.
.
.
Estetik'in
Kısa Tarihi
'Modern
Kültür ve Sanat Üzerine Felsefi Bir Tartışma'
Hakkı
Hünler
Paradigma
Yay. 1998 İstanbul
58
...
Leibniz, 'duyusal-olan'ı yalnızca 'bulanık düşünülür-olan' şeklinde formüle
ediyor ve bir tasarımın nesnelliğini, tasarımın maddî dışsal bir kendinde-şey
ile bağıntısından çıkarsamayı reddediyordu. Sonradan Kant için de söz konusu
olacağı gibi, Leibniz'in problemi, bilimsel nesnelliğin tamamen öznel kaypak
algılardan ayırt edilmesini mümkün kılan bir ölçütü öznenin tasarımları içerisinde
bulmaktan ibaretti. Buna göre, duyusal dünya -görünüşte insana dışsal olarak
uzay ve zaman içerisinde duyular tarafından algılanan maddî dünya-, ancak ve
ancak düşünülür-olanın düzeyinde akıl tarafından kavranabilecek, bulanık da
olsa sistematik bir düzen sergilediği ölçüde, hakikate uygun bir gerçekliğe
sahip olur. Klasik ilişki tersine çevrilmiş; akıl, kendisinin ikamet edeceği
duyusal ve maddî bir gerçekliğe ihtiyaç duyarken, duyusal-olan münhasıran akıl
içerisinde ikamet etmeye başlamıştır.
59
"Bilimlerin
nesneleri konusunda hakikî ölçüt, fenomenlerin irtibatıdır, yani farklı
yerlerde ve farklı zamanlarda vuku bulan şeylerin bağıntısıdır.",
"Dışımızdaki duyusal şeyler hakkındaki olgu hakikatlerini garanti altına
alan fenomenlerin irtibatı, akıl hakikatleri aracılığıyla doğrulanır, tıpkı
optik biliminin bize verdiği görünüşlerin geometri aracılığıyla açık hale
gelmesi gibi." (Leibniz)
Leibniz'in
bu metni, Aesthetica'dan ondört yıl sonra yayınlanan ve bugüne kadar önemi
Estetik'inkiyle atbaşı giden yeni bir terminolojiyi sahneye çıkaran ilk
Phenomenology'nin embriyosudur. Baumgarten ile aynı ekolden gelen J. H.
Lambert'in 1764 tarihli ilk Phenomenology'si, tıpkı ilk Aesthetica gibi, özgül
bir duyusallık teorisini temsil eder. Duyusal veya fenomenal dünyaya ilişkin
teoriler olarak Aesthetica'nın ve Phenomenology'nin ondört yıl arayla aynı
entellektual atmosfer içerisinde peş peşe yayınlanmaları rastlantı değildir. Bu
iki eser, Cartesian temelli Aydınlanma humanisminin felsefede vardığı noktanın
en kesin işaretleridir. Kuşkusuz ilk kez bu noktada sonlu bilginin bakışaçısı
—tamamen insanî, dolayısıyla duyu-temelli bilginin bakışaçısı— kendi adına
hesaba katılmaktadır. Lambert, isim babası olduğu yeni disipline bu yönde iki
görev yükler: 1) Fenomenoloji, tıpkı genelleştirme amacı taşıyan optik bilimi
gibi, 'görünüşleri biriktirip kaydetmeli', yani duyuların bize gösterdiği çoğu
kez yanıltıcı fenomenlerin gerisinde yatan hakikati araştırmalıdır. Örneğin,
biz astronomi sayesinde gezegenlerin gerçek hareketini onların görünüşteki
hareketinden çıkarsamayı ya da ışık ışınlarının bir sıvı içerisinde kırılmasına
kanmamayı öğreniriz. 2) Yine duyusal görünüşlerden hakikî olana, fenomenlerden
gerçekliğe uzanan mesafe bir kez kat edildi mi, fenomenolojiyi tersine de işletebiliriz.
Tıpkı perspektif denen olguda olduğu gibi, hakikatten görünüşe geçebilir ve
özellikle sanatta bir gerçeklik görüntüsü yaratabiliriz. Bu anlamda
Phenomenology de, tıpkı Aesthetica gibi, maruz kalınan katastroph'un
birbirinden kopardığı duyusal fenomen ile onun hakikati arasındaki belirsiz
anlamlı bağıntıları sistematik bir tutarlılık içerisinde anlama çağrısıdır...
64
Tikel-olanı,
onun tikel olarak değerini iptal etmeksizin, nasıl olup da soyut ve tümel
kavramlar aracılığıyla kavrayabiliriz? Nasıl olur da öznel yargıdan hareketle
güzel'e ilişkin nesnel yargılama standartlarına geçebiliriz? Estetik, tıpkı
Descartes'taki cogito'dan dış dünyaya geçiş sorununun ya da doğal hukuk
teorisyenlerindeki atomik özgür politik özneden kollektiv hayata geçiş
sorununun aynısını bir başka düzlemde yeniden üretir. Estetik'i tam da
doğabilimleri kadar bir bilim olarak kavrayan zihinler de, onu doğa bilimine
alternatif bir bilimin temeli kılmaya çalışan zihinler de, bu sorunu hep tekrar
etmekten öteye gidemeyeceklerdir. Çünkü her iki girişim de, Cartesian ilgiler
bağlamında iş görür. Ve bu sorunu aşma yetersizliğinin asıl önemli sebebi, düşünürlere
atfedilebilecek bir zaaftan çok, Estetik'in artık her tikelliğe anlamını ve
değerini veren bir geleneksel kozmik düzeni kuran toplumsal ve akılsal
bağlamların bir daha ele geçmez bir şekilde yıkılıp gitmesine tanıklık
etmesidir.
65
(Eagleton)
Mutlak Akıl monarkı, Kant'ın duyular 'yığın'ı dediği şey kendi görüş alanının
daima ötesinde kalırsa, meşruiyetini nasıl koruyabilir? iktidar, tahakküm
altına aldığının duygularını teşrih edecek bir yetiye; soluk alan, duyan
yaşamın öz-yapılarının içeriden bir haritasını çıkaran emrindeki bir bilime
veya somut mantığa gerek duymaz mı?
Estetik,
... iktidar ile acımasız bir şekilde tahakküm edilen yığınların arasında
sıkışıp kalmış ve uzlaştırmacı bir çıkış yolu aramaktan başka çaresi olmayan
Alman burjuvazisinin entelektüel kanadında can bulacaktır.
Eagleton'a
göre, onsekizinci yüzyıl Almanya'sında doğan estetik, politik mutlakiyet
sorununa verilen bir cevaptır. O dönemde feodal mutlakî devletlerce
parsellenmiş bir ülke görünümü arz eden Almanya, genel bir kültürden yoksun
olmakla yer yer değişen bir ayrımcılığı ve kendine özgülüğü besliyordu.
66
...
Cartesian temellerden beslenen Alman burjuvazisinin entelektüel tabakaları,
elverişsiz koşularda iktidar ve ekonomi mücadelesi veren sınıfdaşlarının
uğradığı hüsranın intikamını aristokratlar tarafından asla ulaşılamayacak ve
anlaşılamayacak bir kültürel ve tinsel liderlik ortaya koyma çabasıyla almaya
çalışıyorlardı. Almanya'da serpilip gelişme uğraşı veren bu entellektual kast,
yine de ekonomik ve politik iktidarı ele geçiremeyen bir sınıfa mensubolmakla,
feodalist mutlakiyet ile bir ittifak kurmaktan kaçınamazdı.
Kant ile
aynı entellektual kasta mensup Baumgarten'ın Aesthetica'sı, politik açıdan
bakıldığında, hem iktidarın baskılandırdığı bireysellikleri özgürleştirmeyi hem
de iktidarla ittifak içerisinde bu bireysellikleri harmoni'ye sokacak yeni bir
akılsal söylem geliştirmeyi amaçlayan nazik bir denge kurma yönelimini temsil
ediyordu. Geleneksel biraradalıklarından kopmuş ve parçalar (fragments) halinde
ayrışmış akıl ve duyu yetileri, Baumgarten'ın Aesthetica'sında, birbirlerine
tekrar nüfuz edebilecekleri bir kullanım arıyorlardı, fakat onlar, parçalar
haline geldikleri için, yalnızca sistematik bir tutarlılık içerisinde yan yana
konmaktan öteye gidemezlerdi; dolayısıyla ancak onların alanlarını birbirlerine
karşı tehlike oluşturmayacak şekilde ayırmak, tek çıkış yolu gibi görünüyordu.
67
Estetik
bilinç, bağlamından kopmuş aklın tümellikleri ile bağlamından kopmuş duyunun
tikellikleri arasında bir o yana bir bu yana salınır durur.
(dipnot
40: ... daha kuruluş aşamasında içerdiği belirsiz-anlamlılıklar ...)
68
(Ferry)
... Wolff'çu katı akılcılıktan (rationalism) duyusal tikelin özerkliğine doğru.
Marxist Okuma
Marxist
okumaya göre, estetik, her ne kadar ilk bakışta tikellerin özgürleştirilmesine
ve tikellere özerklik kazandırmaya yönelik bir girişim gibi görünse de,
yukarıda taslağı çizilen Almanya'nın politik manzarası içinde mutlakî bir
Akıl'ı temsil eden politik iktidara duyusal tikelliğin hak iddiasıyla meydan
okuyan bir söylem olarak filizlenmemişti. Estetik denen söylem, bu koşullar
altında, daha ziyade mutlakî iktidarın özsel ideolojik ikileminin bir
belirtkesi olarak okunmalıdır: duyusal tikellikleri hesaba kalmayan mutlak
olarak buyurucu bir otorite -'politik iktidar'ın yanı sıra buna Akıl, Tanrı,
Bilim gibi adlar da verebiliriz- ile üzerinde bu otoritenin tahakküm edeceği
yığınların kaçınılmaz bireysellikleri -bunun yerine 'uyrukluk' diyebileceğimiz
gibi, 'duyusallık', 'duygusallık', 'kölelik', 'kulluk' da diyebiliriz-
arasındaki ikilem. Bu tür bir otorite, 'duyulur' hayatı anlamaksızın kendi
yüksek amaçlarınca belirlenen tahakkümcü varoluşunu sürdüremez ve varoluşunu
sürdürebilmek için duyusallık dünyasını hesaba katma gereği duyar.
69
Uçsuz
bucaksız Lebenswelt ('yaşama-dünyası') akılsal bir kalıba sokulmadıkça,
otoritenin otorite olarak varoluşunu güvenceye alacak en hayatî ideolojik
ihtiyaçlar, aklın denetleyemeyeceği ıssız bir bölgeye sürgün edilmiş olur.
Akıl, ne yapıp edip algı dünyasına nüfuz ettirilmeli, fakat bu arada onun
mutlak otoritesi tehlikeye sokulmamalıdır. Aesthetica, tam da bunu yapar.
Eagleton'ın
deyişiyle söyleyecek olursak, Baumgarten'ın 'estetik'i mantık'ın 'kız kardeşi'
veya ratio inferior ('aşağı düzeyden akıl') olarak tanımlamasında, estetiğin
aşağı olan duyumsal hayat düzeyinde aklın kadınsı benzeri olduğu yollu bir ima
vardır. Estetik, bu hayat alanını, asıl aklın işlemlerine benzer bir tarzda
açık ve mükemmel belirlenimli tasarımlar halinde düzenleyecektir. Bu anlamda,
estetiğe bir özerklik yüklense bile, bu ancak göreli veya kısmî olabilir.
Duyusal hayatı akılsal bir düzen içerisinde boyunduruk altına alma girişiminden
dolayı,
“Estetik,
erkeğe tabi, fakat yerine getireceği mütevazı, zorunlu ödevleri bulunan bir
kadın olarak doğmuştur.”
Şimdi,
Marxist okumaya göre, hakim düzen kendi tarihini anlamak durumundaysa,
estetikte ortaya çıkan bilgi tarzı hayatî bir öneme sahiptir. Nasıl ki duyumda
kavramın yakalayamadığı bir bireysellik öğesi içeriliyorsa, aynı şekilde tarih
de karmaşık bir bireysellikler örgüsünü içerir. Hem duyum hem de tarih, soyut
bir anlamayetisinin sınırları ötesindeki indirgenemez bir tikelliğin ve somut
belirlenimliliğin damgasını taşımaktadırlar.
70
...
Baumgarten Meditationes'te 'iyinin bulanık bir tasarımı olduğu için duyulur bir
tasarım' olarak tanımladığı 'arzu'nun tikel doğasını veya poetik
duyu-izlenimlerinin uyandırdığı tikel duygusal retorik etki tarzlarını
araştırır. Soyut akla kapalı kalan somut-olanın içyapısını akla benzer bir
tarzda açığa vurmaya çalışan estetik, bu ölçüde, algının ve tarihsel pratiğin
hammaddesini işleyecek melez bir bilgi biçimine verilen addır. Akıl olmak
bakımından akıl, yalnızca kendi yüksek amaçları peşinde koşar ve böyle aşağı
dereceden tikellerle ilgilenmez. Fakat akıl, tikellikleri başıboş da bırakamaz
ve eğer onlar üzerindeki tahakkümünü güvenilir bir temele oturtacaksa, bunu
ancak kendisinin bir işçi kopyasını sahneye çıkararak yapabilir. Bu yüzden
estetik, tahtında oturan aklın kör kaldığı her şeyi, bireysel eşsizliği
içerisinde tanımayı ve aklın tahakkümünü güvenceye alacak bir şekilde ihbar
etmeyi görev bilen bir tür bilgi-emekçisi olarak varlığa çıkar.
O halde,
Baumgarten'ın girişimi, duyusal tikelliklerin ve bireyselliklerin özerk
(autonom) bir atmosfer içerisine özgürce bırakılmasını değil, fakat daha ziyade
tüm aşağı güçler üzerindeki tahakkümün yalnızca akla ait olmasını öngörür.
Fakat akıl, bunu yaparken, bir yandan kuşkusuz ince bir stratejiyle kendi
tiranlığını gizleyecek şekilde duyulara göreli veya kısmî bir özerklik hakkı
tanırmış gibi görünmeli; diğer yandan da duyuları bizzat duyu alanının
içerisinden yönetip şekillendirmek suretiyle Gramsci'ci bir 'hegemonia'
kılığına bürünmelidir.
Sonradan
Schopenhauer tarafından 'terimlerde bir çelişki' diye adlandırılacak olan
Baumgartencı 'somut-olanın bilimi' bir kez tesis edildi mi, artık egemen
ideolojinin 'akıl'ının tarihe ve bedene ilişkin kuşkuları ve korkuları da
giderilmiş olur. Bu bilim tarafından 'güzel' diye adlandırılan belli nesneler,
kendi eşsiz bireysellikleri içerisinde neredeyse aklın kavrayabileceği bir
mükemmellik izlenimi uyandırırlar. Güzel nesnelerde, onların varoluşunu
içeriden şekillendirir görünen adeta akılsal bir idealite saklanmış gibidir.
Öyle ki burada mantık akıldan değil, bizzat maddenin içerisinden doğmakta
gibidir ve maddî doğamız gereği bu mantığı kavramlar tarafından
dolayımlanmaksızın her an fiziksel organlarımız içerisinde ve bu organlar
aracılığıyla hissederiz. Güzel nesneler denen şeyler, kanıtlama ve çözümleme
için değil, yalnızca bakma ve görme için varolduklarından, en azından fiziksel
duyu kapasiteleri deforme olmamış bireyler arasında kendiliğinden bir uzlaşım
doğar ve bu uzlaşım, duyusal tikellik alanında, tüm keyfîlik ve belirsizliğe
rağmen, bir anlamda akılsal yasallığa benzer bir işlevde bulunabilir.
Kant'ta
daha açık ve kesin bir ifade bulacağı gibi, estetik, anlamayetisinin katı yasakoyuculuğu
ile öznel duygunun kaprisleri arasında bir çıkış yolu bulma çabasını sergiler;
fakat henüz Baumgarten'da bu çaba anlamayetisinin tahakkümünde ve gölgesinde
görünür. Baumgarten, en azından Estetik'in kurucusu olmakla, politik îmaları
Hannah Arendt tarafından açığa vurulacak Kantçı 'özerk' estetiğe ideolojik
ilhamını vermiş olsa da, onda bir estetik özerklik temellendirmesi aramak
boşunadır.
73
Autonomist Okuma
...
güzel, bir mantıksal mükemmelliğin duyusal sunumudur.
Baumgarten''n
projesinin temel hedefi:
Ferry’e
göre, Baumgarten'ın projesinin belirleyici sorusu şöyle formüle edilebilir: Bir
yandan Leibniz'in ve Wolff’un felsefi entellektualisminden yola çıkarken, diğer
yandan duyusal-olanın fenomenal alanına kendine özgü bir tutarlılık ve istikrar
nasıl verilecek?; Estetik'e 'büyük kızkardeşi' Mantık karşısında bir özerklik
nasıl tanınacak ve dolayısıyla insanın sonlu bakışaçısının etkin bir
kullanımının uygunluğu nasıl onaylanacaktır?
Autonomist
okuma, Baumgarten'ın bu konudaki temel fikrinin şu olduğunu söyler: insan
dünyayı duyusallık kategorilerinden başka bir şey aracılığıyla algılayamayacağı
ölçüde, onda analogon rationis diye adlandırılan bir yeti vardır ve bu yeti ya
da yetiler topluluğu, akıl düşünülür dünya için ne ise, duyulur dünya için
odur; öznel yönden, o, aklın analog'udur. Diğer taraftan, nesnel yönden
bakıldığında, bu şu anlama gelir ki, duyusal dünyada akılsal formlara ve
bağıntılara özdeş değil, analog olan formlar ve bağıntılar mevcut olmalıdır.
Autonomist okumaya göre, işte bu analogon rationis kavramını felsefi
terminolojiye kazandırmış olmasından dolayıdır ki, Baumgarten, Wolff okulunun
Ortodoks tezlerinden uzaklaşır ve hatta belli temel noktalarda bu tezlere karşı
çıkar.
74
Estetik
(özgür sanatlar teorisi, aşağı bilgi öğretisi, güzel düşünce sanatı, aklın
'analog'unun sanatı), duyusal bilginin bilimidir.
Ferry'e
göre, bu tanımı Wolff okulunun gözlükleriyle okursak, onu doğru anlayamayız. Bu
tanımda önemli olan yan, Leibniz'in ve Wolff’un dümen-suyunda duyusal bilgi teorisinin
aşağı düzeyden sayılması ve Estetik'in gnoseologia inferior olarak nitelenmesi
değil, fakat analogon rationis deyiminin zikredilmesi sayesinde duyusal-olanın
bilimi projesinin mümkün hale gelmesi ve sınırlı bir varlık olarak insanın
bakışaçısının ayrı ve özel bir incelemeye layık bulunmasıdır. ...
Baumgarten,
felsefeye sınırlar çizen katı bir entellektualismden uzaklaşmanın yaratacağı
güçlüklerin farkındadır. Temel güçlük şudur: En yüksek teorik bakışaçısını özü
gereği duyulur dünyanın üzerinde olan Tanrı'ya atfeden bir felsefî konumdan
hareketle, sonuçta duyusallık alanının bilgisine yönelik bir ilgi nasıl
meşrulaştırılabilir? Aesthetica'nın önsözünün büyük bir bölümü, Ortodoks bir
Wolffcu tarafından yöneltilebilecek bu tür itirazların cevaplanmasına
ayrılmıştır:
"Bilimimize
şöyle itiraz edilebilir: duyuların izlenimleri, hayal gücünün ürünleri,
fabl'lar, tutkuların kargaşaları vbg., filozoflar için değersizdir... Cevap
veriyorum: filozof, insanlar arasinda bir insandır." (Baumgarten)
Bu şunu
demeye gelir ki, insan, asla ulaşamayacağı Tanrı'nın bakışaçısıyla imkansız bir
çakışma noktası arayacağına, tüm bilgisinin nesnesini veya ortamını, yani
duyusal-olanı oluşturan şeye ilgisini yöneltmelidir.
"Biri de şöyle itiraz edebilir: bulanıklık, hatanın anasıdır. Benim cevabım,
bulanıklığın, hakikati keşfetmenin sine
qua non koşulu olduğudur... [çünkü] doğa karanlıktan aydınlığa sıçramaz.
Geceden gündüze şafak vaktiyle geçeriz." (Baumgarten)
75
Baumgarten'ın
analogon rationis'ten ne anladığını daha iyi kavramak için, onu oluşturan aşağı
yetilerin üst yetilerden nasıl ayırdedildiğine bakmak gerekir. Ferry'e göre,
zaten Wolff Psychologia empirica (Empirik Psikoloji) bölüm l, 2'de 'akla
benzer' ('similar to reason') düşünme alanı diye adlandırdığı bir şeyden söz
etmiştir. Baumgarten, analogon rationis kavramıyla Wolff'un sözünü ettiği
düşünme alanını genişletir. Fakat Ferry'e göre, Baumgarten'da atılan önemli
adım, 'benzer'den ('similar') 'analog'a geçiştir.
Baumgarten
Metaphysica'nın 640. kesiminde 'aşağı yetiler'in bir dökümünü verir, ki bir
bütün olarak bu yetiler kümesi analogon rationis denen şeyi kurar. Aşağı
yetiler -analogon rationis- şunlardan ibarettir:
(l)
şeyler arasında özdeş olanı (aşağı) bilme yetisi; (2) şeyler arasında farklı
olanı (aşağı) bilme yetisi; (3) duyusal hafıza; (4) poetik yeti (facultas
figendi) (5) değerlendirme yetisi (facultas di judicandi, evaluative faculty),
(6) benzer durumlar beklentisi; (7) duyusal imleme yetisi (facultas
characteristica sensitiva)
Bu
yetilerin ortak özelliği, onların duyusal şeyler arasındaki bağıntıları
kavramalarıdır. Onların hep birlikte oluşturdukları zihinsel kapasitenin analogon rationis diye adlandırılması şu
anlama gelir ki, bu yetiler, tıpkı akıl gibi (ve anlamayetisinin tersine),
tasarımları birbirine bağlayarak nesnellik üretmeye çalışırlar. Yani bu
yetiler, anlamayetisi gibi karmaşık tasarımları birbirinden ayrıştırıp
çözümlemek, kavramlar altına koymak ve sınıflandırmak sureliyle değil, akıl
gibi tasarımlar arasında bağ kurmak suretiyle iş görürler. Ratio düşünülür
dünyaya ilişkin soyut bağıntılar peşinde koşarken, analogon rationis duyulur
dünyaya ilişkin somut bağıntıları kavrar.
(Dipnot
49) Çoğu kez Türk diline 'benzeşim', 'benzeştirme', 'benzerlik' vbg.
sözcüklerle hatalı bir şekilde çevirdiğimiz analogia terimi, orijinal
anlamında, benzerlik kadar, benzemezlik anlamını da içerir. Ferry'nin burada
dikkat çekmeye çalıştığı ince nokta, analogon rationis teriminin Baumgarten'da
düpedüz 'akla bağımlılık'ı ima eden 'aklın benzeri' anlamına gelmeyip, 'akıldan
kopma'yı içeren "aklın benzemez diğeri' anlamı taşıdığıdır. Bu tuhaf ve
belirsizlik yüklü deyiş biçimi, aslında Baumgarten'ın eserinin doğasında
bulunan belirsiz-anlamlılıktan ileri gelir. Fakat autonomist okumanın ne demek
istediği anlaşılmaz değildir: Analogon rationis, burada, aklınkiyle
kıyaslanabilir, fakat yine de aklınkinden farklı ve aklınkine benzemez bir
yasallık tarzına angaje olan bağımsız bir yetidir. Bu yüzden analogon
rationis'e, Türk dilinde, "aklın benzeri'nden daha doğru olmakla birlikte
her halükarda eksik kalan 'akılla kıyaslanabilen (yeti)' gibi bir karşılık
önerilebilir. Ne var ki, böyle bir deyiş hem Türk dilinde kulağa yadırgatıcı
geleceğinden hem de orijinal anlam-belirsizliğini ('benzer' mi 'benzemez' mi?)
açıkça veremeyeceğinden, metin içerisinde bu kavramı Latin dilindeki orijinal
analogon rationis adıyla andık.
76
Autonomist
okuma, analogon rationis'te farklı ve yeni olan şeyi vurgulamak için Wolff’a
geri döner. Psychologia empirica'da Wolff, Baumgarten'ın geliştirdiği analogon
rationis'in statüsünü belirleyen bir zihin yetileri tasnifi yapmıştır:
(i)
Baumgarten'ın daha sonra analogon rationis kavramı altında geliştirip
genişleteceği ve çeşitli özelleşmelerini vereceği aşağı yetiler: duyular, hayalgücü,
poetik yeti (facultas fîgendi), hafıza.
(ii)
Dikkat, düşünüm, soyutlama ve kıyaslama yetisi gibi yetileri içeren
anlamayetisi (intellectus, Verstand). Anlamayetisi yüksek yetiler arasındadır,
çünkü onun tasarımları seçiktir. Bu yüzden 'içlemsel açıklık' olarak seçiklik
kavramı, aşağı yetiler ile yüksek yetiler arasındaki sınırı çizmektedir.
(iii) Akıl
(ratio, Vernunft): tasarımlar arasında bağ veya bağıntı kurma (nexus,
Zusammenhang) yetisi. Akıl, bu bağ kurma etkinliği sayesinde tasarımlanan
şeylerin nesnelliğini temellendirir. Anlamayetisi mantıksal hakikate ulaşırken,
akıl bizi transcendental ya da metafizik hakikatlerin alanına sokar.
77
Tasarımların
duyusal bağıntısı olarak ya da daha sonraları Kantçı vokabulerde 'kavramsız
yasallık' olarak kavranacak olan 'güzel', tam da onu bu şekilde kavrayan
yetinin, analogon rationis'in konusudur. Güzellik, perfectio cognitionis
sensitivae'dir, duyusal bilginin mükemmelliğidir ve ... Baumler'e göre,
"cognitio
birlik'e, sensitivus çokluk'a (çeşitliliğe, maddî zenginliğe) gönderimde
bulunur ve perfectio kendi sıfatıyla duyusal bilginin bu iki uğrağının
yükseltilmesinden başka bir anlama gelmez: Bu, hiç de akılcı / metafizik bir
teori demek olmayıp, sadece duyusal bilginin kendine özgü bir mükemmelliğe
sahip olması demektir. Hayalgücünün ve duyuların tasarımları, kendilerine özgü
bir birliğe ve kendilerine özgü bağıntılara sahip olma yeterliğindedir."
Baumgarten'ın
iki büyük fikri vardı: ilki, estetik nesnenin bireysel olduğu (tıpkı 'beğeni'
gibi). Bununla (genelleştirici) bilime kıyasla sanatın özgül görevi tanınmış
olur... [ikincisi] estetik nesne... bilimsel bir nesne değil, fakat
herhalükarda bir nesnedir. Estetik nesne, öznenin keyfîliğine değil, fakat
aklın nesnesine analog bir belirlenime tabidir. Eğer bu iki fikri birbirine
bağlarsak: estetik nesne bireyselliği yasallıkla birleştirir. 'Güzellik duyusal
bilginin mükemmelliğidir' formülünün anlamı işte budur.
Dolayısıyla
diye devam eder autonomist okuma, Baumgarten'ın Metaphysica § 662'de yaptığı
güzellik tanımı, duyusal-olanın düşünülür-olana indirgenmesini veya bağımlı
kılınmasını amaçlamayan, tersine münhasıran bizzat duyusal-olana özgü bir
yasallık tarzını keşfetmeyi ve anlayıp açıklamayı mümkün kılan bir girişimin
ürünüdür.
Baumgarten'ın
tanımında içerilen 'mükemmellik' öğesinden ziyade 'duyusal bilgi / algı'
öğelerini vurgulayan autonomist okuma aynı zamanda şuna da dikkat çeker:
Baumgarten’a göre, estetik, hakikat ile kesinkes ilgilidir, fakat quatenus
sensitive cognoscendae ('duyusal olarak bilindiği ölçüde') hakikat ile. Hatta
Baumgarten şunları yazdığında, duyusallık ile hakikat arasında kurulan
entellektualist negatif bağıntıların adeta tersine çevrilmiş görüntüsüyle
yüzyüze geliriz:
78
En tam
anlamında hakikî şeylerin hakikati estetiktir, bu şeyler, duyumlar, imgeler ya
da hatta önsezilere bağlı öngörüler aracılığıyla duyusal bir tarzda hakikî
olarak algılandıkları ölçüde; ve estetiğin alanı burada biter.
Burada
sezdirilen, aklın mantıksal veya metafizik hakikatlerinin dahi adeta duyusallık
zemininden hareketle temellendirilebileceğidir. Öyle ki adeta duyusal veya
aesthetico-logical nesnelliğe özgü yasallık (bu yasallık zaten mevcuttur,
sadece keşfedilmeyi bekler), düşünülür veya mantıksal yasallığa da nesnellik
kazandıran şeydir. Sanki aklın hakikatleri duyusal hakikatleri öngerektirirmiş
gibidir. Ve estetik de aksi halde erişilemeyecek aklın yüksek hakikatlerine
girmeyi mümkün kılan önhazırlıkları talim ettiren, fakat yine de aklın
hakikatlerine meşru temellerini veren bağımsız bir geçici eğitim basamağını
oluşturur.
79
Güzel,
analogon veritatit’tir (hakikatin analogu) ve analogon veritatis münhasıran
analogon rationis ile kavranabilir.
Güzel
nesne, bizzat hakikatin kendisinin değil, hakikate-benzer-olan’ın (verisimilar)
alanına aittir.
Güzel,
hiç kuşkusuz zengin, çeşitli, canlı, bireysel karakteristik özelliklerin mümkün
en tam sayımını vermeyi amaçlayan kaplamsal açıklığa ilişkin bir konudur. Fakat
eğer estetik sadece kaplamsal açıklıkla ilgileniyorsa ve güzel nesnenin
tasarımının salt empirik özelliklerinin dökümünü çıkarmaktan başka bir şey
yapmıyorsa, bu durumda estetikte analogon rationis'in hangi rolü oynadığını ve
böyle bir yetiye neden gerek duyulduğunu anlamak güçleşir. Bu güçlük şöyle
çözülür: Güzel'de rastlanan türden bir karakteristik özellikler çeşitliliği
örgütlü bir çeşitliliktir ve akla değil, duyusal alana özgü bir yasallığa
riayet eder. Örneğin poetik bir betimleme, bize kesinlikle karakteristik
özelliklerin bir sayımını verir, fakat bunu belli retorik modellere göre yapar
ya da belli karakteristiklerin yerine başkalarını geçiren bir metafor, akıl tarafından
değil, estetik yeti tarafından kavranabilecek bir 'mantık'ı olan sembolik bir
bağ sergiler. Bu tür modellerde ve bağıntılarda, doğrudan aklın metafizik
hakikatleriyle değil, fakat hakikate-benzer-olan (verisimilar) ile
karşılaşırız, işte analogon rationis'in estetikte oynadığı rol, hakikate-benzer
olan bu bağıntıları kavramak ve bilmektir.
81
(Marksist ve autonomist okumanın her ikisi de)
“… her hakikati kendisinden başlatan bir akılsallık paradigması” içindedirler.
(Dipnot
60) Zygmunt Bauman, ‘düzen ve kaos halinde çatallandığı’ ve ‘düzen ve kaos
alternatifini içerdiği’ ölçüde varoluşun modern olduğu postulatından hareketle,
belirsiz-anlamlılığın ve belirsiz-değerliliğin tam da ‘modern’ dediğimiz şeyin,
alamet-i farikası olduğu yönünde bir argümantasyon geliştirir.
82
(Dipnot
62) (Touraine) “Modernlik… Tanrısal iradenin, Aklın ya da Tarih’in yarattığı
bir dünyanın birliğinin yerine akılcılaştırma ile öznelleştirme’nin ikiliğini koymuştur.”
“Modernlik,
Akıl ile Özne’nin diyaloğundan oluşur. Akıl olmadığında, Özne kendi kimlik
saplantısına takılır kalır; Özne olmadığı takdirde de, Akıl bir güçlülük
aracına dönüşür.” (84) … Touraine’in, bir türlü hesaplaşmaya girmediği kadim
düşünceye kayıtsız kaldığı için…
“Her ne
kadar, herkes, … toplumsal bütünleşme yararına bir baskıyı içinde hissetse de
[modern olmayan bir toplumsal yapılanmaya özlem duysa da] …” (Tırnak içi
Touraine’e, köşeli parantez, Hakkı Hünler’e ait).
Baumgarten,
bir yandan, özellikle kendi toplumu gibi çatışmaları besleyen bir toplumda
yargı sorunlarında böyle duyusal ve tikel olandan mutlak olarak kendisini
koparan 'Akıl' kavramının yol açtığı ve açabileceği güçlükleri açıkça görmüş
bir filozof olarak, duyusallık ile akıl arasındaki kayıp bağları yeniden
kurmaya çalışır. Fakat o, öte yandan, Kant'ın yetiler ayrımını hazırlayacak
şekilde iki alan arasındaki uçurumu daha da derinleştirmekte, onlar arasındaki
bağları koparan aleti daha da keskinleştirmektedir.
86
Baumgarten'ın
girişiminin orijinalitesi ve önemi burada yatar; yoksa izlerine kâdim düşüncede
de rastlayabileceğimiz, duyarlık ya da güzel üzerine bir başka teori
geliştirmesinde değil.
*aporetik bir düşünce ya da tartışmanın, herhangi bir
zorluktan, sorundan dolayı sonuca varamaması durumu.
(Dipnot
65) Başkalarının beğeni eleştirisi diye adlandırdıklan şeyi imlemek için
'estetik' sözcüğünü halihazırda kullanan tek halk Almanlardır. Bu kullanımın
kökeni, hayran olunacak analitik bir düşünür olan Baumgarten'ın güzel'in
eleştirel işlenişini akılsal ilkeler altına sokma ve böylelikle güzel'in
kurallarını bir bilim mertebesine yükseltme girişimidir. Fakat bu tür çabalar
boşunadır. Sözü geçen kurallar veya kriterler, temel kaynaklarına bakıldığında,
sadece empiriktirler ve bunun sonucu olarak beğeni yargımızı yönetmesi gereken
belirlenimli a priori yasalar olarak asla işgöremezler. Bunun tersine, bu
kuralların doğruluğunun asıl ölçütü, bizim yargımızdır. Bu sebepten dolayı, ya
bu adı beğeni eleştirisi anlamında kullanmaktan vazgeçmek ve onu hakikî bilim
olan duyarlık öğretisine tahsis etmek -böylelikle de çok meşhur bir ayrımla
bilgiyi 'duyulur ve düşünülür' halinde bölen kadîmlerin diline ve anlamına
yaklaşmak- ya da bu adı spekulativ felsefeyle paylaşmak ve kısmen transcendental
kısmen psikolojik anlamda kullanmak akıllıca olur. (Kant, I., Critique of Pure
Reason, trans. Norman Kemp Smith, St. Martin's Press, 1965, s. 66-7)
Fakat
bunları yazdıktan dokuz sene sonra yayınlanan üçüncü Eleştiri'de Kant'ın neler
yaptığı hepimizce malumdur.
88
…
Baumgarten, yalnızca sanatın ve güzel’in öznelleştirilmesini ve
‘insanileştirilme’sini öngören bir söylem geliştirmekle kalmayıp; daha da
önemlisi, aslında çok geniş bir kapsamda etkisi görülecek bilgi ile yargı,
tümel ile tikel, akıl ile duyu, Bilim ile Sanat arasındaki şekillenmeye
başlayan bilfiil pratik ayrımlara teorik bir ifade verme imkanını sağlayan bir
terminolojik vakobüler arketipi de oluşturmuştur. Şunu da söyleyebiliriz ki,
modernitenin ve modern düşüncenin bütün tarihi, bu terminolojik vokabülere
göre, bir yandan kadim gelenek içerisinde hayati bir şekilde bütünleyici olan
akıl ile duyusallığın önlenemez bir ivmeyle gittikçe hızlanan kopuşunun
tarihidir; öte yandan iki yanın bu kopuştan gördüğü zararı, birini diğerinin lehine
veya aleyhine baskılandırma, kontrol altında tutma çabasıyla telafi etmeye
çalışmanın tarihidir; veyahut da yine başka bir yönden, zaten teorik olarak
gemlenemeyip ayrı ayrı başıboş doludizgin koşan iki öznellik modelinin -akılsal
ve duyusal- birbirinin yollarını kesmeksizin uzanan para-lelismini kayıtsız
şartsız teyit etme çaresizliğinin tarihidir. Bize göre açıktır ki, umutsuzca
beklenen çözüm, ne duyusal-olanın mutlak özerkliğinin kör ‘apologia’sında
(postmodernizm) ne de aklın duyusal-olana mutlak üstünlüğü iddiasında (modern)
bulunabilir; … [apologia: savunma,
müdafa]
89
‘Estetik’in
Tarih-Öncesi’ veya Akıl versus Duy(g)u
90
(Cartesian
veya onyedinci yüzyıl, Baumgarten’dan bir önceki yüzyıl), (Fransız klasisisimi,
Nicholas Boileau, Art poetique - 1674) … bilimde ve felsefede geliştirilen yeni
akılsallık kavrayışı, antik akılsallığın tersine, sanat eserini olarak anlama
ve yargılama ilgisini dışlamış ve bu suretle sanatı ve duyusallığı kendi
sınırları ötesindeki akıl-dışı-olanın alanına sürmüştür.
(Onyedinci
yüzyıl Fransa’sı, Boileau)… ‘klasistler ve sentimentalistler’ arasındaki ateşli
tartışma esasen … şu zihinsel duruş noktasını savunmasıyla başlar: Nasıl ki
Descartes eski Aristotelesçi bilimi aştıysa, yeni sanatçılar da klasik
antikitenin sanatını … aşabilirler.
Ferry’e
göre, Boileau’nun gözünde, kadimler, kadim oldukları ve bu sıfatla itibarlı ve
hayranlık uyandıran bir geleneği temsil ettikleri için üstün değillerdi. Kadim
dünyanın eserlerini değerli kılan, Boileau’ya göre, onların bir norma ve bizzat
kendilerinden üstün bir ilkeye uyma yeterliği taşımalarıydı. Bu norm, bizzat
Cartesianism tarafından tanımlandığı şekliyle öznenin bir yetisi olarak
‘akıl’dı, herhangi bir akıl değil. Oysa ki Renaissance sanatçıları için bile,
bu öznel akıl modeli hiç duyulmamış bir şeydi.
(Panofsky)
… Alberti ya da Leonardo gibi bu bakımdan eleştirel ve şüpheci (bir tavır
takınan) bilginler bile, en azından, kamuoyunun yargısından veya ‘uzmanlar’ın
görüşünden süzülen material’den soyutlama yoluyla bir tür norm çıkartmaya ve bu
normu salt bireysel beğeniye dayalı yargıların karşısına koymaya çalıştılar.
92
Şimdi
Boileau’nun düşüncesinde kaybolan, kadim dünyada veya hatta bir ara dönem
olarak Renaissance’ta herhangi bir sanatsal norma içeriğini veren komunalite boyutudur.
Boileau, normu Akıl olarak koyar, fakat kendi komunitesinden kopmuş Akıl
olarak. … öznenin bir yetisi olan akıl, herhangi bir öznellik kavrayışını
tanımayan kadim düşüncenin bir ürünü olabilir mi? (Akıl, şimdiye, geçmişe,
geleceğe monte edilebilen öznel fakat evrensel yetidir artık.)
… aynı
dönemde tam da aynı sebepten dolayı sanatı akıldan çok yürek meselesi olarak
gören ve bütün sanat etkinliğinin akılsallıktan çok akıldışılık alanını
kucakladığını düşünen sentimentalism hareketi… (1671, Ariste ile Eugéne’in
Sohbetleri, Dominique Bouhours; 1687, Aklın İşlerinde Uygun Düşünme Tarzları
Üzerine, Dominique Bouhours)
93
klasisism
ile zerafet (delicacy) karşıtlığı; klasisim ile zerafet estetiği
(McIntyre)
… modern moral dili tahakküm altına alan, her moral yargının ve davranışın
temelini örtük veya gizli bir şekilde ‘kişisel tercih’e indirgeyen ‘emotivism’…
(Dipnot
76) Grek dilindeki ethikos'un Latin dilinde ilk kez Cicero tarafından
kullanılan karşılığı olan moralis, İngiliz diline moral sözcüğüyle aktarılır.
Ama ethikos'un ve moralis'in anlamı, 'karaktere ait olan'dır. 'Moral'in İngiliz
dilinde ilk kullanımlarının anlamı daha ziyade 'pratik'e karşılık gelir.
Örneğin bu sözcüğün İngiliz dilinde kullanıldığı erken dönemlerde edebî bir
pasajın 'moral'i dendiğinde, onun öğrettiği pratik ders anlaşılıyordu. Bu ilk
kullanımlarında 'moral', 'prudential' ('sağduyulu') veya 'self-interested'
('öz-çıkarlı') veya 'legal' ('yasal') veya 'religious' ('dinî') gibi ifadelerle
karşıt değildi. Onyedinci yüzyıl sonunda, o zamana kadarki anlamlarının
hepsinden daha dar bir şekilde 'moral', cinsel davranışla ilgili olarak
kullanılmaya başlanmıştır. Öte yanda hemen belirtmek gerekir ki, modern kültür
dilimizin bize unutturduğu kadîm bir bilgeliğe işaret edecek şekilde Arap
dilindeki 'ahlak' sözcüğü de, etimolojik kökeni bakımından 'hulk'tan, yani
'yaradılış'tan ve dolayısıyla 'huy' ya da 'mizaç'tan türetilmekle bir anlamda
yine Grek dilindeki ethikos'un 'karaktere ait olan' şeklindeki anlamını özsel
olarak barındırır. MacIntyre'ın etimolojik çözümlemesine ve aynı kavram için
kendi kültür dilimizde kullandığımız terimin etimolojisine ilişkin bu
hatırlatmadan hareketle, bu çalışma boyunca genellikle, 'ethik'i, 'moral''i,
'ahlak'ı, 'karakter'i anlamca birbirinin yerine geçirilebilecek şekilde
kullandık ve kullanacağız.
95
…
onyedinci yüzyılda çiçeklenen ‘baroque’ sanat… ‘akla meydan okuyan baroque
akıl’ı cisimleştirir.
(Dipnot
79) Philante Grek dilinde ‘çiçeksever’ demektir. … ‘yenilenen ve tazelenen
şeylerden hoşlanan’ veya ‘yeniliklere hayran olan’
(Bouhours’un
klasismini Ferry özet olarak maddeleştirir:)
a)
Klasisism, güzel’i hakikat’e indirgemekle, sanat ile bilimi eşdeğer kılar ve
böylelikle beğeni yargısı ile teorik yargıyı da eşitler. Beğeni yargısı, buna
göre, bir eserin mükemmelliği veya bir kavrama, belirlenimli kurallara
tamuygunluğu temelinde işleyen teorik yargıyı örnek alır.
b)
‘Kurmaca’ (fiction) ve hayalgücü reddedilir. Zaten Descartes 1641 yılında
yazdığı bir mektupta hayalgücünün bilimle bağdaşmaz sınırlı bir yeti olduğunu
ilan etmiştir.
c)
Sanatçı icadetmez (to invent), fakat keşfeder (to discover). (Boileau 1701:
“Yeni, parlak, olağanüstü bir düşünce nedir ki? … o, daha önce hiç kimsenin
aklına gelmeyen bir düşünce değildir; tersine herkesin düşünmüş olduğu, fakat
bir tek kişinin ilk kez ifade etmeye karar verdiği bir şeydir.”)
97
Sanatçının
etkinliği, tam anlamıyla ‘örtüyü kaldırmak’tan (‘dis-cover’), aydınlığa
çıkarmaktan ibarettir.
d) Sanat
nasıl bilimle eşdeğerse, güzel nesne de bilimsel nesneyle eşdeğerdir. Güzel
nesne, doğada aklın yasalarına tamamen uygun bir şekilde açığa çıkan şeydir.
(Batteux 1746 Güzel Sanatların Tek Bir İlkeye İndirgenmesi adlı eserinde:
“Sanatlar kendi yasalarını yaratmazlar: bu yasalar sanatların kaprisinden
bağımsızdır ve değişmez bir şekilde doğa örneğini model alır.”)
Fakat
sanat, doğal olan her şeyi kayıtsız şartsız taklit etmez. Sanat, doğada özsel
olan, akla uygun olan şeyin örtüsünü kaldırmayı hedefler. Dolayısıyla, sanatta
ve güzel nesnede görünüşe çıkan, ‘kendinde olduğu şekliyle değil, fakat
olabileceği ve zihin tarafından tasarlanabileceği şekliyle doğa’dır ya da başka
bir deyişle -bu, Baumgarten gibi Batteux’da da karşımıza çıkar- hakikat’ten
ziyade hakikate-benzer-olan’dır.
e)
İspanyol ya da İtalyan baroque stil, hakiki sanatçıya yasaklanır. (1694: çok
kusurlu bir yuvarlaklığa sahip inciler; 1740: düzensiz, acaip, pürüzlü şeyler,
şekilsiz, şekli bozulmuş; bir ölçüsüzlük, bir ifrat ya da bir zerafetsizlik,
bir ucube görünüşüne işaret eder.)
f)
Kasisism, düşüncenin açıklığını takip eden şiirsel söylemin berraklığını
talebeder: önce theoria sonra poiesis! Sanat, tıpkı bilim gibi, gizli olanı
açığa çıkaran bir etkinlik olduğu için, ifade bulanıklıklarından kaçınmalıdır.
Şiirde anlatılamaz-olanın hiçbir yeri yoktur. Boileau’nun yakındığı
‘belirsiz-anlamlılık’a yol açan retorik mecazlar, anlamları açıklık kazanıncaya
kadar törpülenmelidir.
g)
Klasisim, yüreğe ilişkin bir mesele olduğunda bile sanata ya da şiire ‘akılcı’
bir yananlam katar.
99
Ferry’e
göre, … sentimentalizmi klasizimden ayıran şey … Eğer sanatsal pratiği ve
beğeniyi akıl değil de yürek yönlendiriyorsa, … ‘yürek zihinden daha hünerli’
ise, o halde öznelliğin akıldışı olan ve duyarlılığa dayanan yönünü en azından
sanatta Cartesian akılsal öznenin önüne çıkartabiliriz.
100
Bouhours’un
sentimentalismi, dönüşen paradigmanın kurallarının dönüşümüdür… burada önemli
olan, gerek klasizmin gerek sentimentalizmin gerçekleştirdiği paradigmatik
dönüşümlerin tek bir kaynaktan, Cartesian (cogito) paradigmadan esinlenmiş ve
beslenmiş (olmalarını görmektir.)
(Bouhours)
Belirsiz-anlamlı metaforlar, “örttükleri şeyi gösteren şeffaf örtülere veya
arkasındaki kılık değiştirmiş kişiyi tanıdığımız maskelere benzer”.
Bouhours’u
… son derece önemli kılan, onun, özelde Baumgarten’ın düşüncesinin ve genelde
modern düşüncenin özsel karakteristiklerinden biri olduğunu ileri sürdüğümüz
‘belirsiz-anlamlılık’ı modern zamanların başlangıçlarında bir norm haline
getiren belki de ilk kişi olmasıdır.
(Bunun
da ötesinde Bouhours) birbiri ardına başdöndürücü bir tarzda hızla gelip geçen
paradigmatik akılsal standartların bu uçucu niteliğine dikkat çeker:
“Düşünceler, doğru oldukları için, çabucak standartlaşırlar.”
Eğer
sözün doğruluk niteliği çabucak sıradanlaşan, ‘katılığı buharlaşan’ bir şeyse,
o halde Ferry’nin dediği gibi, bu duygu mantığını sonucuna götürmeli ve
‘yanlışlık’ı övmelidir.
101
“düzyazı
içerisinde [bile] ideleri çok hoş hale getiren, kurmacadır veya az çok poetik
bir şeydir.” (Boileau)
Paradigma
değişmekte, fakat yeni bir paradigmanın oluşumuna yol gösterecek standartlar
belirsiz kalmaktadır. Hakikat ile güzel’in yolları o denli birbirinden
ayrılmıştır ki, artık hakikati hakikat olarak belirleyen akılsal standartlar,
güzel’in kavranışı için engel teşkil ederler. Hatta güzel’i tam da hakikatin
standartlarına bağlayan klasik ilişki tersine çevrilir ve ‘düz yazı içerisinde
ideleri hoş hale getiren, kurmaca veya az çok poetik bir şey’ olduğuna göre,
hakikat bir yanılsama haline gelir. … (sentimentalism) … güzel, kendisi hakikat
diye adlandırılamayacak, fakat her hakikatin içerisine bir şekilde kurucu
olarak sızan ilksel öge haline gelir.
…
kendisini bizzat hakikat olmayan, ama hakikati belirleyen bu ilksel öğe ne
olabilir? Bu sorunun yanıtını, Baumgarten, … açık bir biçimde vermişti:
kendisini keşfetmeksizin mükemmel bir kesinliğe ulaşamayacağımız yanlışlık.
Bildiğimiz gibi, Baumgarten’da ‘yanlış-olan’ı hesaba katan hakikat düzeyi,
hakikate-benzerlik’tir ve bu düzey olmaksızın hakikat denen şeyin mükemmel
kesinlikte olup olmadığını denetleyebileceğimiz standartlardan yoksun kalırız.
102
‘Yanlışlık’ı,
‘akıldışılık’ı ve ‘doğru kabul edilen teoriye aykırılık’ı öne çıkartan bir
yaklaşım, Bilimsel Devrimlerin Yapısı’nda Thomas Kuhn’un dikkat çektiği, yeni
bir paradigmanın kabul edilmesinde rol oynayan psikolojik bir etmen ile sıkı
sıkıya bağıntılıdır:
“...bilim
adamlarını eski paradigmayı reddederek yenisini yeğlemeye iten başka bir yol
daha vardır. Burada söz konusu olan, bireyin neyin uygun ya da estetik olduğuna
dair duygularına yönelen, fakat hiçbir zaman tam olarak açık seçik ifade
edilemeyen kanıtlamalardır... Yeni bir paradigmayı oldukça erken bir aşamada
benimseyen kişi, bunu yaparken sorun çözümleme faaliyetinin sağladığı kanıtlara
ters düşmek durumundadır. Yani bir bakıma, eski paradigmanın bazı sorunlarda
başarısız olduğundan başka bir şey bilmediği halde, yenisinin, karşılaşacağı
bir çok büyük sorunu çözmeyi başaracağına inanması gerekir. Böyle bir karar,
ancak inanç üzerine verilebilir.”
103
Aslında
böyle psikolojik bir etmenin temelinde, pre-modern türden bağlanma (engagement)
deneyimlerini içeren inanç terimini yerleştirmektense, herhangi bir
bağlanma-yokluğuna (disengagement) işaret eden tercih terimini koymak çok daha
akla uygun olur. Çünkü tercih, genelde, hiçbir akılsal sebebe bağlanamayacak
bir seçim ya da kararın kişisel ve iradi serbestiye ve keyfiliğe
dayandırılmasıdır …
“İnsanın
bir yenilik ya da buluş yapabilmesi için, karşı çıkacak kadar iyi bildiği bir
geleneğe sahip olması lazımdır. İster sanatta olsun ister bilimde, yenilik
boşlukta yaratılamaz, eski geleneklere karşı çıkılarak yapılır…” (T. Kuhn)
“Yeni
paradigmalar eskilerinden doğduklarına göre, geleneksel paradigmanın önceden
kullanmakta olduğu söz dağarcığını ve araçları, ister kavramlarda ister uygulamada
olsun, büyük ölçüde içermeleri doğaldır. Fakat ödünç alınmış bu unsurları
geleneksel tarzda kullanmayı sürdürdükleri çok ender görülür. Yeni paradigmanın
kapsamında eski terimler, kavramlar ve deneyler, birbirleriyle yeni ilişkiler
içine girerler. Bunun kaçınılmaz sonucu, terim tam doğru olmamakla birlikte,
yarışan iki okul arasında 'yanlış anlama' diyebileceğimiz durumun
başgöstermesidir.” (T. Kuhn)
En az
klasisism kadar sentimentalism de, Cartesian paradigmanın ölçüt kıldığı
öznellik modelini takip ettiği için, onlar arasındaki paradigmatik önderlik
mücadelesinin özne’ye yükledikleri anlam etrafında döndüğü söylenebilir…
104
(Özneye
yükledikleri anlam dolayısıyla klasizm ve sentimentalizm) ortak-ölçülebilir
olmayan farklı paradigmaların savunucuları değil, fakat birbirlerini yanlış
anlayan Cartesianlardır.
…bilginin
kriterleri konusunda ihtilafa düşen ünlü akılcılık-deneycilik
(rationalism-empirism) kamplaşması… Ernst Cassirer’e göre, onyedinci yüzyıl
düşüncesini onsekizinci yüzyılınkinden ayıran en önemli yön, ‘gözlem’in
(observation) ‘deduksiyon’a, deneyciliğin akılcılığa baskın çıkması olmuştur.
105
Newton
tarafından nasıl ki gök fenomenlerinin çok çeşitliliği tek bir ilkeye, evrensel
yerçekimi yasasına indirgendiyse, aynı şekilde sanat alanındaki çeşitlilik de
tek bir kurala bağlanmalıdır.
Newton
da, Descartes’tan farklı olmakla birlikte, öznenin bir yetisi olarak gözlemden
hareket eder ve onun çok çeşitli gök fenomenlerini tek bir yasa ile açıklamaya
çalışması, Descartes’ın tüm bilimler sistemini cogito’dan çıkarsama girişimini
örnek alır.
106
"İnsan
zihni" diye yazmaktadır Batteux,
"ancak
kusurlu bir şekilde yaratabilir: onun ürünlerinin tümü bir modelin damgasını
taşır... Hoşa gitmeye çalışan deha, doğanın kendisinin sınırlarını aşmamalıdır
ve aşamaz. Dehanın işlevi, olabilecek olanı hayal etmekten değil, fakat
varolanı bulmaktan oluşur. Sanatlarda icadetme, bir nesneye varlık verme sorunu
değil, nesneyi olduğu yerde olduğu şekliyle tanıma sorunudur."
Batteux'ya
göre, sanatçı bir orijinaliteye sahip olsa bile, bu orijinalite, onun yaratıcı
yetilerinden çıkmaz, sadece bir konu seçip onu kompoze etmekten ibarettir.
Sanatçı, yalnızca ifade etmek istediği doğal ide'yı sözgelimi mermer, renk, ses
vbg. malzemeler aracılığıyla algılanabilir bir form içerisinde sunar.
Sanatçının dehası, doğanın en güzel parçalarından bir seçki oluşturmak ve bu
seçkiyi doğallığına zarar vermeksizin bizzat doğadan daha mükemmel bir bütün
haline getirmekle sınırlıdır. Sanatların işlevi, doğanın özelliklerini, artık içerisinde
doğal olmadıkları nesnelere aktarmaktır. (çizilen bu taslak 18. yüzyılda 17.
yüzyıla göre büyük bir değişim yaşanmadığını gösterir:) sanatta bilimi model
almak; kurmacanın ve hayalgücünün reddi, icadetme yerine keşfetme, doğanın
taklidi, baroque stilin yasaklanması, ifadenin açıklığı, akıl ilkesi, vb.
107
(Dubos,
1719 tarihli Şiir ve Resim Üzerine Eleştirel Düşünceler adlı eserinde)
duygunun, 'emotion'un akıl, intelligence üzerindeki tartışılmaz üstünlüğünü
olumlayarak bir klasizm eleştirisi geliştirir.
(Dubos'ya
göre sanat eserinin amacı hoşlanma uyandırmaktır ve bu etki iradeyle, bireysel
özgür iradeyle baglantilandirilir ve bir alimlama, 'psikolojik etkiler' teorisi
tasarlar.)
108
Bouhours'un
genelde klasisist kurallara yönelik 'nezaket' kaideleri dahilinde ürkek ve
çekingen saldırılar ve olumsuzlamalarla belirtik hale getirmeye çalıştığı
sentimentalist söylem, onun doğrudan takipçisi Dubos'nun ellerinde giderek
positiv terimler ve argümanlarla donanıp zenginleşmeye başlamaktadır.
109
"1.
Thesis. Beğeni yargısı kavramlara dayanmaz; çünkü kavramlara dayansaydı, beğeni
yargısı tartışılabilir (kanıtlarla karara bağlanabilir) olurdu. 2. Antithesis.
Beğeni yargısı kavramlara dayanır; çünkü kavramlara dayanmasaydı, yargının
farklılıklarına rağmen, konu hakkında hiç tartışamazdık (başkalarının bu
yargıyla zorunlu uzlaşımı iddiasında bulunamazdık)." Kant, Yargı Gücünün
Eleştirisi
(Bu
antinomi modern özne felsefesinin antinomisini de sunar:) öznenin en öznel yönü
(duygu) ile öznenin en az öznel yönü (akıl) arasındaki çatışkılı durumu imler.
(Modern öncesi dönemde felsefenin bir türlü yakasını bırakmamış olan bir-çok,
tümel-tikel, aşkın-içkin, zorunlu-olumsal vb antinomik kavram çiftlerinin tümü,
kendi orjinal bağlamlarından kopartılıp, kerameti kendinden menkul öznenin
iç-güçlerinin çalışmasına gönderimde bulunacak şekilde yeniden tanımlanır.
110
Tıpkı
Batteux gibi Dubos da beğeninin tartışmaya açık olması imkanını reddeder...
111
Kant ...
belirlenimsiz kriterlere -kurallara değilse bile, idelere- yapılan gönderimleri
yasaklamaz.
112
(Kant
da, Ferry de, Descartes de, Boileu da, Bouhours da, Batteux da, Dubos da öznellikten
hareket eden modernlerdir.)
Tıpkı
Kant gibi bizzat kendisi de geleneksel akılsallığın reddine dayalı ortak bir
öznellik (öznelerarasılık) zemininde hareket eden Ferry'e göre bu soruya
verilecek yanıt tarafların karşılıklı ilişkisinde ortaklığın karşıtlığa ağır
bastığı ve karşıtlıktan daha özsel olduğudur. Karşıtlık törpülenmelidir. Bir
başka öznellik modeli olarak öznelerarasılık kavramının işin içerisine
karıştırılması, karşıtlığın törpüleneceği zemini oluşturur. Diğer taraftan
açıkça görünen o ki söz konusu ortaklığın dağıtılması ancak özne hareket
noktasından vazgeçme koşuluna bağlıdır; öznelerarasılık zemini ise ortaklığın
dağıtılmasını değil, tam tersine pekiştirilmesini sağlayacaktır. Buna rağmen
Ferry, kendisinin bağlandığı öznelerarasılık modelini sorunun dışına taşıyarak,
klasizm ve sentimentalizmdeki problemin, onların her ikisinin de monadik bir
öznellik kavrayışında kök salmalarında ve dolayısıyla birbirine zıt
argümanlarla da olsa öznelerarasılık kavramını ortak olarak reddetmelerinde
yattığını iddia eder. ... klasistler ile sentimentalistler arasındaki kavga,
güzel'i bireyin yargısında mı yoksa gelenekte mi temellendirmenin uygun olacağı
sorununa temas etmez.
113
Yükselen
burjuva sınıfının 'özne' bireyinin bizzat bu dünyadaki kaotik mülkiyetçi
varoluşunu açıkça gözler önüne serilmekten alıkoyan her engel, arkasında
gizlediği akıldışı 'duygu' öznesi ortaya çıkıncaya dek yerle bir edilmelidir.
(Artık
ortada ne kadim denen dünyanın kendisi ne de o dünyanın akılsallığı
vardır, adı üstünde, kadim)
Kadimler bu yüzden artık arketipler değil, fakat misallerdir
(illustrations), öznede bulunan ve her şeyin üzerinde durarak eleştirinin iş
görmesine izin veren bir modelin örnekleridir.
115
... estetik denen disiplin, kuruluşu, problematiği, ilgileri, amacı, vb. bakımlardan
öznellik sorunundan ayrılamaz. Bu çerçevede, sözde 'nesnel estetik' ya da nesne
estetiği gibi kavramlaştırmalar, modern oksimoronlar üretmekten öteye gitmez.
118
(onyedinci
yüzyılda yeni yeni ortaya çıkmakta olan burjuva sınıfı) Orta sınıfın müteşebbis
bireyi, kar amaçları peşinde o güne kadar akla hayale gelmeyen yeni ihtiyaçlar
yaratacak kadar 'orjinal' ve bu yeni ihtiyaçları doyurmak için salt mubadele
değerine tabi birörnek metalar üretecek kadar taklitçidir. Mülkiyetçi birey,
mülkiyeti sadece kendi öznel varoluşuyla birlikte getirdiği soyut bir hak
olarak görecek kadar orjinal, fakat bu hak başkalarının da aynı haklıçıkarımla
sahip oldukları haklar tarafından tehdit edildiğinde, mülkiyetini güvenceye
alacak bir politik ve hukuki aygıt içerisinde kendi dışındaki tüm bireylerle eşitlenmeye
rıza gösterecek kadar taklitçidir.
119
Boileau,
güzel'i modern tarzda kamusal beğeninin hoşuna giden şey olarak tanımlar.
120
...
Dubos, sanat eserinin hedefinin hoşlanma uyandırmak olduğu fikrini daha ince
bir şekilde işleyerek, 19. yüzyılda egemen olacak tarihselcilik ve
milliyetçilik hareketlerinin doğumuna açılan bir 'kamu' kavrayışına varır.
Boileau'ya göre kamu, uzun süre boyunca kendisinden sapamayacağı aklın
kurallarını hakîm kılan de jure ve ideal bir merci iken, Dubos'nun düşüncesinde
kamu de facto ve somut hale gelir, tarihsel ve ulusal olarak belirlenim kazanır.
Tiyatro salonundaki topluluk, kendisi dışında ve kendisinden bağımsız bir
şekilde mevcut olan beğeni yargısı kurallarını ete kemiğe büründürmez, fakat
bizzat topluluğun kendisi, bu kurallar olarak vardır. Bu yüzdendir ki,
beğenideki değişiklikler, radikal bir tarihsellikten doğarlar.
Bu yeni
kamu kavramlaştırmasının telaffuz edilmeye başlandığı Dubos'nun Reflexions'unun
ikinci bölümünde amaçlanan hedef, 'ünlü sanatçıların yetişmesi bakımından bazı
yüzyılları çok verimli, bazılarınıysa çok kısır kılabilen nedeni araştırıp
açığa çıkarmaktır. Dubos, bu nedeni 'ulusların karakteri'nde bulur ve ulusların
karakterlerinin en derin orijinlerini de 'havanın insan bedeni üzerindeki
gücü'nde görür.
121
Güzel'in
Dubos'nun ellerinde salt olumsal ve keyfi bir beğeni meselesi haline gelmesi
(hakikatin salt öznel kriterlere dayalı sistematik tutarlılık sorunu ve iyi'nin
salt tercih sorunu haline doğru evrilmesi), kuşkusuz dönemin değerleri öznelleştirici
karakteriyle bağıntılıdır.
122
(Montesque'nun
politik relativizmi ve milliyetçiliği) ...Montesquieu yasaların iklim, töreler,
yaşama biçimi, din ve bir ulusun karakteri ile ilgili olduğunu belirtir. Bundan
dolayı "bir ulus için yapılan yasalar ona öylesine uygun olmalı ki,
bunların başka bir ulusa da uyması sırf bir rastlantı olsun". Buradaki her
ulusun kendine göre manevî bir yapısı olduğu, ulusların genel bir şemaya
bağlanamayacak olan bireylikler (individualite) oldukları düşüncesi, 18.
yüzyılda pek az rastlanan bir "tarihî anlayışı" göstermektedir.
123
(Dipnot
132, Baudelaire) “'Modernite’den, diğer yarısı öncesiz-sonrasız ve değişmez
olan sanatın gelip geçici, olumsal yarısını anlıyorum.”
125
Cartesian-
klasist özne kavrayışına dayalı tümel akıl’ın, Baumgarten tarzında estetik
duyum dolambacına sapması, politik açıdan şöyle görünür: Eğer mutlakçı iktidar,
salt soyut, tümel, katı akılsal buyruklarla tahakküm altına
aldığı uyruklarının baskılandırılmış somut tikelliklerinin başkaldırısını
kışkırtmak istemiyorsa, yücegönüllü bir şekilde kendi taleplerinden, bu talepleri
artık açık bir şekilde Akıl'ın talepleri olarak ayırdedemeyeceğimiz ölçüde
vazgeçermiş görünen bir kılık içerisinde, duyusal eğilimlerin önündeki
engelleri kaldırır; duyusal eğilimleri adeta bir gizli hafiye gibi duyusal
varoluş alanı içerisinden denetlemeye çalışır. Mutlakçı iktidarın akılsal
buyrukları, uyrukların tikel duyusal eğilimleri ve arzularıyla kendileri
arasındaki karşıtlığı belirginleştirecek şekilde görünmekten kesilirler; buna
karşılık bu buyruklar, dışsal bir otoriteden dikte edilmeyecek bir şekilde,
bizzat tikel varoluş içerisindeki uyrukların yüreklerine ve bedenlerine
kazınmalıdır. Mutlakçı iktidarın bu stratejisi, başarıyla uygulanabilir
uygulanmasına, fakat aynı zamanda kendisi için pek de tekin olmayan yeni bir
özne tasarımının şekillenmesine ve bu tasarım temelinde yeni bir politik
iktidar ve yasallık kavrayışının oluşmasına da yardımcı olur. ... yeni özne
tasarımı, Rousseau'nun politik terminolojisinde, mutlakçı öznenin ayrıcalıklı
iktidar statüsünü reddeden bir şekilde eşit yurttaşlık tanımını doğurdu.
Sentimentalizm
ile Rousseau arasındaki bağ, modern bireyin 'kendini tanımlama' ediminde
yaratıcı sanatçıyı model alması olgusuna gönderimle daha iyi görülebilir. Bu,
moral-olanın ve politik-olanın estetik-olanı paradigma olarak aldığı anlamına
gelir.
127
Ancak
estetik düşüncenin sağladığı bu duy(g)usal öznellik modeli içerisinde, feodal
mutlakiyetin derin karanlıklarına gömülmüş insanlar, özgür, eşit, özerk
bireyler olarak tasarlanabilirdi. Böyle tasarlanan bireylerden oluşan bir
topluluğu imleyen burjuva kamusal alanı, Eagleton'a göre,
"Orta
sınıfı, gerçeklikte değilse bile, görünüşte hakiki tümel bir özne konumuna
yerleştirmek ve bu sınıfın politik olarak uyuşuk statüsünün bedelini bu düşün
görkemiyle ödemek suretiyle, ancien regime'in ayrıcalıklarından ve
ayrımcılığından kesin bir şekilde kopar.
supplement
(Dipnot
138) Bir anlamda nasıl ki moralitenin birincil biçimi moral kendiyle-teması
içeren 'varoluş duygusu' ise, cinselliğin birincil biçimi de cinsel
kendiyle-temastır ve yine bir başka anlamda nasıl ki moralite doğal 'varoluş
duygusu'nun ve yazı konuşmanın supplement'ı ise, auto-erotism de
hetero-erotism'in supplement'ıdır; Rosseau, 'masturbation' denen bu
auto-erotism'i, 'tehlikeli supplement' diye niteler. Jacques Derrida Of
Grammatology'de şuna işaret eder ki,
“Rousseau,
insanın namevcut güzellikleri yardıma çağırarak kendisine mevcudiyetler
sağlamak suretiyle kendisini etkilemesine izin veren bu onanism'e (1600'lü
yıllarda kilisece yasaklanmış ve kilisece tanımlanmış mastürbasyon) hem
başvurmaktan hem de kendisini ondan suçlu görmekten hiçbir zaman
kesilmeyecektir.”
130
(Rousseau)
"Sanatın tavır ve hareketlerimizi henüz kalıplara sokmamış ve hislerimize
suni bir ifade vermemiş olduğu zamanlar, adetlerimiz kaba fakat tabii
idi..."
132
... yeni
ahlakın ve bilgini öznesi doğmaktadır: kapitalist burjuva bireyi. Politik bilgi
ve eylem, artık geleneksel otoriteler tarafından şekillendirilen akılsal
çerçeveleri değil, gün geçtikçe kendisine özgü yeni bir toplumsal ilişkiler ağı
örüp hayatın her alanına doğru nüfuz etmeye başlayan kerameti (Mistik
anlayışta, Allah'ın velikullarına, ermişlere verdiği olağanüstü kudret veya güç
demektir) kendinden menkul müteşebbis (teşebbüs eden, girişimci) bireyin
akıldışı fakat sanki bir yasaya uyarmış görünen arzularını ve tutkularını model
alacaktır. Politik bilginin ve eylemin tüm geleneksel kriterleri bir kez iptal
edilip de kapitalist burjuva müteşebbisi figüründe somutlaşan 'birey'
politikanın öznesi kılındı mı, bu bireyi model alan politik düşüncenin önünde,
müteşebbisin şahsına hemen ekleniveren ve onun kendi bireyselliğinde temellenen
'fayda' ve 'öz-çıkar' gibi kriterlerden başka hiçbir şey geriye kalmaz.
133
faydalı
vatandaş
"Fizikçilerimiz,
hendesecilerimiz, kimyacılarımız, astronomlarımız, şairlerimiz,
musikişinaslarımız, ressamlarımız var; ama değerli vatandaşlarımız yok."
(Rousseau)
134
Artık
dışsal bir otorite kılığı altında görünmeyen, fakat bizzat öznenin tikel
duy(g)usal varoluşundan hareketle kendisine malettiği akılsal yasa, özgürlüğü
kısıtlayıcı ve baskıcı safralardan kurtarılmış 'yüreğin yasası' olarak görünüşe
çıkar. Politik açıdan böyle bir yasaya rıza göstermek, mutlakî iktidarın katı
buyruklarına rıza göstermekten çok daha kolaydır, çünkü bu yasaya rıza
göstermekle, insan, kendi arzularını, amaçlarını, tutkularını, çıkarlarını
hesaba katan tikel duy(g)usal iç-varlığına rıza göstermiş olur. 'Yürek', diye
yazmaktadır Rousseau Emile'de, "yasaları kendisinden alır yalnızca; insan,
yüreği zincire vurmayı istemekle, yüreği serbest bırakır; ve yalnızca yüreği
özgür bırakmakla, yüreği zincire vurur.
135
(A.
Gramsci, Hapishane Defterleri) "Böyle bir toplumda, birey, kendi
öz-yönetiminin politik toplumla çatışmaya girmeyeceği, fakat daha ziyade bu
öz-yönetimin politik toplumun normal bir uzantısı, organik bir tamamlayıcısı
haline geleceği bir şekilde kendisini yönetebilecektir."
Eagleton'a
göre, burjuva toplumsal düzeninin nihai bağlayıcı gücü, mutlakçılığın zorlayıcı
aygıtına karşıt olarak, kişisel eğilimlerde, alışkanlıklarda,
gönül-bağlılıklarında, duygularda ve duygulanımlarda köksalmıştır. Bu da şunu
demeye gelir ki, böyle bir düzende iktidar estetik kılınmıştır. Dışsal otorite
olarak iktidar, duyarlık ve duygulanımlarla birbirine dolanmış, bedenin
kendiliğinden içtepilerine sızmıştır. Artık öznel deneyimin ayrıntılarına
kazınmış olan böyle bir iktidar biçimi, Kantçı bir terminolojiyle ifade edecek
olursak, 'soyut ödev' ile 'bireysel eğilimler' arasındaki yarığı kapatır.
136
Rousseau'nun
politik teorisinin yan yana getirmeye çalıştığı şekliyle 'parça'lar, bireysel
duy(g)usal varoluşa tamamen sırtını dönmüş mutlaki iktidar ile kendilerinden
başka hiçbir otoriteye boyun eğmeyen tek tek özerk özneler olarak atomik
yurttaşlar çokluğudur. (Bu politik antinomi karşısında Rousseau iki kamuoyu
kavrayışını birini diğeriyle boy ölçüştürmeksizin yan yana koyar: genel iradesi
her zaman doğru olan fakat bundan halkın kararlarının her zaman aynı doğrulukta
olamayacağı klasist kamuoyu ile iklime göre değişen koşullarda evrensel akılsal
yasaların varolamayacağı ulusların rölativ kamuoyları...)
141
Belirsiz-anlamlılık
açısından, Derrida, örneğin Rousseau'daki doğa / kültür karşıtlığına dikkat
çeker -ki ... bunu duygu / akıl karşıtlığı olarak okuyabiliriz. Buna göre,
arkaik insan masum bir doğa durumunda yaşamaktadır; fakat o, bu kendine-yeter
doğal varoluşu içerisinde, her nasılsa bir topluluk gereksinimi veya arzusu
doğuran şu ya da bu türden bir tehlikeyle veya yetersizlikle karşılaşır.
Derrida'ya göre, başlangıçtaki doğal varoluşu takibeden toplumsal varoluş
evresi, insanların mutlu ve kendine-yeter bir yaşam sürdükleri doğa durumuna
yapılan bir ek olarak betimlenir. Başka deyişle, kültür doğaya eklenir
(supplement).
142
Derrida'ya
göre, Rousseau, herhangi bir olayı veya fenomeni betimlerken, her seferinde hem
'eklenme' hem de 'yerine-geçme' ikili anlamına sahip supplement diye
adlandırılan anlamı-belirsizleştirme stratejisine başvurur. Doğa
kendine-yeterdir, fakat her nasılsa kültür tarafından tamamlanmaya ve yerinden
edilmeye ihtiyaç duyar.
aporia: doğru olmayan, kabul edilmeyen
iki ya da daha fazla teorinin, tartışmanın yarattığı durum.
145
...
Eagleton'a göre, Rousseau'nun düşüncesinde insanın kendi eşsiz özgüllüğünü
tehlikeye atmaksızın bütüne katılmasını sağlayan genel ile tekilin bu
kaynaşması, tam da estetik sanat ürününün biçimine benzemektedir; çünkü estetik
nesnenin 'giz'i de, onun duyusal parçalarından her birinin, bütünüyle özerk
görünmesine karşın, bütünlüğün 'yasa'sını etekemiğe büründürmesidir.
146
...
sentimental özneyi gözardı etmek, Aydınlanma'nın aşırı akılcılığının
hitabetmekte güçsüz kaldığı politik hegemoni konusundaki hayati sorunu
bilmezden gelmektir.
150
Kibarlık,
zerafet, beğeni, güzellik, duygulanım ve kişisel kanaat temelinde yükselen
ideolojik bir söylem, kuşkusuz, zorlayıcı bir devlet aygıtından çok daha uygun
ve sağlam bir şekilde insanları bir arada tutabilir ve birey-üstü bir ortaklığa
katabilir. ... Eagleton'a göre, bu tür koşullarda, sivil toplumun duygulanıma
ve iştihaya (açlık, istek, aşırı istek) bağımlı bireyinden yola çıkıp, bu
bireyi politik bir tehdit oluşturmayacak şekilde daha büyük bir bütüne
bağlayabilecek bağlantıları kurmak hayati bir ideolojik ihtiyaç haline gelir.
151
Tümelliklere
sırt çevirmiş ve her tarafta tikellikler ağına dolanmış bir sivil toplum,
kaçınılmaz olarak bireyleri bütünsel bir yapı içerisinde biraraya bağlayacak
bağları kurmakta zorlanacaktır. (Yani İngiltere’de durum tam tersidir.
Almanya'da Baumgarten'ın ele aldığı sorun, tikellerin kaybolduğu soyut bir
bütünselliğe tikellerin nasıl yerleştirilebileceği sorunuydu)
(Emprisizm),
kendisinden hareket ettiği duyusal dolayımsızlığa sadık kalmak adına, kurmaya
çalıştığı kavramsal bütünlükleri her adımda yıkıp duyuların güvenilir fakat
istikrarsız ülkesine geri dönecektir ya da duyusal dolayımsızlığı daha
istikrarlı bir şekilde temellendirmek için saptığı kavramsal dolambaçlar
içerisinde bizzat dolayımsızlığın kendisini feda edecektir.
152
(Bizzat
aklın kendisini duyusal kılmak...) Emprist filozofların icat ettiği böyle bir
çıkış yolu, bilgi açısından doğruluk ve yanlışlığın kriterlerini duyu ve algıya
indirgerken, ahlaki değerlerin kriterlerini de temel duyusal bir yetinin
hükmüne sokar. Duyuların tüm akıcı kendiliğindenliği ve titiz çabukluğuyla
doğruyu ve yanlışı yargılayan merci 'beş duyu' ise, iyi ve kötü olanı, erdemli
ve erdemsiz olanı da benzer bir sezgisel şaşmazlıkla temel duyusal bir yeti
yargılamaktadır. İşte bu ikinci tür yeti, onsekizinci yüzyıl Britania'sında
yaşayan empirist ahlak filozoflarının 'moral duyu' diye adlandırdıkları şeydir.
(Eagleton)
... toplumsal hayatı yöneten ahlaki değerler şeftalilerin tadı kadar apaçık...
153
...
'moral duyu'nun içeriklerini oluşturan bedenin duygulanımları, tıpkı 'analogon
rationis'in ve 'le sentiment de l'existence'ın (varoluş duygusu) duy(g)usal
içerikleri gibi, salt öznel kaprisler değil, fakat iyi-düzenlenmiş bir devlet
için temeldirler de.
154
Shaftesbury,
tüm insani varoluşumuzun ve yeterliklerimizin temelinde 'duyu'yu, daha doğrusu
'iç-duyu'yu görmektedir. (Shaftesbury iç duyu'yu faklı kavramlarla da
söylemektedir: harmoni duyusu, moral duyu, güzellik duyusu, beğeni yetisi, oran
duyusu ya da sadece duygu...)
158
(Modern
müteşebbis birey) ... bütün modern felsefe bu figür temelinde yükselmekte, bu
figürü aklamaya çalışmakta, bu figür için bir dünya yaratmayı amaçlamaktadır.
159
Shaftesbury'nin
estetik metafiziğinin temelinde, ... 'iyi' bir insan doğası kavramlaştırması ve
bu doğayı ne ise o kılan insani bir yeti olarak 'moral duyu' kavramı
bulunmaktadır. ... 'moral duyu' yalnızca bir 'yeti' olmakla kalmaz, aynı
zamanda hem entellektual hem de toplumsal ve pratik bir duygudaşlık (sympathy)
erdemidir de.
160
...
'moral duyu', ... Shaftesbury'nin kaçınmak istediği bir hareket noktası olarak
'özne'ye aittir.
161
(Dipnot 201)
Onsekizinci yüzyıl İngiltere’sinde, toplumsal hayatı teorik düzeyde
estetize-etmeye çabalayan tek filozof Shaftesbury değildir elbette. Örneğin
mülkiyetçi bireyciliğin peşinden seğirttiği öz-çıkar ve bireysel faydanın,
toplumun 'genel iyisinin' olmazsa olmaz koşulları olduğu düşüncesinin
sözcülüğünü üstlenmesi bakımından Shaftesbury'e ters düşen Adam Smith de,
toplumu estetik bir kılık içerisinde tasvir eder. ... Bu rakip moral
filozofların toplumu tasvir ederken görüşbirliği içerisinde estetik bir manzara
çizmeye yatkın olmaları manidardır.
(Dipnot
203) Yirminci yüzyılda Futuristlerin 'Savaş güzeldir' diye başlayan
manifestolarında açığa çıktığı gibi, politik-olanı estetik bir seyir nesnesi
kılan böyle bir görüşün nerelere kadar gidebileceğini, Walter Benjamin,
"Mekanik Yeniden-Üretim Çağında Sanat Eseri" başlıklı yazısında
açıkça göstermiştir. Bu görüş, diye yazıyordu Benjamin, kesinlikle "l'art
pour l'art'ın eksiksiz bütünlenişidir. Homeros'un zamanında Olympos'lu tanrılar
için bir seyir nesnesi olan insanlık bugün kendisi için bir seyir nesnesidir.
İnsanlığın kendine yabancılaşması, öyle bir dereceye varmıştır ki, o, kendi
yıkımını, ilk elden bir estetik hoşlanma olarak deneyimleyebilir. Bu faşizmin
estetikleştirdiği politikanın durumudur. Komünizm ise buna sanatı
politikleştirerek karşılık verir.
Benjamin’in
dikkat çektiği fiat ars, pereat mundus (sanat olsun da isterse dünya batsın)
şiarının öncüleri, modern zamanların başlangıçlarında sesini yükselten,
aktarmaya çalıştığımız işte bu filozoflarda aranmalıdır. Öte yandan, bugünkü
iletişim teknolojilerinin insanlığa kendi kendisini ne şekilde seyrettirdiğini
hayal bile edemeyecek olan ve dolayısıyla teknolojik reproduksiyonu ezilenlerin
politik mücadelesinde bir kazanım olarak gören Benjamin'in 'sanatı
politikleştirme' önerisi, burada üzerinde duramayacağımız sebeplerden dolayı
'politikanın estetikleştirilmesi' girişimiyle aynı kapıya çıkar.
162
Shaftesbury'e
göre, Doğa, yaratıcısı Tanrı olan en yüksek sanat eseridir ve Doğa'nın bilgisi,
onun yaratıcısının ve bu yaratıcının
yüceliğinin bilgisidir; bu tür bir bilgi, Yaratıcı'nın yüce ve ilgiden /
çıkardan bağımsız (disinterested) bakışını paylaşan bir kavrayışı öngerektirir.
Shaftesbury'nin bu teolojik bilgi ve hakikat anlayışında daha sonra Kantçı estetikte
rastlayacağımız en karakteristik kavramların embrionik çekirdekleri
içerilmiştir: Yaratıcı Tanrı, sanatsal dehaya; Doğa, estetik sanat eserine;
yücelik, 'yücenin analitiği'ne ve ilgiden ve çıkardan bağımsızlık, beğeni
yargısının saf seyirsel niteliğine doğru açılım kazanır.
163
İlgiden
/ çıkardan bağımsızlık:
Bilgi:
yansız bir kavrayış
Moral:
bencil çıkarlardan arınmış
Duy(g)usallık:
sahipolma ve tüketme arzularından arınmış
164
(Günümüzde
felsefe) ... sadece çıkarımları incelemekle sınırladığı mesleki uzmanlığını bir
(alt)disiplin haline dönüştüren analitik felsefe...
178
Hume
Politik
açıdan bakıldığında, Alman orta-sınıfının uyuşuk yapısından kaynaklanan
sebeplerden dolayı Baumgarten tarzı tikel-olana yönelik estetik söylem yalnızca
Cartesian akla yapılan bir ekleme (supplement) olarak doğmuş görünürken,
İngiliz orta-sınıf entelektüelleri sırtlarını capcanlı bir sivil topluma
yaslayarak, adı böyle konmamış olsa da estetik, yani duyusal, dolayımsız, tikel
ve somut olana ilişkin bir kavrayış ve bilgi tarzını çoktan aklın yerine
geçirmişlerdi (suppléer). ... Yirmi altı yaşındayken tamamladığı ve
Baumgarten'ın Aesthetica'yı yayınlamasından oniki yıl önce, 1738'de
yayınlattığı İnsan Doğası Hakkında Bir İnceleme adlı eserde, David Hume'un
(1711-1776) gerçekleştirdiği şey tam da buydu. Bu eserde, sırtını tamamen
emprist dayanaklara yaslayan Hume, yalnızca sanatın ve ahlakın, güzelin ve
iyinin, değerlerin ve değer yargılarının değil, fakat hakikatin ve bilginim,
olguların ve olgu yargılarının da duyusal-olanla kaynaşmış olduğunu ilan etti.
179
Hume'un
eserinde duyu ve görü, duygu ve sezgi, onyedinci yüzyıl boyunca akılsal olduğu
kabul edilen bilginin karşıtları olmaktan çok, tam da bilginin hakiki ve gerçek
temeli kılınıyordu. Eagleton'un deyişiyle 'Britanya'da bu telaşa düşürücü
iddianın altına imzasını atan Hume, ahlakı salt duyguya indirgemekle yetinmeyip,
aynı zamanda bilgiyi kurgusal bir hipoteze, inancı şiddetli bir duyguya,
'kendi'nin (self) sürekliliğini bir kurguya, nedenselliği hayalgücüne dayalı
bir yapıkurmaya ve tarihi de bir tür metne indirgeme tehdidinde bulunuyordu.
Doğrusu, kendilerini destekleyen sağlam toplumsal zeminlerin teminatı
olmaksızın pek de ağıza alınmayacak iddialardı bunlar.
180
"...
ahlak ve eleştiri, bizim beğenilerimizle (taste) ve duygularımızla (sentiment)
ilişkilidir.
Birinci
şahıs bakış açısı, ideler yolu…
181
Hume'un
'ideler yolu' uyarlaması, yalnızca moral ve estetik değerlerin kökenini
duygulanımlara geri götürmekle kalmaz, kapsamlı ve kuşatıcı bir şekilde bizde idesi
bulunan herhangi bir şeyin ve her şeyin kökenini de duy(g)ulara ve hayalgücüne
taşır. Hume, Inceleme'de, aklın 'duygunun bir türü' olduğunu; inancın 'herhangi
bir idenin daha canlı ve şiddetli bir kavranışı'ndan, 'daha doğrusu
doğalarımızın bilen yanından ziyade duyan yanının bir edimi'nden öte bir şey
olmadığını iddia eder. Hume'a göre tüm akılyürütmeler, göreneğin etkisinden
başka bir şey değildir; ve görenek de, hayalgücünü canlandırmak ve bize
herhangi bir nesnenin güçlü bir kavranışını vermek dışında hiçbir etkiye sahip
değildir.
...
nedenselliğin radikal bir şekilde öznelleştirilmesi: nedensellik, nesnelerin
kendilerine ait değil, 'zihnin bir şeyden bir başka şeye geçme yatkınlığı'dır;
nedensellik fikrinin kaynağı, bütünüyle hayalgücüne dayalı bir beklenti
tarafından koşullandırılmış bir içtepide bulunmaktadır.
183
Hume'a
göre, bilgilerimizin ve inançlarımızın duyuya, duyguya, hayalgücüne, 'duyuma
veya özel bir kavrayış tarzına' dayanması yararlıdır, çünkü bunlar olmasaydı,
aklın durdurak bilmeksizin kesinsizlikten kesinsizliğe dalışını, kuşkudan
kuşkuya sürüklenişini engelleyecek hiçbir şey bulunamazdı.
184
Kalıcı,
karşıkoyulmaz ve tümel hayalgücü
Değişebilir,
zayıf ve düzensiz hayalgücü ilkeleri...
184
Başta
Hume olmak üzere empiristlerin kurduğu dünya tasarımı, Gilles Deleuze'un ileri
sürdüğü gibi atmosferi bakımından bir bilim-kurgu romanını andırır...
185
... Hume,
"Sonuç"ta beklenmedik bir şekilde bize dönüp, tüm akılsallığın ve her
bilginin kaynağı kıldığı hayalgücünün 'tutarsız ve yanıltıcı' bir ilke olduğunu
söyler.
...
bilgiyi duyuya, duyguya, hayalgücüne bağımlı bir şekilde bütünüyle
öznelleştirdikten ve böylelikle dış dünyayla ve toplumla ilişkimizi adeta
modern türden bir sanat eseriyle ilişki tarzına dönüştürdükten sonra, Hume, sadece
bu öznel payandalara yaslanarak, ortak olarak paylaşılabilir standartlar
çıkarsamaya uğraşmaktadır.
192
(Örneğin
gurur tutkusunu meydana getiren şey nedir?) "... tüm diğerleri arasında,
gurur tutkusunu en yaygın biçimde üreten ... ilişki, mülkiyet ilişkisidir."
(Hume)
194
"...
mülkiyet ... nesnelerdeki real bir şey değil, fakat duyguların (sentiments)
ürünüdür."
Bu,
Eagleton'a göre, burjuva ekonomisinin kurgusal doğasının eksiksiz ifadesidir.
Buna göre, orta-sınıfın mülkiyet haklarını güvence altında tutan şey,
ekonominin yasasından çok, zihnin içgüdüsel bir ekonomik-kılınışıdır.
195
Adeta
Kantçı 'estetik yargı' modeline göre işgören Humecu söylem, öznenin en kaprisli
ve istikrarsız yönlerini, yani duyarlığa, duyguya, hayalgücüne dayalı yönlerini,
eğer varsa, herhangi bir tümel standardın kökeni kılar.
197
Hume'un
1757 tarihli Beğeninin Standardı Hakkında başlıklı denemesi, onun estetikteki
temel eseri olarak yorumlanır.
198
(Hume,
duyu ile aklın geleneksel hiyerarşisini yıkar ve aklın tek sesliliğinin yerine duy(g)uların
çok sesliliğini geçirir.
199
...
beğeni yargısı salt duyguya ilişkindir ve dolayısıyla özneye dışsal bir şeye
gönderimde bulunmaz.
200
(Hume)
Her duygu doğrudur (right); çünkü duygu kendi ötesinde hiçbir şeye gönderimde
bulunmaz ve bir insanın onun bilincinde olduğu her yerde daima gerçektir
(real). Fakat anlamyetisinin tüm belirlemeleri doğru değildir; çünkü onlar
kendileri ötesindeki bir şeye gönderimde bulunurlar."
(Duygu
ve beğeni yargılarında), yargıyı veren özne kendisine yabancı bir dışsallığa
değil, bizzat en sahici iç varlığına gönderimde bulunmaktadır. Tam da bu
immanentizm yüzündendir ki, Hume'a göre sanat bilimden de felsefeden de
üstündür, çünkü sanat, bütünüyle duygunun, tasarım-içerisinde- mevcudiyetin
alanına aittir. (Geleneksel sanat kavrayışı da dönüşüme uğramaktadır)
201
Sanat,
artık, öznel tasarımlara ilişkin bilinç durumlarını aşmaya ve bu tasarımlara
dışsal bir gerçeklik hakkındaki hakikatlerden söz etmeye yeltenmez. Değişmekte
olan sanat kavrayışına göre, sanat, artık yalnızca insanlık için ortak olan
tutkuları ifade etmeyi amaçlar ve sanatın temel hedefi yalnızca tutku
tasarımlarının otantik bir dramaturjisine ulaşmak haline gelir.
202
Hume, bu
bakımdan Kant'ı 'dogmatik uyku'sundan uyandırmış olabilir. Bu noktadan itibaren
'güzel'den duyulan hoşlanmanın kavramsız, fakat zorunlu olduğu ve beğeni
yargısının öznel olmakla birlikte tümel geçerlilik talep edebileceği
iddialarına geçmek pek zor olmasa gerekir...
204
Hume'un
postula ettiği şekliyle insanların doğası, bu 'içsel doku' temelinde homojendir,
yani duyu izlenimlerinin taşıyıcısı ilke
bakımından her insanda özdeştir. Fakat buna rağmen beğenide çeşitlilikler
gözlemlenebiliyorsa, bu, 'içsel doku'nun az ya da çok saf (pure) olmasından
ötürüdür. Ferry'e göre, Hume, beğeni konularında insan doğasının saflığının
derecesini ölçebileceğimiz beş temel kriter sayar.
i. Genel
normalite koşulu: Beğeni yargısının nesnelliği, başka her şeyden önce insan
doğasının (ruhsal ya da bedensel) sağlıklı olmasını gerektirir.
ii.
Bilirkişi (expertise) kriteri:
206
...
insanlar arasındaki en özsel duyarlık teşekkülüne sahip olanların, yani en iyi
bilirkişilerin ellerine (teslim edilir).
... Çünkü en iyi bilirkişilerin yargıları içsel ve yarı-biyolojik insan
doğasının en özsel teşekkülünde temelleniyorsa, bu yargılar tüm diğer yargılar
için bir olması gereken düzlemini kurarlar. En iyi bilirkişiler her halükarda
de jure yargılar verdikleri için, onların yargıları belli bir tümelliğe sahip
olacak ve diğer yargılar için ideal bir model oluşturmaları anlamında tüm
insanların onayını talep edecektir.
Bu
açıdan Hume, bir anakronizm yapmamıza izin verilirse, metanın standardizasyonu
yetkisini tamamen müteşebbis bireyin ellerine teslim eden Fordist bir beğeni
iktisatçısı gibi durmaktadır.
iii.
Tecrübe (pratik) ve Kültürleş(tir)me (cultivation) kriteri: Neyin güzel neyin
çirkin olduğunu yargılamaya kalkışan bir kimse, ... ince ve hassas bir şekilde
örgütlenmiş yetenekli bir duyu organları şebekesini sanat eserleriyle
içlidışlılık içerisinde kullanmış ve geliştirmiş, yargısını tecrübe veya pratik
yoluyla kültürleştirmiş olmalıdır. (Bir tür elitist evrenselcilik)
iv.
Ayrım kriteri veya kültür versus önyargı: (208) ... kültüre dayalı yargı
önyargıya dayalı yargıyla karıştırılmamalıdır. ... "önyargının etkisini
engellemek sağduyunun (good sense) görevidir."
209
...
nasıl olur da beğenisini belli toplumsal pratikler içerisinde kültürleştiren
bir insan, karşısına yeni çıkan bir sanat eserini yargılamada yargısını o
pratiklerin şekillendirdiği zihinsel şemanın dışında tutabilir ve önyargıdan
kurtarabilir? Bu anlamda önyargının yokluğu aslında yargının yokluğuyla aynı
kapıya çıkar ve (post-) modern sanat eserinin karakteristiklerinden birisi de
onun git gide hakkında yargıverilemez hale gelmiş olması değil midir? -ya da en
fazlasından onu yargılayan yetinin özsel karakteristiği sözcüğün Kant'taki
anlamında yalnızca 'düşünücü' (reflective) olması değil midir?
v.
Sağlam anlamyetisi kriteri:
210
Hume,
tamamen karşıt argümanlardan hareket eder görünse bile, estetiğin
tarih-öncesinin bu ilk uğrağından, estetiklerin en klasiği olan klasist
öğretiden doğan sonuçların önemli bir bölümüne -evrenselcilik, mükemmeliyetçilik,
doğalcılık, seçkincilik- katılır.
212
(Bu
şundan daha değersiz bulunduğunda bu görüşe katılmayan beğeni sahibi insanlar
bulunabilir.) ... sözkonusu ihtilafa nasıl bir çözüm bulunacağının, anlaşmazlık
durumunda kim tarafından ve ne adına karar verileceğinin, hangi tarafın
yargısının önyargıyla lekelenmiş olduğunun Hume'da bir cevabı yoktur. (Tekrar
başlangıçtaki noktaya, relativist bakışın olumlanmasına geri döneriz: Her bir
insan yargısı, tek tek her bir izlenim karşısında, kendi monadik ve atomik
bireyselliğine dayalı birinci-şahıs bakış açısının tecavüz edilemez tikelliği
içerisinde her seferinde yeniden kurulmalıdır.
Estetik,
orijinleri bakımından, soyut aklın dışladığı duyusal olgusallıkla ve feodalist
mutlakî iktidarın dışladığı toplumsal katmanların somut varoluşuyla teori
içerisinde bir yeniden kucaklaşma vaadi olarak ortaya çıkmış görülebilse de,
onun tarihi, gitgide bu vaadden uzaklaşan bir yön izlemiştir. Aydınlanmacı
evrensellik iddialarının etkisi altında, estetik, içerisinde doğduğu tikel
somut toplumsal gerçekliğe kör kalmış ve adeta vaadini bu toplumsal varoluştan
uzaklaştığı ölçüde gerçekleştireceğini varsaymıştır. Fakat bu, estetiğin
evrensel formüllerinin mevcut toplumla mutlak çatışkıya düşmesi ve dolayısıyla
estetiğin vaadinden vazgeçmesi koşuluyla doğru olurdu. Nitekim estetik, vaadine
sadık bir şekilde, sırası geldiğinde, her an parçalanma tehdidiyle yüzyüze olan
yeni bir toplumun pratiklerini teorize etmek, evrensel normlar düzeyine
yükseltmek ve meşru zeminlere oturtmak suretiyle, toplumla kucaklaşmış ve
kucağına doğduğu koşulların varlığını sürdürmesinde en hayatî rolü oynamıştır.
Bu ideolojik rol, evrensellik talepleriyle gerilime girdiğinde ise, estetik,
yine başlangıçtaki vaadine yabancılaşmış, uzlaşmaz bir evrenselcilik lehine
tikel ve somut olanla bağ kurduğu bu rolü bilerek ya da bilmeyerek, açık ya da örtük
bir şekilde bastırmış veya görmezden gelmiştir. Estetiğin bu paradoksal
varoluşunun püf noktası, iddia edilen evrenselciliğin bizzat tikel ve somut
belli bir toplumsal varoluşa göbekten bağlı olmasıdır.
213
Hume'un
ve onun ardılı Kant'ın estetik sorunlara tahsis ettikleri metinler, lafzına
bakıldığında evrensellik lehine toplumsal-olandan uzak bir şekilde, fakat
ruhuna bakıldığında tikel bir toplumsallık tarzıyla mükemmel bir işbirliği ya
da öyle dersek bir suçortaklığı içerisinde kaleme alınmışlardır.
(Shusterman)
(ikisinin de içgüdüsel olarak kaçınmaya veya asgariye indirmeye çalıştığı
merkezi bir boyut vardır:) Bu boyut, estetik yargının toplumsal ve
sınıf-hiyerarşisine dayalı temelidir.
214
...
Hume'a göre, tümel bir beğeni standardının dayanağı 'insan doğasının ortak
duyguları'dır. ... 'beğeninin genel ilkelerinin insan doğasında tekbiçimli
oldukları' ve belli eserlerin 'her ülkede ve her çağda hoşlanma uyandıracağına
tümel olarak hükmedildiği' Hume için açıktır.
215
(Dipnot
315) Shusterman'a göre, günümüzde bu burjuva estetiği çizgisini takip edenler,
artık beğeni yargılarıyla değil, yorumlamanın mantığı ya da nesnelliğiyle,
ifadenin, temsilin, metaforun, kurmacanın vbg. Yapısıyla ilgilenmektedirler.
... bu tür bir estetik çizginin taraftarlarının kurnazlığı, Shusterman'a göre,
beğeni konusundaki tartışmayı soyut öznellik / nesnellik düzeyine taşıyarak,
öznenin yargısını yönlendiren toplumsal faktörler sorunuyla yüzleşmekten
kaçınmalarında yatmaktadır.
216
...
Hume'un kuşkusuz tekbiçimli olmak zorunda olan insan doğasına ilişkin
gözleminin sadece 'bilirkişilerden' veya 'iyi eleştirmenler'den oluşan küçük
bir grubun kuşkulu uzlaşımına ilişkin bir gözlem olduğunu öğrendiğimizde,
kendimizi 'genel sanat kuralları'ndan da 'insan doğasının ortak duyguları'ndan
da tamamen koparılmış hissederiz. Bundan eğer varsa bir beğeni standardının
sırasıyla ne ontolojik bir temele ne de epistemolojik bir kesinliğe sahip
olabileceği çıkar.
217
Problem:
bireyin özgürlüğü ve özerkliği ile birey-üstü nesnel bağlayıcı bir yasayı
uzlaştırma problemi... Liberal ideoloji,
bireyin özgürlüğünün ve özerkliğinin dokunulmazlığını mutlak bir hareket
noktası olarak bir kez kabul ve ilan ettikten hemn sonra, özgürlük ve
özerkliğin toplumsal bir khaos'a ve anomie'ye yol açmamasını güvenceye alma
ihtiyacıyla yüz yüze gelir.
Ya somut
bireyin koşulsuz özgürlüğü ve özerkliği ya da politik devletin mutlak yasası
şeklindeki politik ikilem, estetik karşılığını ya beğeninin / sanat eserinin
özgürlüğü ve özerkliği ya da tümel ve zorunlu beğeni / sanat kuralları
ikileminde bulur. ... uzlaştırma...
Bireysel
özgürlük ile toplumsal uzlaşım arasındaki gerilim...
219
prima
inter pares (eşitler arasında birinci) ... Hume'a göre, şeyleri ancak hastalık
ve kültürel önyargı yokluğu koşulunda doğal bir şekilde görebilseydik, onları
nasılsalar öyle algılar ve beğeni konularında duygunun hakiki tekbiçimliliğini
gösterebilirdik.
221
...
Hume'un natüralisminin ideolojik politik hegemoniyi adeta doğalmış gibi
gösteren bir maske olarak işgördüğü daha da açık hale gelir. ... Hume beğeninin
toplumsal ve kültürel olarak koşullanmış boyutunu ıskalar veya bu boyutun genel
insan doğası kavramı tarafından yutulup sindirilmesine gözyumar.
222
(Henry
Home) "Beslenmek için bedensel emeğe bağımlı olanlar, beğeniden bütünüyle
yoksundurlar... Çok sayıda sınıfın dışlanması, güzel sanatlarda yargıverme
niteliğine sahip olanları dar bir çevre ile sınırlar."
226
Sanat ..
iyi eleştirmenler
Politika
.. iyi müteşebbisler
227
Kant
(Estetik
ile Yargı Gücünün Eleştirisi arasında 40 yıl var..)
228
Humecu
beğeni kavramı, içerisinde sınıfsal çıkarların en açık seçik görüldüğü ve
haddinden fazla ideolojik safra yüklenmiş örnek bir kavramdır. Ne var ki, ...
Aydınlanma düşüncesinin evrensellik ve yansızlık ideallerine sımsıkı bağlı
bakışı için öyle kolay kolay kabul edilebilir olmayan taşkın bir içeriğe
sahiptir.
... Kant
için, bizzat özne kavramının yolaçtığı sorunlar, her şeye rağmen ancak ve ancak
hala öznenin egemen olduğu bir atmosferde çözülebilirdi ve çözülmeliydi.
Modern
felsefede öznenin rakipsiz merkeziliği ve varolan her şeyi kendine gönderimle
yorumlayıp kendi dolayımından geçirmeye başlaması olgusu ... nesnellik krizine
yol açan ... şeydi.
229
Öznenin
(Ben'in) karşısında nesne, ben-olmayan (non-ego)...
...
Wolff tarzı dogmatik akılcılık, Hume tarzı kuşkucu emprizim, Boileau klasizmi,
Bouhours sentimentalizmi tek yanlı özne tasarımlarından ötürü nesnellik
sorunuyla derinliğine yüzleşmemişler veya yüzleşmekten kaçınmışlardı...
230
(Eagleton)
"Fakat dünya bu şekilde ne denli öznelleştirilirse, her şeyden muhaf olan
bu özne, tam da kendi üstünlüğünün nesnel koşullarını o denli temelden
çökermeye başlar. Özne, gerçeklik
üzerindeki muhteşem hakimiyetini ne kadar geniş bir alana yayarsa, dünyanın
dayandığı tözü kendi duyguları için hammadde kılacak şekilde eritme suretiyle,
bu alanı kendi ihtiyaçlarına ve arzularına o kadar bağlı hale gelir."
Burjuva
bireyi dışsal dünyanın bütününü bilkuvve olarak kendi mülkü gibi görme eğilimi
taşırken, onun felsefi yankısı olan tekbenci özne de kendisini her nesnel
varoluşun efendisi olarak tanımlama ihtiyacındadır.
Burjuva
bireysel öznesi için nesnellik tamamen mülkiyet olgusu tarafından kurulmuş bir
alan olarak görünür. Her bir bireyin birbirlerinin mülkiyetine gösterdikleri
karşılıklı saygı, toplumsal alanda belli bir nesnellik kriterinin görünüşe
çıkmasını sağlayan şeydir. ... yasal güçler ve politik zorlamalar tarafından
korunması ve güvence altına alınması zorunludur.
231
(Eagleton)
"Üzerinde egemen olunacak biri olmadan hiçbir egemenlik varolamaz, ama tam
da birini varoluşu, egemen olanın 'efendilik'ini tehlikeye atmayı beraberinde
getirir. ... senin sınırını çizmek (mülkiyetimden uzak dur!), çaresi yok, benim
kendi sınırımı belirgin kılmaktır."
232
Bireysel
özneleri birbirine derinden bağlayıp birleştiren adamakıllı bir dayanak noktası
bulunup çıkarılmadıkça, burjuva toplumu, çökertici bir paranoid-şizofreni
nöbeti içerisinde kendi mahvını bir kabus gibi deneyimlemekten bir an bile
kurtulamayacaktır. Moral saygı ya da politik devletin pozitif yasası, gereken
nesnelliği kısmen, o da her an tehlikeye atmak ve yeniden kurmak suretiyle
sağlayabilir.
233
Kant'ın
felsefi başarısı, feodal toplum karşısında burjuva toplumu lehine kazanılmış
bir başarıdır, yoksa bizatihi insani toplum lehine kazanılmış öncesiz-sonrasız
ve mutlak bir başarı değil.
Kant'a
göre özne, tıpkı kendi özünü oluşturan özgürlük gibi, bilinebilir bir şey
değildir. Özne, tanım gereği bilinemezdir, çünkü o bir nesne ya da bir fenomen
değildir. ... Dünya bilinebilir nesneler sistemi olduğu için, özne dünya
içerisinde de olamaz, tıpkı gözün kendi görüş alanı içerisinde bir nesne
olamayacağı gibi. ...
234
... o,
dünya üzerinde transcendental bir seyir noktasıdır.
235
ding-an-sich
(kendinde şey)
...
bilinemez bir öznellik ile öte yandan egemen olunamaz bir nesnellik arasında
sıkışıp kalmış burjuva sınıfı.... bilinemez ama düşünülebilir özne, bilinemez
ama düşünülebilir nesne...
236
Eagleton'a
göre, real dünyanın bu boş ve soyut biçimleri olarak kategorilerin kendileri,
bu bakımdan, kullanım değerine kayıtsız meta biçimini model alırlar.
Kant'ta
özne tarafından temellük edilebilir olan şey, nesnenin real varlığı değil,
yalnızca nesneden gelen, hatta daha doğrusu nereden geldiği pek belli olmayan
soluk yansımalardır, görünüşlerdir ye da Kantçı terminolojiyle söylersek
fenomenlerdir. Tüm bilgi, fenomenlerin bilgisidir ..., fenomenal bilgiyle
sınırlıdır; demek ki özneye ait olmadığı gibi, hakiki anlamda nesneye de ait
olmayan bir bilgidir. Özne ile nesne arasında yaşanan bilgi trafiği, her
nasılsa aslen her ikisinin de dışında kaldığı bu fenomenal ara bölgede akıp
gider.
237
Dünyaya
ilişkin bütünsel bir vision imkanı ortadan kalkar; artık tek bir dünyada değil,
öznenin farklı amaçlara bağlı olarak girip çıktığı, içlerinde dolaştığı farklı
kurallara tabi farklı dünyalardan söz edilebilir.
238
Özgürlüğün
gelişmesi, bizzat bu dünya üzerinde bir etkiye sahip olması ve böylelikle
öznenin fenomenler üzerindeki sömürgeleştirici etkinliğini genişletmesi, hem
dünyanın sistematik bilgisini hem de öteki öznelere ilişkin bilgiyi zorunlu
önkoşul kılar. "İnsanın psikolojisinin yasalarını kayıtsızca bilmezden
gelmekle", diye yazmaktadır Eogleton, "etkin bir kapitalist olarak
işgörmeyi umudedemezsiniz; işte hakim düzenin, 'insan bilimleri' adıyla anılan,
öznenin ayrıntılı bilgisinin bir külliyatına kendi kullanımı için ihtiyaç
duymasının bir sebebi budur. Bilgi olmadan özgür olmayı umudedemezsiniz; ama
yine de bilgi ve özgürlük, aynı zamanda, tuhaf bir anlamda, birbirine zıttır.
239
Kant böyle
düşünmez; ... salt emprik bilgiyle taslağı çizilebilecek bir nesne değilsem ve
dünya içerisinde bilinebilir her şeyi aşan esrarengiz bir yapıya ait numenal*
bir varlık isem, böyle bir bilgi kesinlikle 'Ben' olarak benim kendime ilişkin
olamayacaktır. ... Özne, son derece karmaşık, karanlık, kapalı, hermetik olduğu
için değil, fakat zamandışı bir hakikat olarak, bilinebilir türden bir şey
olduğunu düşünmek sadece bir hata olduğu için, bilinemezdir. ... Her halükarda
özne bir nesnenin ya da bir arzunun yokluğudur...
*numenal
- fenomenal: ilişki kurulan nesneyi kurgulaştıran algımızın (algı her zaman
kurguya ekler nesneleri, yüklemlere bağlar) ilüzyonlarının ötesinde 'şey'e ait
olan tanımlanamaz algılanamaz gerçeklik. numenal. kurgulaştırılan 'şey'in bütün
ve kurguyla şekillendirilmemiş hali. Numen (Noumenon) veya Ding an
sich, yani "kendinde olan
şey", Kant felsefesinde fenomenin ötesindeki bilinemez ve
tanımlanamaz "gerçeklik", "gerçek bilgi" manasındadır.
Bilginin imkânı ya da imkânsızlığına yönelik düşünceler çerçevesinde, özne'nin
ilişki kurduğu nesnenin görüntüsünün ardındaki gerçek özünü tanımlama çabası
olan numen, somutun ifade bulduğu "fenomen"'in karşıtı olup,
varoluşsal özü ifade eder. Herhangi bir varlığın algımızdan bağımsız, kendi
içinde oluşur. (ekşi, wiki)
240
İnsanın
tüm fenomenal zorunluluklardan bağımsız bir şekilde eylemini özgürce kendisine
uygun kılmak zorunda olduğu Kantçı ahlak yasası denen şey, dünya içerisinde bir
praksis değil, fakat dünyanın ötesindeki ve üzerindeki transcendental, soyut ve
biçimsel bir davranış şablonudur (... 'neyi yapmalıyım?, neden yapmalıyım?' ...
hep aynı sibernetik ses tonuyla öncesiz-sonrasız bir şekilde sadece
'Yapmalısın!' Diye azarlayan mutlak bir otorite...)
241
...
Kant'a göre, hiçbir değer yoktur ki olgulardan türetilmiş olsun; olgu ve değer
başka başka şeylerdir; olgular doğanın nedenselliğine tabi, değerler ise
özgürlüğün nedenselliğine tabidir.
Burada
yapılan olgu ve değer arasındaki kesin ve şiddetli ayrım, Eagleton'a göre,
modern orta-sınıfın fiili toplumsal pratiği ile bu pratiğin başıboş vahşiliğini
yatıştırmayı amaçlayan ideoloji arasındaki boşluğun göstergesidir. ... Burjuva
sınıfı tarafından belirlenen toplumsal koşullarda, elbette ki, değerleri
olgulardan, insanlık ideallerini günlük pazar pratiğinden çıkarsayamazsınız;
çünkü böyle bir çıkarsama, bizi en arzu edilmeyen, en yıkıcı değerlere götürür:
bencillik, saldırganlık, riyakarlık, karşılıklı çatışma vbg.
249
250
252
... Kant (bu soru için), aslında beklenmedik bir manevra yapar: O zorunluluk ve özgürlük kavramlarını birbirini dışlamaksızın yükleyebileceğimiz kapsamlı bir nesnel gerçeklik tanımına ulaşmak yerine, bu kavramlar karşısında belli sınırlara sahip, ne bu kavramların nesnelliğinin kendisine indirgenebileceği ne de bizzat kendisinin bu kavramların nesnelliğine indirgenebileceği üçüncü bir nesnellik türünü tesis etmeye girişir: estetik nesnellik. (Kant'ın beklenmedik manevrası:) estetik nesnelliğin, doğa ve özgürlük kavramlarının yalıtılmışlıklarına son vermek yerine, bu iki kavramın yanında yeni bir yalıtım alanı olarak kurulmasıdır. Buna göre estetik nesnellik, iki katlı bir yalıtımın ürünüdür: İlkin, hakikat sorunu ile ahlak sorunu, olgu ve değer birbirinden yalıtılır; ve ikinci olarak da şimdi değerler alanında yeni bir yalıtıma gidilmekte ve ahlak sorunu estetik sorundan, moral değer estetik değerden yalıtılmaktadır ki, bu kuşkusuz aynı zamanda estetik sorunun hakikat sorunundan yalıtılması anlamına da gelir.
253
254
257
258
'Amaçsız amaçlılık, öznel zorunluluk, yasasız yasallık, ilgiden bağımsızlık, öznel tümellik, ... bu kavramlar, beğeni yargılarını, bir darbede, moral ya da bilişsel yargılardan hem koparır hem de onların gücüyle donatır.
265
266
267
"O, bir eserin kök saldığı her şeyin (eserin orijinal hayat bağlamı, ve esere anlamını veren dinsel ya da sekular işlev) gözardı edilmesiyle, 'salt sanat eseri' olarak görülebilir hale gelir. Estetik bilincin bu soyutlaması, kendinde positiv olan bir ödevi yerine getirir. O, salt bir sanat eserinin ne olduğunu gösterir ve eserin kendi hakkına mevcut olmasina izin verir. Bunu 'estetik ayrımlaştırma' ('aesthetic differentiation') diye adlandırıyorum."
'Estetik ayrımlaştırma'yı gerçekleştiren bilinç için, bir eserin salt sanat eseri olarak değerlendirilebilmesinin tek kriteri, onun tarihsel ve toplumsal belirlenimlerinden soyutlanmış özgür bir esinlenmenin yaratımı olmasıdır. Bu yüzden, estetik bilinç, hem zamandışılık hem de eşzamanlılık karakterine sahiptir: O, tüm sanat eserlerinin uymak zorunda oldukları eşsiz kriteri belirlediği için zamandışıdır; ve bu kriterin her yerde ve her zaman için estetik sanatsal değere ilişkin her şeyi içerdiğini iddia ettiği için eşzamanlıdır. Gadamer haklı olarak ileri sürmektedir ki, estetik ayrımlaştırmanın bu hem zamandışı hem eşzamanlı, hem transcendent hem immanent bakışı altında, eser, estetik bilince ait olduğu ölçüde kendi yerini ve ait olduğu dünyayı yitirir. Ve buna sanatçının da dünyadaki yerini yitirmesi eşlik eder. Gadamer'e göre, bunun bir örneği, estetik bilinç için 'sipariş sanatı' (commissioned art) denilen şeyin modern kültürde itibarsız hale gelmiş olmasıdır. Oysaki sanat tarihi boyunca, sipariş edilmeden, verili bir tema ya da vesile olmadan özgür esinlenmeyle yaratılan eserler kuraldan çok istisnaları teşkil etmişlerdir. Kantçı estetik bilincin kültür alanında hâkim olduğu günümüzde ise durum farklıdır. Şair, ressam ve müzisyen gibi sanatçı figürleri, özgür sanatçılar olarak siparişsiz yaratırlar ve bu onları estetik açıdan değerli kılan şeydir; buna karşılık, mimar, günümüzde, nevi şahsına münhasır gibi görünmektedir, çünkü o, siparişlerden ve vesilelerden bağımsiz değildir; bu, belki mimarın estetik açıdan itibarını kaybetmesi anlamına gelse de, aynı zamanda onun politik, toplumsal ve moral öneminin artmış olmasını da açıklar. Gadamer'e göre, özgür sanatçının alamet-i farikası yaratıcılığının tam bağımsızlığı haline geldiği için, onun karakteristik toplumsal özellikleri, hayat tarzı genel moralitenin kıstaslarıyla ölçülemeyecek bir taşralının toplumsal özellikleridir; ve ondokuzuncu yüzyılda ortaya çıkan 'bohem' idesi, bu süreci yansıtır; öyle ki göçebe çingenelerin yurdu olan Bohemia, özgür sanatçının hayat tarzı için kullanılan genel sıfat haline dönüştürülür.
270
272
273
275
277
278
280
Şimdi, bu açıklamaya göre, Kant için, beğeninin tümel bir standardı kuşkusuz vardır, fakat o, ancak fenomenlerin, doğanın, dolayısıyla insan doğasının ve Özne'nin anlamyetisi tarafından erişilemeyecek soyut 'duyu-üstü dayanağı'nda bulunabilir. ... (bu açıklama, beğeni standardının) metafizik bir inanç hükmü olarak vaz'edilebileceğini söylemekle eş değerdir.
281
Fakat acaba herhangi bir verili mevcut toplum içerisinde böyle 'ilgiden- çıkardan bağımsız' olmaya kimin veya kimlerin gücü yetebilir?
(Shusterman) "Apaçıktır ki, yalnızca refaha, boş zamana ve bunu yapma yeterliğine sahip olanlar, özsel istekleri ve ihtiyaçları en tamuygun şekilde doyurulmuş olanlar, ihtiyaçlardan kopmaya, formu maddenin üstünde düşünmeye yönelik doğa-dışı estetik tutumu kültürel olarak edinmiş olanlar, kısaca sosyo-ekonomik ve kültürel olarak ayrıcalıklı olanlar."
287
(Yaşamı Yanlış Yaşamak, Mantık Hataları: 289-291)
(Dipnot 440) Sensus communis, yani öznel yargıyı iletilebilir ve ortak olarak paylaşılabilir kılan koşul, bir sensus privatus'a, şahsî bir duyuya, 'beğeni' diye çevirdiğimiz 'gusto'ya veya 'taste'e yahut da 'Geschmack'a. dayanır. Bu terimler, sonradan geliştirilen 'beğeni' anlamından önce, aslen 'tad alma'yı, 'damak tadı'nı imlerler. Arendt'in dikkat çektiği gibi, beş duyumuzdan üçü, görme, işitme ve dokunma, dış dünyanın nesneleriyle doğrudan ve adeta nesnel olarak ilişkilidirler ve dolayısıyla onlar aracılığıyla nesneler kolaylıkla iletilebilir, başkalarıyla paylaşılabilirdirler. Fakat diğer iki duyu, koklama ve tad alma, tamamen şahsi ve iletilemez iç duyulardır; tattığım ve kokladığım şeyi bir başkasına sözcükler aracılığıyla tamuygun olarak ifade edemem. Dahası ilk üç duyu, Kant'ın hayalgücü diye adlandırdığı, mevcut olmayan bir şeyi mevcut kılma, yeniden-sunum (re-presentation) yeterliğinde oldukları halde, tad alma ve koklama bu yetiye (hayalgücüne) sahip değildir.
303
304
... sanatsal avant-garde'ı ... Fransız Devrimi'nden beri toplumsal hayatın bütününe nüfuz eden 'büyük avant-garde girişim'in yalnızca tek bir kolu olarak değerlendirmek daha doğru olur. Nitekim ilk mecazi kullanımında 'avant-garde'ın hem sanatsal hem de politik radikal hareketleri imleyecek şekilde dolaşıma sokulmuş olmasını yadırgamamalıyız.
309
314
316
319
321
322
324
... avant-garde sanatın ideolojisinin felsefi çekirdeği ... seçkincilik, tarihsicilik, öznel-ifadecilik...
327
328
Bu aşırı bireycilik içerisinde, geleneksel olarak sanat kavramının özüne ait olduğu düşünülen kamusallık kriterinden kopmakla geleneği krize uğratan avant-gardism bizzat kendisini de aynı kriz içerisinde buldu. Çünkü avant-gardist ürünler, bizzat sanat olma iddiası taşıdıkları halde, o güne kadar sanat olarak kabuledilegelen şeyden kesin bir kopuşu temsil ediyorlardı. Nasıl ki Descartes ortak olarak paylaşılan bir ethos'tan değil, fakat kendi öznelliğinden bir bilgi ilkesi çıkarsayarak geleneksel felsefeyi bir krize uğrattı, ama çok geçmeden bu ilkenin modern felsefenin krizine de götürdüğü anlaşıldı ise; aynı şekilde avant-gardist de zaten içerisinde aşırı bireyciliğin hakim hale geldiği burjuva toplumsal ethos'undan -ortak olarak paylaşılabilir akılsal standardların yokluğu verildiğinde buna ne kadar ethos diyebilirsek- tuhaf bir ilham alan -hem onu reddeden hem de içselleştirilmiş bir tarzda öngerektiren- bireyci ve öznel bir sanat ilkesi çıkarsadı ve geleneksel sanatı bir krize sürükledi, ama yine de bunun avant-garde sanatın bir krizine dönüştüğü, Cartesian felsefenin modern düşüncenin bir krizine dönüşmesinden çok daha kısa bir zamanda ortaya çıktı.
329
"... Tasarımlamanın anateması olarak ironi alınırsa eğer, o zaman bütün ilkeler arasında en sanatsal olmayan bir ilke sanat eserinin ilkesi olarak ele alınmış olur. Çünkü sonuç, kısmen basmakalıp figürler, kısmen değersiz ve ilgisiz figürler üretmektir, zira onların varlıklarının tözünün bir geçersizlik olduğu bizzat kendilerinde ortaya çıkar; kısmen de... [öznel] yüreğin bu özlemleri ve çözülmemiş çelişkilerinin bu figürlere bağlanmış görünmesidir. Bu tür tasarımlamalar halis bir ilgi uyandırmazlar. Bu sebepten dolayı, her şeye rağmen, ironi tarafından, kamunun derin duyarlılık, sanatsal içgörü ve deha bakımından yetersizliği hakkında daimî şikayetler öne sürülmektedir, çünkü kamu ironinin bu yüceliğini anlamaz; yani kamu, bu sıradanlıktan ve kısmen cansız ve kısmen özelliksiz olan bu şeyden zevk almaz. Bu değersiz, özlemle yanıp tutuşan doğaların hoşa gitmemesi de iyi bir şeydir; bu samimîyetsizliğin ve ikiyüzlülüğün halkın hoşuna gitmemesi ve bunun tersine halkın, kendi önemli aslî değerlerine sadık kalan karakterler gibi tam ve halis ilgiler istemesi bir tesellidir."
330
335
337
338
339
(Bourdieu, Düşünümsel. ... düşünümsellik, bireyliğin kutsal anlamını, kendilerini daima her türlü toplumsal belirlenimden azade sayan entelektüellerin kendileri hakkındaki karizmatik temsillerini sorgular. Bourdieu'ya göre düşünümsellik, bireysel olandaki toplumsalı, mahremin altında gizlenen gayri şahsîyi, özelin en derinine gömülmüş evrenseli keşfettirerek bizi böylesi yanılsamalardan kurtaran şeydir.)
345
347
348
350
243
"Günümüzde,
her şey karşıtına gebe görünüyor. Makineler insan emeğini azaltmak ve verimli
kılmak gibi olağanüstü bir güçle donanmışlar, sefalet ve bitkinlik içerisinde
onları seyrediyoruz. ... Sanatın zaferleri, karakter yitimiyle satın alınmış
görünüyor. İnsanlığın doğaya egemen olma yönünde attığı adım, aynı zamanda,
insanı başka insanlara ve kendi alçaklığına köle haline getirmiş görünmekte.
..." (Marks)
249
...
Kant'ın çeşitli gerekçelerle sisteminin tamamlayıcı halkası saydığı estetik
yargıgücü teorisi, ... transcendental ya da numenal öznenin, tarihsel,
toplumsal ve kültürel varoluşuyla bütün bütüne değilse bile, belli ölçülerde
ilişkiye girmeye en yakınlaşmış halidir.
250
...
Hume'un empirist öznellik modeli içerisinde bir türlü kurulamayan nesnel standartların,
transcendental öznenin kendiyle-özdeşliğinin ürünü olarak kurulması olanaklı
hale gelir. Nesnenin nesnelliğinin transcendental öznenin öznelliğinde
temellendiği, ... Kantçı bir anatemadır.
252
...
onlar arasındaki temel ilişki tarzı çatışmadır. Çünkü insani varoluşu ikiye
ayıran ve onun bir yanını doğanın zorunluluğuna tabi, diğer yanını koşulsuz olarak
özgür kabul eden bu görüşe göre, insanın doğal yanına ait eğilimler, istekler
ihtiyaçlar özgürlüğün önünde daimi bir engel olarak ve özgürlük de doğal
zorunluluk karşısında onu sürekli bastırmaya yönelik Sisiyphosçu bir daimi
mücadele alanı olarak görünmektedir. ... nesnelerin bana, doğanın özgürlük
önünde engel oluşturmadığı ve özgürlüğün doğayı tahakküm altına almayı
öngerektirmediği bir tarzda görünmesi imkanı yasal bir şekilde
temellendirilebilir mi?
... Kant (bu soru için), aslında beklenmedik bir manevra yapar: O zorunluluk ve özgürlük kavramlarını birbirini dışlamaksızın yükleyebileceğimiz kapsamlı bir nesnel gerçeklik tanımına ulaşmak yerine, bu kavramlar karşısında belli sınırlara sahip, ne bu kavramların nesnelliğinin kendisine indirgenebileceği ne de bizzat kendisinin bu kavramların nesnelliğine indirgenebileceği üçüncü bir nesnellik türünü tesis etmeye girişir: estetik nesnellik. (Kant'ın beklenmedik manevrası:) estetik nesnelliğin, doğa ve özgürlük kavramlarının yalıtılmışlıklarına son vermek yerine, bu iki kavramın yanında yeni bir yalıtım alanı olarak kurulmasıdır. Buna göre estetik nesnellik, iki katlı bir yalıtımın ürünüdür: İlkin, hakikat sorunu ile ahlak sorunu, olgu ve değer birbirinden yalıtılır; ve ikinci olarak da şimdi değerler alanında yeni bir yalıtıma gidilmekte ve ahlak sorunu estetik sorundan, moral değer estetik değerden yalıtılmaktadır ki, bu kuşkusuz aynı zamanda estetik sorunun hakikat sorunundan yalıtılması anlamına da gelir.
253
...
ancak bir resim, bir şiir ya da bir senfoni gibi sanat eserleri karşısında
yaşadığımız estetik deneyim içerisindedir ki, bizler, ortak insanlığımızı
duyusal bir refleksin tüm dolayımsızlığıyla hissederiz; doğal varoluşsal
donanımımız içerisinde özgür olduğumuzun farkına varırız. Bu durumda estetik ve
sanat, Kant'ta tanımlandığı şekliyle teorik ve pratik akılların üstesinden
gelemeyeceği zorlu soruna verilmiş nihai bir cevap olarak görünür ve modern
toplumun ortasından ikiye bölünmüş bireyleri için yalnızca ideolojik bir
teselli sunmakla kalmayıp aynı zamanda ütopik bir umut da sunar. ... estetik ve
sanat, hem hakikat ilgisinden hem de ahlaki ilgilerden uzaklaşıp, toplumsal
nabzın ciddiyetle aktığı bu ana damarlardan marjinlerdeki kılcal damarlara
doğru savrulur. Modern sanat, kamusal alandan çok özel alana aittir; bireysel
tercihlere ilişkin bir sorundur, tüm vaatkar kurtarıcılığına karşın, toplumsal
olarak tamamen silahsız bırakılmış bir şövalyedir; toplumsal düzeyde hem teorik
hem de pratik olarak aşırı biçimsel bir akılsallığın ağır yükünü taşımak
zorunda bırakılan bireysel öznenin akıldışı gereksinimlerini ancak dörtduvarı
içerisinde karşılamasına izin verilen bir sığınaktır.
254
(Adorno)
"Pek çok insan, estetiği, basitçe gereksiz sayar, insanlar, estetik için
kaygı duymak istemezler, çünkü böyle yapmak onların haftasonu eğlencelerini
engelleyecekti, ki işte bu, sanatın insanların gözünde en iyisinden ne olduğunu
gösterir: kapitalizmin etkisi altındaki günlük hayat için ödenen bir tazminat.
Estetik karşısında bu direniş genellikle sanat için zararlı olmakla birlikte,
sanatın kendi özüyle sıkı sıkıya bağlı olan bir şeyi, yani sanatın ileri
derecede akılsal ve bütünlenmiş bir toplumda baskılandırılmış ve egemenlik altına
alınmış doğayla ilgisini ifade eder. Ne yazık ki bu aynı toplum, sanatın
direnişini oybirliğiyle kabul edip kurumsallaştırır ve onu, düşünümün,
kendisinden kesinkes uzak tutulmak durumunda bırakıldığı akıldışılığın muhafaza
edilmesine tahsis eder. Bu, tam da, sanat per
se (kendisi için) görsel olmalıdır şeklindeki yaygın biçimde kabul edilen
nosyona -gerçekten, estetik'in sansürden geçirilmiş bir teoremidir bu- karşılık
gelir. Sanat görsel olmamalıdır. Sanatın yeri tam da kavramsal alandır. Bunu
reddederek, insanlar, sanatta görmenin (Anschauung) sorunlu olmakla birlikte
geçerli önceliğini, sanat hakkında düşünmemeye yönelik kapsamlı buyrukla
karıştırırlar, çünkü her şeye rağmen büyük sanatçılar da sanat hakkında
düşünmemişlerdi."
(Adorno)
"Şu anda anlamlı modern sanat, kendisini yalnızca hoşgören bir toplum
içerisinde bütünüyle önemsizdir. Bu durum sanatın kendisini de etkiler ve onun
kayıtsızlık belirtileri taşımasına neden olur: burada rahatsız edici şu duygu
vardır ki, bu sanat pekala farklı da olabilirdi ya da hiç
varolmayabilirdi..,.[B]ir şeyin ne kadar iyi ya da kötü olduğu konusunda
herhangi bir karar verme, sanatçıya değil, ama en ileri sanatsal gelişimlerin
bilgisine sahip, yine de düşünebilme yeterliliği bakımından onlardan üstün olan
estetiğe düşmelidir. Böyle bir estetik, beğeni kavramından vazgeçmek
zorundadır, yoksa sanatın hakikat iddiası sefil bir ölüme sürüklenecektir.
Geçmişteki estetiğin ciddi kusurlarından biri, öznel beğeni yargısından yola
çıkmış olmak ve bu sayede sanatın hakikat iddiasını elden çıkartmaktır. ... Estetik
hakikati amaçlamak zorundadır, yoksa anlamsızlığa ya da daha kötüsü bir yemek
pişirme tarifnamesi konumuna mahkûm edilecektir."
257
'Yargıgücü'
: kurallar altına koyma yetisi
258
Kant'a
göre, tıpkı Hume'daki gibi, bir şeyden 'güzel' o şeyin niteliği olduğu için
hoşlanma duymayız, tersine hoşlanma duymamızın bir vesilesi olduğu için bir
şeye güzel deriz...
'Amaçsız amaçlılık, öznel zorunluluk, yasasız yasallık, ilgiden bağımsızlık, öznel tümellik, ... bu kavramlar, beğeni yargılarını, bir darbede, moral ya da bilişsel yargılardan hem koparır hem de onların gücüyle donatır.
265
...
bir yargı, salt estetik bir yargı olabilmek için, teorik ve moral yargıların
nesnel gerçeklik standartlarından ve o standartlarla boy ölçüşecek şekilde
soyutlanır ve sistem açısından bir indirgemeyle tamamen öznel standartlara
bağlanır; buna karşılık, 'hoşluk' yargıları gibi büsbütün nesnelleştirilemez
öznel yargılardan daha yüksek bir statüye teorik ve pratik yargılarla birlikte
yanyana konumlanır. Fakat bilgi verici ve moral işlevinden ya da salt kişisel
eğilimlerle ilişkili duygu ifadesi olmaktan soyutlandığında, bir yargıda geriye
kalan nedir ki? Geriye kalan, yargının gayrışahsi (impersonal) formudur. Bu
gayrışahsi formundan dolayıdır ki, 'bu güzeldir' yargısı, teorik ve pratik
yargıların tersine salt öznel duyguda temellenmekle birlikte, sıradan bir duygu
ifadesinden çok daha fazla tümel iletilebilirlik talep eder. Beğeni yargılarını
kişisel duygu yargılarından ayırdeden karakteristiğe Kantçı oksimoronik üslup
içerisinde bir ad vermek isteseydik, buna 'gayrışahsi şahsilik' diyebilirdik.
266
Diğer
taraftan, beğeni yargısı, özne yönündeki sınırlanımlarına ve yalıtımlarına
paralel olarak nesne yönünden de yalıtılmalı ve sınırlanmalıdır. "Kant'a
göre, beğeni yargısı, bir kavrama, bir ideye bağımlı olmayan 'özgür' güzelliğe
ilişkin olduğu ölçüde 'saf' hale gelir. Kant, çiçekleri, kuşları, deniz
kabuklarını doğadaki özgür güzelliğin; çerçevelerdeki veya duvar kâğıtlarındaki
çeşitli süslemeleri ve desenleri, fanteziler diye adlandırılan sözsüz, temasız,
metinsiz müzikal parçaları insanî işler dünyasındaki özgür güzelliğin örnekleri
olarak sayar. Kant'a göre, tüm bu özgür güzellik örneklerinde ortak olan
özellik, onların 'nesnenin ne olması gerektiğine ilişkin hiçbir kavramı
öngerektirmemesi'dir. Özellikle sanat sözkonusu olduğunda, Gadamer'in
belirttiği gibi, bu, tehlikeli bir öğretidir, çünkü bu durumda sadece 'özgür
doğal güzellik' ve sanat alanında da süsleme (ornament) 'saf beğeni yargısı'na
uygun güzellik olarak görünürler. Buradan çıkartılacak sonuç, estetik Kant'ın
yaptığı gibi 'saf beğeni yargısı'nda temellendirilirse, sanatı anlamanın ve
sanata hakkını vermenin imkansız olacağıdır. Bu itibarla, Kant'ı takibeden
bütün modern ve postmodern sanatın, çevresiyle ilişkisinde salt bir süsleme
olmaktan öteye gidemediğini ve Kant'ın savunduğu gibi toplumsal iletişimi ve
konsensüsü tesis etmek ve geliştirmek şöyle dursun, Walter Benjamin'in
zikrettiği 'auratik' sanattan cansıkıntısını gidermeye yönelik salt konudışı
(irrelevant) ve önemsiz (trivial) bir oyalanma olarak alımlanmaya doğru
evrildiğini söylemek pek de yanlış olmaz.
267
Gadamer'e
göre, Kant'ın açtığı yolda estetik bir sanat eseri olarak adlandırdığımız şey,
bir soyutlama sürecine bağımlıdır:
"O, bir eserin kök saldığı her şeyin (eserin orijinal hayat bağlamı, ve esere anlamını veren dinsel ya da sekular işlev) gözardı edilmesiyle, 'salt sanat eseri' olarak görülebilir hale gelir. Estetik bilincin bu soyutlaması, kendinde positiv olan bir ödevi yerine getirir. O, salt bir sanat eserinin ne olduğunu gösterir ve eserin kendi hakkına mevcut olmasina izin verir. Bunu 'estetik ayrımlaştırma' ('aesthetic differentiation') diye adlandırıyorum."
'Estetik ayrımlaştırma'yı gerçekleştiren bilinç için, bir eserin salt sanat eseri olarak değerlendirilebilmesinin tek kriteri, onun tarihsel ve toplumsal belirlenimlerinden soyutlanmış özgür bir esinlenmenin yaratımı olmasıdır. Bu yüzden, estetik bilinç, hem zamandışılık hem de eşzamanlılık karakterine sahiptir: O, tüm sanat eserlerinin uymak zorunda oldukları eşsiz kriteri belirlediği için zamandışıdır; ve bu kriterin her yerde ve her zaman için estetik sanatsal değere ilişkin her şeyi içerdiğini iddia ettiği için eşzamanlıdır. Gadamer haklı olarak ileri sürmektedir ki, estetik ayrımlaştırmanın bu hem zamandışı hem eşzamanlı, hem transcendent hem immanent bakışı altında, eser, estetik bilince ait olduğu ölçüde kendi yerini ve ait olduğu dünyayı yitirir. Ve buna sanatçının da dünyadaki yerini yitirmesi eşlik eder. Gadamer'e göre, bunun bir örneği, estetik bilinç için 'sipariş sanatı' (commissioned art) denilen şeyin modern kültürde itibarsız hale gelmiş olmasıdır. Oysaki sanat tarihi boyunca, sipariş edilmeden, verili bir tema ya da vesile olmadan özgür esinlenmeyle yaratılan eserler kuraldan çok istisnaları teşkil etmişlerdir. Kantçı estetik bilincin kültür alanında hâkim olduğu günümüzde ise durum farklıdır. Şair, ressam ve müzisyen gibi sanatçı figürleri, özgür sanatçılar olarak siparişsiz yaratırlar ve bu onları estetik açıdan değerli kılan şeydir; buna karşılık, mimar, günümüzde, nevi şahsına münhasır gibi görünmektedir, çünkü o, siparişlerden ve vesilelerden bağımsiz değildir; bu, belki mimarın estetik açıdan itibarını kaybetmesi anlamına gelse de, aynı zamanda onun politik, toplumsal ve moral öneminin artmış olmasını da açıklar. Gadamer'e göre, özgür sanatçının alamet-i farikası yaratıcılığının tam bağımsızlığı haline geldiği için, onun karakteristik toplumsal özellikleri, hayat tarzı genel moralitenin kıstaslarıyla ölçülemeyecek bir taşralının toplumsal özellikleridir; ve ondokuzuncu yüzyılda ortaya çıkan 'bohem' idesi, bu süreci yansıtır; öyle ki göçebe çingenelerin yurdu olan Bohemia, özgür sanatçının hayat tarzı için kullanılan genel sıfat haline dönüştürülür.
270
(Kant'ın
insan hayatının bütünlüğünü biçimsel temellerde parçalara ayırması ve her bir
alanda insanı o alanın biçimsel normlarının çerçevesi içerisine hapsetmesi) Bu
alanlar ayrımının yarattığı güçlükler, Kant'ı, burada görmüş olduğumuz gibi,
mümkün bir bağıntı için, akılsal haklıçıkarımı yapılmaksızın kuralsız ve
belirlenimsiz duygu temelinde araya sokuluveren sezgisel argümanlar kullanmaya
mecbur bırakır. Daha önce belirttiğimiz gibi, bu tür argümanların kullanılması,
iki alan arasındaki bağıntıyı hem var hem de yok saymanın uygun bir yoludur.
272
(Eagleton)
Güzel'in kurgusal ve sınırlı doğası içerisinde, kendi kişisel bakışaçımızın
eşine pek rastlanmayacak şekilde evrenselleştirilebilir bir deneyimine sahip
olmak, her şeye rağmen bunun yalnızca bize ait ve bu yüzden de aşılabilir olan
bir bakışaçısı olduğunu derinden derine hissetmektir. Güzellik aracılığıyla,
yetilerimizin keyif verici bir uyumunu, zihnin dünyaya hoşlanma uyandıran bir
uyarlanışını ve ortakölçülemez alanlar arasında parçalanmış kimliğimizin
neşeyle diriltici, kendiliğinden, belli belirsiz bir yeniden bütünlenişini
hisseder ve deneyimleriz; "fakat ele avuca sığmayan yüce'nin karşısında,
küçücük hayalgüçlerimizin sınırlarını hatırlamak zorunda kalır ve sonsuz
bütünlük olarak dünyayı bizlerin bilemeyeceği uyarısıyla karşılaşırız. Yüce'de
'real' olanın kendisi -şeylerin öncesiz-sonrasız kavranamaz bütünlüğü-, adeta
her salt ideolojinin, her kendini beğenmiş özne merkezliliğin uyarıcı sınırı
olarak derin bir iz bırakır gibidir; 'real' olan, bu izi, eksiklikten ve
doyurulmamış arzudan kaynaklanan acıyı hissetmemize neden olmak suretiyle bırakır.
273
(Eagleton)
"Yüce, bir yönüyle..., özneyi merkezden koparıp, sonluluğunun korkunç
farkındalığına, evrendeki küçücük konumuna sürükleyen bu terbiye edici,
aşağılayıcı güçtür kesinkes.... Yüce'nin öznesi, buna göre, merkezden
koparılmış, yitime ve acıya batmıştır ve bir kimlik bunalımına, bir kimlik
erimesine uğrar; ama yine de bu istenmeyen şiddet olmaksızın, hiçbir zaman
kendiliğimizden harekete geçmez,
hiçbir zaman girişim ve başarı teşviği bulamazdık. Bunun yerine, arzunun tutsak
düşüp askıya alındığı, imgesel-olanın yumuşak kadınsı hücresine geri düşerdik.
Kant, yüce'yi, korkaklık ve kadınsılığa yol açan bir barışa karşı faydalı
panzehirler olan erkeksi ve askeri olanla birleştirir. İdeoloji, özneyi, onun
arzusunu hadım edecek kadar bütünüyle merkeze koymamalıdır; bunun yerine, bizi
hem tatlı sözlerle ikna etmeli hem de zor kullanarak adam etmeli, bize hem
yurtsuz olduğumuzu hem de yurdumuzda olduğumuzu hissettirmeli, bizi dünyaya
kapatmalı, ama yine de hakikî istirahatgahımızın sonsuzlukta olduğunu bize
hatırlatmalıdır. Güzel ve yüce dialektiğinin rolü, bu ikili ideolojik etkiyi
meydana getirmektedir."
275
(Kant'ın
doğa güzelliğini sanat güzelliğine üstün görmesi) ... 'doğa güzellikleri'nin
... kavramsal dolambaçlara sapmaksızın ruhu yükselten saf estetik hoşlanma
uyandırarak saf estetik yargının paradigmatik durumlarını vermede 'en yararlı'
güzellik tipini oluşturmasıdır. Demek ki gelip geçici ve bozulmaya açık insani
ve moral içeriğinden soyutlandığı ölçüde, güzel yargısı, arzulandığı gibi saf
hale gelir ve bu da, sanattan çok doğada mümkündür.
277
...
'yasasız yasallık' hiçbir kuralın mevcut olmadığı yerde bir kurala uyma fikrine
sebepsiz ve saçma bir şekilde kapı açar. ... Kant'ın beğeniyi insan doğasının
duyu-üstü dayanağından temellendiren transcendentalist ve naturalist estetik
argumanları, beğeni probleminin özünde yatan toplumsal, politik ve moral karakteristikleri
etkili bir şekilde bastırmanın aygıtları olarak işgörürler.
278
(Estetik
Yargıgücünün Eleştirisi'ne Ek) Burada Kant, hayalgücünün özgürlüğü ile
anlamyetisinin yasasına uygunluğu arasındaki gerilimi, 'topluluğun (community)
daha kültürlü kısmı ile daha kaba kısmı arasındaki' gerilimle özdeşleştirir.
Bunlardan ilki, 'yoğunluk', 'incelik', 'yasal zorlayıcılık' gibi niteliklerle;
ikincisi, 'doğal basitlik ve orjinalite', 'özgür doğa' gibi kurucu ögelerle
temsil edilir.
280
(Kant)
"beğeni yargılarının türetilebileceği, test edilebileceği ve
kanıtlanabileceği belirlenimli nesnel bir beğeni ilkesi vermek mutlak bir
imkansızlıktır."
Şimdi, bu açıklamaya göre, Kant için, beğeninin tümel bir standardı kuşkusuz vardır, fakat o, ancak fenomenlerin, doğanın, dolayısıyla insan doğasının ve Özne'nin anlamyetisi tarafından erişilemeyecek soyut 'duyu-üstü dayanağı'nda bulunabilir. ... (bu açıklama, beğeni standardının) metafizik bir inanç hükmü olarak vaz'edilebileceğini söylemekle eş değerdir.
281
Kant'ın
kastettiği, 'ilgiden - çıkardan bağımsız' estetik tutum içerisinde sadece
entelektual ilgilerden arınmış olmamız gerektiği değil, fakat aynı zamanda
maddi arzularımızı ve çıkarlarımızı da askıya almamız gerektiğidir.
Fakat acaba herhangi bir verili mevcut toplum içerisinde böyle 'ilgiden- çıkardan bağımsız' olmaya kimin veya kimlerin gücü yetebilir?
(Shusterman) "Apaçıktır ki, yalnızca refaha, boş zamana ve bunu yapma yeterliğine sahip olanlar, özsel istekleri ve ihtiyaçları en tamuygun şekilde doyurulmuş olanlar, ihtiyaçlardan kopmaya, formu maddenin üstünde düşünmeye yönelik doğa-dışı estetik tutumu kültürel olarak edinmiş olanlar, kısaca sosyo-ekonomik ve kültürel olarak ayrıcalıklı olanlar."
287
Kantçı
düşüncenin sınırları içerisinde, 'ahlaki iyi'nin gerektirdiği tümel
bakışaçısına yerleşen birinin 'güzel'i değerlendirmesi beklenemeyeceği gibi,
'güzel' üzerine yargı vermeye yetkili birinin de zorunlu olarak ahlaklı olması
beklenemez. Bunlar, Kant'ın pratik akıl ile yargıgücünü birbirinden bağımsızlaştırmasının
... sonuçlarıdır.
(Yaşamı Yanlış Yaşamak, Mantık Hataları: 289-291)
(Dipnot 440) Sensus communis, yani öznel yargıyı iletilebilir ve ortak olarak paylaşılabilir kılan koşul, bir sensus privatus'a, şahsî bir duyuya, 'beğeni' diye çevirdiğimiz 'gusto'ya veya 'taste'e yahut da 'Geschmack'a. dayanır. Bu terimler, sonradan geliştirilen 'beğeni' anlamından önce, aslen 'tad alma'yı, 'damak tadı'nı imlerler. Arendt'in dikkat çektiği gibi, beş duyumuzdan üçü, görme, işitme ve dokunma, dış dünyanın nesneleriyle doğrudan ve adeta nesnel olarak ilişkilidirler ve dolayısıyla onlar aracılığıyla nesneler kolaylıkla iletilebilir, başkalarıyla paylaşılabilirdirler. Fakat diğer iki duyu, koklama ve tad alma, tamamen şahsi ve iletilemez iç duyulardır; tattığım ve kokladığım şeyi bir başkasına sözcükler aracılığıyla tamuygun olarak ifade edemem. Dahası ilk üç duyu, Kant'ın hayalgücü diye adlandırdığı, mevcut olmayan bir şeyi mevcut kılma, yeniden-sunum (re-presentation) yeterliğinde oldukları halde, tad alma ve koklama bu yetiye (hayalgücüne) sahip değildir.
303
Avant-Gardism'den
Postmodernism'e
304
...
geleneksel kurumlaşmış sanatın yüksek zirvelerine tırmanabilme imkanından
mahrum bırakılmış kitleleri kendilerini yurtlarında hissedecekleri yeni
eserlerle tanıştırmak... (305) bugün değilse bile yarın sanat ile hayatın zorla
koparılmış bağının yeniden kurulabileceği yönündeki devrimci düşünceye tutkuyla
sarılmak...
... sanatsal avant-garde'ı ... Fransız Devrimi'nden beri toplumsal hayatın bütününe nüfuz eden 'büyük avant-garde girişim'in yalnızca tek bir kolu olarak değerlendirmek daha doğru olur. Nitekim ilk mecazi kullanımında 'avant-garde'ın hem sanatsal hem de politik radikal hareketleri imleyecek şekilde dolaşıma sokulmuş olmasını yadırgamamalıyız.
309
(Avant-gardismin
temel metinleri) Bu metinlerin gerisinde bir heyula gibi duran 'self' kavrayışı,
estetiğin kısa tarihi boyunca adım adım kuruluşuna ve gerçekleşimine dikkat
çekmeye çalıştığımız, modern bireyin özgür, özerk, eşitlikçi, bireyci,
sentimentalist, atomize, girişimci, tercihçi, beğeni sahibi ve dahil gibi
kimlik karakteristiklerinden örülüydü. ... Manifestolar yazıldı, denemeler
kaleme alındı, sergiler ve gösteriler düzenlendi, insanlar bu yeni sanatla
bütünleşmeye davet edildi, fakat sonuç, tüm beklentilerin tersine, sanat hayatı
yeniden birleştirmek şöyle dursun, avangart hareketin Frankfurt Okulu
yazarlarınca 'kültür endüstrisi' diye adlandırılan şeyle işbirliğine ve giderek
bir değer kaybına, bir değer krizine vardı. ... avangart sanatın kaderi, daha
başlangıçtan, kadîm dünyada sanatı (tekne) var eden komuniter 'self'in
kayıtsızca reddinden ve modern dünyanın liberal 'self'inin sanatın tek muktedir
yaratım ve onay merci'i olarak düşüncesizce önkabulünden itibaren, bakmasını
bilen göz için yeterince bariz bir şekilde önceden görülebilir bir kaderdi.
314
solipsizm.
tekbencilik
316
Artık
ne sanatçının toplumsal bir işlevi ne de toplumun sanatçıya atfettiği özgül bir
kimlik vardır. Sanatçı toplumun yaşadığı tarzda güçlü bir bireyci olarak yaşar
ve toplum da kendi işlerini gitgide estetik ve sanatsalmış gibi algılamaya,
biçimlendirmeye, 'ne olsa gider!'in (anything goes!) uçucu hafifliği içerisinde
yaşamaya hazır hale gelir.
319
(Marks)
Burjuva toplumunda toplumsal ilişkilerin başarılı bir çözümü estetik-olanın
alanına aktarılmıştır, fakat tam da estetik-olanın tamuygun bir şekilde
görünüşe çıktığı sanat, ne yazık ki orta sınıfın pek de emek harcamadığı,
ilgilenmeye hemen hiç vakit ayıramadığı bir etkinliktir; çünkü orta sınıf için,
bilinçsizce olsa da, önemli ve değerli olan şey, sanattan ziyade estetiktir,
yani şu ya da bu tikel sunumdan ziyade, tikel olanla tümel olanı, tahripkâr
bireycilikle toplumsal ve politik istikrarı uygun bir şekilde uzlaştırmayı
vaadeden o kapsamlı ideolojik söylemdir.
321
(Avangardizm
bir teleolojiden yoksun bir şekilde başı boş bir biçimde, dur durak bilmeksizin
yeni olanı yaratıp durur.)
322
Avant-garde
sanatçı, asla kavramsallaştırılamayacak, dolayısıyla insan aklı için daima bir
sır olarak kalacak 'Öznelliğin duyu-üstü dayanağı'nı 'estetik ideler'e
dönüştürüp bunlar aracılığıyla sunmaya çalışan Kantçı dehayı örnek alır. ...
sanat, her yerde ve her zaman ifade edilebilir olanı (hakikati) bilmenin bir
tarzı olmaktan çıkıp, ifade-edilemez-olanı ifade etmeye çabalayan temel
etkinlik tarzı haline gelir.
324
Kant,
'deha' kavramlaştırmasıyla modern sanatın avangardist kuruluşuna teorik bir
meşruiyet kazandırmış, fakat aynı zamanda böyle bir kuruluşun getireceği
tehlikeleri (sanatın ölümü, hatta ... sanatın intiharı da dahil tüm
tehlikeleri) önceden farkederek dehanın aşırılıklarını dizginlemeye de mecbur
kalmıştı. ... ironi, Fichte'nin 'ego'su...
... avant-garde sanatın ideolojisinin felsefi çekirdeği ... seçkincilik, tarihsicilik, öznel-ifadecilik...
327
(Hegel)
"... [B]u ironik sanatsal hayat ustalığı, kendisini tanrısal bir yaratıcı
deha olarak kavrar; böyle bir deha için herhangi bir şey ve her şey yalnızca
tözsel olmayan bir yaratıktır, öyle ki kendisinin her şeyden bağımsız ve özgür
olduğunu bilen yaratıcı, kendi yarattığına bağımlı değildir; çünkü o, bunu
yarattığı kadar yok da edebilir. Bu durumda bu tanrısal dehanın bakışaçısına
yükselmiş olan kimse, bütün diğer insanları kendi yüksek mertebesinden aşağıda
görür, çünkü o, diğer insanları, yasayı, ahlakı vb. kendileri için hala sabit,
özsel ve zorlayıcı saymalarından ötürü, budala ve sınırlı ilan eder."
Bu
şekilde mutlak olarak ego'da temellendiği ve tüm içeriğini ego'da bulduğu
(öznel-ifadecilik) ve bireysel ego'dan başka her şeyi ve herkesi değersizleştirdiği
(seçkincilik) ölçüde, ironi, avant-garde için sözkonusu olduğu gibi, zamanının
ve tarihinin ilerisine geçmiş demektir (tarihsicilik). Bu anlamda bütün tarih,
bu ironik sanatsal bakışaçısına ulaşma mücadelelerinin tarihidir; yine bu
anlamda tarihe yön veren yasalar, ego'nun dış dünyayı olumsuzlayıcı tavrında
onu motive eden içsel güçler olarak içerilmiştir.
328
...
modern sanatın 'dehanın tanrısal ironisi' gibi aşırı-bireyci
(ultraindividualist) yönelimlerini önceden farkedip, bunları sanatta 'beğeni'nin
komunal karakterinin belirleyici önceliğine koyduğu vurguyla dizginlemeyi
amaçlayan Kant'ın görüşüne, sanat eserinin bir idealite düzleminde
düşünüldüğünde bile özünde kendisi için değil bizim için, yani onu görüp
anlayabilen bir kamu için varolduğunu ileri sürerek Hegel de katılır.
Bu aşırı bireycilik içerisinde, geleneksel olarak sanat kavramının özüne ait olduğu düşünülen kamusallık kriterinden kopmakla geleneği krize uğratan avant-gardism bizzat kendisini de aynı kriz içerisinde buldu. Çünkü avant-gardist ürünler, bizzat sanat olma iddiası taşıdıkları halde, o güne kadar sanat olarak kabuledilegelen şeyden kesin bir kopuşu temsil ediyorlardı. Nasıl ki Descartes ortak olarak paylaşılan bir ethos'tan değil, fakat kendi öznelliğinden bir bilgi ilkesi çıkarsayarak geleneksel felsefeyi bir krize uğrattı, ama çok geçmeden bu ilkenin modern felsefenin krizine de götürdüğü anlaşıldı ise; aynı şekilde avant-gardist de zaten içerisinde aşırı bireyciliğin hakim hale geldiği burjuva toplumsal ethos'undan -ortak olarak paylaşılabilir akılsal standardların yokluğu verildiğinde buna ne kadar ethos diyebilirsek- tuhaf bir ilham alan -hem onu reddeden hem de içselleştirilmiş bir tarzda öngerektiren- bireyci ve öznel bir sanat ilkesi çıkarsadı ve geleneksel sanatı bir krize sürükledi, ama yine de bunun avant-garde sanatın bir krizine dönüştüğü, Cartesian felsefenin modern düşüncenin bir krizine dönüşmesinden çok daha kısa bir zamanda ortaya çıktı.
329
Avant-garde
sanatın içerisine düştüğü kriz, bizzat bu sanatın iradî olarak kamusallıktan
kopma isteğiyle derinden bağıntılıdır ve Hegel'in 'ironi' sanatı hakkında
söylediği şu sözler, kelimesi kelimesine avant-garde sanata teşmil edilebilir:
"... Tasarımlamanın anateması olarak ironi alınırsa eğer, o zaman bütün ilkeler arasında en sanatsal olmayan bir ilke sanat eserinin ilkesi olarak ele alınmış olur. Çünkü sonuç, kısmen basmakalıp figürler, kısmen değersiz ve ilgisiz figürler üretmektir, zira onların varlıklarının tözünün bir geçersizlik olduğu bizzat kendilerinde ortaya çıkar; kısmen de... [öznel] yüreğin bu özlemleri ve çözülmemiş çelişkilerinin bu figürlere bağlanmış görünmesidir. Bu tür tasarımlamalar halis bir ilgi uyandırmazlar. Bu sebepten dolayı, her şeye rağmen, ironi tarafından, kamunun derin duyarlılık, sanatsal içgörü ve deha bakımından yetersizliği hakkında daimî şikayetler öne sürülmektedir, çünkü kamu ironinin bu yüceliğini anlamaz; yani kamu, bu sıradanlıktan ve kısmen cansız ve kısmen özelliksiz olan bu şeyden zevk almaz. Bu değersiz, özlemle yanıp tutuşan doğaların hoşa gitmemesi de iyi bir şeydir; bu samimîyetsizliğin ve ikiyüzlülüğün halkın hoşuna gitmemesi ve bunun tersine halkın, kendi önemli aslî değerlerine sadık kalan karakterler gibi tam ve halis ilgiler istemesi bir tesellidir."
330
Avant-garde
ressamlar için en önemli olan şey, bir bilgi ve hakikat sorunu değil, fakat
dört boyutlu uzam düşüncesinin ve Euklidesçi olmayan geometrilerin bin yıllık
geleneksel hakikatleri yerinden etmesinden duyulan coşkuydu.
335
...
modern sanatın büyük iddiaları... yeni bir toplum, gelenekten kopuş,
tarihsicilik, devrimcilik, yaratıcılık, orjinalite, vbg.
337
solipsizm (ya da
tekbencilik), "Ben" felsefesi olarak bilinen, varlığı ben'in
tasarımları olarak dile getiren felsefi görüş. Kuramsal bencilllik olarak da
belirtilir, buna göre bilinç içerikleriyle birlikte öznel ben varlık olarak
kabul edilen tek gerçekliktir. Yöntemsel bakımdan başlangıç noktası olarak
ben'i alması durumunda yöntemsel tekbencilik olarak belirir. Bu yönüyle
Descartes felsefesi bir yöntemsel tekbenciliktir. Etik anlamda ise Stirner'in
örnek olarak alındığı kendi ben'inin yaşamın ve gerçekliğin merkezi yapan
düşünce biçimi (ahlaksal bencillik). (viki)
338
...
sanatın avangart sonrası postmodernist gelişimi, sanat olarak kabul edilen
şeyin sınırlarını belirsizleştirmekle, hakikat sorununu da 'ne olsa gider'in
unutturucu atmosferine teslim etmektedir.
...
Bürger'in 'tarihsel avant-garde' diye adlandırmak zorunda kaldığı yüzyıl başı
avant-gardismi bile, 'kubist', 'konstruktivist', 'suprematist', 'futurist',
'sürrealist' ya da hangi formda olursa olsun, tüm bireyciliğine, tüm
öznelciliğine, tüm gelenek tahripkarlığına karşın, hakikat sorununa bütünüyle
kayıtsız kalamamıştı. Erken dönem avant-garde sanat eserlerinin gerisinde,
gerek manifestolar gerek denemeler gerek yönergeler gerekse teorik incelemeler
formunda olsun, o eserlerin kendilerinde ifade edilemeyen şeyi ifade etmeye
çalışan büyük bir metinler külliyatı oluşmuştu.
339
Kant'ın
ve özellikle Hegel'in kendi kültürlerine derinliğine nüfuz eden olağanüstü
felsefi bir kavrayışla önceden haber verdikleri ve Adorno'nun da kavramsal bir
şekilde tesbit ettiği gibi modern sanat düşünüm (reflection) sanatıdır.
(Bourdieu, Düşünümsel. ... düşünümsellik, bireyliğin kutsal anlamını, kendilerini daima her türlü toplumsal belirlenimden azade sayan entelektüellerin kendileri hakkındaki karizmatik temsillerini sorgular. Bourdieu'ya göre düşünümsellik, bireysel olandaki toplumsalı, mahremin altında gizlenen gayri şahsîyi, özelin en derinine gömülmüş evrenseli keşfettirerek bizi böylesi yanılsamalardan kurtaran şeydir.)
345
"Bağımsız
bir felsefi disiplin olarak estetik, burjuva toplumunun bir ürünüdür."
(F.Feher, A.Heller)
347
...
estetik bakış açısı, modern kültürün trajedisine daha da önemli bir katkıda
bulundu: Uzmanlaşmış teknik bir dil olarak kendi söyleminin muhatabını günlük
hayattan uzak yabancılaşmış ve soyutlanmış bir sanat pratiğinin gelişmesinde
bulduğuna inandı ve başka herkesi inandırmaya çalıştı ve gerçekten inandırdı
da. Sanatın kadim zamanlara özgü toplumsal hayat içerisindeki kendinden
apaçıklığı ve toplumsal işlevi ortadan kayboldu; artık sanatın açıklığının ve
toplumsal işlevinin bizzat estetik söylemin uzman dili tarafından 'akılsal' bir
şekilde ortaya konup temellendirilmesi gerekiyordu.
348
...
sergi, yer verdiği ürünlerin kuralsızlığına, yasasızlığına, amaçsızlığına, ya
da bir tür kendinden-amaçlılığına, kendinden-yasallığına gönderimde bulunarak
ifrat ile tefrit arasında bir belirsiz-anlamlılığı teşvik ediyordu.
350
(Castoriadis) "Çağdaş kültür, bir
ilk yaklaşım olarak, bir hiçtir."
.
.
.
.