.
.
.
Dinazorların Sessiz Gecesi
(1974)
Hoimar Von
Ditfurth
(Çev. Veysel
Atayman), Alan Yayıncılık, 1994 İstanbul
1. Kitap
12
Assam’da
(Hint eyaleti) larva bırakma aşamasında, düşmanlarından kurtulmak için, …
kendisini koruyan bir tırtıl yaşamaktadır. Kelebek araştırmacılarının Attacus Edwardsii adını verdikleri, üstü
parlak, altı mat imparator ipeğini üreten tırtıldır bu.
Öteki
birçok kelebek tırtılı gibi, bu tırtıl da, nemfa dönemi geldiğinde, kozanın
içinde kelebekleşmeyi bekler. Bu ipekböceği ayrıca gizleyici örtü olarak bir de
yaprak kullanır.
13
Tırtılın
bu örtünme işini gerçekleştiriş tarzı, önceden belirlenmiş, belli bir hedefe
yönelik amacın büyük ölçüde varlığına işaret eder gibidir. Çünkü yeşil, yaş bir
yaprak, bir tırtılın onu bükerek koruyucu bir kabuk gibi örtünmesine olanak
vermeyecek kadar esnek ve dengesizdir. Attacus tırtılı … kalkıp yaprağın sapını ısırır (ama daha önce yaprak düşmesin diye
onu ipeğiyle dala bir güzel
bağlar!). Bu girişimin kaçınılmaz sonucunda yaprak kurumaya başlar. Başka bir
deyişle kuruyarak büzülür. Ama kuruyan bir yaprak aynı zamanda yuvarlaklaşır
da. Birkaç saat sonra ipek böceği, içine girebileceği ideal bir yaprak boru
elde etmiştir bile. … Buraya kadar bile oldukça şaşırtıcı, hayranlık
uyandırıcı bir öyküdür bu; üstelik işin daha başında sayılırız.
Solmuş
bir yaprak, “ambalaj” olarak gerçi tırtıla güvenilir bir korunak sunar, ama
kuru yaprak öteki bütün yeşil yapraklar arasında hemen göze batmaktan da
kurtulamayacaktır. … er ya da geç, kuşlardan biri böyle kuru bir yaprağı da
inceleyecek ve içindeki lezzetli
tırtılla karşılaşacaktır.
14
…
imparator ipeğinin böceği, bu sorunu oldukça zekice, ama etkili bir
biçimde çözmüştür. … Tırtıl, içine gireceği yapraktan başka, beş altı
yaprağın daha sapını ısırarak bunları içinde yatacağı o yaprağın yanına
yapıştırır. Böylelikle, dalda sarılmış, kuru altı-yedi yaprak yan yana sallanıp
dururlar. … Kuşun larvayı ilk yoklamada bulma şansı 1/6’dır. Bu orandaki bir
riziko güvencesi, kozasının içinde bilinçsiz ve hareketsiz uyuyan kelebek
larvasına, hayatta kalma mücadelesinde oldukça büyük bir avantaj sağlar.
15
Bütün
bunların ancak oldukça akıllı bir insanın hayatta kalabilmek için
başvurabileceği yollar olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Oysa gerek merkezi
sinir sisteminin ilkelliğini gerekse öteki davranışlarını göz önüne
bulundurduğumuzda Attacus tırtılının
ne belli bir amacı tasarlayabilmesi ne de bu doğrultuda akıl yürütebilmesi söz
konusu olabilir.
17
…
pratikte organik bir beyinden yoksun olan tırtılın akıllılığından söz etmek
anlamsızdır. … Gene de … Belli bir amaca ve hedefe yöneliklik, gelecekteki
olayları tahmin etme, kendi dışındaki canlı türlerinin olası davranışlarını ve
tepkilerini hesaba katma, akıllılığın belirtileri değillerse nedirler?
18
Bu
söylenenlerden … olağanüstü heyecan verici bir sonuç çıkmaktadır: Akıl (zekâ),
bu dünyaya biz insanlarla birlikte gelmemiştir. Bu sonuç, öyle sanıyorum ki
modern bilimlerden çıkarabileceğimiz en önemli ilkelerden birini dile
getirmektedir. Belli bir amaca ve hedefe ulaşmaya
çalışmak, ortam ile uyum sağlamak, öğrenmek, öğrendiğini sınamak, deneyimleri
bellekte toplamak, hayal gücünü kullanmak ve yaratıcı buluşlar yapmak; bütün bu
beceriler ve yetenekler, … bireysel beyinler ortaya çıkmadan önce vardırlar.
… Akıl, hayal gücü, tasarlama, amaca yönelme becerisi, evrenin başlangıcından
evren ile birlikte var oldukları için, doğa yalnızca hayatı değil, beyni ve
bilinci yaratabilmiştir.
19
…
doğa bilimlerinin ortaya çıkardığı bu gerçeğe bakarak canlı doğanın her
alanında karşımıza çıkan düzenin ardında, onu dıştan düzenlemiş ya da
düzenleyen, doğaüstü bir ruhun ve aklın var olduğu biçiminde aceleci sonuçlar
çıkarmaktan kaçınmak gerekir.
20
Özellikle
hayal gücü, yaratıcı buluş ya da gelecekteki olanak ve
olasılıkların önceden kestirilmesi gibi etkinliklerin, bizim, yani
insanın beyninin varlığını şart koştuğunu sanmamız bir yanılgı belirtisidir.
Hint ipeklisinin tırtılı bize, evrende (Dünyada) bu türden işlemlerin en eski
beyinlerden daha eski olduğunu kanıtlamaktadır.
38
Çevremizde
bulduğumuz Dünyanın ve evrenin bütün zenginlikleri, çeşitlilikleri ve gizli
nedenleriyle özellikle de biz insanların beyinlerinin kapasitesine sığmasını
beklememizin ardında, ne büyük bir saflık yatıyor Bizden başka hiçbir canlıda
bu serüvenci düşünceye rastlama olanağı yoktur. Dışımızdaki bütün öteki yaşama
biçimlerinde, böyle bir beklentinin olanaksız olduğunu çok iyi bilmekteyiz.
39
Neandertal
beyninin, onun göz algısının çok arkalarında kalan gerçekliğin parçalarını
kavrayacak kadar gelişmemiş olduğunu kesinlikle iddia edebiliriz. Dünyanın
büyük bölümlerinin bu ön insanın yaşantı alanı dışında kaldığını ya da ona göre
yok sayılabileceğini ileri sürmek pek güç olmasa gerekir.
40
Ama
söz konusu olan kendimizsek, aynı şeyleri düşünmekte nedense güçlük çekeriz. O
zaman, bugüne kadar uzanagelen milyarlarca
yıllık gelişme sanki yalnızca bizi şu anda bulunduğumuz gelişmişlik
basamağına tırmandırabilme amacına hizmet etmiştir, diye düşünmekten kendimizi
alamayız…
Gerçekte ise durumumuz, Neandertal insanınkiyle
karşılaştırıldığında öyle dişe dokunur bir değişme göstermemiştir. … son 100
bin yılın bu ilerlemeleri, evrenin o korkunç boyutları ve içinde gözlemlenmesi
gereken olay ve nesnelerin akıllar durdurucu karmaşıklığı ve bolluğu karşısında
devede kulaktır.
92
…
bundan yaklaşık 5-6 milyar yıl önce uzay tozu kütlelerinden, bugün üzerinde
yaşadığımız gezegen doğdu. Varoluşunun ilk aşamasında bugünkünden birkaç kat
büyük, gevşek dokulu bir toptu. Gittikçe artan ağırlığı yavaş yavaş büzülüp
topaklaşmasına ve kütlesinin yoğunlaşmasına yol açmakla kalmadı, artan basınç,
başlangıçta karmakarışık kütle yığınlarının içerdikleri radyoaktif elementlerin
… etkisiyle, büyük bir ısınmaya yol açtı.
[Yaklaşık
4,5 milyar yıl önce dünyanın bugünkü görünümüne kavuştuğu düşünülüyor.]
155
…yerden
15 km yükseklikte 1000 metreküp havada ortalama 100 değişik mikroorganizma
saptanmıştır. 25 km’de bu yoğunluk 15’e düşmektedir.
158
…
yeryüzündeki deneylere göre daha yıllar önce kimi organizmalar mutlak sıfır
noktası sayılan eksi 273 C’de bile hiçbir zarar görmeden yaşamsal işlevlerini
sürdürebilmekteydiler.
163
Tüm
belirtiler, tüm bulgular, tüm kanıtlar, hayatın doğuşunda öyle birdenbire
ortaya çıkma gibi bir durumun kesinlikle söz konusu olmadığını apaçık
göstermektedir.
165
…
en uzak geçmişte bugün yeryüzünde rastladığımız elementlerin hemen hepsi vardı.
Ne var ki bunlar birbirlerinden yalıtılmış değil de çeşitli kimyasal bileşimler
halindeydiler. [gaz halinde yer alanlar: amonyak, metan, karbondioksit ve su].
166
Bu
bağlamda her şeyin hidrojenle başladığını bir kez daha anımsatmakta fayda var.
172
Sorun
metan, amonyak, su ve karbondioksit gibi dört temel bileşimden, proteinlerin,
nükleik asitlerin ve hayatın bütün öteki karmaşık yapı taşlarının, bunları
üretecek canlı öncülleri ortalarda yokken, nasıl türemiş olduklarını açıklayamamaktan
kaynaklanıyordu.
173
(Chicagolu
bir kimya öğrencisi Stanley Miller)
1953
yılında metan ve amonyağı bir araya getirdi, suyla karıştırdı. yeryüzünde
birkaç milyar yıl önce egemen olan özgün koşulların aynısını kopya etmeyi
aklına koymuştu, güneşin morötesi ışığı ve elektrik deşarjları, yani
yıldırımlar, Miller ikincisini, yıldırımları seçti, yüksek gerilim uyguladı, 24
saat içinde bir dizi organizma bileşiminin yanı sıra çok önemli 3 amino asidin
de meydana gelmesine yol açmıştı: Glisin, alanin ve asparajindi. …
aminoasitler, biyolojinin vazgeçilmez temel öğeleri olan proteinlerin oluşumunu
sağlayan moleküllerdir. Bütün bilinen proteinleri kuran aminoasit sayısı
20’dir. İşte Miller bu 20 aminoasitten üçünü elde etmişti.
194
Canlı
ile cansız arasında, yaşayan ile yaşamayan, diri ile ölü doğa arasındaki çizgi
gerçekten nereden geçmektedir?
197
… virüsler ilk
bakışta kolay ve sorunsuz görünen bir ayrımı yapmaya ve doğanın canlı bölümü
ile cansız bölümü arasına kesin bir çizgi çekmeye kalkıştığımızda, bu alanda
geçerli bir tanım getirebilmenin ne kadar güç olduğunu göstermek bakımından da
çok ilginç örneklerdir. Ayrıca biyolojik, yani canlı dünyaya özgü “üreme” ya da
“çoğalma” kavramının canlılığın yeterli ve güvenilir bir belirtisi olabileceği
düşüncesinin ne ölçüde yanıltıcı olduğunu da gene virüslerin varlığıyla
kanıtlanmaktadır. Bu ve benzeri gerekçelerden ötürü son yıllarda biyoloji
uzmanları canlı niteliğini belirleyebilme konusunda tanımlarını dayatabilecekleri
yeni ölçütler aramaya başlamışlardır. … “enerjiyi düzenli bir biçimde
dönüştürebilme” yeteneği…, “düzenli enerji dönüştürme mekanizmasına ilişkin
bilgiyi başka bir özdeş sisteme aktarabilme yeteneği”…
198
…
biyoloji uzmanları canlı niteliğini belirleyebilme konusunda tanımlarını
dayatabilecekleri yeni ölçütler aramaya başlamışlardır. Bu bağlamda
kullanılmaya başlanan yeni ölçütlerden biri enerjiyi düzenli bir biçimde
dönüştürebilme yeteneğidir. Bir başkası ise, ‘düzenli enerji dönüştürme mekanizmasına
ilişkin bilgiyi başka bir özdeş sisteme aktarabilme’ yeteneğidir. [canlı-cansız
ayrımını tanımlayabilme güçlüğünün nedeni aslında çok basittir:] Canlı
olmayanla canlı olanı birbirinden ayırt etmeye kalkışmak, aslında doğaya onun
kendisinde bulunmayan bir duruma ilişkin dıştan bir müdahale ve bu müdahaleye
bağlı bir kavram getirme anlamına gelmektedir. Gerçekten de böyle bir girişim
doğaya, kendisinin tanımadığı sınırları yerleştirmekle eşanlamlıdır.
199
(Maddenin
cansız durumdan canlı duruma geçtiğini varsaydığımız bölge…) … canlı olanın
yeryüzünde ortaya çıkmasıyla birlikte, sanıldığı gibi yepyeni, temelden farklı
ve beklenmedik bir şeyin birden kendini gösterdiği (bir durum yaşanmamıştır).
(Hayat daha çok adım adım, basamak basamak ve gelişme zincirleri halkasında
herhangi bir boşluk bırakmadan ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla hangi uğrakta,
hangi noktada ve hangi durumda ortaya çıktığını söylemek olanaksızdır.)
Bugüne
kadar bulunabilmiş en eski fosiller, çekirdeksiz algler türünden mineraller
içindeki fosilleşmiş cisimlerdir ve bunların üç milyar yıldan daha uzun bir
geçmişleri vardır. Ne kadar ilkel olurlarsa olsunlar, bunlar bile oldukça
karmaşık … organize edilmiş yaşam biçimlerini temsil etmektedirler.
209
Bundan yaklaşık
3,5 milyar yıl önce yeryüzünde canlıların görünmeye başladığı aşamada…
221
Mikroskoplarla
organların hücrelerine ulaşan bilim adamları, sinir hücrelerinin yarım metreyi
bulan uzantılarını da ortaya çıkarmakta gecikmediler. Bu kollar vücudun her
noktasına ulaşırlarken, içlerinden elektrik sinyalleri geçiyor, bu sinyaller
hücre yapıları öteki hücrelerden tamamen farklı beyin merkezi hücrelerinden
yollanıyorlardı.
Bu yeni boyutların
ortaya çıkartılması, bilim adamlarının hayat olayına tamamen değişik bir gözle
bakmaya başlamalarına yol açtı. Daha önce çıplak gözle gördükleri insan, hayvan
ve bitkilerin hayatı, aslında çıplak gözle görünmeyen milyonlarca, milyarlarca
hücrenin ortak faaliyetinden başka bir şey değildi.
229
Bitkiler,
hayvanlar ve insanlar yeni edinilmiş bilgilerin ışığında, ancak aracı
aygıtlarla görülebilen sonsuz sayıda minik organizmaların (hücrelerin) bir
araya gelmesiyle oluşmuş yapılar olarak benimsendiler. [Bu hücreler], bir araya
gelerek oluşturdukları organik yapı sisteminin, başka deyişle, bireyin dışında
kendi başlarına yaşayabilme yeteneğine sahip değillerdi…
249
Yeryüzündeki hayat
tek bir kökten gelmiştir. (250) Bir şifrenin (kodun) yazılması için kullanılan
dil, yani doğanın başvurduğu ifade sistemi, bütün canlılar için geçerlidir.
Belli bir aminoasidin kurulması için gerekli buyruğu ileten bir baz-üçlü-öbeği
ister bakteri, ister çiçek, ister balık, ister insan olsun, bütün canlılar
dünyasında aynı aminoasidin kurulmasına yol açar.
254
… bizim sitokrom-c
solunum enzimimiz ile Rhesus maymununkinin 104 aminoasitten oluşan diziliminin
bir tek aminoasit dışında tıpatıp aynı oluşu, nispeten yakın bir akrabalığın
belirtisidir. Köpekle aramızda 11 aminoasitlik bir fark bulunması, akrabalık bakımından
nispeten birbirimize uzak oluşun bir göstergesidir. Bir balık, bize akraba
olarak bakteriden daha yakındır, ama tavuktan daha uzak. Fırıncının kullandığı
mayayla bile oldukça uzak bir akrabalığımız bulunduğu, ikimizin de aynı yaşama
biçimini paylaşan bir aileye ait olduğumuz besbellidir. Maya ile aramızdaki bu
derin akrabalık kimilerine ters ve inanılmaz gelse de, sitokrom-c enzim
zincirinin üzerindeki aminoasitlerin bazılarının her iki durumda da aynı olması
hiçbir şekilde rastlantıyla açıklanamayacağına göre, bize bu akrabalığı ‘kutlamak’ kalacaktır.
[Homo sapiens sapiens olan bizler ve
primat akrabalarımız, o denli özel varlıklar değiliz; daha çok evrim sahnesine
yeni çıkmış varlıklarız. İnsanların öteki yaşam biçimlerine olan benzerlikleri,
farklılıklarından daha çarpıcıdır. Uçsuz bucaksız jeolojik çağlar boyunca
süregelen derin bağlantılarımızın tiksinti değil, hayranlık uyandırması gerekir.
(Ortakyaşam, 10)]
2. Kitap
19
… kloroplastlar
sadece bitki hücrelerine özgü organellerdir; daha doğrusu bir hücrenin
plazmasında 10 ile 20 arası kloroplastın yer alması, bu hücrenin bir bitki
hücresi olduğu anlamına gelir.
20
İnsan ve hayvan,
yaşamın üstesinden kloroplastsız gelmek zorundadırlar. Bu yüzden de sırf güneş
ışığının enerjisiyle ayakta durabilmeleri sözkonusu olamaz.
27
… yeryüzündeki ilk
canlı varlıklar, daha varolduklarından itibaren, kendilerini meydana getiren
malzemeyi “yemeye” başlamışlardı. (28) Yeryüzünde hayat daha ortaya çıkar
çıkmaz, handiyse kaçınılmaz görünen kıtlık tehlikesiyle burun buruna gelmişti.
54
Oksijensiz bir
atmosfer, ultraviyole ışığının ve öteki enerji türlerinin etkisiyle, o ilkel
okyanusların başlangıçta iyice “steril” sayılacak suları içinde git gide daha
karmaşık molekülleri, sonunda da biyopolimerleri meydana getirdi. Bu
moleküllerden ve polimerlerden ilk canlı hücreler oluşur oluşmaz,
biyopolimerlerin birikimleri önü alınmaz bir biçimde gerilemeye başladı. Bunlar
artık besin olarak öteki canlı hücrelere hizmet etmeye yöneldiler ve abiyotik
yoldan ürediklerinden çok daha hızlı bir biçimde tükenmeye yüz tuttular. …
besin krizi…
67
Yaklaşık 3,5
milyar yıl önce ilk çekirdeksiz hücreler ortaya çıkmış olmalılar. Daha yüksek
düzlemdeki bir evrimin ürünü olan çok hücreli canlıların gelişmesi ise ancak
bundan 3 milyar yıl sonra, yani günümüzden 600-700 milyon yıl önce başlamıştır.
(68) Ve ilk omurgasız çok hücrelilerden insana kadar uzanagelen evrim içinse
“sadece” 600-700 yıl kadar süren bir yol.
121
… ilk gerçek çok
hücreli birey, ünlü “Volvox”tur. Volvox sayıları yüzleri hatta kimileyin
binleri bulan kamçılı alg hücrelerinden oluşmuş bir birliktir.
123
(Volvox küreleri)
… burada ölümsüz olanlar sadece üremeye yarayan çoğalma hücreleridirler. Öteki
hücreler belli bir ömrü olan “bedeni” oluşturup, onunla birlikte yok olup
giderler.
Bütün bu
söylediklerimize bakarak, çok hücreli bir organizma bireyinin, dolayısıyla da
biz insanların bedenlerinin, cinsellik hücrelerini paketleyen bir “ambalaj”dan
öteye bir şey olmadığını ileri sürmek mümkündür. … bir ambalaj… bir kabuk…
3. Kitap
Dinazorların
Sessiz Gecesi
Hoimar von Ditfurth
Alan Yayıncılık 1995 İstanbul
40
Anlaşılır
nedenlerden ötürü her zaman, belli bir durumu kendi konumumuzdan ve
koşullarımızdan, içinde bulunduğumuz anın perspektifinden hareket ederek
değerlendirme eğilimi gösteririz. ... dilimizin kullanım alanında, bu hangi dil
olursa olsun, farklılaştırma, ayırt etme, tanıma, öğrenme, seçme ve ayıklama
anlamına gelen kavramlar bulunmaktadır... gerek bizim dilimizde gerekse
yeryüzündeki konuşulan bütün dillerde, ayırtetme, tanıyıp öğrenme ve seçip
ayıklama anlamına gelen kavramların bulunması, bu kavramların, bunların
temelindeki düşünce yapılarının, doğuştan getirilmiş olmalarıyla açıklanabilir.
Bu düşünce kategorilerinin insana doğuştan hazır gelmesi ise bu kategorilerin,
canlı bir organizma ile onun çevresi arasındaki ilişkiyi daha evrimin başında
belirlemiş olmalarının bir sonucudur. Ruhsal olay ve süreçlerin ortaya
çıkmasından milyarlarca yıl önce, ilk sinir hücresinin varoluşundan milyar|
arca yıl geride kalmış bir geçmişte, canlı birey ile çevresi arasındaki
ilişkinin bu tekrar üstünde durduğumuz üç kategori tarafından belirleneceği
kesindi. Bu kavramların, bugün bizim için taşıdıkları anlamların gizleyici
örtüsü, başka deyişle, olup bitene içinde bulunduğumuz bilinçlilik konumundan
bakmamız, kuralda, bunların dile getirdikleri ilişkilerin en başta psişik değil
de biyolojik karakterli oldukları gerçeğini örtmektedir. Evrimde ortaya çıkan
her şey, bu üç kavramın damgasını taşımaktadır; daha net söyleyecek olursak, bu
üç kavramın sonucudur.
45
"Görülebilir
ışığın" elektromanyetik dalgalar spektrumu içindeki payının ne kadar küçük
olduğunu düşünmek bile, görme duyunuza bakarak, gerçeklik diye
yaşadığımızşeyin, asıl dünyanın minicik bir bölümünü oluşturduğunu anlamamıza
yeter.
46
"olabildiğince
az, sadece ille de gerektiği kadar dış dünya" ilkesi... Beynimiz de
başlangıçta dünyayı anlamaya değil, onu taşıyan canlıyı ayakta tutmaya yarayan,
o günkü ihtiyaca cevap veren bir organdı.
[Tat alma duyusu,
46-54]
121
Biz, bütün öteki
canlılar gibi, şu halimizle, önceden tasarlanmış bir planın sonucu olmayıp,
sürekli olarak ve ancak ortaya çıktıktan sonra düzeltilen kusurların ürünüyüz.
130
Bitkiler hareketsiz oldukları için göze ihtiyaçları
yoktur. … başka hayatları yok etmeden beslenebilen biricik dünya
canlılarıdırlar.
131
… bitkiler besin zincirinin ilk halkasını oluştururlar.
Bunlar, güneşten gelen enerjiyi dönüştürerek sonunda etoburlar da dahil olmak
üzere bütün canlıların kullanabileceği hale getiren vazgeçilmez aktarım
“antenleridirler”.
136
Dış dünya ile
kurulmuş ilk ve en ilkel ilişkiden başlayıp, algılama organlarımıza kadar uzana
gelen gelişmeyi bir kıstas olarak alırsak, aradan geçen 4 milyar yılın ardından
rekorun görme duyumumuzda olduğunu kolaylıkla kavrarız. Bir tek bu duyu,
ötekilerden farklı olarak hemen hemen sadece salt bir dış "nesneye"
dönük duyum olma özelliği kazanmıştır. Böyle salt dış nesneye dönük bir optik
duyum geliştirebilmemizin tek nedeni, ışığın, bugünkü konumumuzdan kavramaya
kalktığımızda, bizim İçin, biyolojik anlamı çok azalmış bir çevre özelliği
olmasıdır. ... İşe böyle baktığımızda, gözlerimizi bitkilere borçluyuz da
diyebiliriz.
137
Işık bizi biyolojik bir büyüklük (miktar) olarak belli bir
anlamda hiç ilgilendirmemektedir. Bitkiler, … başımızdan bu derdi almışlardır!
İşe böyle baktığımızda, gözlerimizi bitkilere borçluyuz da diyebiliriz.
146
Nesne özneye
dönüşüyor.
... evrimin belli
bir uyarımı hayat bakımından işlevsel kılabilmesi için, bu uyarımın son derece
güncel ve hayati bir önem taşıyor olması gerekmişti. Ama işte bu alabildiğine
sınırlı arzın içindeki belli uyarımlar, denemeden başarıyla çıkmayı becerdiler.
Gelişme bu arzın içindeki uyarımların biyolojik önemlerini de minik adımlarla
azalta azalta, onların biyolojik işlevlerini sonunda tamamen geri plana itmeyi
başardı. Biyolojik kökenli uyarımların yerini, dış dünyanın bir imgesi, kopyası
anlamında, dolaylı (soyut) enformasyon taşı yan uyarımlar aldı.
Dışa bağımlı,
edilgen nesne, dışa yön verecek etken özneye dönüşüyordu. ... Organizmanın,
çevresinden bağımsızlaşması süreci...
149
... bitkilerin
tamamen kendilerine özgü madde özümseme süreçleri, onu hayat verici bir enerji
kaynağı olarak kullanmanın dışında, ışıktan herhangi başka bir yararlanmalarını
kesinlikle önlemiştir.
… bitkiler hiç değilse yiyeceklerinin peşinden koşmak
zorunda kalmamışlardır.
157
[Bitki-Hayvan'lar]
(150) Euglena, bitkilerin güneş ışığı topladıkları
kloroplast organellerine sahiptir. Bu sayede Euglena, fotosentez yoluyla
beslenir; dolayısıyla güneş enerjisi yardımıyla, inorganik maddeleri organik
maddelere dönüştürebilir.
Euglena'yı bir bitkinin özellikleri konusunda uzmanlaşmış
bir organizma saysak bile, bu organizmalardan, yani hücrelerden oluşmuş bir
kültürü, gölgelik bir yerde tuttuğumuzda karşımızda bir bitki olduğunu ileri
sürmemiz güçleşebilir. Çünkü gerçek bitki hücreleri koloniler halinde gölgede
uzun süre ayakta kalamazlar. Oysa Euglena farklı davranmaktadır. Euglena'yı
ışıktan çıkartıp gölgeye aldığımızda, fotosentez olayının gerçekleştiği
kloroplastlar ağır ağır yaşama yeteneklerini yitirirler, ama hücrelerde yavaş
yavaş, hem de hiç zarara uğramadan hayvansal bir beslenme tarzına yönelip,
...hayat enerjilerini parçaladıkları bakterilerden ve başka organik malzemeden
elde ederler. Bu özellikleri tanımlayıcı terimle "heterotrof" bir
süreç gerçekleştirirler.
171
[Retina ancak sürekli olarak hareket yani titreşim halinde
bulunması durumunda görüntü oluşturabilir.) Göz doktorları, gözümüzün kış
durmaksızın ince ve hızlı titreşimlerle hareket ettiğini (keşfetmişlerdi). ...
gözümüz, saniyede elli titreşim yapmaktaydı yaklaşık. (Eğer bu titreşim
gerçekleşmez ise 2 saniye sonra göz görme yeteneğini kaybeder.), (astronotlar
yerçekiminin ortadan kalkmasıyla göz titremelerindeki hızın artmasından dolayı,
yaklaşık 150km öteden dünyayı daha net görebilmişlerdir.), (saniyede 50
Hertzlik titreşim ne balıklarda, ne kuşlarda, ne sürüngenlerde ne de amfibi
hayvanlarda bulunmaktadır.)
179
(Schipperheyn, 15 saniye sonra, kurbağa soluk alıp verse
de, retina üzerindeki sinyal akışının kendiliğinden kesildiğini tespit
etmiştir.)
180
"Olabildiğince az dış dünya ile yetinme"
ilkesi... Evrimin bu aşamasında, hareketin dışında, göz retinası üzerinde
oluşan öteki dış dünya nesnelerine ilişkin bilgiler, beyni boşu boşuna meşgul
eden lüzumsuz görüntülerden başka bir şey değillerdi.
(Gözümüz örneğin bir metin okurken sadece odaklandığı
harfleri net görür. sağdaki, soldaki, alttaki, üstteki harfler gittikçe
flulaşır). (181) Göz bebeğinin tam karşısına gelen retina bölgesinin, fovea
centralis'in| gerçek net görüntü oluşturabildiğimiz bu alanın çapı sadece 0. 2
milimetredir. Buradaki minicik nokta içine toplanmış ışık hücrelerinin hepsi
değilse bile gene de çoğu, tek bir iletici sinir hücresiyle görme merkezine
bağlıdırlar.... Retina üzerinde ortalama 100 hücre, topladıkları enformasyonu,
"aynı tek kaba" doldurarak beyne yollarlar
4. Kitap
Dinazorların
Sessiz Gecesi
Hoimar von Ditfurth
17
Doğuştan gelme,
türe özgü bu programlara "içgüdü" diyoruz. İçgüdüler, doğuştan gelme
"deneyimlerden" başka bir şey değillerdir. Bireyin, kendine yarayan
davranışları seçerek biriktirdiği deneyimler değillerdir bunlar; onun ait
olduğu türün yüz milyonlarca yıl içinde topladığı deneyimlerdir. Bu işin içinde
öyle doğaüstü metafizikle ilintili bir yan aramak beyhudedir. Sadece düşünce
tarihi geleneği içinde oluşmuş olan ve bedensel, maddi gelişme ile ruhsal
gelişmeyi birbirinden tamamen kopuk, iki ayrı boyut olarak algılamamıza yol
açan bir önyargıya öylesine paçamızı kaptırmışızdır ki, içgüdülerin, öteki
deyişle paket programların oluşum süreçlerini sırf bu yüzden kavramakta güçlük
çekeriz.
18
Belki de
"deneyimlerin kalıtımla miras alınması" düşüncesinin yerine belli
beyin yapılarının kalıtımla miras alınması düşüncesini koyduğunuzda, bildiğimiz
kadarıyla çoğu kimseyi zorlayan psikolojik engel ve dirençlerin de ortadan
kalkması daha kolaylaşabilir.
19
... orta beyinde
depolanmış bir program, türün evrim boyunca biriktirdiği deneyimlerle
eşanlamlıdır. Tür, birey değildir. Orta beynin gelişme aşamasında, ortalıkta
henüz özne yoktur.
.
.
.
.