip tekinsiz, zarar verici bir büyü gücü ile donanır. Benjamin, “Epik Tiyatro Nedir?” başlıklı yazısında, alıntının karakteristik işleyişini “kesintiye uğratma” şeklinde tanımlar. “Bir metni alıntılamak, onun ait olduğu bağlamı kesintiye uğratmayı ima eder”; ama bu kesintiye uğratma aracılığıyla, bize nesnenin bilgisini geri veren yabancılaşma gerçekleşir.]

[3. Not: ... Debord’un önerdiği détournement (çalıntı) ve intihal kullanımı...]

[5. Not: ... Dürer’in tasvirinin kaynağını oluşturan typus acediae, Hıristiyan teolojisine göre, insanın status viatoris’i ile ilgili bir umutsuzlukla -yani, başarının değil, başarıya giden “yol”un yitirilmesiyle- yakından bağlantılıdır.]


[6. Not:] [Kafka: “tarihin durumu”], [Benjamin: şimdi-zaman]

.
.
.