26 Mart 2023

maden

.

.

.


Aralarında bir küçük tepe ve çok da geniş olmayan bir düzlük vardı. Yerlerin bu kadar yakın oluşu şaşkınlığını daha da arttırıyordu. Parıldayan madenin iki farklı durumu söz konusuydu: daha önceden gömülü olanın ve yerin kendisinin verdiği... İki yerin de kapladıkları alan hemen hemen aynıydı, ama kendisi daha henüz şu parıldayan madeni günyüzünde görmemişti bile. Kazımak, ama ekilenleri bozmadan, evin altını üstüne getirmeden! Diğer alanda hem önceden gömülü hem de zaten orada ezelden beri var olan maden bulunmuştu. İkisi birden... şansa bak! Evden her çıkışlarında tülbentlere sarılı maden o mesafeden ağırlığıyla bile görülebiliyordu. Burada yaşayanlar uzak diyarlara gidiyorlar, kıyafetlerini yeniliyorlar, erzaklarını ikiliyorlardı. Gömülü olan ve çok önceden damgalananlar tamam, ama parıltılı kayalar nasıl oluyor da erzağa, kıyafete bir anda dönüşebiliyordu? Kala kala evin tabanı kalmıştı. Kazdıkça kazdı, evden çatırdamalar gelmeye başladı. Durdu, soluklandı, bir şeyler yiyemedi. Yenecek hiç bir şey kalmamıştı. Tepeye çıktığında diğer alandaki parıltılar gözüne değil kafasına kafasına vurdu. Bu nasıl olabilir? Dünya üzerinde ve dünya üzerine yaşamak ve böylesi farklı yaşamak...

26.03.2023


.

.

.

06 Nisan 2022

socius

 .

.

.




.

.


Merhaba, sizlere Osmanlı-Türkiye continuum’undan sesleniyorum… “1995 yılından sesleniyorum” demem gerektiğini düşünüyor olabilirsiniz, ama bu bir yalan olurdu! 1995, nihayetinde insanlar tarafından uydurulmuş kurgusal bir çentik! Kendini sanatçı sanan bir embesilin beton matkap ucuyla oramı buramı oyması 1995’e bir şey katmıyor. E o öyle olunca Osmanlı-Türkiye kesintisizliği daha büyük bir yalan olmuyor mu, diyeceksiniz. Evet öyle ama, ne bileyim, sanki rakamlardan daha fazlası, bir anlamı var gibi görünüyor. Yoksa onun da bir anlamı olmadığını zaten göreceksiniz.

Bu delik deşik bedenime baktığınızda ne görüyorsunuz? Bedenimin gaz betondan, suni bir malzemeden, kuvarsit, çimento, kireç ve suyun karışımından oluşmuş olması sizi yanıltmasın. Atomlarım benden önce de vardı! Lafı nereye getireceğimi anlamış olmalısınız. İlk başta anlamımı, koordinatlarımı Osmanlı-Türkiye kesintisizliğinde bir yerlerde, bu kurgusal ve büyük tarih anlatılarında aramıştım. Ama boşunaymış… Yok plastik kaygılar, yok Worringer’in kübik olanın acı veren yan diye bahsettiğinden yüzeye kaçma eğilimlerim, yok Gasset’nin bahsettiği aşk gibi örülmüş dantelimsi yüzeyim, vb… Hepsi yalanmış! 

Ben artık kendi varlığımın anlamını, berisini gerisini biliyorum. Bunu sizinle paylaşacağım. Ama gene de önce size tekrar sormak istiyorum: Bu delik deşik bedenime baktığınızda ne görüyorsunuz? Sizin yanıtlarınızı duymak için bekleyeceğim, bundan hiç kuşkunuz olmasın. Ama bu cümle bittiğinde, diğer bir cümle başladığında sanki sizi dinlemeden devam etmişim gibi görünecek, sakın öyle düşünmeyin, bekliyorum…………

Önce bedenimin bir sanat yapıtı biçiminde zuhur etmesini önemli bir şey sanmıştım. Sanatçısının -bu geri zekalının- neyi anlatmak istediği çok açık gibi gelmişti bana: Osmanlı modernleşmesi sürecinde hizmet paketlerinden bazılarının -özellikle eleştirel paketlerin- eksikliği, bedenimdeki daha derin oyuklarla sembolize ediliyor, denmişti. Hatta kireç ve su bileşenlerim bunu duyunca belirgin bir ısı bile yaymışlardı. Düşünün ki, toplumlar da çeşitli bileşenlerden oluşuyor; bu bileşenler Osmanlı-Türkiye continuum’unda farklı bir kompozisyonel duruş sergiliyorlar. Bunu böyle söyleyince ne kadar heyecanlı geliyor, değil mi? E bu büyük bir hikaye de, benim 4.5 milyar yıllık kuvarsit socius’um göte mi gidecek, bu sürecin değeri hiçe mi sayılacak?! Bu nasıl bir dünya!

İşte size beni bana, beni size, sizi size açan anahtar kelimemi söyledim bile: socius. Sözlerimi sükseli hale getirmeye çalıştığımı sanmayın; bu, düz ve dünyanın en anlamlı kelimesi bence. Tanrılardan meleklere, peygamerlere, soylu erkeklere, erkeklere, kadın ve çocuklara, hayvanlara, bitkilere ve taşa (bana!) uzanan hiyerarşinin korkulu rüyası socius… Socius karşısında tüm bu saydıklarımın hepsi aynı düzeydedirler, ne bir eksik, ne bir fazla. Zamanda ve mekânda realize olabilmeleri için herhangi bir hedefe ihtiyaçları olmadığının kesin kanıtıdır bu sözcük! Hayat socius kompozisyonlarından oluşan setler bütünüdür.

Önce biraz kendimden bahsedeyim sizlere. Bizlere önce taş dendi, sonra “taş kafa” ifadesine bulaştırılarak küçümsendik. Ama size bir şey söyleyeyim mi, bizi böyle aşağılayan asıl taş kafalılar bu insan salağı yaratıklar! Düşünsenize kendi socius prosedürlerimizin 43 kristalize formdan ibaret olduğunu sanıyorlar. Oysa bizim sosyal hayatımızı 43 formla açıklamaya çalışmak o kadar gülünç ki…

Ya.. bizim mermer olma halimiz var ya… Elmas diye bir şey var bu dünyada ya! Ne diyosunuz siz? Mermer olma hallerimizin ne kadar sancılı geçtiğinden haberiniz var mı sizin?

Hemen baştan söyleyeyim, biz birbirimize sen taşsın, sen bitki, sen de hayvan şeklinde hiç yaklaşmadık. Bu ayrımlar yok aramızda. Ama ne var, dokusal yakınlıklarımız var. Socius olma, bir arada olabilme hallerimiz var. Kristal çeşidinden, lif çeşidinden, bağ dokular cinsinden ve her birinin kendi içinde yakınlaşmaları var. Hepimizin sembiyoz yapıları var, birimiz tek birimizi taşımıyoruz, her birimiz hepimizi taşıyoruz üzerimizde. 

Biliyorum, kristalize dokuların lif dokularla aralarındaki “özel” bir ilişkisinden söz edeceksiniz, özel bir yakınlıktan... Evet bu söylentidir sadece, bir kaç milyar yıl önce üzerimize atılmış bir çamur, iftiradan başka bir şey değil bu. Lif dokuların öncü birlikleri sert yapılarımızın üzerinden geçer, bizleri çamurlaştırır, un ufak eder ve toprağı yaratırız, hepsi bu. Ama nedendir bilinmez bu olay çok abartılır. “Dölleyen ve yeşerten” diye başlayan uydurma hikayeler var. Toprak bu kardeşim, daha toprağa gelinceye kadar neler neler var. Atomize yapılarımızın basıncı, nemi, elektriksel enerjileri dengede tutmak için ne taklalar atmak zorunda kaldıklarından bir bahsetsek, bu toprak hikayesi solda sıfır kalır. Tabi bizim toprak halimizi küçümsüyor değilim, milyonlarca halimizden sadece biri, bunu diyorum.

Neyse, lafı fazla dolandırmadan, kendi varlığımın anlamını açıklıyorum işte sizlere:  Bu eserde sizin gördüğünüz şey, socius olanaklarımın kullanım haklarını geçici bir süre insansalların sanatçı dedikleri bir kimliğe 1995 şeklinde ifade ettikleri bir çentikte vermiş olmam... İşte siz bunu görüyorsunuz. Gerçekten başta bir şey var sandım ya.. ne salağım ben!

[Not: üzerime işlenen motiflerin bir metin olduğu, bir anlamı olduğu bize açıklanmıştı. Bu metnin anlamı üzerine uzun süre kafa patlattık. Çok sonra kuvarsit yapım beni uyardı. Meğer sanatçı bu metni yerde bulduğu alelade bir kağıttan bedenime nakşetmiş. Çıldırmamak elde değil :)(:]


.

.

.
.

.
.



1995 yazı ı gaz beton 60x25x12 cm. diyarbakır

.

.




26 Temmuz 2021

Michel Foucault - Dışarının Düşüncesi / Maurice Blanchot - Hayalimdeki Michel Foucault

 .

.

.




.

.


Dışarının Düşüncesi - Michel Foucault

Hayalimdeki Michel Foucault - Maurice Blanchot 1966


(Çev. Ayşe Meral) Kabalcı Yayınevi, 2005, İstanbul




Dışarının Düşüncesi - Michel Foucault


12

Aslında dar anlamda “edebiyat” olarak anlaşılan şeyin doğmasına yol açan olay, yalnızca yüzeysel bir bakış için içselleştirme düzenindendir; daha çok “dışarıya” bir geçiş söz konusudur: Dil, söylemin varlık kipinden -yani temsilin hanedanlığından- kaçar ve edebi söz, her noktası birbirinden ayrı, en yakınlarından bile uzak ve aynı anda onları barındıran ve ayıran bir uzamda her başka noktaya göre konumlandırıldıkları bir ağ oluşturarak kendisinden başlayarak gelişir. Edebiyat, yakıcı tezahür noktasına dek, kendisine yaklaşan dil değildir, kendisini kendisinden en uzağa koyan dildir... Edebiyatın “öznesi” (onda konuşan şey ve onun konuştuğu şey) olumluluğu içinde, dilden çok “konuşuyorum”un çıplaklığında kendisini ifade ettiğinde kendi uzamını bulduğu boşluktur.


13

Bu tarafsız uzam günümüzde batı kurmacasını karakterize eder (bu nedenle de o artık ne bir mitoloji ne de bir retoriktir). Bununla beraber bu kurmacayı düşünmeyi zorunlu kılan şey -oysa eskiden hakikati düşünmek söz konusuydu- “konuşuyorum”un “düşünüyorum”un tersine işliyor olmasıdır. Gerçekten de “düşünüyorum” Ben’in ve varoluşunun su götürmez kesinliğine götürür; oysa “konuşuyorum” bu varoluşu geriletir, dağıtır, siler ve yalnızca boş yerinin ortaya çıkmasına izin verir. Düşüncenin düşüncesi, felsefe bize düşüncenin bizi en derin içselliğe götürdüğünü öğrettiği için daha da geniş bir gelenektir. Sözün sözü, bizi edebiyat aracılığıyla, ama belki başka yollarla da konuşan öznenin yok olduğu bu dışarıya vardırır.


15

Dilin varlığı, kendisi için ancak öznenin ortadan kaybolmasında ortaya çıkar.


16

Bir gün bu “dışarının düşüncesi”nin biçimlerini ve kategorilerini tanımlamaya çalışmak gerekecektir.


20

imgelenmiş dışarı türleri


22

Kurmacanın dilinden simetrik bir dönüşüm talep edilmektedir. Bu dil, artık imgeleri yorulmak bilmeden üreten ve parlamasını sağlayan iktidar değil de, onları çözen, fazla yüklerini hafifleten, onları patlamaya vardıracak kadar yavaş yavaş aydınlatan ve imgelenemezin hafifliği içinde onları saçan içsel bir saydamlıkla onlara yerleşen bir güç olmalıdır. Blanchot’da kurmacalar, imgelerden çok imgelerin dönüşümü, yer değiştirmesi, tarafsız aracısı, zaman aralığıdır. Bunlar kesindir, yalnızca gündeliğin ve anonimliğin gri tonlarında çizilmiş figürleri vardır; ve bunlar hayret etmeye yer bıraktıklarında, bunu asla kendi içlerinde değil, onları kuşatan boşlukta, köksüz ve kaidesiz bırakıldıkları uzamda yaparlar.


55

[... Yücelerde’de boş vaadin saf patlaması... ... Son İnsan’ın sonunda sonraki yeniden başlangıcın sözcükleriyle ilk temas.]

Böylece dil sözcüklere, söyleme ve edebiyata ilişkin bilincimizin oluştuğu bütün eski mitlerden kurtulmuş olarak kendisini keşfeder. Uzun zaman dilin zamanın efendisi olduğuna, verilmiş sözdeki gelecek bağı gibi bellek ve anlatı değerinde olduğuna; kehanet ve tarih olduğuna inanıldı; aynı zamanda bu hükümranlıkta hakikatin görünür ve ebedi bedenini ortaya çıkarma gücüne sahip olduğuna inanıldı; özünün sözcüklerin biçiminde ya da onları titreten solukta olduğuna inanıldı. Oysa o yalnızca biçimsiz bir söylenti ve ışıldamadır, gücü saklanmasındadır; bu nedenle zamanın erozyonuyla tek ve aynı şeydir; derinliksiz unutma ve bekleyişin saydam boşluğudur.


Dil, her bir sözcüğüyle, kendisinden önce varolan içeriklere doğru ilerler; ama varlığının kendisinde ve varlığının en yakınında kendisini tutmasıyla yalnızca bekleyişin saflığında açılıp yayılır. Bekleyiş ise hiçbir şeye yönelmez: çünkü onu bütünüyle karşılayacak nesne onu yalnızca silebilir. Bununla beraber bulunduğu yerde yazgısına boyun eğmiş hareketsizlik değildir; sona ermeyecek ve kendisine hiç dinlenme ödülü vaat etmeyecek bir hareketin dayanıklılığına sahiptir... Onu toplayan bellek değil, unutmadır.


57

Bekleyen ve unutkan varlığında, her belirli anlamlamayı ve konuşanın varlığını bile silen gizlenme gücünde, her varlığın özsel saklanma yerini oluşturan ve böylece imgenin uzamını özgürleştiren bu gri tarafsızlıkta dil ne hakikattir ne zamandır, ne ebediliktir ne insandır, o her zaman bozulmuş dışarının biçimidir...


Hayalimdeki Michel Foucault - Maurice Blanchot


67

iktidarın çeşitli düzenekleri [dispositif]







.

.

.


23 Temmuz 2021

Carlo Rovelli - Zamanın Düzeni

 .

.

.




.

.

Zamanın Düzeni


Carlo Rovelli


(Çev. Tolga Esmer), Tellekt Yayınları, 2020 İstanbul



5

loop (ilmek) kuantum kütle çekimi kuramı



11

hicviyeler


19

Zaman dağda daha hızlı, ovada daha yavaş akar.


27

Çevredeki hiçbir şey değişmiyorsa, ısı soğuk bir kütleden sıcak bir kütleye geçemez.


28

Doğanın temel denklemleri içinde zaman oku yalnızca işin içinde ısı varsa ortaya çıkar.


Yalnızca ısının olduğu yerde, geçmiş ile gelecek arasında bir ayrım vardır. Düşünceler geçmişten geleceğe doğru gelişir, ters yönde değil; aslında düşünmek de başımızda ısı üretir.


29


ΔS ≥ 0


Delta S her zaman 0’a eşit veya 0’dan büyüktür; buna “termodinamiğin ikinci yasası” denir (birincisi enerjinin korunumudur). İçeriğinin özü ısının yalnızca sıcak cisimlerden soğuk cisimlere geçmesi, tersinin hiçbir zaman mümkün olmamasıdır.


30

Isı, moleküllerin mikroskobik ölçekteki çalkantısıdır. Sıcak bir çay, moleküllerin çok çalkantılı olduğu bir çaydır. [Soğuk bir çayda moleküller az çalkantılı, daha soğuk olan bir buz parçasında daha da durağandır.]


31

Bir bardak suyun yansımaları içinde benzer biçimde -dünya üstünde yaşayan insanlardan çok daha fazla sayıda olan- sayısız molekülün kargaşa içindeki etkinliği budur.


Şeyler neden zamanın bir yönünde -geçmiş dediğimiz yönde- düzenliydi? Evrenin büyük oyun kağıdı destesi geçmişte neden düzenliydi? Entropi neden geçmişte düşüktü?


32

[Bazı dizilişlerin diğerlerinden daha özel olması...] “Özellik” kavramı yalnızca evreni bulanık, yaklaşık olarak gördüğüm anda doğar.


33

Geçmiş ile gelecek arasındaki fark, bizim doğayı bulanık biçimde görmemizle ilişkilidir. Bu, bizi dehşete düşüren bir sonuçtur: Benim bu kadar canlı, temel, varoluşsal duygum -zamanın akışı- doğayı en ince ayrıntısına kadar algılamayışıma mı bağlıdır?


34

Zaman bir başka önemli parçasını daha yitirmiştir: Özündeki geçmiş-gelecek farkını. Boltzmann zaman akışının özünde hiçbir şey olmadığını anlamıştı. Yalnızca geçmişteki bir anda evrenin gizemli olasılıksızlığının bulanık bir yansıması olduğunu...


35

[Yavaş ve hızlı hareket eden iki kişi] Hareket eden daha az yaşlanır, saati daha az bir zaman süresini gösterir, düşünmek için daha az zamanı olur, yanında götürdüğü bitki daha geç filizlenir vb. Hareket eden herkes için zaman daha yavaş geçer.


38

Şimdi” kavramı yakındaki şeylerle ilgilidir, uzaktaki şeyler için değil.


58

Fizikçiler, ... evrenin fiziksel gerçekliğinin örgüsünü oluşturan şeylere “alanlar” der. ... “Dirac” alanları... “Elektromanyetik” alan... “kütle çekimi” alanı...


59

Uzay-zaman kütle çekimi alanıdır... madde olmadan da kendiliğinden var olan bir şeydir.


74

Evreni bir olaylar ve süreçler toplamı olarak düşünmek, onu kavramanın, onun bilincine varmanın, onu betimlemenin en iyi yoludur. ... Evren bir nesneler toplamı değildir, bir olaylar toplamıdır.


Nesnelerle olaylar arasındaki fark, nesnelerin zaman içinde kalıcı olmasıdır. Olayların süresi sınırlıdır. Tipik bir nesne örneği bir taştır, yarın onun nerede olacağını merak edebiliriz. Oysa bir öpücük bir olaydır. Öpücüğün yarın nereye gideceğini merak etmenin bir anlamı yoktur. Doğa taş ağlarından değil, öpücük ağlarından oluşur.


75

Daha dikkatli bakılacak olursa, aslında bir nesne’ye en çok benzeyen şeyler de, sonuçta uzun süren olaylardan başka şeyler değildir. En sert taş bile kimyadan, fizikten, minerolojiden, jeolojiden, psikolojiden öğrendiklerimiz ışığında, aslında kuantum alanlarının karmaşık bir titreşimi, kuvvetlerin anlık bir etkileşimi, yeniden parçalanıp toza dönüşmeden önce çok kısa bir an için denge içinde, olduğu gibi kalmayı başarabilen bir süreç[tir]... Evren anlık seslerden ve denizdeki dalgalardan daha çok taşlardan yapılmış değildir.


76

[İnsan kesinlikle bir nesne değildir]; bir dağın üstündeki bulut gibi havanın, besinlerin, bilgilerin, ışığın, sözlerin vb. girip çıktığı karmaşık bir süreçtir... Bir toplumsal ilişkiler ağındaki [socius], bir kimyasal süreçler ağı içindeki, benzerleriyle alışveriş içinde bulunduğu duygular ağındaki düğüm noktalarından biri...


79

Dilbilgisinin yetersizliği...


83

Dilbilgisi, doğanın zengin yapısını kavramaktaki belirsizliğinin farkına varmamızdan önce bizim kısıtlı deneyimlerimizle oluşmuştur.


87

Doğayı betimlemek için zaman gerekli değildir. Onu betimleyen değişkenler gereklidir... göğün rengi, bir bambunun esnekliği, bir omuza konan elin basıncı, bir kaybın acısı... Dünyayı betimlediğimiz terimler bunlardır. Sürekli değiştiğini gördüğümüz nicelikler ve özellikler... Bu değişimlerde düzenlilikler vardır... Bu nicelikler arasında birbirlerine göre düzenli olarak değişen bazı nicelikler vardır: Günlerin sayısı, ayın evreleri... Referans olarak bunları kullanmak kolaydır: Yarın saat 04:35’te buluşalım...


Bütün bunlar için ayrıcalıklı bir değişken seçmemiz ve ona “zaman” dememiz gerekmez. Bilim yapmak istiyorsak, değişkenlerin birbirine göre nasıl değiştiğini söyleyen bir kurama ihtiyacımız vardır. Evrenin... bir zaman değişkenine ihtiyacı yoktur: Bize yalnızca doğada değiştiğini gördüğümüz şeylerin birbirine göre nasıl değiştiklerini söylemesi gerekir. Yani bu değişkenler arasında geçerli olabilecek hangi ilişkiler olduğunu...


88

Kuantum kütle çekiminin temel denklemleri tam da böyle oluşturulmuştur: Bir zaman değişkeni içermezler ve evreni değişken nicelikler arasındaki olası ilişkileri belirterek betimlerler.


91

Üstünde çalıştığım ilmek kuantum kütle çekimi denklemleri...


Kuramın değişkenleri bildiğimiz maddeyi, yani fotonları, elektronları, atomu oluşturan diğer parçacıkları ve kütle çekimi alanını meydana getiren alanları -hepsi birbiriyle eşit düzeyde olacak şekilde- betimler.


Alanlar tanecikli bir yapıyla ortaya çıkar: Temel parçacıklardan, fotonlardan ve kütle çekimi kuantumlarından, daha doğru ifadeyle “uzay kuantumları”ndan oluşurlar. Bu temel tanecikler uzaya gömülü halde bulunmaz; uzayı onlar oluşturur. Daha iyi bir ifadeyle, evrenin uzamsallığı onlar arasındaki etkileşim ağıdır. Zaman içinde bulunmazlar; sürekli olarak birbiriyle etkileşimde bulunur, hatta yalnızca sürekli etkileşime dayanarak var olurlar; bu etkileşim de evrenin bir olay olarak gerçekleşmesinin ta kendisidir; bu zamanın en küçük temel biçimidir ve ne bir yönü vardır, ne doğru şekilde düzenlenmiştir, ne de Einstein’ın araştırdığı gibi eğri ve pürüzsüz bir geometrisi vardır.


Bu etkileşimlerin dinamiğinin temelinde olasılık vardır. ... Evrenin olaylarının tam bir haritasını, tam bir geometrisini çizemeyiz çünkü olaylar ve bunlarla birlikte zamanın geçişi, her zaman yalnızca bir etkileşim içinde ve etkileşimi kapsayan fiziksel sisteme ilişkin olarak gerçekleşir. Evren birbirleriyle ilişkide olan bakış açılarının bir toplamıdır; “evrenin dışarıdan görünüşü” ifadesi mantıklı değildir çünkü evrenin “dışı” diye bir şey yoktur.


92

Uzamsal bitişiklik ilişkileri uzay taneciklerini ağlarla birbirine bağlar. Bunlara “spin ağları” denir. ... Bir spin ağındaki tek bir halkaya loop [ilmek] denir... Ağların kendileri de kesikli sıçramalarla birbirlerine dönüşür ve kuramda spin köpükleri olarak adlandırılan yapılar olarak betimlenir.


98

Yakından bakıldığında doğadaki her şey bulanık görünür. Tam olarak nerede dağ biter ve ova başlar? ... Dünyayı kalın dilimlere böleriz. Onu, belirli bir ölçekte ortaya çıkan, bizim için anlamlı kavramlar çerçevesinde düşünürüz.


99

Isıl zaman”


Isıl moleküler karışımın çılgınlığı içinde, değişebilecek tüm değişkenler sürekli olarak değişir. ... yalnızca biri değişmez: Yalıtılmış bir sistemde bulunan toplam enerji. Enerji ile zaman arasında sıkı bir bağ vardır.


100

Boltzmann, bir bardak suda görmediğimiz sayısız mikroskobik değişken olduğu gerçeğinden yola çıkarak, ısının davranışının bir bulanıklık içerdiğini anlamıştı. Suyun olası mikroskobik konfigürasyonlarının sayısı entropidir. Ama bundan öte başka bir şey de doğrudur: Bulanıklığın kendisi de özel bir değişkeni, zamanı belirler.


102

Bulanıklık, doğanın mikroskobik ayrıntılarını göremeyişimizdir. Fizikteki zaman sonuçta, evren hakkındaki bilgisizliğimizin ifadesidir. Zaman bilgisizliktir.


109

Bağlamsallık


Bilim yaptığımızda, evreni mümkün olduğunca nesnel betimlemek isteriz. Bakış açımızdan kaynaklanan çarpıklıkları ve görsel yanılsamaları ortadan kaldırmaya çalışırız. Bilim nesnelliği amaç edinir; yani üstünde anlaşma sağlayabileceğimiz ortak bir bakış açısını...


Bu çok iyi ama gözlemi yapan kişinin bakış açısını göz ardı ettiğimizde ne kadar çok şey yitirdiğimize de dikkat etmek gerekir. Nesnellik kaygısındaki bilim, evrene ilişkin deneyimimizin içeriden olduğunu unutmamalıdır. Evrene her göz atışımız her durumda özel bir bakış açısından olur.


bağlamsallık [indeksikallik]


111

... bize verilmiş olan doğa, dışarıdan görülen evren değil, içeriden görülen dünyadır.


Evreni, kozmosun sayısız değişkenlerinden çok küçük bir bölümüyle etkileşerek, içeriden gözlemliyoruz. Onun bulanık bir görüntüsünü görüyoruz. Bu bulanıklık, evrenin etkileşime girdiğimiz dinamiğinin bulanıklık derecesini ölçen entropiye bağlı olması sonucunu doğurur. Kozmostan daha çok bize ilişkin bir şey ölçer.


115

Evreni harekete geçiren enerji değil, entropidir.

... enerji boldur ve tükenmez. Dünyanın işlemeye devam etmesi için gerekli olan enerji değil, düşük entropidir.


Enerji (mekanik, kimyasal, elektriksel ya da potansiyel şeklinde olsun) ısıl enerjiye yani ısıya dönüşür, soğuk şeylere gider, oradan da onu bir bedel ödemeden geri almak ve bir bitkiyi büyütmek veya bir motoru çalıştırmak için yeniden kullanmanın artık bir yolu yoktur. Bu süreç içinde enerji aynı kalır ama entropi artar, geriye dönmeyen şey budur. Onu tüketen termodinamiğin ikinci yasasıdır.


116

Dünyayı döndüren enerji kaynakları değil, düşük entropi kaynaklarıdır


... zengin bir düşük entropi kaynağımız var: Güneş. Güneş bize sıcak fotonlar gönderir. Yeryüzü de ısıyı, daha soğuk fotonlar fırlatarak karanlık göğe yansıtır.


Ama evrenin entropisinin artması bir kutudaki gazın aniden genleşmesi gibi hızlı olmaz, yavaş yavaş gerçekleşir ve uzun sürer. ... Her şeyden önce, entropinin artması için kapalı kapılar ve engeller, zor geçitler vardır.


Örneğin bir odun, kendi başına bırakıldığında uzun süre dayanır. Maksimum entropi durumunda değildir çünkü karbon ve hidrojen gibi onu meydana getiren elementler, oduna biçim vermek için çok özel (düzenli) biçimde birleşmiştir [socius]. Bu özel bileşimler ortadan kalkarsa entropi artar. Bu, odun yandığında olan şeydir... Öte yandan odun kendi kendine tutuşmaz [bir şeyin buna geçit açması gerekir]...


117

Evrenin her yerinde entropinin artmasını tıkayan, dolayısıyla geciktiren engeller vardır.


118

Canlılar da birbirlerini tetikleyen benzer süreçlerden meydana gelir. Bitkiler güneşin düşük entropili fotonlarını fotosentez yoluyla toplar. Hayvanlar yemek yiyerek düşük entropiden beslenir. (Eğer bize entropi yerine enerji yetseydi, yemek yemek yerine hepimiz sıcak Sahra Çölü’ne giderdik). Her bir canlı hücrenin içindeki karmaşık kimyasal süreçler ağı, düşük düzeydeki entropiyi arttıran kapıları açıp kapayan bir yapıdır. ... Yaşam, birbirlerini harekete geçiren, birbirlerinin katalizörü olan entropi artışı süreçlerinin oluşturduğu bu ağdır.


Bütün evrensel başkalaşım, başta sıralı olan, sonra karıştırıldıkça düzensizleşen bir deste oyun kağıdı gibi, yavaş yavaş gerçekleşen bir düzensizleşme sürecidir.


[karışma - melezleşme]


119

Geçmişe ait izlerin var olmasının, geleceğin izlerinin var olmasının tek nedeni entropinin geçmişte düşük olmasıdır. Başka bir nedenden değil. Geçmiş ile gelecek arasındaki farkın tek kaynağı geçmişteki düşük entropidir...


Isının olmadığı bir dünyada her şey elastik olarak geri seker ve hiçbir şey kendi izini bırakmaz.


Geçmişin belirlenmiş olduğuna yönelik o tanıdık duyguyu yaratan şey, geçmişe ait izlerin bol bulunmasıdır. Geleceğe ait benzer izlerin olmaması, geleceğin belirsiz olduğu duygusunu yaratır.


123

... biz insanlar neyiz? Varlıklar mı? Ama evren varlıklardan oluşmaz, birbiriyle birleşen olaylardan meydana gelir.


124

Kimliğimizin temelini farklı unsurlar oluşturur.


Birincisi her birimiz kendimizi evren içinde belirli bir bakış açısıyla tanımlarız.


125

Kimliğimizi belirleyen ikinci unsur... Evren hakkında düşünürken onu varlıklara göre düzenleriz. Evreni, elimizden geldiği kadar daha iyi etkileşime girebileceğimiz, az çok düzenli ve kararlı süreçler sürekliliği olarak bir araya getirerek ve bölerek düşünürüz. ... Dünya üzerinde çizgiler çizerek onu parçalara ayırırız; sınırlar belirleriz, dünyayı bölerek sahipleniriz. Bu şekilde işleyen şey, sinir sistemimizin yapısıdır. Duyularımız uyaranlarını alır, sürekli olarak bilgileri değerlendirerek bir davranış ortaya çıkarır. Bunu, giren bilgi akışını -mümkün olduğu kadar- öngörmeye çalışarak sürekli olarak değişen esnek dinamik sistemler oluşturan nöron ağları aracılığıyla yapar. Nöron ağları bunu yapmak için, dinamiklerinin az çok kararlı sabit noktaları, giren bilgi içinde veya dolaylı olarak kendi değerlendirme süreçleri içinde buldukları yinelenen örüntülerle eşleştirerek değişim geçirir. ... Eğer böyleyse, “kavramlar” gibi “nesneler” de sinir sisteminin dinamiği içinde bulunan, duyu girdilerindeki ve sonraki değerlendirme süreci içindeki tekrar eden yapılar tarafından tetiklenen sabit noktalardır.


126

... kimliğimizi belirleyen üçüncü unsur: bellek...


127

Beyin, büyük ölçüde, sürekli olarak geleceği öngörmek için geçmişe ait anılar toplayan bir mekanizmadır.


129

[Hıristiyanlıkta] “Yaşın ve zamanın gerçeklikte var olmadığını, yalnızca zihinde var olduğunu (savunmak kâfirliktir)”


132

... zihin beynimizin işleyişidir. Bu işleyişten (biraz) anlamaya başladığımız şey, bütün beynimizin, geçmişin nöronlarını birbirine bağlayan sinapslar üstünde bıraktığı bir izler toplamı temelinde çalıştığıdır. Binlerce sinaps sürekli olarak yaratılır sonra da -özellikle uykuda- silinerek geride geçmişin, sinir sistemimizi geçmişte etkilemiş olan şeylerin, bulanık bir görüntüsünü bırakır.


133

Zaman bizim için evrene kısıtlı bir erişim kanalı açar. Öyleyse zaman, beyinleri temel olarak bellek ve öngörüden meydana gelen biz insanların evrenle etkileşime girme biçimimizdir, benliğimizin kaynağıdır.


134

Zaman acı çekmektir.


138

Evrenin temel yapısında ne uzay ne de zaman bulunur; yalnızca olasılıklarını ve ilişkilerini hesaplayabildiğimiz, fiziksel nicelikleri birbirine dönüştüren süreçler vardır.


... geçmiş ile gelecek arasında bir fark yoktur...


Evrenle etkileşimimiz kısmidir, bu nedenle onu bulanık görürüz. Bu bulanıklığa kuantum belirsizliği de eklenir. Bunun sonucu olan bilgisizlik özel bir değişkenin, ısıl zamanın ve belirsizliğimizi ölçen bir entropinin var olmasını sağlar.


139

Gündelik yaşamımızda ışık hızına göre çok küçük hızlarda hareket ederiz, bu nedenle farklı saatlerin farklı öz zamanları arasındaki uyuşmazlıkları görmeyiz, bir kütleye farklı uzaklıklarda bulunan noktalardaki zamanın geçiş hızları arasındaki farklar da ayırt edilebilmek için çok küçüktür.


146

... düşüncemiz yalnızca kendi zayıflığının tutsağı değildir, daha da çok kendi dilbilgisinin kurbanıdır.

.

.

.

.


05 Nisan 2021

Rosi Braidotti - kadın-oluş

 .

.

.




.

.

.


Kadın-oluş 2002


Rosi Braidotti


(Çev. Ece Durmuş, Münevver Çelik), Otonom Yayınları, 2019 İstanbul



7

Bir ve bölünmez öznenin ölümünün teorisiyle uzun uzadıya uğraşmışken...


Benim kartografilerim, gerek mekânsal (jeopolitik ya da ekofelsefi boyut) gerekse de zamansal (tarihsel, soybilimsel ve virtüel boyutlar) bulunduğum mevkilerin epistemik ve epik olarak hesabını verebilmeyi amaçladığım, teorik temelli ve politik odaklı okumalardır.


8

göçebe özne... akışlar ve akımlar... duygulanımsal olarak insan ve insan olmayan kuvvetlerle çoklu etkileşim... ilişkisel...


[Bu kitapta yer alan] metinlerin her biri ne çok geç ne de çok erkendir... [kendi zamanıyla, şimdiyle] tutkulu bir uğraş içindedir. Ayrıca tarihi, geçmişin bir anıtı olarak değil, şimdinin karşı-soybilimi olarak ele aldıkları için, Foucaultcu anlamda, zamansızdırlar da.


9

Akademik metinlerime bu denli çok dipnot düşmem... metin pratiğindeki demokrasinin bir parçası... başkalarının varlığını, kolektif asamblajları tanımanın bir yolu olarak görüyorum.


Foucault, Irigaray ve Deleuze... İçinde ikamet ettiğimiz halde kontrol edemediğimiz bir yapı olarak dilin karmaşıklığına saygı duymayı bana onlar öğrettiler. Onların bir ve bölünmez özdeşlik/kimliğe yönelttikleri eleştirinin altında da bu içgörü yatmaktadır. Efendi-göstereni kekeletmek, tökezletmek ve onun despotik eğilimini ifşa etmek için, bu gösterenin kendi metnindeki çekim kuvvetini açığa çıkarmak, bozmak ve sarsmak sorumluluğu yazara aittir.


10

Yazmak, özellikle de akademik olarak yazmak, meydan okumalı, sarsmalı, merak uyandırmalı ve güçlendirmelidir.


40

Canlı maddenin sermayeleştirilmesi, kâr mantığını bizzat yaşamın en derin dokularına kadar genişletiyor. ... ele geçirilmek istenen sermaye, bütün biçimleriyle bizzat canlı meddenin bilgi kodlarıdır. Gerek bios gerekse de zoe olarak yaşam, ticaret ve kâr amacıyla metaya dönüştürülüyor. Bu bağlam, insanmerkezcilik-sonrasının paradoksal ve daha ziyade sapkın bir biçimini üretiyor. Piyasa güçleri, bütün canlı türlerini, bir bütün olarak gezegenimizin sürdürülebilirliğini tehdit eden kâr güdüsünün buyruğu altında birleştirerek, Yaşamın kendisini alıp satmaktan gayet memnun. ... ben bu durumun olumlu yanını vurgulamak istedim. ... öznelliği böylesine değişen bir durum olarak yeniden düşünmek için elimden gelin yaptım.


41

Göçebe özne karmaşıklık teorisinin bir dalıdır ve ontolojik ilişkiselliğe dayalı dönüştürücü bir etiği teşvik eder. Kolektif tarihimizin bu uğrağında, tenleşmiş kendiliklerimizin, zihinlerimizin ve bedenlerimizin birlikte neler yapabileceğini gerçekten bilmiyoruz. Bunu ancak yeğinliklerle deneyler yapmanın etiği içinde bulabiliriz. Olumlayıcı ilişkilere* ve dilbilisel göstergeyi aşan kodlarla işleyen iletişim tarzlarına dönük çoklu kapasitelerimiz bakımından, insan sonrası etik öznelere dönüşüyoruz.



* [agonistik Eski Yunancada örgütlenmiş mücadeleyi ifade eden agon kelimesi, felsefede Nietzsche, Arendt ve Derrida, siyaset çözümlemelerinde Castoriadis ve Lefort, Foucault ve Carl Schmitt'in, aralarında bazı anlam farkları olmakla beraber, kullandıkları bir kavramdır. Agon, mücadeledir, çatışmadır, rekabettir ama esas olarak meydan okumadır. Aynı zamanda, rakipleri birbirine bağlayan ilişkidir. ... Siyasal yazına ise, 20. yy'ın sonlarında agon kelimesinden türeyerek giren agonistik kavramı, çatışmanın, birbirine meydan okumanın merkezi konumda olduğu bir demokrasi biçimini ifade eder. Çatışma ve meydan okuma, bu radikal demokrasi türünde, çoğul siyasal kimlikler yaratma kapasitesi açısından önemsenir. Karşı çıkabilmenin sürekliliğinin siyasal demokrasinin kendi içine kapanmama ve kendini hep yenileme olanağı verdiği iddia edilir – e.n.] ya da [Chantal Mouffe, Dünyayı Politik Düşünmek, Agonistik Siyaset, Çev. Murat Bozluolcay, İletişim Yayınları, 2015 İstanbul]


44

[iktidar, baskıcı potestas / güç, olumlayıcı potentia]



Kadın-oluş: Cinsel Farkı Yeniden Düşünmek


50

Artık “O (dişil)” [She], erilliğini evrensel bir duruş olarak biçimlendiren hâkim öznenin güçsüz kılınmış bir yansıması değildir. Daha doğrusu, o belki de artık bir “(dişil) o” değil, bambaşka bir hikayenin öznesidir: süreç halindeki bir özne, bir mutant, Ötekinin ötekisi, şimdiden esaslı bir metaformoz geçirmekte olan, dişil bir morfoloji içinde biçimlenen bedenleşmiş bir Kadın-sonrası özne.


53

[Postmodernite], [alternatif öznellik], [çok katmanlı ve içsel olarak çelişkili özne konumları]... bu onların iktidar ilişkilerine bulanmamış oldukları anlamına gelmez.


... geç postmodernite ya da ileri kapitalizmde çoğalan farklar Aynı’nın “ötekileri”dir. ... bu farklar niteliksel değildirler ve dolayısıyla Aynı’nın, Çoğunluğun ve fallogosantrik efendi-kodun mantığı ya da iktidarında hiçbir değişiklik meydana getirmezler.


57

tenleşmiş materyalizm


60

Göçmenlerin, sığınmacıların veya mültecilerin “virtüel” gerçekliği ileri teknolojiden ziyade, aşırı düzeyde bir anonimliğe veya toplumsal görünmezliğe işaret eder. [toplumsal mekân, toplumsal ilişki]


Dolayısıyla, sibermekân ve sunduğu “siborg” öznellik, artık bir bilimkurgu malzemesinden ibaret değildir. Aksine insanlar ile makineler arasındaki sınırlar bütün toplumsal düzeylerde bulanıklaşmaktadır. [Siborg çokkatmanlı, karmaşık ve içsel olarak farklılaşmış bir öznedir.] ... bugün siborglar, insan sonrası hız ve eşzamanlılıkla işleyen bilgisayar teknolojileriyle arabağlantı kuran savaş uçağı pilotlarının bakımlı ve antremanlı fizikleri kadar, denizaşırı üretim tesislerinde düşük ücretle çalıştırılarak sömürülen kadınların ve çocukların emeğine de işaret etmektedir.


62

Bugün hâlâ, belki bir nostaljiyle “bizim bedenimiz, biz kendimiz” demeye devam etsek de, bu beden ve kendilik, artık ileri psiko-farmakoloji, kimya endüstrisi, biyo-bilim ve elektronik medyanın içine gömülmüş soyut teknolojik kurgulardır.


63

Abject, öznenin kendisiyle özdeşleşmesini istemeyip reddettiği, kendinden çıktığı halde kabul etmek istemediği, kurtulmak istediği şeyleri tanımlar. Dışkı, kan, irin, ter, kesilmiş saç ve tırnak, kopmuş organ gibi “abject” unsurlar başlı başına bir nesne olmaktan ziyade, özne ile nesnenin ayrışmasını sağlayan, bu kategorilere öncel, ama aralarındaki karşıtlığı ortaya çıkaran koşuldur. (ç.n.)


65

Altmışların sonları ve yetmişlerde toplumsal hareketlerin yeniden etkinleştirdiği bu bedenleşmiş materyalizm geleneği, radikal bir iktidar eleştirisinin ve hümanist öznenin çözülüşünün temellerini atar.


[psikanaliz] ... özne artık bilinçle özdeşleştirilmemektedir: “Cogito”nun yerini “Arzuluyorum, öyleyse varım” almalıdır. Yani, düşünme etkinliği, asıl itici gücü duygulanırlık, arzu ve imgelem olan bir dizi yetiyi kapsayacak şekilde genişletilmektedir.


66

Öznenin bedenleşmişliği, doğal, biyolojik türden olmayan bir bedensel maddilik biçimidir. Bedeni, büyük oranda inşa edilmiş olan toplumsal ve sembolik kuvvetlerin karmaşık etkileşimi olarak ele alıyorum: Bu beden biyolojik bir töz, hatta bir öz değil, bir kuvvetler oyunu, bir yeğinlikler yüzeyi ve orijinalleri olmayan saf simulakrlardır. ... Bu bedeni, enerji akışlarının dönüştürücüsü ve aktarım noktası olarak, yani bir yeğinlikler yüzeyi olarak görüyorum.


Beden hâlâ bir çelişkiler yığını olarak durmaktadır: Beden zoolojik bir varlık ve genetik bir veri bankasıdır, ama aynı zamanda biyotoplumsal bir varlık, yani kodlanmış ve kişiselleşmiş anıların bir tabakasıdır.


67

İktidar (potestas) yasaklaması ve sınırlaması bakımından olumsuzdur. Güç (potentia) ise, güçlendirmesi ve eylemeyi mümkün kılması bakımından olumludur.


Bu bakış açısından “öznellik”, dilbilgisel “Ben”in kurgusal birliği altında, tepkisel (potestas) ve etkin (potentia) güçlerin birbirine bağlanması sürecidir. Özne, iktidar ile arzunun, başka bir deyişle iradi seçim ile bilinçdışı güdülerin farklı düzeyleri arasındaki sürekli kaymalar ve müzakerelerden oluşan bir süreçtir.


69

[Materyalizm, mater kökü], [öznenin kökeninin ilk ve kurucu alanı olarak “maddi olan”, aynı zamanda dişi öznenin özgüllüğünü ifade eder.], [the material - maternal]


Irigaray, ... cinsel farkın, kültürümüzün son ütopyası yani u-topos’u, yokyeri olduğunu söyler; başka bir deyişle cinsel farkın şimdiye kadar kendini ifade edeceği bir yeri olmamıştır.


[“ütopya” -> “henüz olmayan” -> virtüel dişi]


71

[Kadının henüz temsil edilmemiş bir değer taşıması]


72

[dişi bedensel gerçekliğin verili değil ama virtüel olması, yani bir süreç ve proje olması...]

...............................

..................................................



.

.

.


13 Eylül 2020

Giorgio Agamben - Yeminin Arkeolojisi

 .

.

.

.


Türkçe’de Giorgio Agamben

 

1970 İçeriksiz Adam. (Çev. Kemal Atakay), Monokl Yayınları, 2019 İstanbul

1978 Çocukluk ve Tarih: Deneyimin Yıkımı Üzerine Bir Deneme. (Çev. Betül Parlak), Kanat Kitabevi, 2010 İstanbul

1985 Nesir Fikri. (Çev. Fırat Genç), Metis Yayınları, 2009 İstanbul

1990 Gelmekte Olan Ortaklık. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul

1995 Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat. (Çev. İsmail Türkmen), Ayrıntı Yayınları, 2001 İstanbul

1998 Tanık ve Arşiv: Auschwitz'den Artakalanlar. (Çev. Ali İhsan Başgül), Dipnot Yayınları, 2017 Ankara

2002 Açıklık: İnsan ve Hayvan. (Çev. Meryem Mine Çilingiroğlu), Yapıkredi Yayınları, 2009 İstanbul

2003 Olağanüstü Hal. (Çev. Kemal Atakay). Varlık Yayınları, 2008 İstanbul

2005 Dünyevileştirmeler. (Çev. Betül Parlak). Monokl Yayınları, 2011 İstanbul

2006 Dispozitif Nedir? / Dost. (Çev. Ekin Dedeoğlu), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul

2008 Şeylerin İşareti: Yöntem Üstüne. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul

2008 Yeminin Arkeolojisi: Dilin Kutsal Ayini. (Çev.Önder Özden), Nika Yayınevi, 2020 İstanbul

2009 Çıplaklıklar. (Çev. Suna Kılıç), Alef Yayınevi, 2017 İstanbul

 

 



 

Yeminin Arkeolojisi: Dilin Kutsal Ayini

 

(Çev.Önder Özden), Nika Yayınevi, 2020 İstanbul

 

 

 

İçindekiler

 

Çevirenin Notu                    7

Kısaltmalar                           10

Dilin Kutsal Ayini               11

 

 

 

9

Aklın kavramlarının şematizmi ... metafizik ve fiziğe ait kıyıların  Styx interfusa ile iletişim kurduğu bir andır.

Immanuel Kant

 

1.

 

11

[Yemin, Batı tarihinde siyasal ahdin temelidir. Hıristiyanlığın başlangıcından Kilise ve Devlet arasındaki Atama Savaşına, geç Ortaçağ “komününden” modern devletin biçimlenmesine kadar, yemin, baş roldedir.]. [Paolo Prodi’ye göre zamanımızda yeminin geri çevrilemez düşüşü “siyasal bir hayvan olarak insanın varoluşunun mesele olduğu bir krize” karşılık gelir.] [Bugün kolektif yaşamımızı, bir siyasal bedene kutsal bir biçimde bağlayan resmi ve bütüncül bir yemin olmaksızın yaşıyorsak, bu, bilincinde olmaksızın, gerçekliğini ve anlamını henüz kavramadığımız “yeni bir siyasal birliğin” eşiğinde bulunduğumuz anlamına gelir.]

 

12

[Yemin nedir?]. Eğer yemin siyasal iktidarın sakramenti ise*, yeminin tarihinde ve yapısında onun böyle bir işlevle yükümlü kılınmasını olanaklı hale getiren nedir? Yaşamda ve ölümde bütün insanların onun içinde ve onun tarafından hesap vermeye çağrılabildiği yeminde, her anlamda belirleyici bir unsur olan, hangi antropolojik düzlem ima edilmektedir?

 

* Sakrament kelimesi yemin, vaat, bağ anlamlarına gelen Latince sakramentum kelimesinden türetilmiştir. Sakrament “kutsal şey” anlamına gelir. Hıristiyanlar, sakramentleri kutsallaşmanın bir işareti ve aracı olarak görürler. XII. yüzyılda yedi uygulama sakrament olarak kabul edilmiştir. Bunlar; vaftiz, evharistiya (ekmek-şarap ayini), pekiştirme (kuvvetlendirme), ruhbanlık, evlilik, tövbe, hastaları mesh etmedir (son yağlama). [acikders.ankara.edu.tr; ünite 12]

 

2.

 

[Lycurgus, Leocrates’e Karşı] [Likurgus, MÖ 800-730] “Demokrasimizi bir arada tutan güç yemindir.” [Bu paragraflarda “yemin” hiçbir şey yaratmaz, varlığa hiçbir şey getirmez, ama bir arada tutar ve başka bir şeyin varlığa getirdiğini korur.]

 

14

affirmatio   onaylayan ve garanti eden

vis   etkinlik

 

“[Yemin] destekleyen, garanti eden ve gösteren fakat bir şey kurmayan beyanın özgül kipliğidir. Bireysel ya da kolektif, yemin sadece pekiştirdiği ve yasallaştırdığı bir ahtin, antlaşmanın, deklarasyonun varlığına istinaden vardır. Anlamlı bir içeriğe sahip olan fakat kendi başına hiçbir şey ifade etmeyen bir söz edimini hazırlar ya da sonlandırır. Hakikatte, içeriği değişken olmakla beraber bazen ellerin kullanıldığı bir ritüelle tamamlanan sözsel törendir. İşlevi, ortaya çıkardığı onaylamaya değil, telaffuz edilen kelime ile onun çağrıştırdığı kudret arasında kurduğu ilişkiye dayanır.” [Benveniste]

 

3.

 

15

[Samuel Pufendorf] ... yeminin, sadece insanlar arasındaki ahit ve anlaşmaları değil, fakat daha genel anlamda dilin kendisini teyit etme ve garanti altına alma [kapasitesine vurgu yapar].

 

 

4.

 

18

yeminde mesele olan, yalnızca köken itibariyle sadece bir vaadin ya da bir teyidin doğruluğunun garantisi olmayıp aynı zamanda bugün bu adla bildiğimiz kurumun, insan dilinin tutarlılığı ve “konuşan hayvanlar” olarak insanların doğaları ile ilgili daha arkaik bir döneme ait hatıralarını barındırmasının söz konusu olması da mümkündür. Önlenmesi gereken “musibet” sadece insanların güvenilmezliklerine, sözlerine sadık kalamamasına değil fakat dilin kendisine, kelimelerin kendilerindeki şeyleri ifade etme kapasitesine ve insanların konuşan varlıklar olarak sözlerinin koşulunu beyan etme becerisine ait bir zayıflıktı.

 

 

6.

 

22

herkos            kuşatma, bariyer, bağ

horkos           kutsallaştırıcı nesneyi güçle tutmak [yemin]

                       

Horkos, çeşitli şekillerde Styx’in sularında, kahramanın asasında ya da kurbanın bağırsaklarında cisimleşen “Kutsal Töz”dür. [Yemini dile getiren kişi “kutsal töz”le ilişkiye geçer. “Yemin etmek, bu nedenle, en korkunç türden dini güçlerin alanına girmektir” (Louis Gernet).

 

25

[kutsalın ilkselliği paradigması] … “her zaman ve her yerde söz konusu olan, onay ile kutsal bir şey arasında bir ilişki kurmaktır… Hedef her yerde aynı kalır, yani onay ve kutsal töz arasında bir ilişki kurmak” (Bickermann).

 

 

7.

 

26

[bilinmeyen bir nesneyi tanımlamak ya da kullanımını açıklayamadığımız için başvurduğumuz terimler..] [mana, zımbırtı, şey, cebirsel semboller, vb.] … onların tek işlevi, gösteren ile gösterilen arasındaki boşluğu doldurmaktır…

 

27

[mitoloji, dilin neden olduğu bilincin bir “hastalığı”dır. Levi-Strauss, Max Müller]

 

 

8.

 

28

... hukukun ve dinin ayrılmaz bir şekilde görüldüğü “hukuk öncesi”ni (pre-droit)... ... ilksel ayrışmamışlık...

 

Hukuk öncesi, tıpkı din öncesinin yalnızca tarihsel olarak bildiğimiz, daha ilkel bir din (mana) olmayışı gibi, sadece “ilksel” bir yasa değildir; tam tersine, din ve hukuk terimlerini es geçecek bir x terimini düşünmek daha uygundur. X terimini tanımlayabilmek için din ve hukuk olarak tanımlamaya alışkın olduğumuz yüklemlerin atfedilmesini askıya alan bir tür arkeolojik epoché uygulayarak en azından geçici olarak her türlü önlemi ortaya koymalıyız.

 

 

9.

 

30

...  (MÖ altıncı yy’ın sonlarına tarihlenen) Dvenos vazosunda kaydedildiği gibi, yemin kuşkuya yer bırakmayacak bir şekilde vaat içeren bir formül olarak hukuksal bir karakterde ortaya çıkmaktadır... ... yemini az ya da çok dinsel, az ya da çok hukuki olarak tanımlamak için hiçbir nedenimiz bulunmamaktadır.

 

[Yunan geleneği] ... tanrılar dahi yeminin otoritesine tabidir. ... “tanrıların yemini olarak hizmet eden Styx dedikleri suyu”...

 

31

Belki de kendi başına yemin, (yalnızca) hukuki ya da (yalnızca) dini olmayan ve tam da bu nedenle, başlangıçtan itibaren hukukun ve dinin ne olduğunu düşünmemize izin veren bir fenomeni önümüze serer.

 

 

10.

 

34

[Yemin, dilin eylemde vücut bulmasıdır.]

 

35

“insana güvenmemizi sağlayan yemin değil, insan yemini güvenilir kılar.” [Aeschylus]

 

 

13.

 

44

... insan sacer kılınırdı yani, insanların dünyasından dışlanır ve tanrılara adanırdı.

 

45

“Yemin etmek her şeyden önce lanet etmektir, kişinin söylediğinin yanlış olduğu ya da vaat edilen şeyi yerine getirmediği durumda kendisine lanet etmesidir. [Hirzel]

 

46

Yemin, üç unsurun birleşmesinden kaynaklanırmış gibi görünüyor: bir iddia, tanık olarak tanrılara yakarma ve yalan yere yemine yönelen bir lanet.

 

 

16.

 

53

Sadece yemin değil lanet de –bu anlamda doğru olarak “siyasal” olarak dile getirilir- hakiki bir “iktidarın sakramenti” olarak işlev görür.

 

 

17.

 

54

[yalan yere yemin ve lanetle yakın bir bağı bulunan başka bir kurum, “küfür”dür.]

 

55

“Küfür’de de Tanrı’nın ismi görünmelidir çünkü küfür yemin gibi Tanrı’yı tanık olarak çağırır. Sövgü bir yemindir fakat edebe aykırı olan bir yemindir” (Benveniste).

 

[Küfür] “Bir mesaj iletmez, diyaloğu başlatmaz, yanıta meydan vermez ve muhatabın varlığı bile gerekli değildir” (Benveniste).

 

56

Küfür, tanrının isminin iddia edici ya da geleceğe dönük bağlamından çıkarıldığı ve kendi içinde, boş, semantik bağlamdan bağımsız olarak söylendiği bir yemindir. Yeminin içindeki şeyler ve kelimeler arasındaki bağlantıyı garanti eden, dile getiren ve logos’un hakikatliliğini ve gücünü tanımlayan isim {tanrının ismi}, küfürde bu bağlantının bozulmasını ve dilin kifayetsizliğini ifade eder.

 

57

Hıristiyanlık ve Yahudilik’te, küfür, “Tanrı’nın adını boş yere anma” emri ile bağlantılıdır (Çıkış 20’de dikkat çekici bir şekilde put yapmayı yasaklayan emri izler).

 

 

19.

 

61

Büyük dil bilimci Hermann Usener, Götternamen monografisini ilahi isimlerin doğuşu sorununa adadı…

 

62

… “özel tanrılar”ın (Sondergötter) isimlendirdikleri fonksiyon… Vervactor, Mayıs ayının ilk sürümüne; Reparator, çift sürmeye; Inporticor, sapan izleri arasındaki toprak yükseltisi olan porcea’yı izleyen son sürüme; Ocarator toprağın tırmıkla işlenmesine; Subruncinator, yabani otların çapa ile çekilmesine; Messor hasatın yapılmasına; Sterculinius, gübrelemeye karşılık gelir. Şöyle yazar Usener: “O zamanın insanına önemli gelen her durum ve eylem için özel tanrılar yaratılmış ve bunlar farklı yüklem parçalarıyla isimlendirilmişti: bu yolla bütün olarak sadece eylemler ve durumlar değil ayrıca bunların öğeleri, tekil eylemler ve anlar da kutsallaştırıldı”.

 

Usener, mitolojiye katılan Persephone ve Pomona gibi tanrıçaların dahi aslında sırasıyla tomurcukların kırılmasını ve meyvelerin olgunlaşmasını isimlendiren “özel tanrılar” olduğunu gösterir.

 

63

Usener’in tezi, bir şekilde “dilin kökeninin her zaman içinde büyüsel-dinsel bir olay” olduğunu ima eder. Bu, yine de teolojik öğenin öncelikli olduğu anlamına gelmez.. ... isim, bilahare isimlendirdiği şeye uygulanan halihazırda mevcut olan bir şey değildir. ... Dış dünyada karşılaşılan bir varlığın yol açtığı ruhsal uyarım, aynı zamanda isimlendirmenin aracı ve sebebidir.

 

 

20.

 

64

“Küfür, kendini bir nida olarak ilan eder ve en tipik çeşitliliği oluşturan ünlemlerin söz dizim kurallarına (syntax) sahiptir” (Benveniste). Her nidada olduğu gibi küfür de “ani ve şiddetli bir duygunun baskısı altında ağızdan kaçan bir sözdür” ve her ünlem gibi, her zaman kendi içlerinde anlamlı olan terimleri kullansa dahi iletişimsel bir niteliğe sahip değildir; temel olarak semantik değildir.

 

65

Dilbilimcilere göre insan dilini niteleyen isimler ve söylem arasındaki ikiliğe göre isimler, orijinal durumlarında semantik bir öğeyi değil saf semiyotik olanı kurarlar. Bunlar, dil ırmağının kendi tarihsel oluşumunun berisinde sürüklediği birincil ünlemlerin kalıntılarıdır.

 

Dil bilimciler, hakaretleri açık benzerliklerine rağmen belirli bir kategoriye kaydeden normal tasnif edici terimlerle her açıdan karşıt olan, belirli bir türün edimsel terimleri olarak tanımlarlar. “Sen bir aptalsın” ifadesi, sadece görünüşte “sen bir mimarsın”la simetriktir çünkü sonuncusunun aksine bu ifade, bilişsel bir sınıflandırmaya bir özneyi kaydetmek üzere, basitçe onu sözceleyerek, belirli pragmatik etkiler yaratır. O halde, hakaretler yüklemcil terimlerdense daha çok ünlemler ya da özel adlar gibidirler ve bu özellikleriyle küfürle benzerlik gösterirler.

 

[Hakaret -> Küfür -> Tanrı’nın ismi, bu şekilde, iki kez boşa anılır.]

 

 

21.

 

67

Tikelin sonsuz yayılımının potansiyeli, isimlendirmenin ilahi olayı olduğu gibi logos’un ilahileştirilmesine, isimde meydana gelen dilin arke-olayı olarak Tanrı’nın ismine dönüşür. Dil, Tanrı’nın sözüdür ve Tanrı’nın sözü, Philo’nun sözleriyle, yemindir; Tanrı, kendisini logos’ta tam anlamıyla “inanılır biri” (pistos) olarak açığa vurduğu sürece Tanrı’dır. İnsanın sadece konuşmacı olduğu dilde, Tanrı yemin-tutandır fakat yeminde Tanrı’nın ismi üzerine insan dili, ilahi dil ile iletişime geçer.

 

 

22.

 

70

[Kant / ontoloji / Tanrı’nın isminin teolojik motifinin mutlak olanın felsefi yorumuyla bağlantısı / töz ve varoluşun örtüşmesi / Katolik teoloji] Tanrı’nın ismini telaffuz etmek Tanrı’yı, isim ve varlığı, kelimeler ve şeyleri ayırmanın imkânsız olduğu, bir dil deneyimi olarak anlamak anlamına gelir.

 

72

“L. W. olarak çağrıldığımı biliyor muyum yoksa buna inanıyor muyum?” (Wittgenstein)

 

73

… her isim bir yemindir ve her isimde bir “inanç” söz konusudur çünkü ismin kesinliği görgül-bilişsel ya da ussal-görgül bir şey değildir…

 

 

23.

 

73

… “söz edimi” ya da performativite teorisi yeniden okunmalıdır. Performatif, ilişkilerin belli bir durumunu tarif eden değil; fakat derhal bir olgu üreten, olgunun anlamını hayata geçiren dilsel bir sözcelemedir. “Yemin ederim” bu anlamda bir “söz ediminin” mükemmel paradigmasıdır.

 

[Performatifler dilde,] … büyüsel-dinsel bir sahne değildir fakat anlam ve adlandırma arasındaki ayrıma öncül, inanmaya alışkın olduğumuz insan dilinin kökensel ve sonsuz niteliği de olmayan tarihsel bir ürün olan (bu olduğu haliyle her zaman var olmamış ve bir gün var olmayı bırakabilecek) bir yapıdır.

 

74

… performatif ifadenin kendine-göndergeli niteliği… … performatif eylemin kendine-göndergeliliğinin, dilin normal betimsel niteliğinin askıya alınışı aracılığıyla kurulduğunu açıkça ortaya koymak gerekir.

 

… “dün Atina’daydım” ya da “Truvalılara karşı savaşmayacağım” betimsel ifadeleri, performatif yemin ederim’le öncelenirse betimsel olmayı bırakır.

 

 

24.

 

[Foucaultcu bir terim: “doğrulama”] … iddia etme ve doğrulama logos’un eş-kökenli görünümünü ifade eder. İddia etmenin temel olarak betimsel bir değeri bulunurken, yani iddianın hakikati, bunun formülasyonu anında özneden bağımsız ve ussal ve nesnel parametrelerle (hakikat koşulları, çelişmezlik, sözler ve şeyler arasındaki uygunluk) ölçülürken, doğrulamada ise özne kendini kurar ve kendi iddiasının hakikatine kendisini performatif olarak bağlayarak olduğu gibi oyuna kendisini sokar.

 

77

“Yemin ediyorum”, “Vaat ediyorum”, “Beyan ediyorum” vs. söz edimleri... ... konuşan özne ne ondan önce var olur ne de sonradan ona bağlıdır fakat söz edimiyle bütünsel olarak örtüşür.

 

Eğer bir kişi bir doğrulamayı bir iddia olarak, bir yemini betimsel bir ifade olarak ve bir inanç sözünü dogma olarak formüle edermiş gibi görünürse bu durumda konuşma deneyimi yarılır ve indirgenemez bir şekilde yalan ve yalan yere yemin peyda olur. Ve dil deneyimindeki bu yarılmayı denetleme çabasından hukuk ve din doğar, her ikisi de konuşmayı şeylere bağlamaya çabalar, lanetler ve aforoz etme aracılığıyla konuşan özneleri konuşmalarının doğrulayıcı gücüne, “yemine”lerine ve inanç beyanlarına raptetmeye çabalar.

 

78

Din ve hukuk, ... logos’un dürüstlüğünü ve hakikatini garantilemek için icat edilmişlerdi.

 

 

25.

 

81

... modern kültür için oldukça önemli olan din ve inanç arasındaki karşıtlık hakikatte noktası noktasına logos’un eş-kökenli nitelikleri olan doğrulama (hukukun ve pozitif dinin türediği) ile ileri sürme (mantık ve bilimin kaynaklandığı) arasındaki karşıtlığa karşılık gelir.

 

 

26.

 

82

Hukukun alanı etkili konuşmanın, “söyleme”nin her zaman indicere (resmi bir şekilde duyurmak, beyan etmek), ius dicrere (hukuka uygun olanı söylemek) ve vim dicere (etkili sözü söylemek) olduğu alandır.

 

84

İsimlendirmek, bir isim almak, emrin kökensel biçimidir.

 

 

28.

 

87

[Yemini, arkeolojik olarak antropojenezis ile olan ilişkisinde konumlandırma:] [Yemin, insanın konuşan varlık olarak kurulduğu dil deneyiminin tarihsel tanıklığıdır.] [Mauss, Levi-Strauss, gösteren ile gösterilen arasındaki uyumsuzluğun üretildiği an] “... insanın dünyayı anlama çabasında, insan her zaman bir anlamlandırma fazlası kullanır (Levi-Strauss).

 

88

... insanda dil belirdiğinde bunun yarattığı sorun... Yaşayan insani varlık kendisini konuşuyor bulduğu için belirleyici olan -belki de daha fazlası- onun sözünün hakikatliliği ve etkililiği sorunudur. Yani isimler ile şeyler ve konuşmacı haline gelen özne ile eylemleri arasındaki kökensel bağlantıyı garanti altına alabilme sorunudur. [Dil ve zekâ her şeyden önce, etik ve siyasi bir düzen sorunu yaratıyor.]

 

89

[insan ve hayvan dili arasındaki farklılık] [insanın, dili kendi özel potansiyeli haline getirmiş olması] ... başka türlü söylenirse, insan kendi doğasını dilde riske eder.

 

Yeminin vuku bulabilmesi için aslında, her şeyden önce, yaşamı ve dili, eylemleri ve sözleri bir şekilde ayırt edebilmek ve bir araya getirebilmek şarttır -bu, tam da dilin hala yaşamsal pratiğinin ayrılmaz bir parçası olduğu hayvanın yapamadığı şeydir.

 

 

29.

 

90

Her isimlendirme aslında ikilidir: bir lanet ve bir hayırduasıdır. Eğer sözcük doluysa, gösterilen ile gösteren, kelimeler ve şeyler arasında karşılılık varsa bir hayırduasıdır; eğer sözcük boşsa, semiyotik ile semantik arasında bir boşluk, bir aralık kalıyorsa lanettir.

 

antopojenik

 

epifenomen

 

91

Prodi “iktidarın sakramentine” ilişkin tarihini, kolektif yaşamımızı yemin bağı olmaksızın yaşayan ilk kuşak olduğumuz ... gözlemiyle açmıştı. ... Bir yanda biyolojik gerçekliğine ve çıplak yaşama gittikçe indirgenen yaşayan varlık bulunur. Diğer yanda ise çıplak yaşamından tekno-medyatik aygıtlar çokluğu aracılığıyla yapay bir şekilde, sorumlu olmanın imkânsız olduğu ve siyasal deneyimin giderek istikrarsız/güvenilmez bir hale geldiği daha fazla boşlaşan bir sözün deneyimine, ayrılmış konuşan varlık bulunur. Sözleri, şeyleri ve insan eylemlerini bağlayan etik bağ koptuğunda bu durum, bir yanda boş sözcüklerin olağanüstü ve eşi görülmemiş bir şekilde yayılmasını diğer yanda ise üzerinde herhangi bir tutanağı kalmamış görünen bu yaşamı her boyutunda inatla yasalaştırmaya çabalayan hukuksal aygıtları teşvik eder.

.

.