02 Ocak 2014

Oğuz Atay - Tutunamayanlar

.
.
.
.















.
.



Tutunamayanlar
Oğuz Atay

İletişim Yayınevi, 1990 İstanbul



"Romandan hemen hiç söz etmedim, kimse yazar ile okur arasına girmemelidir; …" Önsöz'den, Enis Batur

26
Kaç sayfa eder hepsi? Bin sayfa, beş bin sayfa, on bin sayfa. Bir sayfa kaç dakikada okunur, yemek ve uyku saatleri çıkarılırsa geriye günde kaç saat kalır, cumartesi, pazar ve bayramlar için daha uzun süre konursa..

Evinizde Türkçe bir şey kalmamıştı.

34
Pencereye yaklaştı, perdeyi hafifçe aralayarak dışarı baktı: karşı evlerin Turgut’a sırtını dönmüş arka cepheleri: çizgilerini yumuşatmayı bilememiş kütleler; çirkinliklerini, rüyadan yeni uyanmış bir insana, sadece var olmalarıyla unutturan gerçek hacimler...

“Peki, hüküm neydi Selim? Kimin hakkındaydı? Benim mi, senin mi?” “Bilmiyorum.” dedi Selim: “Her zaman söylemezler. Zaten, bilinen, beylik sözlerdir. Her hükümden bir kaç kopya çıkarırlar.

47
Bizim gösterişe ihtiyacımız yoktur. Yaptıkları eserleri karşılarına koyup, bununla boş bir gurura kapılmak Evropalıların işidir. Durmadan, varlıklarını duymak için, olur olmaz yerde, good morning, bon soir derler birbirlerine.

63
Yıl bin dokuz yüz elli üç

66
… edebi değil teknik bir üslup seçersek… demokrasi gibi bunu da kendimize benzetmeyiz.

73
Ziya Paşa aynen şöyle demiştir: “Dî-rahtı ferganiyi nüman eyledi nevser
Tema-yı zur-u haltı kadar neyledi kevser.”

75
Bir de vatan denen bir şey vardı ki, çok iyi korunması gerekiyordu. Bizler, her sabah hep bir ağızdan onu özümüzden çok sevdiğimizi, ant denilen bir şey içerek haykırıyorduk.

Büyüyünce öğretmenliği nasıl yasak edeceğimin hayaliyle yaşarken bir yandan da durmadan tekrarlardım: öğretmenimi, yurdumu sevmek, budunumu -bu budun kelimesi bana kasapta çengele asılı etleri hatırlatırdı- korumak, saymak, üstün tutmak, doğruyum, yasam, onlardan, herkesten intikam almaktır, olmaktır, çalışkanım, armağan olsun.

83
Turgut: “Yaptığımız bütün devrimlerin aslı yok mu dersiniz?” diye sordu birdenbire. Sultan (Abdülhamit), başını geriye iterek: “Bana kalırsa yok,” dedi.

89
Nasıl bu duruma geldik Selim? Bir arada olmanın kaçınılmazlığından başka bir neden yok muydu bizi yaklaştıran?

90
(epsilon, ε şeklinde gösterilen matematiksel ifadedir. Limit teorisinde sıfıra çok çok yakın sayıları ifade etmek için kullanılır. Epsilon ile gösterilen sayılar, sıfıra çok yakındır ama sıfır değildir. Viki)

96
(Selim) Ekmeğini kazanırken bireyin yapacağı işler, onu bazı ilişkiler kurmak zorunda bırakacaktır. Bu ilişkilerde, işinin dışında devam edecek herhangi bir eylemden kaçınmalıdır birey. İş arkadaşlarıyla gerçek bir dostluk kurmaktan kesinlikle sakınmalıdır. Yalnız, bunu yaparken, çevreyle ilişkilerini aksatmayacak; bu geçici arkadaşlarında, kendisine karşı dargınlık, kuşku ve kızgınlık yaratmamaya çalışacaktır. Çevresindeki kişilerin düşmanlığını kazanmadan ölçülü bir yakınlık kurmalıdır onlarla.

97
(Selim) Bütün değerlerimizi önce yok sayarak işe başlamalıyız. Kişisel değer saydığımız şeylerin, toplumun baskısıyla edinilmiş sahte nitelikler olabileceğini de hiçbir zaman akıldan çıkarmamalıyız.

99
Canım Selim! Nasıl çırpınmışsın bir yere tutunmak için… bu toplumla ilişkisini kaybetmiş: yaptığı işe ve yaşadığı düzene yabancılaşmışmış. Tersini ispat edeceğim! Hepinize göstereceğim! … Oysa, ne kadar utanmıştır yıllar sonra tekrar okuduğu zaman. (Turgut)

102
Pencereler, pencereler. Külrengi külrengi, serpme sıva... ağır ve çiçek bozuğu kütle; keskin Ankara güneşi, çirkinliği kuvvetlendiriyor. Nasıl kaldıralım bu yığınları ortadan? Hakkınız yoktu buna: bizi zevksizliğinize mahkûm etmeye.

108
(Süleyman Kargı) "Öyle bir anlatmışsınız ki kitabı ona... Onun okumaya ihtiyacı yok, derdi.” Turgut, yorgun bir gülümsemeyle: “Cahil Turgut’u gizlemesini iyi bilirim. Kimse anlayamaz,” dedi. “Bütün dünyayı kandırabilirim gibi geliyor bana.”

111
(Turgut) "Bir yol bulunmalıydı. … Bir defaya mahsus olmak üzere bir istisna yapılmalıydı. Kâğıtlarınızda bir noksanlık var, bir imza eksik diye geri çevrilmeliydi Selim. Özür dileriz, kabul edemeyiz; bazı noktaları unutmuşsunuz denemez miydi?... Turgut’u, Süleyman’ı unutmuşsunuz; bilseniz ne merakla bekliyorlar sizi. …"

119
Oysa bilseydi (canım) biraz da Fransızca
“Voila Atatürk maman!” derdi muhakkak orada.

Gözüne güneş gelmesin diye elini
Siper eden Mehmetçik heykeli ne güzeldi.
Ve büstlerinden yalnız göğsüne kadar tanıdığım
Atatürk

119
Kabartmalı ve yüksek
Bir mermerin üstüne çıkmıştı atıyla.
(Böylece tanışmış oldum heykel sanatıyla.)
Baba, ordaki kadın sırtında ne taşıyor?
“Bomba.” Neden? “Türk yurdu topyekûn savaşıyor.”

Savaş, cephede bitti (yirmi yıl önce).
Oysa, bir türlü bitmez okul kitaplarından ince
Sesimle okuduğum
Şiirlerde (Zafer Bayramı münasebetiyle). “Oğlum,
Bu ne Şeker ne de Kurban Bayramı,”

124
Bir sıkıntı ve nefretle yaşadınızsa, Ankara güneşi sizin de
Uyuşturmuşsa beyninizi, Ata’nın izinde
Gitmekten başka bir kavramı olmayan

Cumhuriyet çocuğu olarak yayan,

126
Cranium fibula radius
Sacrum patella carpus
Nasıl ezberlenir Allahım
Arapça dua eden insanın Latince kemikleri?

(Süleyman Kargı'nın açıklaması) Selim’i, geçmişten ve gelecekten ayırmaya kimsenin hakkı yoktu. Bunun hesabı sorulmalıydı, sorulacaktı. Dün, bugün ve yarın, onun yaşantısıyla birleşmeliydi. … Tarihin aldatıcılığından kurtulmak istiyordu.

146
Yüzyıllardan beri sürüp gelen ve “Neden Batılılaşmıyoruz?” “Neden Her Şeyi Kendimize Benzetiyoruz?” “Neden Yüzyıllardır Denenmiş Uygulamaları Yapımıza Uyduramıyoruz?” gibi makale ve kitapların sorularına kesin bir karşılıktır Bilig-Tenüz.

… neden Batı kültürünü alıp soysuzlaştırdığımızı sanıyoruz? Batı, bizim kültürümüzü alıp soysuzlaştırmış olmasın? Tanzimatla birlikte başlayan “Garplılaşma” hareketleri, bir kültürün kötü bir biçimde kopya edilmesi mi demekti? Yoksa, biz, aslında gene atalarımızdan miras kalan bir medeniyete mi dönüyorduk? Bilig-Tenüz’ü inceleyenler göreceklerdir ki, biz, yeni uygarlığımızın asıllarını teşkil eden bütün kurumları, akımları ve düşünceleri yeni bir biçime sokarken bir keşmekeş ve bilmezlik içinde değildik; kökü ta iki bin yıl öncesine dayanan ve her noktası akıllara durgunluk verecek bir biçimde hesaplanmış olan bir bilimselliği sürdürüyorduk. Yoksa ayakta kalabilir miydik?

158
Her ne kadar Bela Bartok’un aynı biçimdeki aranjmanlarını kendisine gösterdimse de, İznik Konseyi ile ilk Ortodoks-Katolik uyuşmazlığı dışında Hıristiyanlık dünyasının çok sesli müziğin gelişiminde bir uyum sağlamış olması ve dillerinde birçok Türkçe kelime bulunan Macarların bile bu konuda bizden kaçınılmaz bir ayrılığa düşmesi, onun kuşkularını artırıyordu. Modern resmi benimsememizde geçirilen sarsıntılar düşünülecek olursa, Selim’in bu çekimser tutumunu yadırgamamak gerekir. …

165
Eski Yunan müverrihlerinden Deodoranus, Corridos’a yaptığı dört yolculuğun izlenimlerini şöyle anlatıyor: “Corridos Adası, kıyısı yüksek Pelentes (Labrium Hespandaira) ağaçlarıyla çevrili şirin bir tabiat köşesidir. …

186
7- DÜZGEN SİLİK: Salgan’la aynı okulda çadırbilim (bugünkü dilde karşılığı yok) öğretim üyesi, kumral…

215
Maurice Maeterlinck’in bir oyunundan alınan bu filmde ölümden sonrasıyla doğumdan öncesini, aynı ülkede geçen olaylar dizisi olarak görmek, Selim’e belirsiz bir haz ve endişe vermişti.

216
İstediğim gibi okudum, istediğim gibi yorumladım. Kimse beni rahatsız etmedi, bey kardeşim. Düşünceleri de olayları da istediğim biçimde düşündüm. Gözlük takmanın nedenini yıllarca, göze toz toprak kaçması, gözün de böylece yorularak iyi görmemesi sandım. Bugün de öyle sanmak isterdim; bunun kimseye zararı dokunmazdı. Ben de, yalnız bana ait olan bir düşüncenin mutluluğuyla yaşardım.

231
Tarih bir tahriften ibarettir. Tarih, geçmişten geleceğe uzanan ve bugün gördüğümüz bir rüyadır. Bütün rüyalar gibi tarih de yorumlanabilir; ama görülürken değil.

247
Babasını ve ağabeyini kaybetmiş iki ay arayla. Ondanmış bu elem. Talihleri vardır bu gibilerin: her zaman bir acı bulurlar çekecek. Senin de her işin iyi gider aksi gibi.

Acaba Metin de tutunamayanlara giriyor mu?

258
Canım Selim! Nereden bulursun böylelerini: “Zaten, bu milletin gerçek değerlerini tanımıyoruz. Kendi öz değerlerimizi ihmal ediyoruz.”

272
Derin bir nefes aldı. Biçimden önce öz, özden önce duygu, duygudan önce insan gibi basmakalıp sözler düşündü.

274
… daktilonun tıkırtısına kaptırdı kendini. Tuşların tıkırtısı, arzunun tıkırtısı, …

311
Kâğıdın ön tarafı dolar, arkasına geçilir. Her sayfa, taklidi imkânsız bir kompozisyon olur: daktilo harfleri, kırmızı damgalar, mor damgalar, siyah damgalar, mühürle basılmış tarihler, elle atılmış tarihler, yeşil kalemle imzalar, sabit kalemle paraflar, tarih ve numara kaşeleri, sağda solda altta üstte yatay, çapraz havale yazıları, mütalaalar, soru işaretleri, altı kırmızı kalemle çizilmiş satırlar. Gerçek bir sanat eseri: toplu bir sanatçı kalabalığının ürünü, kollektif sanat.

313
Binalar, binalar... Yetmiyormuş gibi bir de yenilerini yapıyorlar. Türk’ün parası olunca binaya gidermiş. Başka neye gider? … Güven Anıtı’nı geçti. Durdu, geriye döndü. Parka girdi. Çocuklar yok: öğle uykusundalar. Serseriler dinleniyor. Heykellere baktı: Türk’e benzemiyorlar. Ne duruşları benziyor ne de suratları. Kenan aklına geldi; gülümsedi. Alman Japon’una benziyorlar. Biri öğünüyor, biri güveniyor, biri de çalışıyor. Şuraya bir kuş konmuş: biri tutmuş... burada oturup düşünemem. Ortam uygun değil: düşünen heykel yok. Parktan çıktı.

319
Hücreler bütün güçleriyle, dış etkenlere karşı koyar ve vücuda girmek isteyen yabancı unsurları dışarı atmaya çalışırken değişebileceğini, onların bu kör inadını yenebileceğini düşünmek, insan için ne kadar zordu. Değişmek, kendine yabancılaşmak demekti. Dişimdeki küçük bir oyuğun içine giren bir yemek artığına, dilim ne kadar şiddetle saldırıyor, o küçük oyuğa giremeyeceğini bildiği halde, bütün yumuşaklığıyla kendini katı duvarlara vuruyor. Barınamazsın o kovukta yabancı, diyor. Tükürük bezleri, o küçük parçayı eritmek, boğmak için seller akıtıyor; dil, bir yılan gibi tekrar saldırıyor, küçük bir gedik bulup dalmaya çalışıyor. Boğazım yutkunuyor: büyük anaforlar yaratıp yutmak istiyor bu bilinçsiz küçük parçayı. Hepsi el birliğiyle uğraşıyorlar, kendilerini harap ediyorlar. Dilin ucu parçalanıyor, boğaz kuruyor. Amaç, canlının bütünlüğünü korumak, değişmesini önlemek. Yeni olan her şeye isyan ediyor vücut: dünyanın en rahat yatağında ilk yattığı gece uyuyamıyor. Beyin, vücudun o korkunç diktatörü de, tutucu bir derebeyi aslında. Gene de vücut kadar geleneklerine bağlı değil. Bazen vücudu, yeni maceralara, bilinmeyen yaşantılara sürüklemek istiyor ve cahil hücrelerin kör başkaldırmasıyla karşılaşıyor. Emirlerini dinlemiyorlar yöneticinin: ayaklanıyorlar.

322
Kollarını, sandalyenin iki yanına dayayarak gerindi. “Daha vaktim var, daha vaktim var,” diye söylendi. Vaktim de var, içim de var. Bütün kuvvetimle mi atılacağım maceraya? Onu bile korumayacak mıyım? Onu, o “şey”i? Kimsenin bilmediği bir parça: tarifi güç, gene de varlığını çok iyi bildiği “şey”. Onu da tehlikeye atacak mıydı? Bütün Turgut’u hiçbir zaman teslim etmemişti. Hiçbir zaman. Onu kendine saklamıştı. Değerini yalnız Turgut’un bildiği bir “şey”. Başkaları da birçok şeyler saklarlar insanlardan: gene de bir şey kalmaz kendilerine. Bu “şey” öyle değildi. Anlatılsaydı değeri kalmazdı ki. Bu nedenle anlatılamazdı. Bu “şey”i birine verseniz de farkında olmaz aslında. İnsan uzun uzun anlatsa, “onun” kendine güven verdiğini söylese, merak ederler belki. Fakat görünce bir “şey”e benzetemezler muhakkak. Bu muydu, derler o “şey”. Verdiğiyle kalır insan. Ezer, buruşturur, yere atarlar. Bazı ukalalar da Latince isimler takarlar bu “şey”e. Tarifler, benzetmeler... Ben ne dediğimi biliyorum. Benim, Turgut Özben’in özbenliği.

Evlendiği gece de onu kendine sakladı. Nermin’e anlatmak zordu. Anlatılabilecek gibi başlamamıştı ilişkileri. … Akşam, evine yorgun dönersin. Karına anlatacağın bir sürü olay birikmiştir; içinde birtakım duygular gelişmiştir. Anlatmaya başlarsın. Birden, içinde bir duraklama duyarsın. “Şey” engel olur sana: söyleme onu, der. Her “şey”i anlatma. Belki sözlerinin arasında, farkında olmadan beni ele verirsin. Belki anlar: insan bu, bilinmez. Sen gene dikkat et; her “şey”i ayrıntılı anlatma o kadar. Bütün “şey” ayrıntılarda değil midir zaten? Ayrıntılarda ele vermez mi insan kendini? Başkalarına anlatamadıklarınla beslenir, varlığını sürdürür herhalde. Başkalarından saklandıklarınla gelişir.

Ayrıca, kimsenin istediği yoktur bu “şey”i. Nermin bile farkında değil ona vermediğim “şey”in. Herkes gibi, kendi istekleriyle ilgili, benim vermek istediklerim o kadar önemli değil. Her şey iyi gittiği sürece, bunun önemi yok... iyi gittiği sürece... Görünüşte olağanüstü bir durum yok. Ben Nermin’i seviyorum. Nermin de beni seviyor. Bu durum gün gibi aydınlık; karanlıkta kalan yalnız o “şey”. Sessizce duruyor orada, olaylara karışmadan. Nermin, diyorsun; peki, diyor. Peki, bildiğin gibi yap. Bana dokunma da. … Anlatamadığım bir “şey” yüzünden kimseyi suçlayamam. İçimdeki düzenle ilgiliydi huzursuzluğum. Dışımdaki düzenle bir ilgisi yok. Nermin’e dış düzen mi diyorsun?

331
Zaman, baş döndürücü bir hızla geçiyor. Ayakta durmasını bilmeyenleri yıkıyordu. Onlar, bir bakıma birbirlerine tutunduklarından, düşmediler, Turgut’un neler yapabilirdim, dediği süreler geçti.

337
Bilinen bir marka değil, Japonya’dan özel olarak getirttim. Bu Japonlar harika insanlar. Bir makine yapmışlar: insanın aklı duruyor. Contraflex’le çekemezsiniz, onunla çektiğiniz resimleri. Kabul ediyorum. Contraflex’in de üstün tarafları var. Fakat bununla çektiğim resimleri göreceksiniz. Harika! Hiçbir makineye değişmem. Ben, resim çekmeye çok meraklıyım. Bütün Avrupa, Amerika, Asya, Afrika, Antartika ülkelerine yazdım; kataloglar getirttim. Adamlar çok ilgi gösterdiler. Teypimi de öyle getirttim. Benimki ST 527.

359
Düşüncelerine büyük bir içtenlikle bağlıydı (Selim): herkesi de öyle sanıyordu. Bu içtenlik, düşünmeyi meslek edinenlerin içtenliğinden çok farklı bir duyguydu. Mesleği sevmek gibi değil, hayatı sevmek gibi bir duyguydu. Camus’nün ‘Ontolojik mesele yüzünden ölen kimseye rastlamadım’ sözünü okuyunca: ‘Biri bu yüzden ölmeli, intihar etmeli,’ diye bağırmıştı. Ona, kimsenin soyut düşünceler nedeniyle kendini öldürmediğini söyledim. Benim de Camus gibi bir ahmak olduğuma karar verdi.”

360
‘… Oysa ben hiç yanlışlık yapmak istemiyorum. Yüzde yüz saf bir harika çocuk olmak istiyorum. Çünkü yüzde yüz saf olan bir şey kendinin aynıdır. Ben de kendim gibi olmak istiyorum.’ Ona, bu sözlerini ciddiye aldığımı söyledim. Hayır, ciddiye alınmak da istemiyordu.

362
(Selim) ‘Üç çeşit meslek varmış: mühendislik, doktorluk, bir de hukukçuluk. Ben ressam olmak istiyordum. Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.

367
“Kitaplara ithaflar yazmak, beğenilen satırların altını çizmek, sayfaların kenarına düşüncelerini yazmak Selim’e, kendini elevermek, insanların ortasında çırılçıplak kalmak gibi geliyordu. İnsanların kitaplara birtakım çizgiler çizmeye, kelimeler yazmaya hakkı yoktu. Herkesin düşünebileceği satırları yazmak saçmaydı. Her insanın kendine özgü düşünceleri gizli kalmalıydı: yalnız kendi bilmeliydi bunları.

371
Benim dışımda kimseye de öfkesini belli etmezdi. ‘Bütün kötülüğün bana,’ diye takılırdım. ‘Anlamıyorsunuz Esat Ağabey,’ derdi. ‘Onları öfkeme layık bulmuyorum. Öfkem bana ait bir şey. Yakın hissetmediğim birine nasıl gösteririm onu. Onlara da size davrandığım gibi davranmış olurum. Asıl o zaman kötülük etmiş olurum size.’

378
Karısını uyandırmadan sessizce kalkmış, perdeyi aralamıştı; şehrin üstüne çirkinlik yığınları çökmüştü. İçinde herkesin küçük bir payı olan çirkinlikler. Mimarıyla, mühendisiyle, ressamıyla, yazarıyla bütün aydınların, rahatsız olmadan bir köşesinde yer almaya çalıştığı, bir köşesine tutunmak için uğraştığı çirkinlikler.

408
Yok canım, böyle şey anlatılır mıydı? İnsana deli derlerdi sonra. Deli mi? Olric anlatabilirdi belki? Olric mi? Nasıl ayrı düştüm evimden böyle, Olric? Neden her istediğimi anlatamıyorum? Neden, aynı yaşantının içinde bulunan insanlarla hiçbir ilişki kuramaz oldum? Neden, neden, neden?

430
Tunç devri... âşık oldu... utanç devri
Utanç devri, tutunamayanların (disconnectus erectus) ortaya çıktığı tunç devrinden hemen sonra gelen tarih öncesi bir dönemdir. Selim Işık, modası geçmiş bir yaratık olduğu için bu dönemi günümüzde yaşamaya çalışmıştır.

431
Akıllı olduğu söylenemezdi. Aptal da değildi. Eğilimlerine uygun her şeyi, iyi kötü ayırt etmeden beğendi. Üçüncü sınıf yerli romanlarla, Balzac ve Stendhal’i aynı zevkle okudu. Klasik müzik eğitimi görürken, Türkçe tangoları aynı heyecanla dinledi.

459
… intihar edenlere tören yapılmaz, böyle intikamcı Tanrı’ya tapılmaz.

463
… genç kız onu kamarasında saklar hayır daha önce kamarasına girdiğini görmezdi hafif bir çığlık koparır önce hayır koparmaz hemen anlardı Selim’in nasıl bir insan olduğunu hayır anlamazdı önce sınıfının ve yetiştirilme şartlarının şımartılmalarının dadıların mürebbiyelerin bozduğu içgüdülerinin etkisiyle onu saklamak istemez İngilizce Fransızca Almanca İtalyanca İspanyolca Avrupa Amerika Londra klasik müzik yüzme dans bale piyano şan araba direksiyon Balzac Proust Stendhal Sir Thomas Malory Hardy Keats Shelley Verlaine Comtesse de Ségur Donne opera melankoli uçak garden parti randevu ve Shakespeare bildiği için Selim’i küçümser ve fakat bütün bunların bozamadığı dürüstlüğü ve duyarlığı nedeniyle onu ilgili makamlara kaptana tayfalara polise teslim etmeye gönlü razı olmazdı …

501
… baba ben artık bu evde yaşamak istemiyorum yıllardır ruhumuzu öldürdün bu evde hayatında bir roman okumadın bir sinemaya gidip heyecanlanmadın beni ve annemi bu çirkin eşyanın içine hapsettin yemekten ve uyumaktan başka bir şey düşünmedin bende bütün duygular senin bu inatçı duygusuzluğuna karşı gelişti kuru mantığınla içimizi kuruttun sana benzeyen taraflarımdan ellerimden ayaklarımdan utanıyorum ihtiyarlayınca sana benzemekten korkuyorum kötülük edemeyecek kadar kısır kafanda yalnız bizim için yaptıklarının defterini tuttun bana aldığın ilk elbiseden verdiğin son harçlığa kadar hastalığımda uykusuz kaldığın gecelerin hesabına kadar kaydettin bu ağır havalı evin içini güzel bir müzik sesiyle bir kitapla süslememe izin vermedin nasılsa eve giren bütün güzelliklerin birer birer yok oluşunu kayıtsız bir sabırla seyrettin kanaryam öldüğü zaman bir yenisini almadın çiçekler solunca boş saksıları balkona taşıdın hiç duydun mu hediye diye bir sözün olduğunu insanların birbirine aldıkları ve genellikle çocukları sevindiren hediye bir gün elinde bir balonla eve döndün mü yaptığım resimler için ağzından çaktığın çivilere dikkat et duvarları berbat ediyorsun sözünden başka bir söz çıktı mı bu evde senden başka varlıkların yaşadığını hiç düşündün mü ben bir kitap okurken ne okuyorsun diye bir soru sordun mu beni elimden tutup bir gün parka götürdün mü sadece o soğuk mantığınla tenkit ettin elektriği açık bırakmışsınız pencereyi kapatmamışsınız radyoyu kapatın başım ağrıyor roman okuyup gözlerinizi yormayın boşuna elektrik yanıyor okuduklarınızın hepsi yalan senin bana isyan etmene bu kitaplar sebep oluyor bu yüzden karşıma geçip bacak bacak üstüne atarak sigara içiyorsun yemeğin suyu bitmiş altını kısın ayakkabılarının burnunu eskitmişsin taşlara çarpma …

511
… ayrıca şehir meydanına bir heykelinin dikilmesini de belediye meclisi karar altına aldı yok yok heykel istemez bazılarının hoşuna gitmiyor üstelik kuşlar durumu bilmediklerinden olur olmaz yerlerini kirletiyorlar merhuma saygısızlık oluyor …

532
… seni seviyorum fakat neresini düzelteceğimi bilmediğim bu yaşantımı sürdürmenin anlamsızlığını seziyorum yok olmaya doğru hızlı bir gidişin farkındayım henüz koruyabildiğim bazı özelliklerim varken daha insan olduğumu hissederken bu gidişe bir son vermeliyim yoksa çok geç olacak ve kendimi affetmeyeceğim seni seviyorum ve beni unutmanı istiyorum …

533
… şimdi şu anda artık ne kadar yaşayacağımı bilmenin rahatlatıcı bir düşünce olduğunu ve kâbuslardan gelecekten korkmadığımı söyleyebilirim düşün son günlerde ne duruma gelmiştim artık bilmem bu ıstırap daha ne kadar sürecek gibi bir alaturka şarkıya yer yok yaşantımda yarın sabah kalkınca kim bilir gene ne olacak endişesi yok …

536
… gene de fazla üzülme edebiyat hevesi olarak kabul et gerçek sayma bunları mustarip bir ruhun çırpınmalarını ifade etmekten çok okuyucuların duygularını kötüye kullanmak isteyen acemi bir yazarın karalamaları dersin …

541
Yeni bir dil yaratmak istiyorum. Beni kendime anlatacak bir dil. Çok denediler, efendimiz. Allah’tan, ne denediklerini bilmiyorum, Olric. Hiçbir geleneğin mirasçısı değilim. Olmaz, diyorlar. İsyan ediyorum. Az gelişmiş bir ülkenin fakir bir kültür mirası olurmuş. Bu mirası reddediyorum Olric. Ben Karagöz filan değilim. Herkes birikmiş bizi seyrediyor. Dağılın! Kukla oynatmıyoruz burada. Acı çekiyoruz.

559
Reklamcı biri var: kapağını yaptırırız. Kuşe kâğıdına basılmış nefis cıvıl cıvıl şömize bir kapak. Siyah çerçeveli ciddi bir ilan: bu kitap ne ciddi kavgaların, ne büyük ve yaygın sıkıntıların, ne de ezilen insanların romanıdır; bu kitap, mustarip bir ruhun iç çekişlerinin romanıdır. Sizlere hizmetten şeref duyan yayınevimiz iftiharla sunar: Tutunamayanlar.

581
Ne yazmak için? Benim büyük ve mustarip bir ruhum yok ki Olric. Ben on ikinci dereceden resmî bir Türk vatandaşıyım. Törelerime bağlıyım. Yazamam ben. Ben fakir bir Turgut’um. Turgutların en önemsizi. Şimdiye kadar yaptırdığım bütün tahliller normal çıktı; böyle bir şeye rastlanmadı. Ben, düz bir çizgi üzerinde sürüp giden yaşantımın, bazı beklenmedik olaylar -bunlara olay demek de fazla iyimserlik olurnedeniyle küçük titreşimler göstermesi üzerine, aslında çok zayıf olan bağlarımı kopararak -buna koparmak dersem fazla kötümserlik olur- süresi ve sonu belirsiz bir atılışa, benden başka kimsenin farkına varmayacağı bir kavgaya sürüklenmeye karar vermek için elindeki imkânlarla düşünmeye çalışan bir macera heveslisi, bir karınca, bir ne bileyim, böyle şartlar altında herkesin aptallık sayacağı bir teşebbüsün basit bir noktasıyım.

583
Adamı konuşturmamak için, bu incelemenin antropomorfolojik olduğunu söyledi. Anadolu’nun sosyomorfolojik değil de antropomorfolojik bir incelemeye konu olmasını üniversitede bazı arkadaşları eleştirmişlerdi; fakat Turgut, haklı olduğu kanısındaydı.

594
Bugün annem dayanamadı; ne yazdığımı sordu. Ona nasıl anlatsam? Bütün hayatımı birlikte geçirdiğim ve beni gerçekten seven bu insana hiçbir şey anlatamamak ne kötü. Ondan farklı gelişmeye ne zaman başladım? Bu ayrılık nasıl doğdu? Hiç anlamıyorum. Bir gün baktım, iki yabancı olarak yaşıyoruz aynı evde. Aslında kimseye bahsetmedim kendimden. İstemiyorum da.

Yatağımın karşısında bir pencere var. Odanın duvarları bomboş. Nasıl yaşadım on yıl bu evde? Bir gün duvara bir resim asmak gelmedi mi içimden? Ben ne yaptım? Kimse de uyarmadı beni. İşte sonunda anlamsız biri oldum. İşte sonum geldi. Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım. Bana acımayın.

602
Dönerken yolda, uzun uzun arabasının özelliklerinden bahsetti: Bir düğmeye basınca camlar yıkanıyor, bir düğmeye basınca kuruyor, bir düğmeye basınca pencereler iniyor... Bir düğmeye... bir düğmeye... ne söylediğini izleyemiyordum. Düğmeler bitmiyordu. Bütün bu aşağılık durumlara, düğmelere sahip olmak için katlanıyor.

611
Beni kötü yetiştirdiler. Annem de, babam da bana gerekli eğitimi vermediler. Yaşamak için demek istiyorum. Bana yaşamasını öğretmediler. Daha doğrusu, bana her şeyin öğrenilerek yaşanacağını öğrettiler. Yaşanırken öğrenileceğini öğretmediler. Ben de kolayca razı oldum bana öğretilen bu yanlışlara.

646
Ben bir eskiciyim, eskiye dönük bir adamım. Ülkemizin insanları, eskiden, bugünkü gibi bilgili olmadıklarından, büyük bir içtenlikle, büyük bir saflıkla, büyük bir iyi niyetlilikle ve her şeyi yeni öğrenen insanların coşkunluğuyla, bize özentisiz eserler kazandırmışlardır.

657
Yabancı düşmanlığı içimi bir kere kemirmeye başladı mı durduramıyorum. Ben öfkelendikçe sanki onlar gittikçe artan küçümseyici bir ifadeyle bakıyorlar yüzüme. Bazı aptal vatandaşlarımız da onlara katılıyorlar bu küçümseme işinde. Neymiş? Yabancı dil konuşuluyormuş onlarla. Bu onların anadili, anlamıyor musunuz? Bu aptal vatandaşlar pervane olurlar bu ahmak yabancıların çevresinde. Gene de beğendiremezler bizi.

658
Ah, ben az gelişmiş bir ülkede doğmamış olsaydım, bu yakıcı öfkemle yalnız kendimi yakıp bitirmemiş olsaydım, gösterirdim size!

659
(İsa) İnsanlar arasında eşitliği savunduğu tespit edilmekle birlikte özel mülkiyet konusuna temas etmediği anlaşılıyor. Zenginlerin cennete girmesinin, devenin iğne deliğinden geçmesinden daha zor olduğu gibi birtakım sözler etmiş ve bazı işadamları tarafından dövdürülmek istenmiş. Fakat halkın tepkisinden çekinmişler.

665
Senin aramızda ne işin var, diyordu, bu cahilliğinle? Bir başkası kadınlarla ilişkimi ele alıyordu: cinsel hayatımı bir düzene sokmam için yarı ciddi öğütler veriyordu bana. Ben, hepsini büyük bir saflıkla dinliyordum. İstiklal Marşının çalındığı yerde ayağa fırlayan, gece yarısı radyo biterken İstiklal Marşı başlayınca oturduğu koltuktan fırlayan küçük Selim’in ciddiyetiyle sözlerini değerlendirmeye çalışıyordum onların. Mühendis olmamı da beğenmiyorlardı. Para kazanmayı düşünerek seçmiştim bu mesleği. Ne aptaldım ki babamın zorla beni üniversiteye yolladığını o anda unutuyor ve onları haklı buluyordum.

666
Benimle adam kıtlığı yüzünden görüşüyorlardı. Ben de onlar hesabına üzülüyordum. Yorulmuştum da. Adam olmadığı için, insanlığa vekâlet ediyordum. Esas adamlar gelseydi de ben de biraz rahat nefes alsaydım. Sonunda tabii birbirimize girdik.

Kimsenin yaşantısını beğenmedim: kendime uygun bir yaşantı da bulamadım. Turgut’u da hor gördüm bu arada. İstediği gibi yaşamasına karşı koydum. Sonunda uzaklaştı benden. Ona Burhan’lık yaptım. Evlenmesine karıştım. Sonra evlerine gitmedim. Şimdi gitmek isterdim. Özür dilemek, kendimi olduğu gibi bırakmak isterdim.

685
Ressamların İsa’sı (Gümrükçü Rousseau). Yapmacığın eseri yok onda. Ne hayatında ne de sanatında. Bu konuda yazmak zor. İnsan hissedebilir ancak.

Bizde de böyle bir ressam olsaydı: onun gibi eşsiz bir kişiliği olan biri ya da bize göre bir Rousseau olsaydı canım.

HÜSEYİN BEZENEL: Türk ressam ve tutunamayanı. Sanayi- i Nefise mektebinde okudu. Osman Hamdi Beyin tesirinde yetişti. Maarif Nezaretinin açtığı bir müsabakayı, “Sudaki Halkalar” isimli pentürüyle kazandı ve bir sene müddetle Paris’e gönderildi. Orada, daha ziyade Changot ve Duvalier gibi ikinci sınıf ressamların atölyelerinde çalıştı. Resim müzelerine ve galerilerine -duhuliye meccani olmadığı için- fazla gidemedi ve bu sebeple yeni cereyanları pek takip edemedi. Paris’ten temin ettiği bir bursla Berlin’e geçti ve Alman romantiklerinin tesiriyle müfrit iptidai renkler kullandı. Bu devresindeki eserlerinde bilhassa kırmızı rengin hakimiyeti hissedilir. Harbı Umumiyi Berlin’de geçirdi. Almanların mağlubiyeti üzerine tekrar Paris’e avdet etti. Bazı galerileri ziyaret ederek, muasır cereyanları takriben otuz beş sene kadar geriden takibe başladı. Esasen, Sanayi-i Nefise Mektebinde öğrendikleriyle vardığı yer, daha gerilere isabet ediyordu. Fakat Harbı Umuminin Avrupa sanatına tahmil ettiği inhitat sebebiyle -bazı unsurları biraz aceleye getirmiş bile olsa- terakkiye muvaffak olmuş ve romantizmi geride bırakarak, empresyonizmin son safhalarına varmıştı. O sıralarda Picasso’nun ismini dahi duymamış olması, ancak bir talihsizlik olarak vasıflandırılabilir. Cumhuriyetin ilanıyla anayurda dönünce de bu cereyanlar hakkında onu uyaran bulunmadığı için, bir dereceye kadar mazur görülebilir. Soyadı kanunu çıkınca diğer meslektaşları gibi, sanatına uygun bir soyadı aldı. Hiç evlenmedi ve bir daha yurt dışına çıkma fırsatını bulamadı. Bununla birlikte, Paris’te tanıyamadığı modern resim sanatını Avrupa’ya gidenler sayesinde Türkiye’de öğrenmek imkânına kavuştu. Oysa, yurda döndüğü sıralarda, yapmakta olduğu empresyonist resimler, oldukça yeni sayılıyordu. Fakat, Berlin’de edindiği renk anlayışını değiştirmeyi başaramadığı için zamanla gölgede kaldı. Kübizm ve fütürizm akımlarının etkisiyle yaptığı resimler cidden hazindi. Aynı süre içinde dört beş akımı birden atlamasını becerenlerin alaylarına uğruyordu. Bir dergide yazdığı “İnsan Düşmanı Resim” makalesiyle modern resme karşı bütünüyle cephe aldı ve tekrar romantik devreye dönerek, yenicilere şiddetle tepki gösterdiğini açıkça belirtmek istedi.

Akademideki atölyesinde bir iki öğrenci çalışıyordu. Bunlar da öteki atölyelere giremeyenlerdi. Bir süre sakal bıraktı; sonra ondan da vazgeçti. Beşiktaş’ta harap bir evde oturuyordu. Akademideki bir tartışmada “çağdışı” olmakla suçlandı. Yeni deyimleri pek iyi anlayamadığı için, kendisine saldırıda bulunulduğundan başka bir şey çıkaramadı bu sözden. Borç harç bastırdığı “Perspektifin Esasları” adlı kitabı kaldırıma düştü. “Büyük Ressamlar”sa acınacak bir kitaptı. Baskının kötülüğü yüzünden, resimlerin ne olduğu bile anlaşılmıyordu. Beşiktaş’taki eski evi kat karşılığı sattı ve bir dairesine yerleşmeye karar verdi. Bina üç yıl sürdü. Sonunda, yeşil ve pembe badanalı odalardan meydana gelen bir daireye kavuştu.

Çarşıdaki bir meyhaneye giderek, kendini içkiye vermek istedi. Midesi izin vermedi. Altı ay hastanede yattı. Hüseyin Bey, sen artık bu işleri kaldıracak yaşta bir adam mısın? sözü çok ağırına gidiyordu. Ihlamur’da bir arsasını sattı: kendi başına bir apartman yaptırmak istiyordu. Gece geç vakitlere kadar oturuyor, süslü bina cepheleri, kesitleri çiziyordu. Yeğeni, bazen onu ziyaret eder ve masanın başında, konuşmadan saatlerce çalışmasını hayretle seyrederdi. Artık yaşlandığı için elleri titriyor, şekilleri çinilerken, her tarafına mürekkep damlatıyordu. Şömineler, süslü konsollar, kabartma süsler, projenin her tarafını dolduruyordu. Fakat, yaptığı değişiklikler yüzünden projeyi bitirmek mümkün olmuyordu. Yeğenini yanına oturtur, perspektif kurallarından uzun uzun bahsederek çizer dururdu. Yeğeninin mühendis mektebine gitmesiyle gurur duyuyor, ona sık sık pergel takımları, T cetvelleri hediye ediyordu. Şişman ve biraz aptal görünüşlü bir gençti bu yeğen. Bir akşam Hüseyin Beyin evine gittiği zaman uzun uzun çaldığı halde kapı açılmadı. Mutfak kapısının anahtarı onda dururdu. Anahtarla kapıyı açıp mutfağa girdi. Amcası onun için buzdolabında daima yiyecek birşeyler bulundururdu. Biraz yiyip içtikten sonra salon-salamanjeye girdiği zaman amcasını çalışma masasının başında bir projenin üstüne yaslanmış bir durumda ölü buldu. Koca bir şişe çini mürekkebi projenin üstüne dökülmüştü. Çok şaşırmadı. Kapıyı kapatıp çıktı.

İçimden geçenleri bilselerdi beni dünyanın bir numaralı vatandaşı sayarlardı. İnsanları dinlerken sıkıntılı bir görünüşüm vardı: sanki, her zaman onların sözlerini bitirmelerini ve konuşma sırasının bana gelmesini sabırsızlıkla beklerdim. Bana kalırsa, bu görünüş çok aldatıcıydı. Bana kalırsa, bana kalırsa... ne yazık hiç kalmadı bana.

692
Bence suçlu, bana görevleri verendir. Altından kalkamayacağım bir yükle beni ezendir. Hiçbir zaman bu görevleri yapmaya gönüllü olmadım. Kimsenin istekli olmaması üzerine ve o sırada orada benden başkasının bulunmaması yüzünden kabul etmek zorunda kaldım. İnsanlar, bu görevleri kabul etmemenin utancını yaşamasınlar diye (bu utancın çok korkunç bir duygu olduğunu tecrübelerimle biliyordum) onları bu acıdan kurtarmak istedim. Belki de, bana verilmeyen bir görevi, aptalca bir heyecanla ortaya atılarak yüklenmek zorunda kaldım.

693
Bütün hayatımca cezalıydım: durmadan bir kafesin içinde dolaştım. Gittiğim her yere, üstü kapalı, demir parmaklıklı bu kafesi taşıdım. Bütün dünyayı parmaklıkların arasından seyrettim. Sizinle aramızda bulunan bu demir parmaklıkların varlığını her an duydum. Sizleri istediğiniz biçimde, önyargılardan uzak bir biçimde değerlendiremeyişimde bu parmaklıkların payı büyüktür. Bu parmaklıklar yüzünden, dar görüşlü ve korkak bir hayvan gibi yaşadım.

709
Bilseydim hepsine haber verirdim. Bir teşkilatımız, bir lokalimiz yok ki bir araya gelelim. Bu ülkenin belini dağınıklık büküyor.

723
… ve itibarlarını iade etmesine karar verildi.

.
.

“BİZ NİÇİN ONLAR GİBİ OLAMIYORUZ?”
Çağlar Keyder, Milliyet Gzatesi, 29 Ocak 1984

Her tabakanın, her üslûbun kendi koşullandırıcıları, kendi tarihi vardı. Devletin ve özellikle resmî tarihin söylemi (Oğuz Atay belki de tarih kitaplarındaki anlatımı en etkin hicveden romancıdır), XIX. yüzyıl Batıcılarının tercüme üslûbu, sonraki aşk romanlarının ucuz hissiyatı hep bir aradaydı. “Biz niçin onlar gibi olamıyoruz?” sorusunu bir yandan alaya alırken, bir yandan da çünkü onların İsa-Mesih’i ve Hamlet’i var diye cevap veriyordu.




.
.
.
.