19 Ağustos 2020

Giorgio Agamben - Şeylerin İşareti: Yöntem Üstüne

 .

.

.

.


Türkçe’de Giorgio Agamben

 

1970 İçeriksiz Adam. (Çev. Kemal Atakay), Monokl Yayınları, 2019 İstanbul

1978 Çocukluk ve Tarih: Deneyimin Yıkımı Üzerine Bir Deneme. (Çev. Betül Parlak), Kanat Kitabevi, 2010 İstanbul

1985 Nesir Fikri. (Çev. Fırat Genç), Metis Yayınları, 2009 İstanbul

1990 Gelmekte Olan Ortaklık. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul

1995 Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat. (Çev. İsmail Türkmen), Ayrıntı Yayınları, 2001 İstanbul

1998 Tanık ve Arşiv: Auschwitz'den Artakalanlar. (Çev. Ali İhsan Başgül), Dipnot Yayınları, 2017 Ankara

2002 Açıklık: İnsan ve Hayvan. (Çev. Meryem Mine Çilingiroğlu), Yapıkredi Yayınları, 2009 İstanbul

2003 Olağanüstü Hal. (Çev. Kemal Atakay). Varlık Yayınları, 2008 İstanbul

2005 Dünyevileştirmeler. (Çev. Betül Parlak). Monokl Yayınları, 2011 İstanbul

2006 Dispozitif Nedir? / Dost. (Çev. Ekin Dedeoğlu), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul

2008 Şeylerin İşareti: Yöntem Üstüne. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul

2008 Yeminin Arkeolojisi: Dilin Kutsal Ayini. (Çev.Önder Özden), Nika Yayınevi, 2020 İstanbul

2009 Çıplaklıklar. (Çev. Suna Kılıç), Alef Yayınevi, 2017 İstanbul

 

 

 

 

Şeylerin İşareti: Yöntem Üstüne

 

Giorgio Agamben

 

(Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul

 

 

İçindekiler

 

Uyarı                                     11

I. Paradigma Nedir?        15

II. İşaretler Kuramı          49

III. Felsefi Arkeoloji        113

 

 

I. Paradigma Nedir?

 

15

[Agamben’in araştırmalarında incelediği pozitif tarihsel olgular: homo sacer ve muselmann, olağanüstü hal ve toplama kampı gibi figürler... ] Ancak araştırmalarımda bu pozitif tarihsel olgular, paradigmalar olarak ele alınmışlardı; işlevleri ise, daha geniş bir taihsel-sorunsal bağlamı bir bütün olarak inşa etmek ve anlaşılır kılmaktı. [Bu durum karşısında bazı kişiler] ... benim salt tarihyazımsal özellik taşıyan savlar ve yeniden inşalar sunmak niyetinde olduğumu ... [sandılar].

 

[yapısalcı dilbilimden ödünç alınan paradigma kavramı: “Gözlemlenmesi mümkün olan birçok veriden bir diziyi belli kurallara göre çağırma, yani bir nevi rastlantıdan kurtarma ve gereğinde de aynı kurallara göre yeniden üretme...” Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Nilüfer Kuyaş’ın sunuşundan... s.16.]

 

16

[Foucault], ... araştırmalarının nesnelerini -tarihsel disiplinlerin nesnelerinden ayırmak için- “pozitiviteler”, “sorunsallaştırmalar”, “dispozitifler”, “söylemsel oluşumlar” ve daha genel olarak “bilgiler” gibi terimlerle tanımlamıştır.

 

17

“Foucault’nun çalışması söylemleri bir paradigmanın tarihsel eklemlenmeleri olarak betimlemekten ibarettir ve çözümlemeyi algılayış biçimi, onun toplumsal paradigmaları ve bunların somut uygulamalarını yalıtıp betimlediğini göstermektedir” [Dreyfus ve Rabinow]

 

18

Kuhn paradigma kavramını iki farklı anlamda kullandığını söyler (s.212). İlk anlamında -bu anlamına karşılık “disiplin matrisi” terimini kullanmayı önerir- paradigma, belli bir bilimsel topluluğun üyelerinin ortak olarak sahip oldukları şeyi, yani o topluluğun üyelerinin az çok bilinçli bir biçimde bağlı oldukları tekniklerin, modellerin ve değerlerin bütününü anlatır. Paradigma, ikinci anlamında, bu bütünün tekil bir öğesidir ... bu tekil öğe, ortak bir öğe olarak kullanıldığından, açık ve kesin kuralların yerine geçer, belli ve tutarlı bir araştırma geleneğini tanımlamamızı sağlar. ... Bu anlamda, normal bilim, kesin ve tutarlı bir kurallar dizgesi tarafından yönetilen bir bilim anlamına gelmemektedir: Tam tersine, eğer Kuhn için kurallar paradigmalardan kaynaklanıyorsa, paradigmalar, kuralların yokluğunda bile “normal bilimi belirleyebilirler”. ... Paradigma sadece bir örnektir; tekrarlanabilirliği sayesinde, bilim insanlarının araştırma pratikleri ve davranışlarına örtük biçimde örnek oluşturma kapasitesi kazanan tekil bir vakadır. Böylece bilimsellik kanonu olarak kuralın egemenliğini, paradigmanın egemenliği alır, yasanın evrensel mantığının yerine, örneğin tekil ve özel olanın mantığı geçer.

 

19

Foucault’nun araştırmasının en değişmez yönelimlerinden biri, yasal ve kurumsal modeller ve evrensel kategoriler (Hukuk, Devlet, Egemenlik kuramı) [tümeller] üzerinde temellenmiş iktidar sorunuyla ilgili geleneksel yaklaşımı bırakması ve bunun yerine, iktidarın kendisine tabi olanların bedenlerine girmek ve onların yaşam biçimlerini yönetmek için kullandığı somut dispozitiflerin (aygıtların) çözümlemesini yapmasıdır. Kuhn’un paradigmalarıyla benzerliği, bu bakımdan önemli bir destek ve teyit bulmuş gibi görünmektedir. [Foucault, Kuhn’un kitabını Kelimeler ve Şeyler’i yazdıktan sonra okuduğunu ileri sürmesine rağmen, aslında paradigma kavramına karşı özenli bir mesafeyi koruduğunun ipuçlarını da verir.]

 

21

... (açık bir biçimde siyasi bir olgu olan) söylemsel rejim ile (bilimsel doğruluk ölçütü olan) paradigma arasındaki mesafeyi ... vurgular...

 

22

[Foucault, Kuhn’un paradigmasıyla yakınlığını güçlü bir biçimde hissetmişti, ama bu hissediş, daha çok bir karışıklığın hissiydi.] Onun için belirleyici olan şey, paradigmanın bilgi kuramından siyasete doğru kayması, bir söylemsel rejimler ve sözceler siyaseti düzlemindeki konumu olmuştu, bu düzlemde söz konusu olan artık bir “kuramsal biçim değişikliği” değil, daha ziyade sözcelerin “bir bütün oluşturmak üzere birbirlerini yönetme” biçimlerini belirleyen “iç iktidar rejimi”dir.

 

Foucault’nun ilgilendiği söylemsel oluşumlar, bilimlerin belli bir andaki durumunu tanımlamazlar...

 

24

[Foucault’nun kendi episteme’si:] [Bu epistemede öznelere normlar ve ortak postulatlar dayatan bir düşünce yapısı ya da bir dünya vizyonu gibi bir şeyin belirlemesi söz konusu değildir.] Episteme, daha ziyade “belli bir çağda, bilgikuramsal figürlerin, bilimlerin, bazen de formüle edilmiş sistemlerin ortaya çıkmasına neden olan söylemsel pratikleri birleştirebilen ilişkiler bütünüdür”.

 

[Bilginin Arkeolojisi’inde] ... bağlamlar ve bütünler kurmaya olanak tanıyan şeyle, [yani] “figürlerin” ve dizilerin pozitif varoluşuyla ilgilenir göründüğü kesindir. Ancak, bu bağlamlar, tamamen kendine özgü bir bilgikuramsal modele göre üretilirler, bu model tarihsel araştırmada herkesçe kabul edilen modellerle de, Kuhn’un paradigmalarıyla da uyuşmaz ve bu nedenle modelin saptanması gerekecektir.

 

26

[Agamben, bu noktadan sonra Foucault’nun modelini görünür kılan kavramları inceliyor.]

 

[Panoptikon] ... sadece “düşsel bir bina” değil, “ideal formuna indirgenmiş bir güç mekanizması şemasıdır”.

 

Foucault’nun yapıtında, yalıtılmış bir vaka söz konusu değildir; tam aksine, paradigmanın bu anlamda, Foucault’nun yönteminin en belirgin tavrını tanımladığı söylenebilir. Büyük kapatılma, itiraf, anket, inceleme, benlik tasası, ele alınan pek çok tekil tarihsel fenomenden bazılarıdır ...; ele alınan söz konusu tekil fenomenler paradigmalar olarak daha geniş sorunsal bir bağlamı belirlerler, bu bağlamı birlikte oluşturup anlaşılır hale getirirler.

 

27

Foucault’nun, salt kronolojik duraklar tarafından tanımlanan alanlara kıyasla metaforik alanlarca üretilmiş bağlamların daha uygun ve yerinde olduğunu gösterdiği gözlemlenmiştir. ... Ancak bu gözlem, en azından Foucault için, söz konusu olanın metaforlar değil de, ... bir gösterilenin / imlenenin metaforik aktarım mantığına uyum sağlamayan ama örneğin analojik mantığına uyan paradigmalar olduğunu vurgulamak ve netleştirmek kaydıyla doğrudur.

 

28

Sextus Pompeius Festus [muhtemelen MS 2. yüzyılın sonlarında, belki de Galya'daki Narbo'da gelişen bir Roma gramercisi], Latinlerin exemplar sözcüğünü exemplum’dan ayırdıklarını söyler bize: ilkinin değeri duyularla anlaşılır, bu da taklit etmemiz gereken şeyi gösterir; ikincisi ise daha karmaşık bir değerlendirme gerektirir (sadece duyulur bir değerlendirme değildir bu) ve her şeyden önce ahlaki ve entelektüel bir anlamı vardır. Foucaultcu paradigma, her ikisini de birlikte içerir: Sadece normal bir bilimin oluşumunu dayatan örneği oluşturup ona model olmakla kalmaz, ama aynı zamanda ve her şeyden önce yeni anlaşılabilir bir bütündeki ve yeni bir problematik bağlamdaki söylemsel pratikleri ve sözceleri yeniden bir araya getirmeyi sağlayan exemplum olur.

 

[Birinci Analitikler, Aristoteles], ... paradigmaların işleyiş sürecini tümevarım ve tümdengelimden ayırır. “Açıktır ki, paradigma bütüne oranla parça olarak iş görmez.

 

29

Tümevarım, özel ve tekil olandan tümele doğru ilerleyen bir süreçken, tümdengelim tümel olandan tekil ve özel olana doğru ilerler, yani paradigmayı tanımlayan şey, özel ve tekil olandan özel ve tekile doğru giden paradoksal türde bir üçüncü şeydir, cinstir.

 

Onun [paradigmanın] söylemsel rejimi mantık değil analojidir…

 

30

[Enzo] Melandri…, analojinin, Batı mantığına egemen olan ikili karşıtlık ilkesine zıt düştüğünü göstermiştir. Analoji, üçüncü bir terimi dışlayan katı “ya A ya B” seçeneğinin karşısına, her seferinde kendi tertium datur’unu [üçüncü olası] çıkarır, inatla “ne A ne B” diye diretir. Yani analoji (tikel/tümel; biçim/içerik; yasallık/örneksellik gibi) mantıksal dikotomilerde (ikilik) işe karışır, ama bunu bu karşıtlıklardan daha üst bir senteze varmak için yapmaz, onları kutupsal gerilimlerin gezindiği bir güç alanında dönüştürmek için yapar, bu güç alanında, tıpkı elektro manyetik bir alanda olduğu gibi tözsel kimliklerini yitirirler. … Benzer olan (ya da paradigma), sadece ikili karşıtlığın bakış açısından bir tertium comparationis olarak [üçüncü karşılaştırma] görülebilir. Analojik üçüncü, bu noktada her şeyden önce, artık ayırt edilemez hale gelen ilk ikisinin yansızlaştırılması ve tanınamaz hale getirilmesi sayesinde kendi kendine tanıklık eder.

 

33

[Victor Goldschmidt] [Platoncu diyaloglarda örnek kullanımı] [idealar ve duyulur arasındaki ilişki ve paradigmanın bu ilişkinin teknik ifadesi olduğunu ortaya çıkarır]

 

35

[Dilbilgisel örnek]

Dilbilgisi (gramer) kendi kendini ancak paradigmatik (dizisel) bir pratik aracılığıyla, dilsel (linguistik) örneklerin sergilenmesi sayesinde oluşturur ve kendi kurallarını sözceleyebilir. Ama dilin, dilbilgisel pratiği tanımlayan kullanımı hangisidir? Dilbilgisel bir örnek nasıl üretilir? Latince dilbilgisi kitaplarındaki paradigmalar vakasını ele alalım, bu gramer kitapları ismin halleri ve çekim eklerine yer verirler. Rosa teriminin, paradigmatik olarak gözler önüne serilmesi sayesinde (rosa, ros-aei ros-am…), normal kullanımı ve düzanlamsal karakteri askıya alınır, ve bu biçimde, “birincil haldeki dişil isim” kümesinin anlaşılırlığı ve oluşumu mümkün kılınır, bu onun kümesi, öğesi ve paradigmasıdır. Bu noktada normal kullanımın ve göndermenin askıya alınması aslidir. Edimseller (performatif) sınıfını tanımlayan kuralı açıklamak için, dilbilimci “ben yemin ediyorum” örneğini kullanırsa, bunun diziminin (sintigmanın) gerçek bir yeminin dile getirilmesi olarak anlaşılmaması gerekir. Örnek olarak iş görebilmesi için, dizimin normal işlevinin askıya alınması gerekmektedir, ama bu her şeyden önce, ancak bu işlev sahibi olmama ve bu askıya alınma sayesinde, dilbilimci dizimin nasıl işlev gördüğünü gösterebilir, böylece kuralın formülasyonunu sağlayabilir. Eğer, … kuralın örneğe uygulanıp uygulanmadığı sorusu sorulursa, yanıt kolay değildir: Gerçekten de örnek, kural tarafından dışlanmıştır, bunun nedeni örneğin normal vakanın parçası olmaması değil, tam aksine, o vakaya aitliğini gözler önüne sermesidir.

 

37

Platon’da, paradigmanın yeri, duyulur düzen ile düşünülür düzen arasındaki ilişkiyi eklemleyerek bilgiyi mümkün kılan diyalektiktedir. “Bu iki düzen arasındaki ilişki, iki biçimde kavranabilir: Bir benzerlik ilişkisi olarak (kopya ile model arasında [anımsama]) ya da bir oran ilişkisi olarak [diyalektik]” (Goldschmidt). … [Devlet, 509 d-511, VI. kitap] Platon, bu diyalogda, bilimin üretilmesinde iki evreyi ya da iki anı ayırt eder… “Geometrinin, hesabın ve bu türden bilimleri uygulayanların” izlediği yolu tanımlayan birincisi, araştırmalarını hipotezlerden yola çıkarak temellendirir, yani apaçıklıkları açıklamaya gerek duymayan, bildik ilkeler olarak görülen verileri önceden varsayar (hypotithemi yani “temel olarak alta koyuyorum” ifadesinden gelen Yunanca hypothesis teriminin anlamı budur) İkincisi ise, diyalektiğe özgü olan şeydir: [Hipotezleri (varsayımları) ilkeler olarak değil de hipotezler olarak ele almak…]

 

[akıl] varsayılmamış olana kadar gitmek, her şeyin ilkesine doğru gitmek için, hipotezleri ilkeler [archai] olarak değil de, tam anlamıyla hipotezler olarak, yani basamaklar ve itici güçler olarak ele alır, bir kez buna ulaşıldığında, kendini buna yakın duran şeylerin yanından ayırmadan ve kesinlikle duyulur olandan yararlanmadan, idealar aracılığıyla idealara doğru gider ve sonunda yine idealara varır. [Platon]

 

41

Aby Warburg, 1924-1929 arasında, Mnemosyne adını vermek zorunda kaldığı “imgeler atlası” üzerinde çalışır. Bilindiği gibi, bu çalışma, her birine bir dizi türdeş olmayan imgenin iğnelenmiş olduğu panolardan oluşmaktadır, söz konusu imgeler, resimler (sanat eserlerinin ya da el yazmalarının reprodüksiyonları, gazetelerden kesilmiş fotoğraflar ya da bizzat kendisinin yaptığı resimler vb.) genelde sanatçının Pathosformel diye tanımladığı tek bir temaya gönderme yapmaktadırlar. [46. panonun odak noktasında “Ninfa”, hareket halindeki kadın figürü bulunmaktadır]. Warburg, figüre samimi bir tonla “Canıtez küçük hanım” lakabını takmıştır. Bu panoda yirmi yedi resim bulunmaktadır, her biri bir şekilde bütüne ismini veren tema ile ilişki içindedir. … Bu panoyu nasıl okumalıyız?

 

42

Bu panoyu, ikonografik “hareket halindeki kadın figürü” temasının tarihini ve kökenini konu alan ikonografik bir repertuar gibi görmek kesinlikle yanlış bir okuma biçimidir. [Böylesi bir okuma, onları birbirine bağlayan olası genetik ilişkinin izini sürerek, sonunda hepsinin kendisinden türediği bir arketipe (ilk örneğe) ulaşabilmekten ibaret olacaktır.] Oysa tabloya daha yakından [bakılırsa]…, imgelerin hiçbirinin özgün olmadığı görülür, üstelik söz konusu imgeler kopya ya da tekrarlardan da ibaret değildir. … onlar arketip ve fenomen, ilk-seferlilik ve tekrar kırmasıdırlar. Her fotoğraf orjinaldir, her imge arche oluşturur, bu anlamda, arkaiktir ama su perisinin kendisi ne arkaik ne çağdaştır, artsürem ve eşsürem, teklik ve çokluk arasında bir karar verilemezliktir. Ama bu, … su perisinin tekil imgelerin paradigması ve tekil imgelerin de su perisinin paradigmaları olduğu anlamına gelir.

 

43

su perisi, … “ilksel/kökensel fenomen”dir. [Goethe]

 

 

II. İşaretler Kuramı

 

49

“signature” -> imza

“segnare” fiili -> işaret

la teoria della segnature [16. – 17. yy tıp] -> işaret taşımak [tıpta kullanılan bitki ve minerallerin tedavi edici etkileriyle ilgili bazı göstergeleri/işaretleri taşıdıkları iddiası]

 

50

Paracelsus’un Şeylerin Doğası Üstüne çalışmasının IX. kitabı: Doğal Şeylerin İşareti başlığını taşımaktadır. [çalışmasında, onun epistemesinin özgünlüğünü ve çekirdeğini oluşturan,] ... her şeyin, kendi görünmez niteliklerini görünür kılan ve ortaya çıkaran bir gösterge taşıdığı fikridir.

 

[işaret üzerine uzun bir dipnot]

 

55

[Paracelsus tıbbı] Göz biçiminde bir lekesi olan göz otu, görme ile ilgili hastalıkları iyileştirme yetisini gözler önüne serer. Specula pennarum denilen bitki kadınların göğsünü tedavi ediyorsa, bunun nedeni şeklinin memelerin şeklini hatırlatmasıdır. Diş şekline sahip olan nar taneleri ve çam fıstıkları diş ağrılarını alırlar.

 

56

... işaretlerin işaretleyeninin insan olduğu tartışması... ... Yahudilerin ceket ya da pelerinlerinin üzerine iğnelenmiş olarak taşıdıkları “küçük sarı parça” ... “Haydut ya da polislerin” tanınmasını sağlayan göstergeler... ulaklar pelerinlerinin üzerinde, ulak olduklarını, nereden geldiklerini, kimin tarafından gönderildiklerini, onlara nasıl davranmak gerektiğini gösteren bir arma taşırlar... ... savaş alanında askerler dostları ve düşmanları tarafından tanınmak için şeritler ve göstergeler taşırlar.

 

57

... zanaatkarın yaptığı işleri, “eseri kimin yaptığını herkes anlasın diye” işaretlemek için kullandığı “marka ya da göstergeler”...

 

58

[Bir mektubun üzerine basılan mühür] ... bu mühür göndericinin kimliğini tanımlamaktan çok mektubun “gücü”nün (Krafft) anlaşılmasını sağlar... Alfabenin harfleri de insan işaretleyenin işaretleridir... ... eczanelerdeki veya simyacıların laboratuvarlarındaki etiketlerin üzerine yazılan sıvı, yağ, toz, tohum, merhem, alkol, hidroalkolik, alkali gibi şeylerin tanınmasını sağlayan harfler... ... insanların evleri ve ikametgahları üzerindeki rakamlar.. [yapım yılı, yaşı].

 

59

Eğer telif haklarıyla ilgili zamansal sınırların aşılmadığı durumlar söz konusuysa, işaret ona bağlı yasal sonuçların ortaya çıkabileceğini de söyler örtük olarak.

 

60

[alfabenin harfleri] Burada daha ziyade, cümlelerden değil de, Foucault’nun, kendi sözcelerini tanımlamak üzere, A, Z, E, R, T sıralamasının, bir on parmak daktilo öğrenme kitabında, Fransızca klavyeler tarafından kullanılan alfabetik sıralamanın sözcesi olduğunu yazdığı zaman aklından geçene benzer şekilde, kısaltmalardan, uzlaşımsal başlıklardan, paradigmalardan oluşmuş bir dil kullanımı söz konusu olmalıdır.

 

Bu durumların hepsinde, işaret sadece bir gösteren ve bir gösterilen arasındaki göstergesel bir ilişkiyi ifade etmez; işaret daha ziyade bu ilişkide ısrar eden ama onunla asla denk düşmeyen şey olarak, onu yerinden eder ve bir başka ortama götürür, pragmatik ve hermeneutik ilişkilerden oluşan yeni bir ilişkiler ağına yerleştirir. Bu anlamda, Yahudi’nin paltosundaki sarı kumaş parçası da, ulak ya da polisin kıyafetindeki renkli işaret de, sadece “Yahudi”, “polis”, “ulak” gösterilenlerini akla getiren sıradan yansız göstergeler değillerdir: Bu ilişkinin yerini politik-pragmatik alana taşıyarak, daha ziyade, Yahudi, polis ve ulak karşısında takınılması gereken tavrı (ve onlardan beklenen davranışı) ifade ederler. [Göz otunun yaprağındaki göz biçimindeki işaret: “göz” anlamına gelen bir gösterge değil, söz konusu bitkinin görme ile ilgili hastalıklar için etkili bir çare olarak iş gördüğünü gösterir.]

 

61

[Jakob Böhme’nin Paracelsus yorumu:] Her şeyden önce işaret şimdi artık sadece farklı alanları birbiriyle ilişki içine sokarak, şeylerin gizli erdemlerini açığa çıkaran şey değil, daha ziyade, kendi içinde dilsiz ve nedensiz olan dünyayı anlaşılır kılan her türlü bilginin kesin işlemcisi olan şeydir...

 

63

[Böhme tarafından, göstergeleri, ustası eline alıp onu çalana kadar sessiz kalan bir lavta ile karşılaştırması:] “... ancak biri onu çalarsa, işte o zaman anlaşılır... doğanın göstergesi de böyledir, figüründe dilsiz bir varlıktır...

 

... işaretlerin bu noktada gösterge ile değil de, göstergeyi anlaşılır hale getiren şey ile örtüştüğü açıktır: enstrüman, yaratılış anında hazırlanmış ve işaretlenmiştir... [Böhme’ye göre bu işaretin açığa çıktığı an, “karakter” olarak isimlendirilir.]

 

64

[dipnot] [sakrament: kutsama ayinleri] Katolik ve Ortodoks inançlarında yedi sakrament vardır: Vaftiz, Komünyon, Ekmek ve şarap ayini, Krismasyon, Tövbe ve Günah Çıkarma, Yağ sürme, Ruhbanlık, Evlilik (ç.n.)]

 

70

... yasadışı bir biçimde gümüş ya da altın bir madeni para basmış biri... [kişi cezalandırılır, ama para geçerlidir]. ... korkaklığı yüzünden savaştan kaçan askerin bedenine character militiae damgası vurulur.

 

72

aporetik  çıkışsız

 

74

Nasıl ki paranın değişim değerine sahip olabilmesi için “bir karakter ile basılmış olması” ve nasıl ki savaşabilmek için askerin bir karakter taşıması gerekiyorsa, aynı şey inanan için de geçerlidir, inanan dini kültün eylemlerini yerine getirebilmek için karakter tarafından işaretlenmelidir.

 

75

teürji   ... kozmik veya doğaüstü güçlerin ve ilişkilerinin incelenmesi ve bu güçlerin kullanılması...

 

Biz anlamadan da, aynı simgeler/göstergeler kendi başlarına kendilerine özgü işi yaparlar ve bu simgelerin gönderme yaptığı tanrıların kelimelere sığmaz gücü, bizim bilgimizin rehberliğine gerek duymadan, kendilerine özgü imgeleri kendi başlarına tanırlar... [Giamblico, 1516]

 

ergon   eser

... yapıtının/asıl performansının (opera) [alethes ... ergon]

 

76

Kurban sırasında semboller ve sinthemata’lar, yani göstergeler ve sakramentler olduğu zaman, din adamı maddi şeyleri kullanır, bunlar sayesinde dış dekoru gerçekleştirir; ama sakramente etkili gücünü verip damgasını vuran Tanrı’dır.  [Giamblico, 1516, 7]

 

Hem teolojik sakrament karakteri öğretisi, hem de tıbbi işaretler öğretisi büyük bir ihtimalle köklerini bu türden sihirli-teurjik bir geleneğe borçlu olmalılar. ... şeylerde görünür işaretler...

 

77

“... aslında benzerlik, tek tek şeyleri birbirine bağlamayı sağlayan yeterli nedendir” [Proklos]

 

80

[Warburg’un hayatının son yıllarını adadığı bulmacamsı Bilderatlas Mnemosyne’si] [Pathosformel kavramı] Atlasın yetmiş dokuz panosunun her birini oluşturan (aslında, özellikle Warburghaus fotoğraf laboratuarında basılmış ve banyo edilmiş fotoğraflar olan) imgeler, (normal sanat kitaplarında olduğu gibi) fotoğrafı çekilen ve bu yüzden eninde sonunda başvurmak ve yönelmek zorunda kalacağımız nesnelerin ya da eserlerin röprodüksiyonları olarak algılanmamalıdır. Tam aksine o imgeler, kendinde değerli şeylerdir... ... Warburg, gerçekte biliminkinden çok büyününkine yakın olan bilim ötesi bir terminoloji ile, Pathosformeln’leri, santçıyla (ya da araştırmacıyla) her karşılaşmalarında etkililiklerini yeniden kazanan “bağlantısız dinamogramlar” olduklarını ifade edebilmiştir. ... onun kavramaya çalıştığı Pathosformeln, ... göstergeler ya da semboller değil, işaretlerdir; ... bir işaretler arkeolojisidir.

 

81

Michel Foucault, Kelimeler ve Şeyler’de Paracelsus’un tezini anar. Üstelik bunu işaretler kuramını Rönesans epistemesine yerleştirdiği anda yapar. Foucault’ya göre, bunda, XVI. yy’ın sonuna kadar sadece metinlerin yorumu ve tefsirine değil, aynı zamanda insan ile evren arasındaki ilişkilerin yorumu ve tefsirine de egemen olan benzerliğin gerçekleştirdiği belirleyici bir işlev vardır. Ama analoji ve denkliklerin, benzerlik ve yakınlıkların oluşturduğu yoğun doku tarafından idare edilen bir dünyanın, bize onları tanımayı öğretecek işaretlere, markalara ihtiyacı vardır. “İşaretsiz benzerlik yoktur. Benzerin dünyası işaretlenmiş bir dünyadan başka bir şey olmaz” (Foucault, 1966, 40), ve benzerliklerin bilgisi işaretlerin ve onların şifrelerinin çözümü üzerinde temellenir... [burada geçen “yoğun doku” ifadesini dikkate alarak, bu ifadeyi, örneğin Kliniğin Doğuşu’nda, tıbbi ifadelerin doku üzerinden sözel ifadelere, daha sonra görsel ifadelere dönüşen süreci tekrar gözden geçirildiğinde, bu paragraf ve “yoğun doku” ifadesi daha anlaşılır olabilir.]

 

83

Benzerliklerin hermeneutiği ve işaretler göstergebilimi kararsızlıklar olmadan örtüşselerdi, her şey doğrudan ve apaçık olurdu. Ama grafizmi oluşturan benzerlikler ile söylemi oluşturan arasında bir boşluk/kertik [cran] olduğundan, bilgi ve onun sonu gelmez araştırmaları, kendilerine ait yeri bu noktada bulurlar: Benzer olandan onun benzediği şeye doğru giden durmak bilmez bir zig zag içinde hareket ederek hiç ara vermeden bu mesafenin her yanına ağ gibi yayılmak zorunda kalacaklardır (Foucault, 1966).

 

[Enzo Melandri’nin 1970’de Kelimeler ve Şeyler üzerine bir yazısı...] Melandri, Foucault’da göstergebilim ve hermeneutiğin örtüşmemesinden yola çıkarak, işareti birinden diğerine geçişi sağlayan şey olarak tanımlar...

 

84

Göstergebilim ile hermeneutik arasında doğallıkla geçiş olmadığı, hatta aralarında aşılması mümkün olmayan bir boşluk, bir sapma olduğu fikri Emile Benveniste’nin araştırmalarının son sonuçlarından biridir. [1969’daki bir metninde] ... Benveniste dilde, iki ayrı ve karşıt düzleme denk düşen “bir çifte anlamlılık” olduğunu belirtir: Bir yanda göstergebilim düzlemi, öte yanda anlambilim düzlemi yer alır.

 

Anlamsal düzen sözce dünyası ve söylem evreniyle özdeştir. İki farklı ve birbirinden ayrı nosyon düzeninin ve iki kavramsal evrenin söz konusu olduğunu, her ikisi için de farklı geçerlilik ölçütleri isteniyor olmasına dayanarak gösterebiliriz. Göstergesel düzlem (gösterge) tanınmalıdır; anlamsal düzlem (söylem) anlaşılmalıdır (Benveniste 1974).

 

Benveniste’e göre, Saussure’ün dili sadece bir göstergeler dizgesi olarak algılama girişimi yetersizdir ve göstergeden söze nasıl geçildiğini açıklamaya izin vermez. Dil göstergebilimi, yani dilin bir göstergeler sistemi olarak yorumlanması, “yaratılmasını sağlayan gereç olan gösterge tarafından paradoksal bir biçimde engellenmiştir”. Saussure’ün ölümünden sonra yayımlanan notlarında sezmiş olduğunu gördüğümüz gibi, eğer dilin bir göstergeler sistemi olduğu varsayılırsa, bu göstergelerin nasıl söyleme dönüştüğünü açıklamaya izin veren bir şey yoktur...

 

86

“Göstergenin dünyası, aslında kapalıdır. Göstergeden tümceye geçiş yoktur, ne dizimsellik yoluyla ne de başka bir biçimde. Bir boşluk onları ayırır” (Benveniste).

 

Benveniste’in Sémiologie de la langue başlıklı çalışmasını yayımladığı yıl, Foucault da Bilginin Arkeolojisi’ni yayımlar. ... [Bilginin Arkeolojisi’nde], sözceler sadece söyleme (anlamsal düzleme) indirgenmezler, çünkü Foucault, sözceleri gerek tümceden, gerek önermeden ayırmak için büyük bir özen gösterir (sözcenin, “önermenin yapısı tanımlandıktan ve bir kez çekilip alındıktan” sonra kalan şey, bir çeşit artık öğe, bir çeşit “gerekli olmayan malzeme” olduğunu yazar.

 

87

Sözce (her ne kadar kendi tekilliklerinde, doğal ya da yapay bir dil dizgesinin içinde tanımlanabilen göstergelerden oluşmuş olsa da) ne bir dil biçiminde, (her zaman belli bir maddilik ile donanmış ve her zaman uzamsal-zamansal koordinatlara göre yerleştirilir olsa da) ne de algıya sunulu nesneler biçiminde var olur. Sözce; tümce, önerme ya da dilsel edim türünden bir birim değildir; aynı ölçütlerle tanımlanamaz, ama kendi sınırlarına ve bağımsızlığına sahip maddi bir nesne gibi bir şey de değildir (Focault, 114).

 

Sözce demek ki bir yapı değildir... göstergelere ait olan bir var oluş işlevidir...

 

89

... “dili gönderme yaptığı yönde değil de, bilinebilirliğini ortaya çıkaran boyutta sorgulamak” [Foucault, Bilginin Arkeolojisi, 146) gerekir; onu kavramak için, ... “söylemsel pratiklerin”, yani “belli bir çağda ve belli bir toplumsal, ekonomik, coğrafi ya da dilsel ortamda sözceleme işlevinin uygulanmasının koşullarını tanımlayan, daima zaman ve uzamda belirlenen adı konmamış tarihsel kurallar bütününün” üzerinde durulması gerekir.

 

Tıpkı işaretler gibi, sözceler de, ne salt gösterge, ne henüz söylem, ne göstergesel ne anlamsal olandır, sözceler anlamsal ilişkiler kurmadıkları gibi, yeni anlamlar da yaratmazlar, yaptıkları şey, göstergeleri var oluş düzeylerinde gösterip işaretlemek ve “onları karakterize edip kendilerine ait özelliklerini belirginleştirmektir” ve bu biçimde, onların etkililiğinin gerçekleşmesini sağlayıp yerlerini değiştirirler. Sözceler, göstergelerin var olmak ve kullanılmak için aldıkları işaretlerdir, bir şeyi anlamlandırırken, silinmez karakterleri onları işaretleyerek yönlendirir ve belli bir bağlamdaki yorum ve etkililiği belirler. Sözceler, tıpkı, madeni paraların üzerindeki işaret gibi, astrolojinin gökyüzündeki dekanları ve takım yıldızlarının figürleri gibi, göz otunun taç yaprağındaki göz biçimli leke gibi ya da vaftiz töreninin vaftiz edilenin ruhuna kazınan karakterinin yaptığı gibi, zaten ta en başından beri, ne göstergebilim ne de hermeneutiğin pragmatik olarak tüketmeyi başarabildiği göstergelerin yaşamına ve kaderine karar vermişlerdir.

 

91

[Foucault, Bilginin Arkeolojisi] Sözce, “bir yapı değil de bir varoluş işlevi” olduğundan, gerçek özelliklerle donatılmış bir nesne değildir, saf bir varoluştur, aslında sadece belli bir kendiliğin -dilin- gerçekleşmesi, yer bulmasıdır.

 

95

[İtalyan tarihçi Carlo Ginzburg, bir makalesinde işaret kavramının tarih içerisindeki kullanımlarının haritasını çıkarmıştır] Söz konusu makalede Ginzburg’un Galileo’nun bilim modelinden ayırt etmek için “emarelere dayalı” olarak tanımladığı bir epistemolojik paradigmayı yeniden oluşturduğunu hatırlamak yeterlidir. Bu paradigma “konu olarak vakaları, durumları, tek tek belgeleri ele alan tekil olarak ele alındıklarından kaçınılmaz bir rastlantısallık (belirsizlik) marjına sahip sonuçlara ulaşan büyük ölçüde niteliksel disiplinlerle” ilgilidir.

 

96

[Giovanni Morelli] Burckhardt ve Freud’un hayranlığını, söz konusu işle uğraşanların nefretini kazanmış olan “Morelli yönteminin” yeniliği... ... o zaman kadar sanat tarihçilerinin yaptığı şeyin tersine ... “... tırnak gibi iğrenç bir şeyin biçimi” gibi önemsiz ayrıntıları incelemesinden kaynaklanıyordu.

 

97

[Edgar Wind]... eserin yaratıcısının kimliğinin, eseri ortaya çıkarmak için gösterilen çabanın çok yoğun olmadığı yerlerde aranmasına dayanan Morelli ilkesinin, küçük bilinçdışı jestlerimizin karakterimizin gizli yanını ele vereceğini söyleyen modern psikoloji ilkesini hatırlattığını gözlemlemiştir.

 

99

[Benjamin] [mimetik yetiye ayırdığı iki fragman] ... Benjamin’in orada “taklit öğesi” ya da “maddi olmayan benzerlik” dediği şey, hiç kuşku yok ki, işaretler alanına gönderme yapar. Özellikle insana özgü bir yeti olan benzerlikleri algılama yetisinin filogenetiğini yeniden oluşturmaya çalışır ve onu bizim dekadan çağımıza kaydeder... [bunu yeni bir dil öğretisi şeklinde sunar]. ... dil -ve, onunla birlikte, yazı- bir çeşit “duyumsanmayan denklikler ve benzerlikler arşivi” gibi görünür. Bu arşivde, bu benzerlikler “sadece söylenen ve kastedilen arasındaki gerilimleri değil ama aynı zamanda yazıla ve kastedilen ve bir başka deyişle söylenen ve yazılan arasındaki gerginlikleri” temellendirir ve birbirine ekler.

 

100

“Böylece dil mimetik davranışın en yüksek aşaması ve duyulabilir olmayan benzerliklerin en mükemmel arşivi olabilir...” [Benjamin, 1977].

 

101

İmgelerin tarihsel ipucu onların sadece belli bir çağa ait olduklarını değil, ama ancak belli bir çağda okunabilirliğe (anlaşılabilirliğe) ulaştıklarını söyler... Her şimdi kendisine eş zamanlı imgelerce belirlenmiştir: Her “şimdi” belli bir tanınabilirliğin şimdisidir... Şimdiye ışık tutan geçmiş değildir ya da şimdi ışığını geçmişe tutmaz, ama imge olmuş olanı, tıpkı bir anlık bir ışıkta olduğu gibi, şimdi ile bir küme içinde birleştiren şeydir. Başka bir deyişle: imge, başka çıkış yolu olmadığından devinimsizce beklemede kalan diyalektiktir (Benjamin 1982).

 

103

... modanın işareti, ... geçmişin işaretleriyle ancak (kronolojik olmayan) kairolojik bir ilişkide yaşar.

 

104

indicium, index   göstermek (sözcük ile göstermek, söylemek)

 

105

[ritüelin gücü, yani “zorunlu kılan ama taklit edilmiş bile olsa, maddi olarak bir şiddet eylemine başvurması gerekmeyen bir güç”...] ... “sivil güç ... sözle söylenen güçtür” ... Hukuk alanı, yani etkili bir sözün alanı, her zaman ilan etmek, törensel bir biçimde beyan etmek, hukuka uygun olanı söylemek ve etkili sözcüğü söylemek olan bir “söylemek” alanıdır. Eğer bu doğruysa, hukuk, sözün etkisinin kendi anlamını aştığı (ya da ona gerçeklik kazandırdığı) en alasından bir işaretler alanıdır ... Dil anlamlamanın yeri olmazdan önce (ya da daha doğrusu, anlamlamanın yeri olmasıyla birlikte) işaretlerin yeridir ve işaretler olmadan gösterge işlevini yerine getiremez. Dilin büyü ile sınırdaşmış gibi göründüğü söz edimleri (speech acts) dilin “işaretlemeye uygun” olan bu arkaik doğasının en görünür kalıntısıdır.

 

107

Sekülerleşme, modernitenin kavramsal sisteminde onu teolojiye yeniden gönderen bir işaret olarak iş görür.

 

108

... XX. yy düşüncesinin hiç de hafife alınamayacak bir bölümünün temelinde bir işaret mutlaklaştırması, yani işaretin anlamlamaya göre kurucu üstünlüğü ile ilgili öğreti gibi bir şey varsaymak gerektiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

 

110

pleroma   (tam) doluluk

kénosis   (öz) boşluk

 

[Foucault’nun arkeolojisi] ... işaretten ve onun anlamlamaya göre fazlalığından yola çıkar. ... Bilginin Arkeolojisi’nde işaretler arşivi, her anlamlı söylemde kayıtlı bulunan anlamsal olmayan kitleyi toplar ve söz edimlerini karanlık ve anlamsız bir kıyı gibi çevreleyip sınırlar ve bununla birlikte, göstergelerin işleyiş ve varoluş koşullarına, anlam üretme koşullarına, zaman ve mekanda birbirlerinin ardı sıra ve yan yana yer alma koşullarına karar veren kurallar bütününü tanımlar.

 

 

III. Felsefi Antropoloji

 

115

Bir “felsefi antropoloji” fikri ilk kez Kant’ta görülür. 1791 Metafiziğin İlerlemesi Üzerine... [bu metninde “felsefi bir felsefe tarihinin” olanaklılığını sorgular. Böyle bir tarih, diye yazar “tarihsel ve bilgikuramsal olarak kendi içinde mümkün değildir. Böyle bir tarih aklın facta’larını gözler önüne serse de, onları tarihsel anlatıdan ödünç alamaz, yapması gereken onları felsefi bir arkeoloji olarak insan aklının doğasından çekip almaktır.” Böyle bir arkeolojide örtük olarak bulunan paradoks şudur: ... “şurada burada rastgele doğmuş fikirlere” ait bir tarih söz konusu olamayacağından, bu tarih, bir başlangıçtan yoksun olma ve bir “meydana gelmemiş şeyler” tarihi önermenin tehlikesini yaşar.

 

116

“Meydana gelmemiş şeylerin tarihi yazılamaz, böyle bir tarih için sadece malzeme toplanır ve hazırlık yapılır”. “Her tarihsel bilgi ampiriktir...” ... “Felsefe tarihi öylesine özel bir türe aittir ki, onda, neyin meydana gelebileceği ya da gelmesi gerektiğini bilmeden önce, meydana gelen şey ile ilgili hiçbir şey anlatılamaz.” [Kant]

 

[Kant’ın “felsefi arkeoloji” dediği bilim...] Bu arkeoloji bir “tarih” olarak  ortaya çıkar ve bu haliyle, kendine özgü kökeni üzerine sorgulama ve araştırma yapmadan edemez: ama deyim yerindeyse nesnesi insanlığın bizzat ereği, yani aklın çalışması ve gelişmesiyle örtüşen a priori bir tarih olduğu için, aradığı arche asla kronolojik bir veri ile özdeşleşemez, asla “arkaik” olamaz. Dahası, felsefe sadece ve sadece olmuş olanla değil, olması gereken ya da olabilecek olanla ilgilendiğinden, tıpkı felsefenin tarihinin “meydana gelmemiş şeylerin tarihi” olması gibi, felsefenin de belli bir anlamda henüz oluşmamış bir şey olması onun kaçınılmaz yazgısıdır.

 

117

... Kant “her filozof deyim yerindeyse eserini, bir başka eserin kalıntıları üzerine inşa eder” ve “felsefe, henüz oluşmadığından, öğrenilmesi mümkün olan bir şey değildir” diye yazabilmiştir. Arkeoloji, bu anlamda, bir kalıntılar bilimidir, bir “kalıntıbilimdir”, nesnesi, kelimenin tam anlamıyla aşkınsal bir ilke oluşturmasa da, ampirik açıdan mevcut bir bütün olarak asla gerçek anlamda oluşturulamaz. Archai’ler oluşabilecek ya da oluşması gereken şeylerdir, belki de bir gün oluşabileceklerdir, ama şimdilik, sadece kısmi nesneler ya da kalıntılar halinde bulunmaktadırlar. Gerçekte var olmayan filozoflar gibi, onlar da sadece ... arketipler ya da orijinal imgeler olarak elde edilirler. Dahası, “Bir arketip ancak eğer ulaşılamaz olursa, arketip olarak kalır. Yön göstermek için kullanılan ince bir kordon olarak işe yarayabilirler sadece” (Kant, 1973).

 

118

[Nietzsche’ni köken araştırmasını reddetmesi...]

 

119

“Soybilimci, temelsiz ve boş köken fikrini defetmek için tarihe gereksinim duyar.” [Foucault]

 

... bir şeyi -bir hayalet, bir şeytan, bir tehlikeyi- defetmek için her şeyden önce onu çağırmak gerekir. ... Özneden kesin bir biçimde kurtulabilmek için, tarihin örüntülerinde öznenin oluşumunu açıklayacak düzeyde olmak gerekir.

 

120

“Soybilim demeyi yeğlediğim şey budur: bilgilerin, söylemlerin, nesnelerin ait olduğu alanların vb., bir özneye gönderme yapmak zorunda kalmadan açıklanması.” (Foucault)

 

Her tarihsel araştırmada kronolojik köken konumuna yerleşmeyen ama niteliksel bir başkalık gibi bir konuma yerleşen, türdeş olmayan bir katmanın ya da bir uç noktanın saptanması ... Franz Overbeck’e borçlu olduğumuz bir şeydir.

 

123

Bir kitabı ele alalım. ... “yazarın ve bizzat kendisinin kendi içinde tamamlanmış birliği olarak iş görür... [Overbeck]

 

126

Urgeschichte (tarihöncesi) ve Entstehung (ortaya çıkış noktası)

 

128

epoche [askıya alma]

 

[Georges Dumézil] yapısalcılık -> “tarihsel”

 

131

“Arkeoloji” terimi [Michel Foucault] ... tarihten farklı olarak, hem paradigmatik hem aşkınsal bir boyutun araştırması olarak sunulur, bu bir çeşit “tarihsel a priori”dir, onda bilgiler ve bilinenler kendi olanaklılık koşullarını bulurlar.

 

132

tarihsel a priori  oksimoronu

 

133

tarihsel a priori  [Marcel Mauss]

 

135

apocatastasise  [ilk ya da kökensel durumun yeniden tesisi]

 

136

Bir kültürün temelindeki matris ve kodların açıklaması...

 

paradigmatik matris [Foucault]

 

138

... kültürümüzün mantığını tanımlayan tüm ikili karşıtlıklar...

 

139

… ayrımsal ve bütünleyici (diferensiyal ve integral)…

 

“Geleceğe geri giderek gireriz.” [Valéry]

 

Eğer Benjamin’in meleği, gözü geçmişte takılı kalmış halde, geleceğe doğru ilerlemekteyse, Melandri’nin meleği geleceğe doğru bakarak, geçmişe geri gitmektedir. Her ikisi de, göremeyecekleri ve bilemeyecekleri bir şeye doğru yollarına devam edip ilerler.

 

145

Yaşanmamış geçmiş yalnızca bu noktada, olmuş olduğu şey olarak, yani şimdinin çağdaşı olarak ortaya çıkar, ve bu biçimde ilk kez erişilebilir hale gelir, kendini “kaynak” olarak sunar.

 

148

... “her imgeleme, eğer sahici olmak istiyorsa, düşlemeyi öğrenmek zorundadır; ve ‘poetik sanat’, ancak, imgelerin cazibesinin parampaça edilmesi öğretildiğinde anlam kazanır...” [Foucault, 1994, Dits et écrits, 4 voll.]

 

150

Arkeologun hareketi (ya da hayal gücü), alanı, bilinçdışının fantazmalarından ve tarihe erişimi engelleyen geleneğin sıkı ağlarından boşaltıp temizlemiş olduğu, olacak olmuş o geçmiştir.




.

.

.


13 Haziran 2020

Giorgio Agamben - Dispozitif Nedir? / Dost

.
.
.



















.
.

Türkçe’de Giorgio Agamben

1970 İçeriksiz Adam. (Çev. Kemal Atakay), Monokl Yayınları, 2019 İstanbul
1978 Çocukluk ve Tarih: Deneyimin Yıkımı Üzerine Bir Deneme. (Çev. Betül Parlak), Kanat Kitabevi, 2010 İstanbul
1985 Nesir Fikri. (Çev. Fırat Genç), Metis Yayınları, 2009 İstanbul
1990 Gelmekte Olan Ortaklık. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
1995 Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat. (Çev. İsmail Türkmen), Ayrıntı Yayınları, 2001 İstanbul
1998 Tanık ve Arşiv: Auschwitz'den Artakalanlar. (Çev. Ali İhsan Başgül), Dipnot Yayınları, 2017 Ankara
2002 Açıklık: İnsan ve Hayvan. (Çev. Meryem Mine Çilingiroğlu), Yapıkredi Yayınları, 2009 İstanbul
2003 Olağanüstü Hal. (Çev. Kemal Atakay). Varlık Yayınları, 2008 İstanbul
2005 Dünyevileştirmeler. (Çev. Betül Parlak). Monokl Yayınları, 2011 İstanbul
2006 Dispozitif Nedir? / Dost. (Çev. Ekin Dedeoğlu), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
2008 Şeylerin İşareti: Yöntem Üstüne. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
2009 Çıplaklıklar. (Çev. Suna Kılıç), Alef Yayınevi, 2017 İstanbul




Dispozitif Nedir? / Dost

Giorgio Agamben

(Çev. Ekin Dedeoğlu), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul


İçindekiler

Dispozitif Nedir?                                11
Çevirenin Son Notları                       43
Dost                                                      61
Çevirenin Son Notları                       81



Dispozitif Nedir?

14
[dispozitif sözcüğü Foucault’nun düşünce stratejisinde kilit bir terimdir.] Foucault bu terimi çoğunlukla ‘yönetimsellik’ ve ‘insanların yönetimi’ adını verdiği meselelerle uğraşmaya başladığı 70’lerin ortasında kullanmaya başlamıştır.

[1977’de yapılan bir röportaj:]

“[dispozitif] adı altında araştırdığım, her şeyden önce söylemler, kurumlar, mimari yapılar, tüzel kararlar, yasalar, idari önlemler, bilimsel önermeler; felsefe, ahlak ve insanseverlik disturları gibi son derece heterojen unsurları içeren bir bütündür. Yani hem sözel unsurları var dispozitifin, hem de söz dışı. Dispozitif bu unsurlar arasında örülen bir dır.”

“(...) dispozitif ifadesinden ne mi anlıyorum? Belli anlarda acil duruma tepki vermek gibi temel bir işlevin biçimlendirdiği ‘oluşum’ diyelim. Yani dispozitifin önemi temelde stratejik olmasından gelir...” [fluks]

“(...) dispozitifin doğası aslen stratejik dedim. Bunu söylerken de şöyle bir varsayım vardı: Dispozitif, iktidar ilişkilerinin belli bir doğrultuda güdümlenmesidir, hesaplı kitaplı, akılcı bir müdahale şeklidir. Bu güdümleme ve müdahale bazen iktidar ilişkilerinin belli bir istikamette gelişmesini sağlamak, bazen önlerini kesmek, bazen de ilişkileri istikrara kavuşturup kendi yararına çevirmek maksadını güder. Bu yüzden dispozitif her zaman bir iktidar oyunu çerçevesinde yer alır. Ne var ki aynı zamanda bilme biçimlerimizi sınırlayan kurallara da işaret eder. Bilgiye şeklini dispozitif verir, fakat bilgi de dispozitifi biçimlendirmekten geri durmaz. Hah, işte dispozitif budur, yani bazı bilme biçimlerine dayandığı gibi bu bilme biçimlerine dayanak da teşkil eden iktidar ilişkisi stratejileridir.” (Dits et écrits, III. Cilt, s.299-300)

15
Üç noktayı kısaca özetleyelim:

a) Dilsel olsun dildışı olsun, virtüel olarak hemen her minvalden (söylem, kurum, yapı, yasa, polis önlemi, felsefi önerme vb.) unsurlar içeren heterojen bir bütün söz konusu. Bu öğeler arasında örülen ağın ta kendisi dispozitif.

16
b) Dispozitifin hep somut, stratejik bir işlevi var ve yine hep bir iktidar ilişkisi çerçevesinde yer alıyor.

c) Bu haliyle, iktidar ilişkileriyle bilme ilişkilerinin iç içe geçmesinden doğuyor.

Foucault, yetmişli yılların sonunda, ... araştırmalarının nesnesini belirlerken dispozitif sözcüğü yerine, ... başka bir sözcük kullanıyor: ‘Positivite’ (olumluluk).

17
[Jean Hiyppolite’nin çalışmasının başlığı, “Akıl ve Tarih: Pozitivite ve Yazgı İdeaları”. Hyppolite’e göre ‘yazgı’ ve ‘pozitivite’ teriminin ‘doğal din’ ve ‘pozitif din’ arasındaki karşıtlıkta kendine haz bir yeri var. Doğal din, insan aklının tanrısal akılla dolaysız ve genel ilişkisine atıfta bulunurken; pozitif, ya da tarihsel din, belli bir toplumda ve tarihin belli bir noktasında, bireye dışarıdan dayatılan inançlar, kurallar ve ayinler bütünüyle ilişkilidir. Hegel, Hyppolite’in alıntıladığı bir pasajda şöyle der:

“Pozitif dinde duygular, talimat zoruyla tetiklenir; kişinin kendisini doğrudan ilgilendirmeyen eylemler, buyruk ve itaatle yaşama geçirilir.”

19
[Hyppolite:] “Pozitivite, Hegel’e göre insan özgürlüğünün önünde bir bakıma engel teşkil ettiği için yazarın sert eleştirilerine maruz kalıyor.”

Hyppolite’le birlikte, kuralların, adetlerin ve kurumların yükünü taşıyan bireye dıştan bir iktidarın dayattığı, fakat bireylerin inanç ve duygu dünyalarında adeta içselleştirdikleri tarihsel unsura genç Hegel’in ‘pozitivite’ dediğini varsayarsak, Foucault’nun bu terimi alıntılamasını, kritik bir problem karşısında tavır alması olarak yorumlayabiliriz. Aslında Foucault’nun kendine özgü sorunsalı da budur: ‘Yaşayan bir varlık olarak birey’ ile ‘tarihsel unsur’, yani iktidar ilişkilerinin somutlaşmasından doğan kurumlar, özneleştirme süreçleri ve kurallar bütünü arasındaki ilişki. Ne var ki son kertede Foucault’nun amacı Hegel’de olduğu gibi iki unsuru birbiriyle bağdaştırmak değil. Keza aralarındaki bağdaşmazlığı şişirmek niyetinde de değil. Foucault bundan ziyade dispozitiflerin, iktidar ilişkileri ve düzeneklerinde, yani iktidar ‘oyunları’nda, hangi somut biçimlere bürünerek etkin olduğuna mercek tutuyor.

20
[Dispozitif] Söz konusu olan şu veya bu iktidar teknolojisine atıfta bulunan tikel bir terim değil, genel bir terimdir. … [Foucault’nun izlediği stratejide, eleştirel bir gözle tanımladığı ‘tümeller’]. … Foucault Devlet, Egemenlik, Yasa, İktidar gibi ‘tümel’ addolunabilecek genel kategoriler, yani akılsal varlıklar üzerinde durmaya kesinlikle yanaşmaz. … Foucault’nun izlediği stratejide dispozitifler, düpedüz tümellerin yerine geçmektedir: Dispozitif, ne tek bir polisiye önlem, ne tek bir iktidar teknolojisidir, ne de soyutlama yoluyla elde edilmiş bir genelleme. … dispozitif “bu unsurlar arasında örülen ağ”dır.

21
[‘Dispozitif’ sözcüğünün Fransızcada sık kullanılan bir sözlükte yer alan üç ayrı anlam:]

a) [Hukuk] “Bir mahkeme hükmünde gerekçelerden sonra gelen, mahkemenin neye hükmettiğini gösteren kısım.” [düzenleyici kısım]

b) [Teknoloji] “Bir makine yahut düzeneğin parçalarının tertip edilme şekli ve genel anlamda düzeneğin kendisi” [tertibat]

c) [Askeriye] “Bir plan çerçevesinde yapılan düzenlemelerin tümü.”

Foucault’nun dispozitifinde bu anlamların üçünü de işitmek mümkün. … Peki ‘dispozitif’ sözcüğünün temelinde yatan anlam ne acaba?

23
[Üç yıldır yürüttüğüm çalışma:] “ekonominin teolojik soykütüğü”. Yunancada oikonomia sözcüğü, oikos’un, yani evin bilfiil idaresi demek. Anlam genişlemesiyle de işletme, management anlamlarına geliyor.

24
… neden Kilise büyükleri bu terimi teolojiye taşıma ihtiyacı duymuşlar? ‘Tanrısal’ bir ‘ekonomi’, nasıl olmuş da dağarcıklarında yer etmiştir?

[Tertullianus, Hippolytos, Eirenairos vd.’nin argümanları:] “Tanrı, varlığı ve tözü itibariyle elbette birdir; fakat oikonomia’sına, yani hanesini, hayatını ve yarattığı alemi nasıl yönettiğine gelindiğinde üçlüdür. …” Oikonomia terimi … Tanrı’nın Oğul’da [İsa] vücut bulması, günahkârların ıslahı ve kurtuluş ekonomisi anlamlarına gelmeye başlar.

26
… Tanrı’nın varlığı ile edimini; doğası/özü ile hilkat aleminin idaresi edimlerini birbirinden ayıran, ayırdığıyla da birbirine eklemlendiren bir tür kırılma noktasına kadar sürdürebiliriz onların izlerini. Varlıkta temeli olmayan saf bir yönetme eylemi x’te ya da x yoluyla mı gerçekleşiyor, işte dispozitif o x’in adıdır. Bu yüzden dispozitifler her zaman bir özneleşme süreci gerektirirler. Çünkü kendi öznelerini yaratmaları şarttır.

27
... Foucaultcu anlamda dispozitifler, yalnız genç Hegel’deki ‘pozitivite” ile aynı bağlama oturmakla kalmayıp; Heidegger’in ikinci döneminde kullandığı ve dis-positio, dis-ponere sözcükleriyle akraba Gestell sözcüğüyle örtüştüğü için de fevkalade önemli. Heidegger, ... Ge-stell sözcüğünün genellikle “aygıt” anlamına geldiğini söylemekle beraber kendisinin bu terimle “Stellen’da (koyma edimi) toparlayıcı/bir-araya-getirici olanı, insanı edimsel gerçekliğinde [ortaya koyanı] ... kastettiğini vurguluyor. ... Bütün bu terimlerin ortak tarafı bir tür oikonomia’ya göndermede bulunmaları. Oikonomia bir pratikler, bilgiler, önlemler bütünü. Amacı ise insanların davranışlarını, vücut dillerini, düşüncelerini yararlı olduğu sanılan bir doğrultuda yönetmek, denetlemek, yönlendirmek.

29
... varolanı iki büyük kümeye, iki büyük sınıfa ayırmak: Bir kefeye canlı varlıkları (tözleri), diğerine ha bire takılıp kaldıkları dispozitifleri koyalım. [bir tarafta yaratılmışlar ontolojisi, diğer tarafta yaratılanları iyiye ve güzele yöneltmek suretiyle yönetmeye çalışan dispozitifler oikonomia’sı.]

Şu ya da bu şekilde; yaşayan varlıkları yakalama, yönlendirme, belirleme, modelleme, denetleme; bu varlıkların vücut diline, davranışlarına, fikir ve söylemlerine dayanak teşkil etme yetisi olan her şey. ... dil, en kıdemli dispozitif belki de. [flux]

30
Yaşayan varlıklar (tözler) ve dispozitifler. İkisi arasında da üçüncü bir sınıf olarak özneler var. .. Örneğin, aynı birey, aynı töz, çoklu bir özneleşme sürecine tabi olabilir: Aynı anda hem cep telefonu kullanıcısı, hem internet gezgini, hem öykü yazarı, hem tango tutkunu, hem de küreselleşme karşıtı (örnekleri çoğaltabiliriz) olabiliyoruz... Zamane dispozitiflerinin bitmek bilmez çoğalışı...

31
İçinde yaşadığımız kapitalizmin gelişiminin son safhasını dispozitiflerin sınırsızca birikimi ve yayılımı olarak tanımlarsak sanırım hata etmiş olmayız. Dispozitifler elbette Homo sapiens’in ortaya çıkışından beri varlar. Fakat bugün sanki bireylerin tarafından modellendirilmediği, bir dispozitifin bireylere sirayet etmediği, bireyin bir dispozitif tarafından denetlenmediği bir an yok gibi! Peki o zaman günlük hayatımızda dispozitiflerle çarpışmamızda bu hale nasıl göğüs germeli, hangi stratejiyi izlemeli?

32
Örneğin, birey davranışlarının cep telefonunun kullanımıyla tepeden tırnağa yeniden biçimlendiği bir ülke olan İtalya’da yaşayan bir insan olarak ben, insan ilişkilerini daha da soyutlaştıran bu dispozitife karşı müthiş bir nefret geliştirdim.

Doğrusu durum öyle gösteriyor ki dispozitifler insanların içine kazayla düştükleri bir durum değil. Köklerini daha ziyade, Homo sapiens olarak sınıflandırdığımız hayvanları ‘insan’ kılan ‘insanlaş(tır)ma’ (ominizzazione) süreciyle özdeş bir süreçte aramak lazım. İnsanın oluşumuna neden olan ve aslında canlılar için bir tür yarılma teşkil eden olay, bir bakıma oikonomia’nın Tanrı’nın varlık ve eylemi arasına soktuğu yarılmaya benzer surette yeniden türüyor. Bu yarılma canlıyı, kendi varlığından ve çevresiyle dolaysız ilişkisinden ayırıyor. Önce von Uexküll, sonra da Heidegger buna alma-ketsizleştirme çemberi adını vermişler. Bu ilişki kopup kesintiye uğradığında canlıda sıkılma (yani ket -engel- kaldıran unsurlarla dolaysız ilişkiyi kesebilme kabiliyeti) ve Açıklık (varlığı varlık olarak bilme, dünya kurma olasılığı) türer. Fakat bu olanaklılıkla birlikte dispozitiflerin olanaklılığı da dolaysız olarak verilidir. Dispozitifler Açıklığı araçlar, nesneler, alet edavat, süs ıvır zıvırı ve envai çeşit teknolojiyle tıka basa doldurur. İnsan dispozitifler aracılığıyla kendisinden ayrışmış hayvan davranışlarını boşuna çalıştırarak Açıklıktan Açıklık olduğu suretle, varlıktan varlık olarak yararlanmaya çalışır. Her dispozitifin kökünde insanca bir mutluluk arzusu vardır, ‘fazla insanca’ bir mutluluk. Ve bu arzunun ele geçirilip başka bir çerçevede öznelleştirilmesi dispozitife özgü potansiyeli oluşturur.

34
Yani dispozitifle olan göğüs göğüse mücadelemizde benimseyebileceğimiz stratejinin basit olması söz konusu değil. Aslında gereken, dispozitifler tarafından ele geçirilip yalıtılan şeyi olası bir kamu kullanımı doğrultusunda serbest bırakmaktır. [Size üzerinde çalıştığım bir kavramdan söz etmek isterim:] Dünyevileştirme (profanazione).

35
Takdis ve vakfetme [kendinin olan bir eşyayı bir amaca adamak] eşyanın insan hukuku çerçevesinden çıkması anlamına gelirken, dünyevileştirme eşyayı insanın serbest kullanımına iade ediyordu. Büyük hukukçu Trebatius “Layıkıyla tanımlayacak olursak, dünyevi (profano), dinsellik ya da kutsiyetten koparılıp insan kullanım ve mülkiyetine iade edilen şeye denir” der.

Bu bakımdan din, şeyleri, mekânları, hayvanları ve kişileri ortak kullanım alanından kopararak ayrı bir alana nakleder. Ayrılma olmadan din [olamaz]. ... Ayrılmayı hayata geçiren ve düzenleyen dispozitif ise kurbandır. [Kurban, insanlar aleminden tanrılar alemine geçişi tasdik ve takdis eder.] ... Dünyevileştirme, kurbanın ayırıp böldüğünü ortak kullanıma iade eden bir karşı-dispozitiftir.

36
Aslında bütün dispozitiflerin altında bir tür özneleştirme süreci aramak gerek. Özneleştirmeyen bir dispozitif, yönetim dispozitifi olarak işlevini yerine getiremeyecek, kaba kuvvete dönüşecektir. Foucault, disiplin toplumlarında dispozitiflerin, nasıl da bir dizi pratik, söylem, bilgi ve uygulama üzerinden yumuşak başlı ama özgür, ‘özgürlüklerini’ bizzat özneleştirilme süreçleri üzerinden elde eden bedenler yaratmayı hedeflediğini gösteriyor.

Özne sözcüğünün iki anlamı vardır: Denetim ve bağımlılık yoluyla başkasına tabi olan özne ve vicdan ya da özbilgi yoluyla kendi kimliğine bağlanmış olan özne. Sözcüğün her iki anlamı da boyun eğdiren ve tabi kılan bir iktidar biçimi telkin ediyor. ([sujet] Fr. Türkçedeki “özne” kelimesi burada Foucault tarafından belirtilen ilk anlamı taşımıyor. Fransizca “sujet” (özne) kelimesi aynı zamanda “tebaa”, yani tabi (boyun eğmiş) anlamını taşıyor. Aynı şekilde Fransızca “assujetir” kelimesini de Foucault iki anlamda kullanıyor: özneleştirmek ve tabi kılmak, boyun eğdirmek. y.h.n.) Michel Foucault, Seçme Yazılar 2. Özne ve İktidar, (Çevirenler: Işık Ergüden, Osman Akınhay), 2014 İstanbul, Ayrıntı Yayınları, s.63

37
Kapitalizmin şu anki safhasında dispozitiflerin ayırt edici özelliği ise artık bir özne üretimi üzerinden işlemek yerine ‘öznellikten-çıkarma’ süreçlerini adını verebileceğimiz süreçler yoluyla işlerlik göstermeleridir.

38
Öznenin hakikatsizliğinde, kendi hakikati herhangi bir şekilde söz konusu olamıyor. Yakayı ‘cep telefonu’ dispozitifine kaptıran kişi, onu iten güç ne kadar kuvvetli olursa olsun, yeni bir öznellik değil, olsa olsa denetlenebileceği bir numara edinmiş oluyor.

... teknoloji üzerine beyhude iyi niyet söylevleri... Öyle görünüyor ki bu insanlar, her dispozitife karşılık gelen belirli bir özneleşme (yahut da şu an olmuş olduğu üzere öznesizleşme/öznellikten-çıkma) süreci olduğu sürece dispozitiflerin ‘doğru kullanımının’ imkansız olacağını göz ardı ediyorlar.

39
Sırayla iktidarın idaresine soyunan sağın da solun da içinden doğdukları siyasi bağlamla pek bir alakaları yok. Sadece aynı yönetimsel düzeneğin iki kutbunun adıdırlar. Kutuplardan biri vurdumduymaz bir tavırla öznellikten çıkarmayı hedefliyor, diğeri ise ikiyüzlüce bunu ‘iyi vatandaş’ başlığıyla demokrasi kisvesine büründürmeğe uğraşıyor.

40
Otoritenin gözünde -belki de haklı olarak- hiçbir şey sıradan insan kadar teröriste benzemiyor.

41
Bu da dispozitiflerin dünyevileştirimesi -yani ortak kullanımdan koparılıp ayrılanı ortak kullanıma iade etme- sorununa daha da büyük bir aciliyet kazandırır.


Çevirenin Son Notları

43
i. [Spinoza’nın Ethica’sında ilk önce tanımlar verilir, sonra belitler (axioma) ve koyutlar (postulata) sabitlenerek tümdengelimli bir aksiyomatik oluşturulur ve ardından tanıtlamaya (demonstratio) gidilir.]

44
ii. [dispozitif] “Belli bilme biçimlerinin koşullarını oluşturan ve bu bilme biçimleri tarafından koşulları oluşturulan güç ilişkisi stratejileri bütünüdür.”

Positivite   ‘koymak, yerleştirmek’; ‘konulmuşluk, yerleşmişlik’; tarihsel süreç içerisinde geleneğin ‘koyduğu’, ‘yerleştirdiği’ dini uygulama biçimleri

45
v. İncil’de “Tanrı’nın kurtuluş tasarısı”, dilimizdeki ‘ekonomi’ sözcüğünün kaynağı (bildiğimiz parasal ekonomi, iktisat anlamı 17. yy’dan beri kullanılmaktadır). [Ephesoslular ise bunun yanında “Tanrı’nın İsa’nın varlığında ortaya konulan, zamanın tamamı için tasarısı, insanı kurtarma stratejisi” anlamında kullanılır.]

46
vi. Politika’da Aristoteles, oikonomia’yı, yani ev idaresini, oluşturucu üç öğesi üzerinden inceliyor: Efendi-köle ilişkisi, karı-koca ilişkisi ve baba-evlat ilişkisi. ... “Bütün bunlardan, efendi (iktidarıyla) politik iktidarın aynı şey olmadığı sonucu çıkıyor [...] Çünkü biri doğaları itibariyle özgür insanlar üzerine, ötekisi köleler üzerine uygulanır. Aile reisininki bir monarşidir (çünkü bütün aile tek bir kişinin iktidarına tabidir), politik iktidar ise özgür ve eşit insanlar üstünedir. ...” Aslında Aristoteles’in demek istediği, efendiliğin, yani ‘aile monarklığı’nın seçilmemiş bir şey olduğu. Efendilik pek de önemli bir bilim olmadığı için, kölenin yönetimini genellikle çalışanlardan biri vekaleten yapar, efendi de politika ya da felsefeyle uğraşır.

51
xv. [Pasajı İtalyancasından çevirdik:] “Ge-stell, insanları, gerçeğin örtüsünü işe-tayin-etme yoluyla ve duraduran varlıklar suretinde kaldırmaya yerleştiren, yani söke-söke-vermeye-zorlayan bu koymanın toplayıcısı demek.” … Ge-stell, modern tekniğin özünü adlandırmak için Heidegger’in seçtiği sözcüktür. Ge-stell’in asıl anlamı, bir şeyin yerleştirildiği yer, raf ya da bir düzeneğin parçalarını üstüne monte ettiğimiz strüktürdür. ʘ. … toprağı işleyerek toprağa bakan ve toprakla ilgilenen köylüden farklı olarak modern teknik, toprağı ürün vermek işine tayin eder, işletir. Toprağı işlemek de, birisini ya da bir şeyi bir iş yapmak üzere tayin etmek de Almanca bestellen fiiliyle söylenir, ama köylüden endüstri toplumuna bu sözcük anlam değiştirir. Bu belli-bir-işe-tayin-etme, doğayı söke-söke-vermeye-zorlama anlamında işe-koymak şeklinde olur. … Bu (işe)-koyma da dolayısıyla bir söke-söke-vermeye-zorlamadır. Diğer taraftan, üretim, bir şeyi beriden-öne-getirmedir ve bu getirme de örtülmüşlükten örtülmemişliğe getirmek şeklinde olur. Örtü-kaldırmaya, Yunanlılar áλήθεια [álitheia, doğru, hakikat] (bizim “hakikat” diye çevirdiğimiz söz) derler. Teknik, örtü-kaldırma, yani hakikat koyma kiplerinden biridir. Yalnız modern teknik, bu hakikat örtüsü kaldırmayı beriden-öne-getirme şeklinde değil, söke-söke-vermeye-zorlamak şeklinde uygular.

53
olduğu vaziyette durma … ‘duraduran varlıklar’

56
xx. Biosemitik dalının kurucusu von Uexküll’ün buna verdiği isim Umwelt (Çevre-Dünya). Umwelt, merkwelt (İşaret dünyası) ve Wirkwelt (Edim dünyası) bütünüdür.

57
xxv. Marcel Mauss (1872-1950), Fransız sosyolog. Özellikle ilkel toplumlarda büyü, kurban ve armağan değiş tokuşu üzerine çalışmıştır.


Dost

63
Dostluk felsefenin tanımına o kadar sıkı sıkıya bağlı ki, onsuz felsefe mümkün olmazdı desek abartmış olmayız.

64
… bugün dostluk ve felsefenin yakınlığı gözden düşmüş durumda…

65
[Jacques Derrida’nın dostluk üzerine kitabının Aristoteles’e atfedilen laymotifi, “Ey dostlar, dost [diye bir şey] yok”.] [Aristoteles’in bu pasajını alıntılayanlar arasında Montaigne ve Nietzsche de var.] [Ne var ki Diogenes Laertios’un Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri kitabının çağdaş bir baskısında, Aristoteles bölümünde daha farklı bir cümleyle karşılaşıyoruz:] “Kimin (çok) dostu varsa, dostu yok (demektir).” [Derrida’nın kitabında bu çeviri sorunlarından hiç bahsetmemiş olması beni şaşırttı.] [Nietzsche de bu sorunun farkındaydı.]

67
Ne var ki dostluğun gerekliliği fikriyle koşut giden bir ‘dostlara karşı güvensizlik’ fikri Nietzsche’nin felsefi stratejisi için bir vazgeçilmezdi.

70
[Giovanni Serodine’nin Roma’daki Milli Eski Sanatlar Galerisi’nde, Petrus ve Pavlus adlı tablo] Bu tablo bana hep dostluğun mükemmel bir alegorisi gibi gelmiştir. Dostluk, temsile dökemeyeceğimiz, kavramlaştıramayacağımız bir yakınlık değilse nedir? Birisini dost bilmek, onu belli “bir şey” olarak tanıyamamaktır. “Beyaz”, “İtalyan”, “sıcak” dediğimiz zamankiyle aynı anlamda “dost” diyemeyiz -dostluk bir öznenin kendine has özelliği ya da niteliği değildir.

72
Gören görmekte olduğunu duyumsar, işiten işitmekte olduğunu, yürüyen yürümekte olduğunu; ve benzeri diğer (etkinliklerde) etkinlikte bulunduğumuzu duyumsayan bir şey vardır. Öyle ki eğer duyumsuyorsak, duyumsadığımızı (duyumsarız); düşünüyorsak, düşündüğümüzü: Duyumsadığımızı (duyumsuyorsak) ya da düşündüğümüzü (düşünüyorsak), o zaman (var) olduğumuzu da (duyumsuyor ya da düşünüyoruzdur) (Çünkü olmak duyumsamak ya da düşünmektir).

Yaşadığımızı duyumsamaksa kendisi itibarıyla haz verici şeyler arasındadır (Çünkü yaşam doğası itibarıyla iyidir, iyinin kendinde bize ait olduğunu duyumsamak da haz vericidir), yaşamak ise istenilir bir şeydir, özellikle iyi insanlar için, çünkü bunlar için (var) olmak iyi ve hoş bir şeydir (Çünkü kendinde iyiyi birlikte-duyumsamaktan haz alırlar). Erdemli insan kendisine karşı nasılsa dostuna karşı da öyledir (Çünkü dost başka bir kendisidir): Bu böyleyse her kişi için kendisi olmak istenilir bir şey olduğu gibi dostunun da böyle olması aynı derecede, ya da hemen hemen aynı derecede, (istenir bir şeydir). Gelgelelim olmak, kendisinin iyi olması itibarıyla istenilir bir şeydi. Bunun böyle duyumsanması ise kendisi itibarıyla hoştu. Ama aynı zamanda dostunun (var) olduğunu da onunla birlikte duyumsaması gerek. Bu ise onunla birlikte yaşayarak, söz ve düşünce paylaşarak olabilir. Çünkü insanlar için birlikte yaşamak bu şekilde söylenebilir gibi görünüyor, yoksa besi hayvanlarının aynı yerde otlaması gibi değil.

Çünkü dostluk bir ortaklıktır ve kendine nasılsa, dosta karşı da öyle. Kendin için (var) olduğunun duyumsanması nasıl da istenir bir şeyse, dost için de kesinlikle öyledir.

[Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, 8. ve 9. kitaplar]

74
[Aristoteles’in bu alıntısında ilk felsefeye dair savlar:]

[1] Saf bir olmak hissi, varoluşsal aisthesis’i var.

[2] Bu var olma hissi, kendisinde hoş.

[3] Olmak ve yaşamak, varolduğunu hissetmekle yaşa-dığını hissetmek arasında eşdeğerlik var.

[4] Var olmak hissine ısrarla bağlı ve büsbütün insanca başka bir his var: Dostun varoluşunu birlikte-duyumsama ya da dostun varoluşuna rıza gösterme hissi. ... bölüştürülen şey varlığın ya da olmanın ta kendisidir: Varlık kendisiyle özdeş değildir, Ben ve dost bu paylaşımın iki yüzü, iki kutbudur.

[5] Tam da bu yüzden dost bir diğer-kendiliktir.

76
Dost, diğer bir Ben değil, aynılığa içkin bir başkalık, aynının başkaya dönüşmesidir. Kendi varoluşumun hoş olduğunu algıladığım noktada, bu duyumum onu yerinden söküp dosta doğru sürükleyen bir birlikte-duyum (eş-duyum) tarafından kat edilir. Dostluk tam da bu mahrem kendilik hissinin kalbinde meydana gelen öznelik-dışılaşmadır.

[6] ... “dost” teriminin bir ulamsal [kategoriyal] değil de bir varoluşsal olduğunu söyleyebiliriz. ... bu varoluşsal, ... neredeyse siyasal güce benzeyen bir yeğinlik tarafından baştan aşağı kat edilmiştir.

77
[Aristoteles’te dostluğun ontolojik boyutunda paylaşımın siyasi anlamı...]

Ama aynı zamanda dostunun (var) olduğunu da onunla birlikte duyumsaması gerek. Bu ise onunla birlikte yaşayarak, söz ve düşünce paylaşarak olabilir. Çünkü insanlar için birlikte yaşamak (ancak) bu şekilde söylenebilir gibi görünüyor, yoksa besi hayvanlarının aynı yerde otlaması gibi değil.

78
“Aynı yerde otlamak” -> “(nomos) katılmak, iştirak etmek”, “-> aynıya katılmak”

Her halükarda önemli olan insan topluluğunun, hayvanlardan farklı olan bir “birlikte yaşama” üzerinden tanımlanıyor olması. Bu, ortak bir töze iştirak etmek üzerinden değil, tamamen varoluşsal bir paylaşım olarak, hatta tabiri caizse nesnesiz olarak tanımlanıyor: Dostluk, saf bir olma olgusunu birlikte hissetmektir. Dostların paylaştığı bir şey yoktur (doğum, yasa, mekan, lezzet). Bunlar, dostluk deneyimi tarafından birlikte-bölüştürülmüş yani ortaktır. Dostluk, her bölüşmeyi önceleyen bir paylaşmadır çünkü bölüştürdüğü şey varolma olgusunun, yaşamın kendisidir. Siyaseti teşkil eden de bu nesnesiz bölüşüm, bu özgün-birlikte duyumsamadır.

79

Nasıl olup da bu ilksel politik sinestezinin, evrilen demokrasilerin bitkinleşerek eriştikleri en uç evrelerinde kaderlerini teslim ettikleri konsensüse vardığı ise, ... başka bir bahis.


.
.
.