.
Loic Wacquant
Düşünümsel Bir Antropoloji İçin Cevaplar
Çeviren: Nazlı Ökten
İltişim Yayınları 2011 İstanbul
8.
... mülakat, akademik monoloğun didaktik, yetkili ve yetkeci üslubundan koparak, ötekiliğin, eleştirinin, dolayısıyla diyalojinin, metnin tam merkezine etkin müdahalesine olanak sağlar. ... analitik bir mülakat ... yazarı otorite konumundan, okuru da edilginlik konumundan çıkarır.
9.
... üniversite sosyolojisinden sosyolojik bakışın sosyolojisine; yapıdan alana; norm ve kuraldan strateji ve habitusa; rasyonalite vektörü olarak çıkardan pratik duygusunun temeli olarak illusio'ya; kültürden simgesel iktidara ve aşkın bir bilimsel akıl kavrayışından sosyal bilimlerin araçlarını entelektüel özgürlük siyasetinin hizmetine vermeyi amaçlayan tarihselci bir görüşe...
10.
Bourdieu, ... pedagojinin genel kabul gören düzenini tersine çevirir: Onun dersleri pratikten ilkelere gider.
11.
"Simgesel tahakküme karşı savunma silahları dağıtmayı" hedefleyen düşünümsel [réflexive]* bir sosyoloji, ancak kendi kendini yok etme pahasına, düşüncenin kapalılığı talebinde bulunabilir.
* Réflexion, hem bir şey üzerine düşünme, hem de yansıtma anlamına gelir.
14.
çatışkı [antinomi] kalıcı çatışkı
dikotomi
20.
Toplumun bütünlüklü bir bilimi, hem eyleyicileri "tatile" çıkaran mekanik yapısalcılıktan, hem de bireylere ancak "aşırı toplumsallaşmış kültürel sersem" biçiminde ... yer veren erekselci [teleolojik] bireycilikten kurtulmalıdır.
23.
... eğer simgesel sistemlerin, toplumsal ilişkileri yansıtmakla kalmayıp onları kurmaya katkıda bulunan, dünyayı üreten toplumsal ürünler olduğu kabul edilirse, bu durumda, bazı sınırlar içinde, dünyanın temsili dönüştürüldüğünde dünyanın da dönüştürülebileceğini kabul etmek gerekir.
24.
Birey ile toplum arasındaki karşıtlık ve bunun ilke olarak bireycilik ile yapısalcılık arasındaki çatışkıya tercüme edilmesi, sosyolojiyi rahatsız eden "endoxiques önermelerden"* biridir, çünkü sürekli olarak toplumsal ve siyasal karşıtlıkları harekete geçirir. Sosyal bilim, bu iki kutup arasında seçim yapmak zorunda değildir, çünkü toplumsal gerçeklik -yani hem yapı hem habitus, hem de ikisinin kesişimi olan tarih- bağıntılardan oluşur.
*endoxiques önermeler : endoxon, doxa kelimesinin çoğuludur. Bourdieu doxa'yı bir araştırmanın her yanına dağılmış, söylenmeden, sessizce kabul edilen görüşler olarak tanımlamıştır.
25.
"Toplum, bireylerden ibaret değildir; bireylerin içinde bulundukları bağların ve bağıntıların toplamını ifade eder."
habitus ile alan
Bir alan, bazı iktidar (ya da sermaye) biçimlerine gömülü konumlar arasındaki tarihsel nesnel bağıntılar bütününden ibarettir; habitus ise bireylerin bedenlerine zihinsel ve bedensel algı, beğeni ve eylem şemaları biçiminde "konulmuş" bir tarihsel bağıntılar bütünü biçimini alır.
... bir toplum, ister kapitalizm, ister modernite ya da postmodernite densin, tek bir toplum mantığına indirgenemeyecek, nispeten özerk oyun alanları toplamından ibarettir.
26.
... bir alan, tıpkı manyetik alan gibi, nesnel kuvvetlerin yapılanmış bir sistemidir; buraya dahil olan bütün eyleyici ve nesnelere dayatabildiği özgül bir ağırlık merkeziyle donanmış, bağıntısal bir konfigürasyondur. Her alan, dışsal kuvvetleri, kendi iç yapısına göre bir prizma gibi kırıp yansıtır.
Bir alan, aynı zamanda bir çatışma ve rekabet mekanıdır; bu bir savaş alanı analojisidir, bu savaşa katılanlar, bu alanda etkili olan özgül sermaye türü -sanatsal alanda kültürel yetke, bilimsel alanda bilimsel yetke, dinsel alanda papazların yetkesi vs.- üzerinde tekel kurma ve iktidar alanında farklı yetke biçimleri arasındaki "dönüşüm oranlarına" ve hiterarşiye karar verme gücünü elde etme amacıyla birbirleriyle rekabet etmektedirler.
27.
[Bourdieu] Her alanın her zaman belli bir belirsizlik derecesi içeren, olasılık, ödül, tazminat, fayda ya da cezalandırmalardan oluşan bir yapısı olduğunun üzerinde durmuştur.
Habitus, kelimenin tam anlamıyla, ne tam olarak bireyseldir, ne de davranışları tek başına belirler; buna karşın, eyleyicilerin içinde işleyen yapılandırıcı bir mekanizmadır. Bourdieu'ye göre habitus, eyleyicilerin çok çeşitli durumlarla başa çıkmasını sağlayan bir strateji üretme ilkesidir. Dış yapıların içselleştirilmesinin ürünü olan habitus, alanın taleplerine aşağı yukarı tutarlı ve sistematik biçimde tepki verir. Somutlaşma yoluyla bireyleşen kolektiflik ya da toplumsallaşma yoluyla "kolektifleşmiş" biyolojik birey olarak habitus ... bir antropolojik sabit olmaktan çok uzak olan bu derin yapı, tarihsel olarak inşa edilmiş, kurumsal olarak kök salmış, dolayısıyla toplumsal olarak değişken, üretici bir matristir. Habitus bir akılsallık işlemcisidir; ama toplumsal ilişkilerin tarihsel bir sistemine içkin ve dolayısıyla bireye aşkın, pratik bir akılsallıktır bu.
28.
Habitus yaratıcıdır, buluşçudur - ama yapılarının sınırları içinde.
29.
Pratik duygusu, ... Büyük bir oyun görüsüyle donanmış, eylem ateşi içinde rakiplerinin ve eşlerinin hareketlerini anında sezerek, hesaplayıcı akla başvurmaksızın ve geri çekilip düşünmeksizin "esinli" bir biçimde harekete geçip tepki veren bir oyuncu gibi, dünyanın içkin eğilimlerini kendiliğinden öngörerek, dünyayı anlamlı olarak inşa eder.
32.
İnsanlar, şimdiki zamanda kayıtlı bazı gelecek zaman sonuçlarıyla, ancak habitusları onları algılamaya ve izlemeye yatkın kıldığı ölçüde ilgilenirler.
Teorisizme ve metodolojizme karşı: Bütünsel bir sosyal bilim
Sosyoloji, konusunun bu anti-Kartezyen ve bağıntısal kavranışı nedeniyle, bütünsel bilim olmak zorundadır. ... Bourdieu'nün erken doğmuş bilimsel uzlaşmaya ve bunun beraberinde getirdiği "işbölümü"ne karşı olmasının nedeni budur: Habitus, pratiği, bu bölünmelerin ötesine geçen bir iç sistematikle ve iç ilişkilerle donatır; buna denk düşen toplumsal yapılar, bölünmez olarak, bütün boyutlarıyla eş zamanlı bir biçimde varlığını korur ya da dönüşür. Bu durum, grupların değişmekte olan bir toplumsal yapıdaki konumlarını iyileştirmek ya da korumak için geliştirdikleri yeniden üretim ya da biçim değiştirme stratejileri incelenirken özellikle görünür hale gelir. Bu stratejiler sui-generis [kendine özgü] bir sistem oluşturur.: Normalde ayrı bilimler tarafından ve farklı yöntembilimlerle ele alınan toplumsal hayat sahaları birbiriyle düzenli bir biçimde ilişkilendirilmezse anlaşılamayacak bir sistemdir bu. ... bu stratejiler üreme, eğitim, iktisadi yatırım ve miras aktarımı, toplumsal sermaye yönetimi (evlilik stratejileri bunun çok önemli bir unsurudur) ve nihayet tahakkümü ve onun dayandığı sermaye biçimini meşrulaştırmayı hedefleyen sosyodise (varolan toplumsal düzenin haklılığının savunusu, sosyal hak) stratejilerini içerir.
35.
[Bourdieu] kuramsal çalışmaya karşı [değildir]. Karşı olduğu şey, kendi için yapılan kuramsal çalışma ya da Kenneth Burke'ün "logoloji", yani "kelimeler hakkında kelime" adını verdiği, kapalı ve kendine gönderme yapan, ayrı söylemsel saha olarak kuram kurumudur.
36.
Bourdieu, her araştırma ediminin aynı anda hem ampirik (gözlenebilir görüngüler dünyasıyla karşı karşıyadır) hem de kuramsal (gözlemin kavramaya çalıştığı bağıntıların altında yatan yapı hakkında varsayımlara sahip olmak zorundadır) olduğunu savunur.
37.
Bourdiue, sosyolojik bakışa gölge düşürecek üç yanlılık olduğunu ileri sürer. ... ilki, araştırmacının kişisel kökenine ve yerine (sınıf, cinsiyet ye da etnik grup) bağlıdır. ... Daha az farkedilen ve tartışmalı olan ikincisi, çözümlemecinin ... akademik alanın mikrokosmosunda, yani belirli bir anda ona sunulan entelektüel konumların nesnel alanındaki, bunun da ötesinde iktidar alanındaki konumuna bağlıdır.
Dünya ve eylem üzerine düşünebilmek için dünyadan ve eylemden el etek çekmeyi (Ulus Baker, Kant öncesi 'düşünmek' eylemi), "dünyayı düşünme olgusunda bulunan varsayımları" eleştiriye tâbi tutmayı ihmal ettiğimiz her an, pratik mantığı kuramsal mantığa indirgeme tehlikesiyle karşı karşıya kalırız.
40.
Bourdieu, düşünümselliğe karşı direnişin gerçek nedenlerinin epistemolojik olmaktan çok toplumsal olduğunu ileri sürer. Gerçekte, düşünümsellik, bireyliğin kutsal anlamını, kendilerini daima her türlü toplumsal belirlenimden azade sayan entelektüellerin kendileri hakkındaki karizmatik temsillerini sorgular. Bourdieu'ya göre düşünümsellik, bireysel olandaki toplumsalı, mahremin altında gizlenen gayri şahsîyi, özelin en derinine gömülmüş evrenseli keşfettirerek bizi böylesi yanılsamalardan kurtaran şeydir. ... "kişilerin en kişisel şeyleri bile, esasında, alanın yapısında ya da daha doğrusu alanın içinde işgal edilen konumda gerçek ya da potansiyel olarak kayıtlı bulunan gereklerin kişileşmesidir."
41.
Boudieu'nün, Derrida ve Foucault'yla hemfikir olduğu noktalar...: Ona göre de, bilgi yapıbozuma uğratılmalıdır; kategoriler olumsal toplumsal türevler, kurucu bir etkiye sahip (simgesel) iktidar araçlarıdır; toplumsal dünyaya ilişkin söylem yapıları çoğunlukla siyasal anlamı olan toplumsal ön-inşalardır. Gramsci'nin görmüş olduğu gibi bilim, çok yüksek düzeyde siyasal bir etkinliktir. Ancak, kendisini bir siyasete indirgemez; bu nedenle evrensel olarak geçerli doğrular üretemez. Bilimin siyasetini (bilgi) toplumun siyasetiyle (iktidar) karıştırmak, bilimsel alanın tarihsel olarak kurulmuş özerkliğine değer vermemektir.
42.
Bourdieu, Durkheimcı tasarıyı doğrudan izleyerek, sosyolojinin ahlakî ve siyasal önemiyle yoğun bir biçimde ilgilenir. Çalışması hiçbir şekilde buna indirgenemese de iki düzeyli bir ahlakî mesaj taşır. İlk olarak, bireyin bakış açısından, zorunluluk bölgeleri ile özgürlük bölgelerini ayırt edecek, giderek ahlakî eyleme açık bölgeler tanımlayacak araçlar geliştirir.
43.
Düşünümsel sosyolojinin ahlakî boyutu, Spinozacı işlevi diyebileceğimiz şeye içkindir. Bourdieu'nün gözünde sosyoloğun görevi, toplumsal dünyayı doğal olmaktan ve kader olmaktan çıkarmak, yani iktidarın kullanılmasını örten ve tahakkümü sürdüren mitleri yıkmaktır. Ancak böylesi bir mit-yıkımı, başkalarını mimleme ya da onlarda suçluluk duygusu uyandırma amacı taşımaz. Tam tersine sosyolojinin misyonu, tutumları "zorunlu kılmak", onları belirleyen sınırlamalar evrenini yeniden kurarak, onları meşrulaştırmasa da, keyfi olmaktan çıkarmaktır. Bourdieu, bilimsel bir sosyolojiyle küçük ölçekli gündelik ahlâkların inşası arasında algıladığı bağları görünür kılarak sosyal bilimin etik boyutunu ön plana çıkarır... Bordieu'ye göre sosyoloji, kendisinin de içinde bulunduğu simgesel tahakküm mekanizmalarıyla ve stratejileriyle köküne kadar ilgili olduğundan son derece siyasal bir bilimdir. Sosyal bilim, nesnesinin doğası ve sosyal bilimcilerin durumu gereği tarafsız, bağlantısız, siyasetdışı olamaz. Sosyal bilim, doğa bilimlerinin tartışılmaz statüsüne asla ulaşamayacaktır. Bunun kanıtı, sürekli olarak özerkliğini kemirmekle tehdit eden ve biyoloji ya da fiziğin en ileri alanlarında bilinmeyen direniş ve (dışarıdan olduğu kadar içeriden de) gözetim biçimlerine maruz kalmasıdır.
44.
Bourdieu, ... toplumsal evrenin her zaman ve zorunlu olarak rulers ile ruled (yönetenler ve yönetilenler) arasında monolitik bloklar halinde bölünmüş olduğuna inanmaz. ... (ileri toplumlarda) her alanın içerisinde kurulu hiyerarşi, sürekli olarak tartışma konusu edilir, alanın yapısının altında yatan ilkelere meydan okunabilir, bunlar sorgulanabilir. Tahakkümün her yerde olması, göreli bir demokratikleşme olasılığını dışlamaz.
45.
Bourdieu, ... bu dünyanın "insan eylemlerinin değiştiremeyeceği içkin yasalara göre" evrildiği düşüncesini kabul etmez. Ona göre toplumsal yasalar, altlarında yatan kurumsal koşulların sürmesine izin verildiği sürece varolan, zamanla ve mekânla sınırlı düzenliliklerdir. Bu yasalar ... çoğunlukla siyasal olarak bozulabilecek tarihsel ilişkilerdir. Bourdieu'ye göre sosyoloğun siyasal misyonu hem mütevazıdır hem çok önemlidir.
49.
[(Bu çalışmada) nesneleştirmenin öznesinin kendisinin de nesneleştirildiği; çözümlemelerin yazar için de geçerli olduğu bir çalışmadır.]
anamnez çalışması hastalık öyküsü, anamnése; hastaların geçmişleri hakkındaki bilgilerin hekim tarafından toparlanması
heretik filozoflar (heretik: dinden sapan, kafir; toplum karakterinin köküne yapışmış dogmasal olgulara karşı gelen, "geleneksel" ve "statik" düşünceye alternatif olarak, "yenilikçi" ve "akılcı" düşünebilen insanlara denilmiştir)
52.
... bu incelemeyi (homo academicus) iyi yapmak ve yayınlamak için, bu dünyanın derin gerçeğini, herkesin sosyoloğun yapmaya çalıştığı şeyi yapmak için mücadele ettiğini keşfetmem gerekecekti. Bu arzuyu nesneleştirmem, daha doğrusu belli bir anda sosyolog Pierre Bourdieu'de alabileceği biçimi nesneleştirmem gerekiyordu.
53.
Sosyolojinin epistemolojisinin temel bir boyutunun, sosyoloji sosyolojisi olduğuna inanıyorum. (heykelin varlığı konulu bir heykel çalışması...)
Bazı sosyoloji çalışmalarını okurken beni üzen şey, toplumsal dünyayı nesneleştirmeyi meslek edinenlerin, kendi kendilerini nesneleştirme yeteneğini çok ender olarak göstermeleri ve görünürde bilimsel olan söylemlerinin nesneden çok, nesneyle ilişkilerini anlattığını bilmemeleridir.
54.
en temel yanlılık (bias) ... İlkesi, sosyoloğun toplumsal konumundan (sınıftan) ya da kültürel üretim alanındaki özgül konumundan (aynı şekilde olası yöntembilimsel ve kuramsal konumlardan) değil, bilimcinin konumunda kayıtlı görünmez belirlenimlerden kaynaklanan bir yanlılıktır bu.
scholastic fallacy (skolastik yanılgı)
55.
Her toplumsal evren gibi üniversite dünyası da, üniversite dünyasının ve genelde toplumsal dünyanın hakikati hakkında bir mücadele yeridir. Toplumsal dünya, bu dünyanın anlamı konusunda süregiden mücadelelerin yeridir; ama üniversite dünyasının özelliği, kararlarının günümüzde toplumsal olarak en güçlü kararlar arasında olmasıdır.
56.
Amerikan geleneğindeki en büyük eksiklik, -bunların arasında araştırmacıların yetişmesinde felsefenin rolünün aza indirgenmesi ve eleştirel bir siyasal geleneğin görece zayıflığı sayılabilir- üniversite kurumunun ve özellikle sosyoloji kurumunun gerçekten eleştirel çözümlemesidir. ... Günümüzde, "saha" çalışmasının büyüsünü kaybettikleri için, inceleme nesneleri yerine kendilerinden söz etmeye koyulmuş görünen bazı Amerikalı antropologlar arasında moda olan, gözlemcinin gözlenmesi şeklinde anlaşılan "düşünümsellik" de bana göre değil. (örtük bir nihilist görececilik biçimine kapı açma...)
58.
Bir hekim, stajyer bir tıp öğrencisi ve bir hemşire arasındaki etkileşimin altında iktidar ilişkileri yatar, ama bunlar doğrudan gözlemlenebilecek şekilde etkileşimde hemen görünür değildir her zaman.
61.
Bilimsel temel olmadan akademik iktidarda kalma yeteneği Fransa'da mı daha ağır basar, yoksa ABD'de mi? Bize cevabı ancak eksiksiz bir inceleme verebilir.
meritokratik Meritokrasi yönetim erkinin, yetenek ve kişilerin bireysel üstünlüğüne yani liyakata dayandığı yönetim biçimidir. Bu yönetim şeklinde idare erki, üstün özellikleri olduğu düşünülen kişiler arasında paylaştırılmaktadır. Kayırma yoktur. Özellikle kamu yönetiminde daha bilgili ve yetenekli kişilerin seçilmesi ve yine hizmet içindeki ilerleme, yükselmelerinin bilgi başarı yenenek kıstaslarına göre yapılmasını amaçlar. Osmanlı Devleti'ndeki Devşirme sistemi buna örnek gösterilebilir.
iktidar alanı Bourdieu tarafından, "yönetici sınıf" kavramının tözcülüğünden kaçınmak için kullanılan kavram
62.
... federalizmin, farklı karar alma düzeyleri arasındaki çatışmaların, sol partilerin ve güçlü bir muhalif sendikalar geleneğinin yokluğunun, "kamusal entelektüellerin" indirgenmiş ve azalan rollerinin vs. damgasını vurduğu Amerikan siyasal alanı özgül bir yapıya sahiptir.
63.
Eğitim ve kültürel tüketim iktisadı sahası...
65.
Tahakküm altındakiler, hangi toplumsal evrede olurlarsa olsunlar her zaman belli bir güç kullanabilecek durumdadırlar: Bir alana aidiyet, tanımı gereği orada etkili olma yeterliliğini içerir -hâkim konumda olanların dışlama tepkilerine yol açarak bile olsa.
... direniş kuramları, bir tür kendiliğindenci popülizme doğru yöneldiklerinde, tahakküm altındakilerin tahakkümün çatışkısından kaçamayacaklarını unuturlar: Örneğin okul sistemine gürültülü gösterilerle ya da suç işleyerek karşı çıkmak, oradan dışlanmak ve böylece tahakküm altındaki olma koşuluna hapsolmaktır; okul kültürünü benimseyerek özümsenmeyi kabul etmekse, kurum tarafından "el konulmaktır". Tahakküm altındakiler çoğu zaman benzer ikilemlere, belli bir bakış açısıyla biri ötekinden kötü iki çözüm arasından seçmeye mahkumdurlar (aynı şey kadınlar için de, tahakküm altındaki ya da damgalanmış etnik gruplar için de geçerlidir).
69.
... sanatsal inancın en naif biçimlerinden belli bir kopuşun, sanat ve kültürü çözümleme nesnesi olarak inşa etme olasılığına erişmenin koşulu olduğunu ... kabul ediyorum. Sanat sosyolojisinin, sanat meraklısının aristokratça salıverilmiş sernestiyetine olduğu kadar, avangart sanatçının kışkırtıcı özgürlüğüne de genellikle uzak olan naif müminleri ya da erdemli geçinen büyük kültür savunucularını daima şaşırtmasına neden olan da budur.
[sanat eserine inancın üretimi] (Bu durum, bütün gözlemcileri etkileyen, dinsel alan ile sanatsal alan arasındaki benzerliği de açıklar. Mozart yılı nedeniyle tur operatörleri tarafından Salzburg'a düzenlenen binlerce yolculuk, Kutsal Topraklara yapılan hac yolculuğuna çok benzemektedir.)
[Kültür Sosyolojisi, Zamanımızın Din Sosyolojisidir]
70.
Ama ben bir şey yapamam ve sadece sosyolojik çözümlemeyle silahlanmış eleştirinin, ayinsellikten ve teşhircilikten kurtulmuş bir sanat deneyimini destekleyebilceğini umut edebilirim.
71.
Eğer avangart resimlerin, banliyö pazarlarındaki renkli taşbaskılardan üstün olduğunu söyleyebiliyorsak bu, başka şeylerin yanısıra, bu ikincilerin tarihsiz bir ürün (ya da olumsuz bir tarihin, yani önceki dönemin büyük sanatının ayağa düşmesinin bir ürünü) olmasındandır; oysa birinciler, ancak önceki sanatsal üretimin görece birikimsel tarihine, yani sanatın şimdiki haline gelmesine yol açan sonsuz aşma dizilerine hâkim olunursa ulaşılabilir hale gelirler... "Büyük" sanatın daha evrensel olduğunu bu anlamda söyleyebiliriz. Ama bu evrensel sanata sahip çıkma koşulları evrensel olarak dağılmamıştır.
73.
simgesel üretim kurumları ... radyo ve televizyon, kilise vb...
74.
Alan nosyonunun kendisi, yapı ile tarih, koruma ile dönüşüm arasındaki bildik karşıtlığı aşmayı öngörür...
... sosyoloji ile tarih ayrımı... bana çok feci ve epistemolojik temelden yoksun gö(rünmektedir). Her sosyoloji tarihsel, her tarih de sosyolojik olmalıdır.
76.
Marksizm'de ve onun rakiplerinde (yapısal işlevselcilik, gelişmecilik, tarihselcilik vb.) serpilen, büyük eğilimsel yasalar konusunda derin bir kuşkum olduğu kesindir. Aşılamaya çalıştığım meslekî refleksler arasında yüzeysel ve kaba karşılaştırmalara (örneğin yüksek öğrenimin "demokratikleşmesi" sorunu aklıma geliyor) güven duymamak yer alır, çünkü bu tür karşılaştırmalar, normatif yargıları ve erekselci akıl yürütmeleri teşvik eder; açıklama yerine betimleme yapan ve bana sıkıntı veren bir sürü şeyden söz etmiyorum bile.
77.
Sanatçı kavramını geçmişe dönük olarak 1880'den önceki bir döneme yansıtmak, yalnızca fantastik bir anakronizme (tarih yanılgısına) düşmek değildir; bu, sanatçının ya da yazarın değil, böyle bir karakterin bu haliyle var olduğu mekanın doğuşu sorununu es geçmektir. Aynı şey, siyaset için de geçerlidir. Günümüzde kendilerine "siyaset felsefesi" şırıngalayan birçok tarihçinin yaptığı gibi, siyasal alanın toplumsal doğuşu sorusunu sormayı ihmal ettiğimizde müthiş tarihsel hatalar işleme tehlikesini göze almış oluruz ve siyaset felsefesinin yaptığı gibi, nosyonlar tarih-aşırı özler olarak ele alınırsa ebedileşir (Sanat, sanatçı; demokrasi, komuoyu...). Birçok tarihçi, birbirine denk düşen bu kavramların ve gerçekliklerin bizatihi tarihsel bir inşanın ürünü olduğunu unuturlar.
80.
çoklu regresyon (bir tur istatistik analiz. ozellikle memnuniyet arastirmalari analizinde bol bol kullanilir. bircok farkli degiskenin bir fakli degisken uzerinde nasil etki yaptigini gormek uzere yapilir.)
Bağıntısal düşünce kipi (daha dar olan yapısalcı kip değil), ... modern bilimin ayırt edici özelliğidir.
81.
Hegel'in ünlü formülünü bozarak, gerçek olan bağıntısaldır diyebilirim: Toplumsal dünyada varolan şey, bağıntılardır; eyleyiciler arasındaki öznelerarası bağlar ya da etkileşimler değil, Marx'ın dediği gibi "bireysel iradelerden ve bilinçlerden bağımsız" varolan nesnel bağıntılardır.
Söz konusu iktidar (ya da sermaye) türlerine sahip olmak, alanda elde edilebilecek özgül faydalara erişimi belirler.
Örneğin sanat alanı, din alanı ya da iktisadî alan, farklı mantıklara tâbidir: İktisadî alan, tarihsel olarak, "işin iş olduğu" (business is business) ve duygusal akrabalık, arkadaşlık ve sevgi ilişkilerinin ilke olarak dışlandığı evren şeklinde ortaya çıkmıştır; sanat alanıysa tersine, maddi kâr yasasının reddiyle ya da tersine çevrilmesiyle kurulmuştur.
82.
... alan ile oyun arasında benzerlik kurulabilir (gerçi oyundan farklı olarak alan, bilinçli bir yaratımın ürünü değildir ve açıkça ifade edilmeyen ya da kodlanmamış kurallara, daha doğrusu düzenliliklere uyar). Dolayısıyla, esas olarak oyuncular arasındaki rekabetin ürünü olan kazanılacaklar ve kaybedilecekler, yani bir tür bahisler [enjeux] vardır. Oyuna yatırım, illusio (oyun anlamına gelen ludus'tan türetiliyor) söz konusudur: Oyuncular, ancak oyuna ve bahislerine inancı (doxa) paylaştıkları ölçüde oyuna katılır ve -bazen kıyasıya bir rekabetle- birbirlerinin karşısına çıkarlar. Oyunu ve bahislerini, sorgulama dışı tutacak şekilde benimserler. Oyuncular yalnızca oyuna girerek, oyunun oynamaya değer olduğunu kabul etmiş olurlar (yoksa oyuna dair bir "sözleşme" olduğu için değil) ve bu karşılaşma, rekabetlerinin ve çatışmalarının ilkesidir. Kozlara, yani güçleri oyuna göre değişen temel kartlara sahiptirler: Kartların görece gücü nasıl oyuna göre değişiyorsa, farklı sermaye türlerinin (iktisadi, kültürel, toplumsal, simgesel) hiyerarşisi de farklı alanlarda değişir.
[ bir kağıt bilimi fakültesinin, anabilim dalı kağıt yırtma olan bölümünde 4 yıl boyunca kağıt yırtarsanız, mezun olduğunuzda iyi bir kağıt yırtıcı uzmanı olabilirsiniz...]
Ampirik çalışmada alanın ne olduğunu, sınırlarının ne olduğunu ve dolaşımda bulunan sermaye türlerini, hangi sınırlarda etkili olduklarını vb. saptamak aynı şeydir. (Sermaye ve alan nosyonlarının birbirlerine sıkı sıkıya bağımlı olduğu görülür.)
83.
... bir "oyuncunun" stratejileri ve "oyunu" tanımlayan her şey, aslında sadece belli bir anda sermayesinin yapısına ve miktarına, bunun ona sağladığı oyun olanaklarına değil, sermayesinin miktarının ve yapısının zaman içindeki evrimine, yani toplumsal güzergahına ve belli bir nesnel olanaklar yapısıyla uzun süren bir bağıntıda oluşan yatkınlıklara (habitus) bağlıdır.
85.
... alanın sınırları, ancak ampirik bir araştırmayla belirlenebilir. Alanlar her zaman, söylenmemiş ya da kurumlaşmamış "giriş engelleri" içerseler de, bunlar çok nadiren hukuksal sınırlar (örneğin numerus clausus Bir grup insanın bir görevde ya da bir meslekte yer almalarının belli bir sayıyla sınırlanması) biçimini alır.
87.
Belli bir alana hâkim olanlar, onu kendileri için elverişli olacak şekilde işletecek konumdadır, ama ezilenlerin direnişini, muhalefetini, hak iddialarını, "siyasal" olan ya da olmayan iddialarını her zaman hesaba katmak zorundadırlar.
Kuşkusuz, ampirik olarak incelenmesi gereken bazı tarihsel koşullarda bir alan, bir aygıt gibi işlev görebilir. (88) Ezen, ezilenin tepkilerini ve direnişini ezmeyi ve yok etmeyi başardığında, bütün hareketler sadece yukarıdan aşağıya geliştiğinde, alanı oluşturan mücadele ve diyalektik yok olmaya başlar. Tarih, ancak insanlar başkaldırdıkları, direndikleri, tepki gösterdikleri zaman vardır. Bütüncül kurumlar -hapishaneler, toplama kampları, tımarhaneler- ya da diktatörlükle yönetilen devletler, tarihe son verme denemeleridir. Şu halde aygıtlar, alanların bir sınır durumunu, hastalıklı bir hal olarak kabul edilebilecek bir şeyleri temsil ederler. Ama bu, en baskıcı, "totaliter" denen rejimlerde bile varılamayan bir sınırdır.
(dipnot: Bourdieu için totalitarizm kavramının kendisi bile, Sovyet tipi toplumlarda, bastırılmış olsa da, varolmaya devam eden bir toplumsal muhalefeti gizleyen, ... bir terministic screen'den başka bir şey değildir.
88.
... alan nosyonu, işlevselciliği ve organizmacı yaklaşımı dışlar
90.
1. iktidar
2. konumlar arasındaki bağıntıların nesnel yapısı
3. habitus - yatkınlıklar
Alan terimiyle yapılan bir çözümleme, zorunlu ve birbirine bağlı üç uğrak içerir. İlk olarak alanın konumu iktidar alanına göre çözümlenmelidir. Böylece, örneğin edebiyat alanının iktidar alanına dahil olduğu ve burada tahakküm altında bir konum işgal ettiği görülür. (Ya da daha yetersiz bir dille: Sanatçılar ve yazarlar ya da daha genelde aydınlar "egemen sınıfın ezilen bir kesimidir".) İkinci olarak, bu alanda rekabet halinde olan eyleyicilerin ya da kurumların işgal ettikleri konumlar arasındaki bağıntıların nesnel yapısı kurulmalıdır. Üçüncü olarak, eyleyicilerin habitusu, yani belli bir toplumsal ve iktisadi koşul türünün içselleştirilmesi yoluyla edindikleri ve söz konusu alanın içinde tanımlanmış bir yörüngede az ya da çok gerçekleşme fırsatı bulan farklı yatkınlık sistemleri çözümlenmelidir.
...-nesnel konumların alanı ile tavır almaların alanı- birlikte çözümlenmeli ve Spinoza'nın dediği gibi, "aynı cümlenin iki çevirisi" olarak ele alınmalıdır. (91) Bununla birlikte, denge durumunda, konumlar mekanı konumlar mekanına yön vermeye başlar. Sanatsal devrimler, sanatsal tavır almaların mekanını oluşturan iktidar bağıntılarının dönüşümünün sonucudur. Bu dönüşüm, üreticilerden bir kesimin yıkıcı niyetlerinin, izleyicilerinin bir kesiminin beklentileriyle buluşması sayesinde, yani entelektüel alan ile iktidar alanı arasındaki bağıntıların dönüşümüyle olası hale gelir.
92.
(homolojiyi, farklılıkta benzerlik olarak tanımlamak mümkündür).
Şu ya da bu entelektüel, şu ya da bu sanatçı, bir entelektüel alan ya da bir sanat alanı varolduğu için mevcut haliyle varolabilir (Sanat tarihçilerine özgü o ebedî soru, zanaatkârdan sanatçıya ne zaman geçildiği sorusu böyle cevaplanabilir: Bu soru, böyle sorulduğunda anlamdan neredeyse bütünüyle yoksundur, çünkü bu geçiş, bir sanatçının varolabileceği bir sanat alanı oluşurken, aşamalı olarak gerçekleşmiştir.)
93.
Alan nosyonu, bir sosyal bilimin gerçek nesnesinin birey, yani "yaratıcı" olmadığını bize hatırlatır - gerçi istatistik çözümleme için gerekli bilgi genelde bireylere ya da tekil kurumlara bağlı olduğundan, bir alan, ancak bireylerden yola çıkılarak kurulabilir. Araştırma işlemlerinin merkezinde olması gereken, alandır. Bu, bireyin katıksız "yanılsamalr" oldukları, varolmadıkları anlamına asla gelmez. Ama bilim, onları biyolojik bireyler, aktörler ya da özneler olarak değil, eyleyicilerolarak kurar; bu eyleyiciler, alanda toplumsal olarak etkin ve hareketli olarak kurulurlar, çünkü orada etki yaratmak, etkili olmak için gerekli özelliklere sahiptirler.
94.
Toplumsal eyleyiciler, dış kuvvetlerce mekanik olarak çekilen ve itilen "parçacıklar" değildir. Bunlar daha ziyade sermaye taşıyıcılarıdır ve donandıkları sermaye (miktarı ve yapısı) gereğince alanda işgal ettikleri konuma ve yörüngelerine göre, ya sermaye dağılımının korunmasına, ya bu dağılımın baş aşağı edilmesine yönelme eğilimleri vardır. Elbette işler bu kadar da basit değil, ama sermayesi yetersiz olanların devrimci olması gerektiğini ve büyük bir sermaye sahibinin otomatik olarak tutucu olması gerektiğini ima etmese de, bunun toplumsal mekan için bütünüyle geçerli bir önerme olduğunu düşünüyorum.
95.
Elbette sanayi toplumlarında iktisadî alanın özellikle güçlü etkileri olmadığını kabul etmemek zordur. Ama iktisadın "son kertede" (evrensel) belirleyici olduğu postülasını kabul etmek mi gerekir? Durumun ne derecede karışık olduğunu gösterebileceğini sandığım bir örnek vereceğim: Ayrıntılı biçimde incelediğim sanat alanı. Sanat alanı, Quatrocento'da (İtalyan sanatında 15. yy) başlayan bir sürecin sonunda, 19. yüzyıl biterken özerkliğe kavuştu. Ismarlamadan ve buyruklardan kurtulunca, farklılaşmış bir piyasa olan kendi piyasasını kurdu. Mesenlerden [sanat hamileri], akademilerden, eser ısmarlayanlardan kurtuldu. Oysa bugün, kamusal ya da özel mesenliğin, doğrudan bağımlılığın yeniden ortaya çıktığını, çizgisel ve sonsuz özerkleşme süreci düşüncesinin sorgulandığını görüyoruz. (96) Sanatsal yaratının özerkliğine saldırıları sanatsal olarak sorgulayan çağdaş bir ressamı, Hans Haacke'yi düşünüyorum. Örneğin Guggenheim Müzesi'ndeki bir sergisinde Guggenheim ailesinin malî zenginliklerinin kökenlerini bir tabloda sergiledi: Müze yöneticisinin, kovulmaktan ya da istifa etmekten veyahut tabloyu sergilemeyerek kendisini sanatçılar önünde gülünç duruma düşürmekten başka çaresi yoktu. Şu halde, bir sanatçının başının hemen derde girmesi için, sanata yeniden bir işlev vermesi yeterlidir...
Bu örnekte görüldüğü gibi, alanlar arasındaki -özellikle de iktisadî alan ile sanat alanı arasındaki- bağıntılar, evrimlerinin genel eğilimleriyle bile hiçbir zaman tam olarak tanımlanamaz. ... Bu, pozitivist bir ampirizmin boşluğunda olduğumuzu göstermez. Gerçekliğe sorulabilecek, yinelenen bir sorular sistemine sahibiz.
98.
stenografik konuşulanları kısa yoldan yazıya aktarma sanatı
99.
Edward O. Laumann network analysis
104.
Çıkar kelimesi, çelişkili bir biçimde ekonomizm suçlamasına neden oldu, oysa başından beri çalışmalarımın hepsi, bütün pratiklerin iktisada indirgenmesine karşı çıkmaya yönelikti.
105.
Kayıtsızlık, değerlere ilişkin [aksiyolojik] bir tercihsizlik olduğu kadar, sunulan oyunlar arasındaki farkı ayırt edemediğim bir bilme durumudur da aynı zamanda. Stoacıların amacı buydu: Bir sarsılmazlık hali yaratmak (ataraxia, etkilenmemek anlamına gelir). Illusio, sarsılmazlığın [ataraxia] tersidir: Kendini vermek, oyuna girmek ve oyuna kaptırmaktır. Çıkarı olmak [ilgilenmek] belirli bir toplumsal oyunun bir anlam taşıdığını, kazanılıp kaybedileceklerin önemli ve peşinde koşulmaya değer olduğunu kabul etmektir.
ex post sonradan
106.
iktisat sosyolojisi
107.
Ortodoks iktisatla (bundan anladığım, son derece farklılaşmış bir alan olduğunu unutmadığım iktisat bilimine günümüzde hâkim olan ve kendisi de çeşitlenmiş olan ana akımdır) paylaştığım tek şey, bazı kelimelerdir. Yatırım nosyonunu ele alalım. Yatırım derken, bir alan ile o alana uyarlanmış bir yatkınlıklar sistemi arasındaki bağıntıdan doğan harekete geçme eğilimini, -evrensel olarak verili değil- tarihsel ve toplumsal olarak inşa edilmiş olan, oyun oynama yeteneği ile isteğini içeren bir oyunu, bu oyunda kazanılıp kaybedilebilecek şeyler olduğu duygusunu kastediyorum.
108.
Sermayenin (her biri kendi alt-türlerine ayrılan) üç temel tür halinde, iktisadi sermaye, kültürel sermaye ve toplumsal sermaye şeklinde sunulduğunu gösterdim. Bu üç türe, simgesel sermayeyi de eklemek gerekir. Simgesel sermaye, bu türlerden herhangi birinin, algı kategorileriyle kavrandığında büründüğü biçimdir. Söz konusu kategoriler, ilgili sermayenin özgül mantığını kabul eder -ya da şöyle diyelim- bu sermayeye sahip olmanın ve birikiminin keyfiliğini yanlış bir biçimde tanır. İktisadi sermaye üzerinde durmayacağım. Kültürel sermayenin özelliklerini çözümlemiştim, aslında somutlaşmış, nesneleşmiş ve kurumlaşmış olmak üzere üç biçim halinde varolan bu nosyonu, çeşitliliğini tam olarak yansıtmak için, bilgi sermayesi diye adlandırmak gerekir. Toplumsal sermaye, bir bireyin ya da bir grubun, kalıcı bir ilişkiler ağına, az çok kurumlaşmış karşılıklı tanıma ve tanınmalara sahip olması sayesinde elde ettiği gerçek ya da potansiyel kaynakların toplamıdır, yani böylesi bir ağın harekete geçirmeye olanak sağladığı sermaye ve güçlerin toplamıdır. Farklılaşmış toplumların yapısı ve dinamiği açıklanmak isteniyorsa, sermayenin çeşitli biçimler alabileceğini kabul etmek gerekir. Örneğin, İsveç gibi demokratik yaşlı uluslarda ya da Sovyet tipi toplumlarda toplumsal mekânın biçimini anlamak için, siyasal sermayenin oluşturduğu özel toplumsal sermaye türü hesaba katılmalıdır: Bu sermaye, ortak kaynakları (ilk örnekte sendikalar, ikinci örnekte Komünist Parti aracılığıyla)kendine mâl ederek, iktisadî sermaye gibi, diğer toplumsal alanlarda daayrıcalık ve kâr etme kapasitesine sahiptir.
110.
[Pratik duygusu]
... pratiğe ilişkin bir teori ortaya atmamın nedeni, pratiğin gerçek mantığını açıklama isteğimdir. Başlangıçta ritüeller, eş tercihleri, gündelik iktisadî davranışlar gibi en mütevazı biçimleriyle pratikleri açıklamay çalışıyor, bir yanda eylemi eyleyicisiz, mekanik bir tepki olarak gören nesnelcilik, öte yanda eylemi bilinçli bir niyetin kararlı bir şekilde yerine getirilmesi, kendi amaçlarını belirleyen ve akılcı hesapla faydayı azamiye çıkartan bir bilincin özgür projesi olarak tanımlayan öznelcilik olmak üzere iki tuzağa düşmemeye gayret ediyorum.
Ama her şeyden önce bilimsel bir duruşa (deyim yerindeyse bilimsel bir habitusa), yani pratiği özgül, özellikle zamansal "mantığı" içinde anlamanın ve inşa etmenin belirli bir tarzına işaret ettiğini söylemem gereken habitus nosyonunun bir işlevi de, aynı derecede zararlı, ama kuşkusuz çok daha zor aşılır bir karşıtlıktan kopuşu sağlamasıdır: Pratik olaral pratiğin teorisi, ampirizme karşı, bilgi nesnelerinin edilgin bir biçimde kaydedilmiş değil, inşa edilmiş olduğunu ortaya koyar; entelektüalist idealizme karşıysa, bir inşanın ilkesinin, aşkın bir özneye has evrensel kategoriler ve a priori biçimler sistemi değil, habitusun oluşturduğu tarihsel aşkınlık olduğunu, toplumsal olarak inşa edilmiş, pratikle edinilmiş ve sürekli olarak pratik işlevlere yönlendirilmiş, yapılanmış ve yapılandırıcı yatkınlıklar sistemi olduğunu hatırlatır. Habitus nosyonu, Marx'ın Feuerbach Üzerine Tezler'inde önerdiği programı izleyerek, ister naif ister akademik olsun her tür bilginin bir inşa faaliyeti gerektirdiği düşüncesini idealizme bırakmayan bir materyalist bilgi teorisini mümkün kılmayı hedefler...
111.
... hem eyleyiciyi feda etmeden özne felsefesinden kaçınmak, hem de yapının eyleyici üzerinde ve onun aracılığıyla yarattığı etkileri hesaba katmaktan vazgeçmeden yapı felsefesinden kaçınmak...
112.
Avrupa felsefelerinin derin entelektüalizmine tepki gösterme çabam, farkında olmadan beni Avrupa "derinlik" ve karanlık geleneğinin uzak durduğu düşüncelere taşıdı.
(Dipnot:) (Dewey) "Dünyayla alışverişlerimizde oluşan alışkanlıklar [habitus] yoluyla dünyaya yerleşiriz.; dünya bizim barınağımız olur ve barınak deneyimlerimizin her birinin parçasıdır."
113.
Marx'ın Hegel için söylediği gibi "mantığın şeylerini şeylerin mantığı sanmak"tan ibaret olan skolastik yanılgının, logos ve mantık profesyonellerinin sıradan hatasının tipik örneği olan akılcı eylem kuramı, eyleyicinin toplumsal olarak kurulmuş pratik duygusunun yerine, pratiği düşünen bilginin zihnini koyar.
... Akılcı eylem kuramı, hem belirlenmemiş hem de yerine bir başkasının geçebileceği tarihsiz bir eyleyicinin "akılcı karşılıklarından" başka bir şey tanımaz. Bu hayali antropolji, gerek iktisadî gerek başka tür eylemleri, her tür iktisadî ve toplumsal koşullanmadan bağımsız bir aktörün bilinçli tercihi üzerinde kurmaya çalışır. Bu dar "rasyonalite" anlayışı eyleyicilerin bireysel ve kolektif tarihlerini yok sayar, oysa eyleyicilerde bulunan tercih yapıları, bu tarihler aracılığıyla, onları üreten ve onların da yeniden üretme eğilimi gösterdikleri nesnel yapılarla karmaşık bir zamansal diyalektik içinde oluşmuştur.
115.
Akılcı tercih kuramı, önceden oluşmuş evrensel bir çıkarın varlığını öngereklilik olarak kabul ettiğinden, farklı çıkar biçimlerinin toplumsal olarak doğuşu sorunundan habersizdir.
Eylemi, açıkça ortaya konmuş hedeflere yönelik bilinçli girişimle belirlenmiş olarak tasavvur eden bireyselci erekselcilik, "sağlam temelli bir yanılsamadır". [Durkheim'ın 'din' için kullandığı ifade]
116.
[Wacquant] ... habitus kavramı, aynı zamanda birey ile toplum, metodolojik bireycilik ile "kolektivizm" ya da "holizm" (bütün kendisini oluşturan parçaların toplamından daha fazla olan bir şeydir diyen görüş) seçeneklerinden birini seçme zorunluluğundan bizi kurtarma işlevine de sahip değil mi?
Habitustan söz etmek, bireysel olanın, hatta kişisel, öznel olanın dahi toplumsal, kolektif olduğunu ortaya koymaktır. Habitus, toplumsallaşmış bir öznelliktir. ["sınırlı akılcılık"tan işte burada ayrılıyorum] Aklîlik, yalnızca elde edilebilir bilgi sınırlı olduğundan ve insan zihni de yaradılışı gereği sınırlı olduğundan, özellikle eylemin aciliyeti içinde tüm durumları düşünme olanaklarına sahip olmadığından değil, aynı zamanda insan zihni toplumsal olarak sınırlı olduğu, toplumsal olarak yapılandığı, Marx'ın dediği gibi "beyninin sınırlarına", yani yetişmesine borçlu olduğu kategoriler sisteminin sınırlarına ister istemez hapsolduğu için -bu durumun bilincine varması hariç- sınırlıdır.
117.
Sosyal bilimin has nesnesi, ne tüm "metodolojik bireyciler" tarafından naif bir biçimde temel gerçeklik olarak kutsanan o ens realissimum [en gerçek varlık] olan bireydir, ne somut bireyler kümesi olarak gruplardır; tarihsel eylemin iki gerçekleşmesi arasındaki ilişkidir. Yani, toplumsal olanın bedenlerde (ya da biyolojik bireylerde) inşa edilmesiyle ortaya çıkan, dayanıklı ve aktarılabilir algı, beğeni ve eylem şeması sistemleri olan habituslar ile toplumsal olanın fiziksel nesnelerin yarı-gerçekliğine sahip olan mekanizmalarda ya da şeylerde kurulmasının ürünü olan, nesnel ilişki sistemleri olan alanlar arasındaki karanlık ikili ilişkidir.
118.
... ikinci olarak, sosyal bilim, zorunlu olarak "bir bilginin bilgisidir" ve alanın birincil deneyiminin, sosyolojik olarak temellendirilmiş bir fenomenolojisine yer açmak zorundadır.
... habitus, ürünü olduğu bir toplumsal dünyayla ilişkiye girdiğinde sudaki balık gibidir: Suyun ağırlığını hissetmez ve etrafındaki dünyayı çok doğal sayar. ... Dünya beni içeriyor, ama tam da beni içerdiği için onu anlıyorum; beni ürettiği için, ona ilişkin kullandığım kategorileri ürettiği için, bana apaçık görünüyor.
120.
Paradoksal bir biçimde, çoğu zaman, habitusun gerçekliğini inkâr etmeye ya da kavramın bilimsel yararını reddetmeye yönelten şey, (özellikle iktisadî) alan ile habitus arasındaki bu doğrudan uyumun çoğunlukla gerçekleşmiş olmasıdır. Olası bir eleştiriye tüm gücünü vermek için, habitus teorisinin, uyutucu özelliğiyle, açıklama kolaylıklarını üst üste yığmaya ve ad hoc (geçici olarak) açıklamaya neden olabileceği söylenebilir.
121.
Habitus, toplumsal eyleyicilerin, tam anlamıyla akılcı olmadan, yani davranışlarını sahip oldukları araçların verimliliğini azamiye çıkartacak şekilde düzenlemeden ya da daha basiti, hesap yapmadan, hedeflerini açıkça ortaya koymadan ve bunlara ulaşmak için sahip oldukları araçları açıkça birleştirmeden, kısacası planlar, tasarılar yapmadan, makûl olduklarını, deli olmadıklarını, ("olanaklarının üzerinde" bir alışveriş yapanlar için kullanılan "çılgınlık yaptı" anlamında) çılgınlıklar yapmadıklarını açıklamak için varsaymak gereken şeydir: Toplumsal eyleyiciler, bizim kendiliğinden inanmaya eğilim göstereceğimizden daha az tuhaf ya da ölçüsüzdürler ve bunun nedeni, tam da, kendilerine sunulan nesnel şansları uzun ve karmaşık bir şartlanma sürecinin sonucunda içselleştirmeleri ve şimdiki zamanın yüzeyinde, kendini "yapılacak" ya da "söylenecek" diye kasıtsızca dayatan (ve geriye dönüp bakıldığında yapılabilecek ya da söylenebilecek "tek" şey olarak görünecek olan) şeyleri sezdiren pratik öngörülerle, kendilerine uyan ve ("bize göre değil"in karşıtı olarak) kendilerinin de uyduğu geleceği görebilmeleridir. Öznel beklentilerin ve nesnel şansların diyalektiği, toplumsal dünyanın her yerinde işbaşındadır ve çoğu zaman, birincilerin ikincilere göre ayarlanmasını sağlama eğilimi gösterir*.
*(dipnot:) Nesnel şansların, öznel beklentiler şeklinde içselleştirilmesi, Bourdieu'nün, bilimde ya da siyasette, gerek okul, gerek emek piyasası, gerekse evlilik piyasasındaki toplumsal stratejiler hakkında önerdiği çözümlemede kilit rol oynar.
122.
Cezayir'de gözlemleyebildiğim, kendilerini "kapitalizm-öncesi" habituslarla, "kapitalist bir evren"e atılmış bulan insanlar aklıma geliyor.
Habitus kavramından feragat edilememesinin başka bir nedeni de, neo-marjinalist iktisadı bunaltan, yatkınlıkların, zevklerin, tercihlerin direncini saptamaya ve açıklamaya olanak sağlamasıdır.
123.
Ayrıca habitus kavramı, bazen evlenme ve doğum oranlarında olduğu gibi aynı bilim tarafından, bazen de, yükselmekte olan küçük burjuvazinin yüksek tasarruf eğilimi, dili aşırı düzeltme veya düşük doğurganlık oranı gibi (pratiğin çok farklı boyutlarını biraz dağınıkça sayıyorum) farklı bilimler tarafından ayrı ayrı incelenen pratikleri birleştirici şekilde anlama ve inşa etme olanağını sağlar.
[Wacquant] Habitus teorisi, ... olası eylem kipliği olarak stratejik seçimi ve düşünerek karar vermeyi saf dışı mı bırakıyor?
Kesinlikle hayır.
124.
[Habitus nosyonuna farklı yaklaşımlar] Giroux: her tür toplumsal değişim olasılığını boğar ve bir tür yönetim ideolojisine indirgenir; Sulkunen: toplumsal eyleme oyun, yaratıcılık ve öngörülemezlik dozu katan bir dolayım kavramıdır; Fox: toplumsal hayatı ve kültürel anlamı sürekli gelişme halindeki bir pratik olarak tanımlar, bu bakımdan sürekli dönüşüm sürecinde olan kültür kavrayışına yakındır; Ansart: Bourdieu'nün, etkin bir toplumsal hayat kavrayışı geliştirerek yapısalcı paradigmadan çıkmasına olanak sağlayan kavram...
125.
Habitus, kimi zaman düşünüldüğü gibi bir kader değildir. Tarihin ürünü olduğundan, sürekli olarak yeni deneyimlerle karşı karşıya gelen ve durmaksızın onlardan etkilenen, açık bir yatkınlıklar sistemidir. Sistem dayanıklıdır, ama sarsılmaz değildir. Bununla birlikte, istatiksel olarak insanların çoğunun, başlangıçta habituslarını şekillendiren durumlara uygun durumlarla karşılaşmaya, yani yatkınlıklarını pekiştirecek deneyimler yaşamaya mahkûm olduklarını da eklemem gerek.
128.
... örneğin A ya da B profesörünün belli bir konjoktürde, örneğin 68 Mayısı'nda ya da sıradan üniversite hayatının diğer bütün durumlarında ne yapacağını anlamak için, üniversite mekanında hangi konuma sahip olduğunu bilmek gerektiği gibi, bu konuma toplumsal mekândaki hangi başlangıç noktasından ve nasıl geldiğini bilmek de gerekir: Bir konuma ulaşma biçimi, habitusta kayıtlıdır.
Bununla birlikte, bu mekanizmalardan kaçınmak, örneğin yatkınlıklarına mesafe almak için bu mekanizmaların bilgisinden faydalanılabilir. Stoacılar, bize bağlı olanın ilk değil, ikinci hareket olduğunu söylemeyi severlerdi. Habitusun ilk eğilimini kontrol etmek zordur, ama durumun üzerimizde sahip olduğu gücün bir kısmını verenin kendimiz olduğunu bize öğreten düşünümsel çözümleme, durumu algılamamızı, dolayısıyla tepkimizi değiştirmeye çalışmamızı mümkün kılar.
130.
Bir yanda, zamana, (ırmak metaforunda olduğu gibi) eyleyiciden bağımsız, kendinde bir gerçeklik muamelesi yapan metafizik bakış; öte yanda bir bilinç felsefesi. Zaman, tarihselliğe aşkın, a priori bir koşul olmak şöyle dursun, pratik etkinliğin tam da kendini üretme ediminde ürettiği şeydir.
131.
Yapılandırıcı ve yapılanmış yapı olarak habitus, pratiklerde ve düşüncelerde pratik algı şemalarını devreye sokar. Bu şemalar, toplumsal yapıların -toplumsallaşma süreciyle, bireyoluşla- bedende somutlaşmasından doğar; toplumsal yapılar da birbiri ardına gelen kuşakların tarihsel çalışmasından -soyoluştan*- ortaya çıkar.
*phylogenése: Tevkin-i nev'î, türsel varlığın evrimi. Bireysel varlığın evrimine karşılık gelen bireyoluş [ontogenése] kavramıyla kullanılır.
... araçsal eylem ile iletişimsel eylem arasındaki farkı tamamen reddediyorum...
132.
... herkes bilir ki, bürokrasi gibi toplumsal gruplar, varlıklarını sürdürmeye yönelik içkin eğilimlere sahiptir. Hafızaya ya da sadakate benzeyen bu eğilimler, aslında eyleyicilerin rutinlerinin davranış biçimlerinin "toplam"ından başka bir şey değildir: Mesleklerine, habituslarına dayanan eyleyiciler, habituslarına göre algıladıkları duruma uygun hareket tarzları oluştururlar (kuşkusuz içinde yer aldıkları alanı oluşturan kuvvet ilişkilerinde kayıtlı zorunluluklar ve kendilerini karşı karşıya getiren çatışmaların sınırları dahilinde). Dolayısıyla bu hareket tarzları, habituslarının da ürünü olduğu yapıyı yeniden üretme işlevini görür (oysa böyle bir amaca yönelik olarak tasarlanmamışlardır). Aynı şekilde, toplumsal yapıyı sürekli olarak yeniden üretmeye katkıda bulunan şey, ilgili tüm eyleyicilerin hem bazen çatışmaya yol açacak kadar bağımsız, hem de uyumlu olan, sayısız yeniden üretim stratejileridir.
133.
La Noblesse d'Etat
135.
[dilbilimin ya da dilin katıksız çözümlemesi yaklaşımına eleştiri]
Saussure'cü bakış açısı, anlamak için anlamaya çalışan, böylece toplumsal eyleyicilere bu "yorumsamacı niyeti" yüklemeye ve bunun pratiklerinin ilkesi kılmaya yönelen, "tarafsız gözlemci" bakış açısıdır. Bu, kelimenin edimsel etkinliği sayesinde dünya içinde hareket etmeye ve dünyaya etki etmeye çalışan hatibin duruşuna karşıt olarak, amacı, dili incelemek ve kodlamak olan gramercinin duruşudur. Dili düşünmek ve konuşmak için kullanmak yerine bir çözümleme nesnesi olarak ele alanlar, bir praxis'e karşı, pratik bir amacı olmayan ya da sanat eserine benzer bir biçimde yorumlanmaktan başka amacı olmayan hükümsüz bir belge gibi bir logos oluşturmaya yönelirler.
144.
Sosyoloji ile etnoloji, sosyoloji ile tarih, sosyoloji ile dilbilim, sanat sosyolojisi ile eğitim sosyolojisi, spor sosyolojisi ile siyaset sosyolojisi vb. arasında çizilen, akademik yeniden üretimin katıksız bir ürünü olan ve hiçbir epistemolojik temeli bulunmayan keyfi sınırlara karşı mücadele etmekten hiç vazgeçmedim.
Dilsel pratikleri, olası ortak pratikler -yani, yeme ve içme alışkanlıkları, kültürel tüketim, sanat, spor, giysi, ev döşeme, siyaset vb. konulardaki zevkler- evrenine yerleştirmeden dilin tamamen anlaşılamayacağını düşünüyorum. Çünkü sınıf habitusunun bir boyutu olan dilsel habitusla ifade edilen şey, sınıf habitusunun tamamı, dolayısıyla toplumsal yapıda eşzamanlı ve artzamanlı olarak işgal edilen konumdur. Dil bir beden tekniğidir ve dilsel, özellikle fonolojik yeti, toplumsal dünyayla tüm ilişkinin içinde ifade bulduğu bedensel hexis'in bir boyutudur. Örneğin toplumsal bir sınıfın karakteristik bedensel şeması, Pierre Guiraud'nun "söyleyiş tarzı" adını verdiği sınıfa özgü telaffuzu niteleyen fonolojik özellikler sistemini belirlemektir. Bu söyleyiş tarzı, "bedenleşmiş" bir hayat tarzının bütünleyici parçasıdır ve bu hayat tarzını tanımlayan zamansal ve bedensel alışkanlıklarla yakın ilişki içindedir.
200.
209.
253.
135.
[dilbilimin ya da dilin katıksız çözümlemesi yaklaşımına eleştiri]
Saussure'cü bakış açısı, anlamak için anlamaya çalışan, böylece toplumsal eyleyicilere bu "yorumsamacı niyeti" yüklemeye ve bunun pratiklerinin ilkesi kılmaya yönelen, "tarafsız gözlemci" bakış açısıdır. Bu, kelimenin edimsel etkinliği sayesinde dünya içinde hareket etmeye ve dünyaya etki etmeye çalışan hatibin duruşuna karşıt olarak, amacı, dili incelemek ve kodlamak olan gramercinin duruşudur. Dili düşünmek ve konuşmak için kullanmak yerine bir çözümleme nesnesi olarak ele alanlar, bir praxis'e karşı, pratik bir amacı olmayan ya da sanat eserine benzer bir biçimde yorumlanmaktan başka amacı olmayan hükümsüz bir belge gibi bir logos oluşturmaya yönelirler.
Tam anlamıyla skolastik olan bu görüş, içinden çıktığı skolastik durumun ve bakış açısının bir ürünüdür: Bu skolastik paranteze alma tavrı, dilin sıradan kullanımında içerilen işlevleri etkisiz hale getirir. Yorumsamacı gelenekte olduğu kadar Saussure'de de dile, (Bakhtin'in işaret ettiği üzere yazılı ve yabancı) ölü bir dil gibi, gerçek kullanımlardan tamamen kopuk ve pratik, siyasal işlevlerden yoksun bırakılmış kendine yeterli bir sistem gibi muamele edilir. Böylece, dilin toplumsal kullanımına bağlı olan unsurları ve toplumsal koşulları bir kenara bırakarak, dilin iç mantığına ayrıcalık tanıyarak oluşan, katıksız dilsel özerklik yanılsaması, koda kuramsal olarak hakim olmanın, toplumsal olarak uygun kullanımların pratiğine de hakim olmaya yeterli olduğu fikrinden hareket eden bütün kuramlara zemin hazırlar.
136.
Gramere uygunluk, anlam üretiminin gerekli ve yeterli koşulu değildir ve dil, dilbilimsel çözümleme için değil, konuşmak için, uygun zamanda konuşmak için yapılmıştır. (Sofistler, dilin öğrenilmesinde önemli olanın, uygun şeyi söylemek için uygun zamanın -kairos'un- öğrenilmesi olduğunu söylerlerdi.)
137.
... bir iletişim edimini sadece dilbilimsel çözümlemenin sınırları içinde yorumlamak olanaksızdır. En basit dilsel alışveriş bile, özgül bir toplumsal yetkeyle donanmış konuşmacı ile onun yetkesini farklı derecelerde kabul eden muhatabı ya da dinleyenleri arasında olduğu gibi, onların ait oldukları gruplar arasında da karmaşık bir tarihsel iktidar ilişkileri ağını beraberinde getirir.
138.
alicenaplık stratejisi cömertlik, onurluluk stratejisi
139.
... bir Fransız bir Cezayirli'yle ya da siyah bir Amerikalı bir WASP (Beyaz, Anglo-Sakson, Protestan) ile konuşurken, birbiriyle konuşan iki kişi değildir söz konusu olan: Onlar aracılığıyla tüm bir sömürgecilik tarihi ya da Amerika Birleşik Devletleri'nde siyahların (ya da kadınların, işçilerin, azınlıkların vb.) iktisadî, siyasal ve kültürel olarak tahakküm altına alınma tarihidir.
143.
... dilsel ifadelerin iktidarını dilbilimsel olarak anlamayı denemek, dilin etkililiğinin ilkesini dilde bulmayı denemek, ... yetkenin dile dışarıdan geldiğini unutmaktır.
143.
... dilsel ifadelerin iktidarını dilbilimsel olarak anlamayı denemek, dilin etkililiğinin ilkesini dilde bulmayı denemek, ... yetkenin dile dışarıdan geldiğini unutmaktır.
144.
Sosyoloji ile etnoloji, sosyoloji ile tarih, sosyoloji ile dilbilim, sanat sosyolojisi ile eğitim sosyolojisi, spor sosyolojisi ile siyaset sosyolojisi vb. arasında çizilen, akademik yeniden üretimin katıksız bir ürünü olan ve hiçbir epistemolojik temeli bulunmayan keyfi sınırlara karşı mücadele etmekten hiç vazgeçmedim.
Dilsel pratikleri, olası ortak pratikler -yani, yeme ve içme alışkanlıkları, kültürel tüketim, sanat, spor, giysi, ev döşeme, siyaset vb. konulardaki zevkler- evrenine yerleştirmeden dilin tamamen anlaşılamayacağını düşünüyorum. Çünkü sınıf habitusunun bir boyutu olan dilsel habitusla ifade edilen şey, sınıf habitusunun tamamı, dolayısıyla toplumsal yapıda eşzamanlı ve artzamanlı olarak işgal edilen konumdur. Dil bir beden tekniğidir ve dilsel, özellikle fonolojik yeti, toplumsal dünyayla tüm ilişkinin içinde ifade bulduğu bedensel hexis'in bir boyutudur. Örneğin toplumsal bir sınıfın karakteristik bedensel şeması, Pierre Guiraud'nun "söyleyiş tarzı" adını verdiği sınıfa özgü telaffuzu niteleyen fonolojik özellikler sistemini belirlemektir. Bu söyleyiş tarzı, "bedenleşmiş" bir hayat tarzının bütünleyici parçasıdır ve bu hayat tarzını tanımlayan zamansal ve bedensel alışkanlıklarla yakın ilişki içindedir.
Dilsel piyasa ne denli resmî ya da "gergin"se, yani hâkim dilinin normlarına ne denli uygunsa (örneğin resmî politikanın bütün o törenlerini düşünün: açılış konuşmaları, nutuklar, kamu önündeki tartışmalar), sansür de o denli büyüktür ve piyasada da tahakküm edenlerin -meşru dilsel beceriyi ellerinde bulunduranların- o denli tahakkümündedir. (Burada kullandığım formüllerden birini ya da yanlış anlaşılma tehlikesi olan bir yorumunu düzeltmek için bir parantez açmak zorundayım. Söylemin olası bedelini öngörmekten söz etmek, iktisatçı bir dil modeline varmak anlamına gelmez: Bu öngörmenin bilinçli bir hesapla hiç ilgisi yoktur; belli bir piyasayla uzun süreli ilişkinin ürünü olan ve kişinin kendi dilsel ürünlerinin olası değeri ve kabul edilebilirliği konusunda bir duygu gibi iş görme eğiliminde olan dilsel bir habitusun sonucudur.)
147.
... kültürel ürünler sosyolojisi...
Heidegger'in söyleminin uygun bir çözümlemesi, çifte reddi gerektirir: Bir yandan felsefi metnin mutlak özerklik iddiaları ve dış referans inkârı reddedilmelidir; bir yandan da metnin, üretiminin ve dolaşımının genel bağlamına doğrudan indirgenmesi reddedilmelidir.
Bu çifte ret, aynı zamanda edebiyat, resim, din ya da hukuk sosyolojinizin yönlendirici ilkesi. Bu örneklerin her birinde kültürel eserleri, özgül üretim alanlarıyla ilişkilendiriyor, bu eserlerin yalnızca metin içi okumalara ya da yalnızca dış etkenlere indirgenmesine karşı çıkıyorsunuz.
148.
... hatalardan biri, eserlere kendine yeterli gerçeklikler olarak bakmak, diğeri ise onları genel iktisadî ve toplumsal koşullara doğrudan doğruya indirgemektir.
149.
..."başıboşluk" [göçebelik]...
152.
Avrupa felsefesi 19. yy'ın ikinci yarısından bu yana kendisini sosyal bilimlere, özellikle psikolojiye ve sosyolojiye, bu bilimler aracılığıyla toplumsal dünyanın "bayağı" gerçeklerine doğrudan ve açıkça yönelen bütün düşünce biçimlerine karşıt olarak tanımladı. Felsefecilerin her zaman "indirgemeci", "pozitivist" vb. olarak kınadıkları istatistik araştırma veya basit bir tarihsel belge çözümlemesi gibi "katıksız olmayan" yöntemler kullanarak ya da aşağı sayılan nesneleri inceleyerek küçülmeden kaçınmaya, tarihsel şeylerin olumsallığına dalmanın reddi eşlik eder: Statülerine çok düşkün felsefecileri, her zaman en "evrensel" ve "sonsuz" düşünceye dönmeye götüren bir rettir bu.
153.
Dönemin çalışmalarının odak noktası, bütün insan bilimlerinin, hatta Faucault'nunkiler gibi felsefî girişimlerin paradigması olarak kurulan dilbilime kaydı. Felsefelerin ayrıcalıklı "felsefeci" statüsünü terk etmeden, sosyal bilimlerin bilimselliğini taklit etme ve yöntemlerini alma çabalarını adlandırmak için "-loji" etkisi dediğim şeyin kökeni budur: Barthes'ın edebiyat semiyolojisini, Foucault'nun arkeolojisini, Derrida'nın gramatolojisini ya da Althussercilerin Marx'ın metninin "bilimsel" okumasını, kendine yeterli ve özerk bir bilim olarak, hatta bütün bilimlerin mihenk taşı olarak sunmaya yönelik gayretlerini kastediyorum.
...
felsefî düşüncenin gerçekleştirildiği koşulları hatırlatmanın felsefeyi kınamayla bir ilgisi yok; hele bütün bilgileri ve düşünceleri göreceleştirmeyi hedefleyen polemik bir kınamayla hiç ilgisi yok. Felsefeyi kültürel üretim alanındaki ve toplumsal mekândaki yerine yerleştiren sosyolojik bir çözümleme, felsefeyi yok etmek şöyle dursun, felsefeleri ve bunların birbiri ardına gelişlerini tamamen anlamanın ve böylece felsefecileri miraslarında kayıtlı olan "düşünülemeyen"den kurtarmanın tek yoludur. 154 Sosyolojik çözümleme, en sıradan düşünce araçlarının, kavramların, sorunların ve sınıflandırmaların, yeniden üretimlerinin toplumsal koşullarına ve felsefî kurumun işlevlerine ve işleyişlerine içkin olan toplumsal felsefede kayıtlı belirleyenlere neler borçlu olduklarını keşfetme olanağı sağlar, böylece düşüncelerinin toplumsal düşünülmeyenini yeniden sahiplenmelerini sağlar.
157.
... bilimsel pratik üzerine söylemin bilimsel pratiğin yerini almasının, son derece yıkıcı sonuçlar doğurduğunu düşünüyorum.
158.
... 1960'lı yıllarda iktisadî özellikler sabit tutulduğunda, daha kültürlü ailelerden gelen öğrencilerin yalnızca daha akademik başarı düzeylerine sahip olmayıp, aynı zamanda farklı tüketim ve kültürel ifade kipleri de göstermelerini açıklamak için önerdiğim kültürel sermaye nosyonu [Kültürel sermayenin "üç hali" (eklemlenmiş, nesneleşmiş, kurumlaşmış) ..]
159.
Benim anladığım şekliyle bilimsel kuram, yalnızca kendisini hayata geçiren ampirik çalışmada ortaya çıkan bir algılama ve eylem programı -ya da isterseniz- bir bilimsel habitustur. Ampirik çalışma için ve bu çalışma tarafından şekillendirilen geçici bir inşadır.
160.
lector*
(dipnot: Bourdieu Gaillaume de la Porré adlı bir Ortaçağ felsefecisinin, okumayla uğraşan kişiler olarak lectores ile yaratıcılar, yazarlar -auctores- ayrımından esinlenmektedir.
165.
... simgesel şiddet, belli koşullarda ve belli bir bedelle, siyasal-polisiye şiddetten çok daha etkin bir şekilde işlev görebilir.
166.
Tahakküm etkisi neredeyse her zaman, belirleyenler ile onları o şekilde (167) oluşturan algı kategorileri arasındaki "uyum"la ortaya çıkar. Şiddet olarak algılanmadığı için uygulanabilen şiddetin tanınmasını "yanlış tanıma" diye adlandırıyorum. ... Nesnel yapılar ile bilişsel yapılar arasındaki dolaysız uyum nedeniyle, dünyanın düşünce olarak kabulünün çözümlenmesi, gerçekçi bir tahakküm ve siyaset kuramının gerçek temelidir. "Gizli ikna" biçimlerinin en amansızı, basit bir biçimde şeylerin düzeni aracılığıyla uygulanandır.
(Dipnot: Bourdieu'nün simgesel şiddet teorisi ile Gramsci'nin hegemonya teorisi arasındaki en önemli farklardan biri budur: İlki hiçbir etkin aşılama, hiçbir ikna çalışması içermez.)
169.
(Dipnot: Bourdieu'ye göre düşüncelerin "serbest dolaşımı"nın önündeki engellerden biri de, yabancı çalışmaların, bunları ithal edenin hiç bilemeyebileceği ulusal kavrayış şemaları aracılığıyla yorumlanmasıdır. Şu halde akademisyenlerin, ulusal akademik geleneklerde kayıtlı bulunan kavramsal taraflılıktan kurtulmaları şarttır, çünkü "gerçek bir entelektüel evrenselciliğin ilk koşulu, düşünce kategorilerinin uluslararasılaşmasıdır (ya da ulusal olmaktan çıkmasıdır)")
170.
... kuramsal söylemlerin boş spekülasyonları...
Cinsel karşıtlıklar, başlangıcından itibaren Bordieu'nün düşüncesinin merkezinde yer almıştır.
171.
... (erkek, vir, insan, homo* olmanın tekelini elinde bulunduran, kendi kendisini evrensel hisseden o tikel varlıktır). Bu düzen, bir yandan zaman ile mekânın toplumsal örgütlenmesinde ve cinsler arası iş bölümünde ifade edildiği şekliyle toplumsal yapılar, diğer yandan bedenlerde, zihinlerde kazılı bilişsel yapılar arasında kurulan neredeyse kusursuz ve doğrudan uyum sayesinde son derece doğal kabul edilir.
* İngilizce'deki man kelimesi gibi, Fransızca'daki homme kelimesi de hem erkek, hem adam, hem insan anlamına gelir. Örneğin, "İnsan Hakları Evrensel Bildirhesi" olarak çevrilen , La Declaration universelle des droits de l'homme, "Erkek Hakları Evrensel Bildirgesi" şeklinde de çevrilebilir. ç.n.
Erkek tahkkümü, simgesel şiddetin, bilincin ve iradenin kontrolü dışında, hem cinsleşmiş hem cinsleştirici habitus şemalarının karanlıklarında yer alan bir tanıma ve yanlış tanıma edimi ayrıcalığıyla gerçekleştiğini en iyi gösteren örnektir. Ayrıca, zorlama ile rıza, dış dayatma ile iç itki arasındaki skolastik karşıtlığı saf dışı bırakmadan simgesel şiddetin anlaşılamayacağını da gösterir.
172.
hexis sahip olunan şey, iyelik, huy; kararlı/dengeli hal, durum, yatkınlık, alışkanlık
sosyodise pierre bourdieu'nun temel olarak iki kaynaktan, leibniz'in "theodicy" (teodise diye cevrilir imis bize) tartismasindan ve max weber'in "iyi sans teodisesi" bahsinden tureterek dunyevilestirdigi bir mefhum. sosyodise diye aktarilabilir.[irili ufakli, kendine has dinamikleri olan sosyal dunyaciklarda (alan, champ)
esitsizlik ureten nedenlerin ustunu orten, onlari normallestiren,
dogallastiran, boylelikle de insanlari derya icre olup da deryayi
bilmeyen baliklara ceviren etkileri anlatmak icin kullanilir mefhum - ekşi (babaerenler)]
Erkek bedenlerinin erkeksileştirilmesi ve kadın bedenlerinin kadınsılaştırılması yoluyla kültürel keyfiliğin bedenselleştirilmesi, yani bir bilinçdışının kalıcı inşası gerçekleşir.
Deniz Feneri, simgesel tahakkümün paradoksal bir boyutu üzerine, feminist eleştirirnin neredeyse her zaman yok saydığı boyutu üzerine son derece net bir çözümleme sunar: Yani tahakküm edenlerin tahakküm yoluyla tahakküme uğraması. Her erkeği, muzaffer bilinçdışında, erkek hakkındaki egemen temsile uymak için göstermesi gereken umutsuz ve biraz patetik (acınacak derecede üzücü) çabaya yönelten bir kadın bakışı söz konusudur. Virginia Woolf, ayrıca kadınların toplumun merkezi oyunlarına girmeye yönelten illusio'yu bilmedikleri için, bu yatırımdan doğan libido dominandi'den [tahakküm kurma arzusundan] nasıl kurtulabildiklerini, dolayısıyla ancak vekalet yoluyla katılabildikleri erkek oyunları konusunda görece net bir görüş oluşturmaya toplumsal olarak eğilimli olduklarını anlamamızı sağlar.
173.
Erkekler, simgesel iktidarı korumaya ya da genişletmeye çalıştıkları evlilik stratejilerinin öznesiyken, kadınlara, her zaman ittifakları tescil etmeye yönelik simgeler gibi dolaşıma girdikleri bu mübadelelerin nesnesi olarak davranılmıştır. Kadınlar, böylece simgesel bir işlevleri olduğundan, bekâret ve edeple tanımlanan kadın faziletine ilişkin erkek idealine uyarak, fiziksel değerlerini ve cazibe güçlerini arttırmaya has bedensel ve kozmetik özelliklerle donanarak, simgesel değerlerini korumak için sürekli uğraşmaya zorlanırlar.
174.
Erkek tahakkümünün, üretim tarzlarının dönüşümüne rağmen sürmesini açıklayan şey, simgesel malların iktisadının görece özerliğidir. Bunun sonucu olarak, kadınların gerçek kurtuluşu, ancak içselleştirilmiş yapılar ile nesnel yapılar arasındaki doğrudan uyumu pratikte koparmayı hedefleyen kolektif bir eylemle gerçekleşebilir: Simgesel sermayenin üretiminin ve yeniden üretiminin, özellikle kültürel malların, ayırt edilme işaretleri olarak üretiminin ve tüketiminin kökeninde bulunan kendini beğenme ve ayırt edilme diyalektiğinin temellerini sarsabilecek simgesel bir devrim olacaktır bu.
175.
Bir Akıl Reel Politiği İçin
177.
Bilimsel ortodoksiler, bilimin çekişmeli [agonistique] mantığına değil, belli bir pozitivist epistemolojinin yansıttığı bilim temsiline uyan bir bilimsel düzen simulasyonunun ürünüdür. (Kuhn'un katkılarından biri de, birikim, kodlama vb. adına bilimselliği taklit eden bu tür pozitivist ortodoksinin temelsizliğini göstermesidir. ...)
178.
1950'li yılların Amerikan ortodoksisi zımnî bir pazarlık yoluyla örgütleniyordu: Biri "büyük kuram", bir diğeri "çok değişkenli istatistik", bir üçüncüsü "orta vadeli kuramlar" sunar ve bunlar yeni akademik tapınağın büyük üçlemesini oluşturur.
Bilimi taklit etmenin bir diğer yolu da, konumları, eğitim programlarını ve öğretim gereklerini vb. kısacası Üniversite'nin yeniden üretim mekanizmalarını kontrol etmeye ve bir ortodoksi dayatmaya olanak sağlayan akademik bir iktidar konumunu işgal etmektir. Bu tür tekel durumlarının bilimsel bir alanla hiç bir ilgisi yoktur. Bilimsel alan, araştırmacıların birbirleriyle karşı karşıya gelirken, bilimsel olmayan her tür silahı, en başta da akademik otoritenin silahlarını bırakmaları gereken özerk bir evrendir.
179.
[önlem]
eğitim-öğretim düzeyini, alana girmek için gerekli asgari bilimsel yeterlik düzeyini yükseltmeyi hedefleyen bir dizi edimle bilimsel sansür düzeyini yükseltmek vb.
En ileri bilimsel alanlar, bilimsel libido dominandi'yi [tahakküm arzusu] zorunlu olarak libido sciendi'ye [bilme arzusu] dönüştüren bir simyaya sahne olanlardır.
çatışkı antinomie
180.
[gerçek bir epistemoloji]
Hiçbir anlamı olmayan, tarihte yüzlerce kez yıkılan, ama her seferinde kolaylıkla yeniden canlandırılabilen, üstelik bunu yapanların kârlı çıktığı -bu çok önmlidir- karşıtlıklar vardır (örneğin bireycilik ile -karşısına neyi koyacağımı tam bilemiyorum ama- holizm [felsefede bütün kendisini oluşturan parçaların toplamından daha fazla olan bir şeydir diyen görüştür, sinerji, 2+2=5] "totalitarizm" vs.). Başka bir deyişle, onları yıkmanın büyük bir bedeli vardır, çünkü toplumsal gerçeklikte kayıtlıdırlar -kopmak, kanıtlamak, ikna etmek, göstermek, yok edecek araçları yapmak, kaçınmaya olanak sağlayan bir dil icat etmek gerekir- ve bütün bu çalışma bir anda imha edilip yeniden sahte çatışkılara dönülebilir. Bu nedenle her zaman yeniden başlamak gerekir.
Kişi olarak varolduğunu zanneden öyle çok insan var ki... Edebiyat sosyolojisi ya da sanat sosyolojisi neden bunca geç kaldı ki? Çünkü bu alanlar, kişisel kimliğe, kelimenin her anlamıyla yapılan yatırımların muazzam olduğu sahalardır. Aynı şekilde, sosyolog gelip de sıradan bilimsel işlemler gerçekleştirdiğinde, toplumsal olanın ilişkiler olduğunu hatırlattığında, devasa direnişlerle karşılaşır. Sağduyu düzeyine indirilmesi her an mümkündür.
182.
Bu düalizmler dokuz canlıdır; peki ama neden? Büyük ölçüde düşmanca bölünmeler etrafında düzenlenen alanlardaki cepheler için bir birleşme noktası görevi görmeye yatkın oldukları için.
183.
Pedagoji. Bilimsel bilginin, en azından sosyal bilimin ilerlemesinin önündeki başlıca engelin öğretenler olduğunu düşündüğüm ve söylediğim olmuştur. Öğretebilmek için basit düalizmlere ihtiyaç duyulur (biliyorum, ben de ders verdim). ... sadece profösörler ders programlarını ve sınav sorularını hazırlamak için bunlara ihtiyaç duyduklarından varlıklarını sürdürürler.
184.
Diğer entelektüel etkinliklerden (özellikle felsefeden) farklı olarak sosyoloji pahalıdır (ve az para getirir). Araştırmanın mı, araştırmacının mı, yoksa fon sağlayanların mı ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik olduğu pek de bilinmeyen araştırma tekliflerinin birbiri ardına geldiği bir çarka kapılmak çok kolaydır. AZraştırma fonu sağlayanlarla (ister hükümetler, ister vakıflar, ister özel iş sahipleri söz konusu olsun) ilişkiler konusunda akılcı bir politika geliştirmek gerekir.
in abstracto genel olarak
186.
Sosyolojinin özelliği, büyük ölçüde sosyolog olmayanların (ama aynı zamanda birçok uzmanın da) sosyolojiye dair toplumsal imgelerine bağlıdır. Durkheim, toplumun bir bilimini inşa etmenin önündeki başlıca engellerden birinin, bu konularda herkesin her şeyi anasının karnında öğrenmiş sayılması olduğunu söylemeyi severdi. Örneğin biyoloji ya da fizik çalışmalarını tartışmayı, hatta bir fizikçi ile bir matematikçi arasındaki felsefi bir tartışmaya karışmayı asla düşünmeyecek olan gazeteciler, "toplum sorunları" adını verdikleri şeyler hakkında bilgiççe yazmakta ve üniversitenin ve entelektüel dünyanın işleyişine dair bilimsel bir çözümleme yapmakta hiç tereddüt etmezler. Bu çözümlemenin, diğer her bilimde olduğu gibi bilimsel araştırma ve tartışmanın özerk tarihinin ürünü olan özgül meselelerinin farkına bile varmazlar.
187.
Bilimsel özerkliğin inançlı, kararlı, mutlak bir savunucusuyum.
188.
Bilimsel alanın özerkliğinin pekiştirilmesi, ancak bilimsel alanda akılcı iletişimin kurumsal koşulları üzerine kolektif bir düşünümün ve eylemin sonucu olabilir. ... sosyal bilim uzmanları da bilimlerinin ilerlemelerine tek bir yolla katkıda bulunabilir: Farklı ulusal geleneklerin yalıtmacılık ya da emperyalizm eğilimlerine, bilimsel hoşgörüsüzlük ve tahakküm biçimlerine karşı durabilecek tüm kurumsal mekanizmaları inşa edip pekiştirmeye, daha açık iletişim ve fikir tartışması biçimleri geliştirmeye çalışarak.
Habermas ne derse desin, iletişimin tarih-ötesi evrenselleri yoktur; ama iletişimin, evrensel olanın üretilmesini kolaylaştıracak nitelikte toplumsal örgütlenme biçimleri kesinlikle vardır. ... Hem bilimin üretildiği evrenlerin izleyiş tarzını, hem de bu evrende rakip olan eyleyicilerin yatkınlıklarını, dolayısıyla bunları şekillendirmeye en çok katkıda bulunan kurumu -üniversiteyi- değiştirmeye katkıda bulunarak iletişim yapılarını dönüştürmeye sadece bir bilimsel akıl Reelpolitik'i katkıda bulunabilir.
189.
Bilimin baştan sona tarihsel olduğuna inanıyorum, yine de tarihe indirgenebilir olduğunu düşünmüyorum. Tarihte aklın doğuşunun ve ilerlemesinin koşulları vardır. ... Aklın insan zihninin ya da dilin yapısında kayıtlı olduğunu düşünmüyorum. Bana göre akıl, belirli tür tarihsel koşullarda, şiddete dayanmayan belirli toplumsal iletişim ve diyalog yapılarında bulunur.
Bilimsel kurtuluşu [selameti] kişi tek başına sağlayamaz. (190) nasıl yalnız başına sanatçı olunamazsa, bir sanat alanına katılmak gerekliyse, işleyişinin mantığıyla bilimsel aklı mümkün kılan da bilimsel alandır. Habermas ne derse desin, aklın kendisinin bir tarihi vardır: Düşüncemize ya da dilimize gökten düşmemiştir. Habitus (bilimsel ya da başka türden bir habitus) bir aşkınlıktır, ama bir alanın yapısına ve tarihine bağlı olan tarihsel bir aşkınlıktır.
[entelektüeller] sırra vakıf olma ve bilgelik mantığına bağlı kalarak, kurtuluşu bireysel özgürleşmeden beklerler. Entelektüel özgürlüğün bir siyaseti olduğunu çoğu zaman unuturlar. Özgürleştirici bir bilim, ancak onu sağlayan toplumsal ve siyasal koşullar mevcutsa mümkün hale gelir. Örneğin oyuna dahil olmak isteyenlerden bazılarının (burs ya da araştırma fonu elde etme yönündeki meşru taleplerinin reddedilmesi, sert ama gündelik olarak uygulanan sansür biçimleri yoluyla) elenmesinde olduğu gibi, bilimsel rekabeti çarpıtan tahakküm etkilerine son vermek, bu koşullar arasındadır. Bunun dışında, akademik "adab" aracılığıyla uygulanan daha yumuşak sansür türleri de bulunur: Aslında pek çok katkıda bulunabilecek bir insanı, tek tek bütün önermeleri için dönemin pozitivist kanonları çerçevesinde eksiksiz kanıtlar sunmaya mecbur ederek, onun yeni önermeler üretmesini engelleyebilirsiniz -oysa yeni önermelerin eksiksiz olarak kanıtlanması işi başkalarına bırakılabilir. (191) ... akademik iktidar kullanmanın esas yolu zamanın kontrol edilmesidir. Aklı ileri götürebilmemiz ancak, akıl için mücadelelere girerek ve tarihte akla başvurarak, yani aklın bir Reelpolitik'ini uygulayarak mümkündür: Örneğin, üniversite sisteminin reformu lehinde müdahalelerde bulunmak, az dağıtılan kitapların da basılabilme olasılığını savunmayı hedefleyen eylemler gerçekleştirmek, ırkçılık vb. sorunlar üzerine sözde-bilimsel savların kullanılmasına karşı mücadele etmek gerekir.
192.
Çoğu zaman insanlar diğerlerini anlamaya değil, onların sırtına çıkmaya çalışırlar.
193.
(dipnot:) Bourdieu'ye göre entelektüeller (ya da daha genel olarak simgesel metaların üreticileri: sanatçılar, yazarlar, bilginler, profesörler, gazeteciler, vb.) "hâkim sınıfın tahakküm altındaki kesimi"ni oluştururlar; ya da daha yeni -onun gözünde daha doğru- bir formüle göre iktidar alanının tahakküm altındaki kutbunu işgal ederler.
194.
Entelektüeller, iş kendi çıkarlarını gizlemeye gelince son derece yaratıcı olurlar. ... Sartre'ın pek sevdiği gibi, "Ben bir burjuva entelektüeliyim!" diye haykırmak, hemen hemen hiç bir sonuç vermez.
195.
büyübozumu
Bachelard "ancak gizli olanın bilimi vardır" diyordu. Gizli olanı açığa çıkarma, amaçlanmamış bir eleştiriyi beraberinde getirir: Bilim güçlendikçe bu eleştiri de güçlenecek, etkililiklerini kısmen yanlış algılanmalarına borçlu olan mekanizmaları açığa çıkarmaya, böylece simgesel şiddetin temellerine ulaşmaya daha muktedir olacaktır.
197.
... iyi bir sosyolog olmak için, kopuş, isyan ve toplumsal "masumiyet" gibi gençlikle özdeşleştirilen temayüller ile, toplumsal dünyanın acımasız gerçeklikleriyle yüzleşebilme yeteneği ve gerçekçilik gibi daha çok olgunluğa atfedilen eğilimleri birleştirmek gerekir.
Sosyolojinin büyübozumuna uğratan bir etkisi olduğu doğrudur, ama bu büyübozumu, bence, bilimsel ve siyasal gerçekçilik yönünde bir ilerlemeye işaret eder: Sorumlu eylemde bulunmaya değecek noktaları tespit etmemizi, özgürlüğün olmadığı yerde mücadele etmekten kaçınmamızı sağlar -gerçi bu çoğu zaman ikiyüzlü bir mazerettir. ... Sosyolojist tevekkül ile ütopyacı iradecilik arasında, başka bir olanak daha vardır: akılcı ütopyacılık... toplumsal yasalara, özellikle tarihsel geçerlilik koşullarına dair sahici bir bilginin işaret ettiği özgürlük sınırlarının, siyasal olarak bilinçli ve rasyonel şekilde kullanılması. Sosyal bilimin siyasal görevi, hem sorumsuz iradeciliğe hem de kaderci bilimselciliğe karşı çıkmak, mümkün olanı gerçekleştirmek için muhtemel olanın bilgisini kullanarak akılcı bir ütopyacılık tanımlamaya çalışmaktır. Bu tür gerçekçi bir sosyolojik ütopyacılığın, entelektüeller arasında rağbet görmesi güçlü bir olasılık değildir. Çünkü bu tavır, küçük burjuva rengi taşımaktadır ve yeterince radikal görünmemektedir. Uç noktalar her zaman daha şık durur ve siyasal tavrın estetik boyutu entelektüeller için çok önemlidir.
199.
Sosyoloji, çok soyut ve çok biçimci bir düzeyde kaldığı sürece pek bir işe yaramaz. Gerçek hayatın ayrıntılarına indiği zaman, insanların neredeyse klinik amaçlarla yararlanabileceği bir araçtır. Sosyoloji, bize oynadığımız oyunu anlamak, gerek içinde evrildiğimiz alanın kuvvetlerinin, gerek bedenimizde somutlaşan toplumsal kuvvetlerin manipülasyon yollarını zayıflatmak için küçük bir fırsat verir.
200.
Bir alanda hareket eden eyleyicinin tutumunu bütünüyle anlamak, hangi gereklilik içinde davrandığını anlamak, başlangıçta olumsal görünen şeyi zorunlu kılmaktır. Bu, dünyayı haklı çıkarmanın bir yolu değildir; başka bir halde kabul edilemez görünen bir sürü şeyi kabul etmeyi öğrenmenin bir biçimidir. (Elbette bu toplumsal hoşgörü biçimine erişmeyi sağlayacak toplumsal koşulların herkes için geçerli olmadığını, bu koşullara sahip olmayanlardan böylesi bir hoşgörünün talep edilemeyeceğini her zaman akılda tutmak gerekir. Örneğin, ırkçılık karşıtı olmak çok saygıdeğer bir durumdur; ama ırkçılık karşıtlığını mümkün kılan, eğitim, konut, iş, vb. konularda toplumsal koşullara eşit erişim için mücadele edilmiyorsa, bu, katıksız bir ikiyüzlülük olarak kalır.)
202.
... (ırkçılık gibi) hiçbir şekilde haklı çıkarılamayacak toplumsal kinleri ve fantezileri besleyen insanlara, tavırlarının altında yatan bastırılmış şiddeti açığa çıkarmaları için yardım etmek gerekir. Ama bu girişim çok zorlu bir iştir.
Bu araştırma, en kişisel olanın bile kişisellikten uzak olduğu fikrine dayanmaktadır: İnsanların yaşadıkları en mahrem dramların, en derin rahatsızlıkların, en tekil acıların çoğunun kökleri, iş ya da konut piyasasının, eğitim sisteminin ya da veraset geleneğinin yapılarında kayıtlı olan ve ikilemler [double binds] üreten nesnel çelişkilerde yatmaktadır.
205.
... -Homo academicus, ait olduğum kategorileri çözümlediğim ölçüde, benim hakkımda pek çok sayfa içerir- kendimden söz ederken başkalarına ilişkin hakikatleri de dile getirdiğim için rahatsızlık yaratıyorum.
206.
Sosyolojide ve etnolojide yaptığımı, eğitimim sayesinde yapmaktan ziyade, eğitimime rağmen yaptım.
207.
Sosyolog, sokağa gidip önüne gelene sorular soran, onu dinleyen ve ondan öğrenmeye çalışan biridir.
Flaubert bir yerlerde "on yaşında yatılı öğrenci olan herkes, toplum hakkında her şeyi bilir" diye yazmıştır.
209.
-Edebiyat ile sosyoloji arasında karşıtlık görmüyor musunuz?
Elbette arada önemli farklar var, ama bu farkları indirgenemez bir karşıtlık olarak inşa etmemek gerekir. ... sosyologlar edebiyat eserlerinde, kendilerine yasak olan ya da bilimsel alana özgü sansürlerle gizlenen belirtileri ya da araştırma yönelimlerini bulabilirler; özellikle günümüzde, sosyal bilimlerde olduğu gibi, pozitivist bir felsefenin hakimiyetinde oldukları sürece. Ayrıca sosyologların kaydetme ve çözümleme çalışmaları, gerçek anlamda "edebi" bir amaca yönelik olmasa da, edebi etkiler üretebilecek ya da 19. yy'da fotoğrafın ressamlara sordurduğuna benzer sorular sordurabilecek söylemlerin ortaya çıkmasını sağlayabilir.
211.
... Flaubert üzerine çalışmamda, görüşme kayıtlarının çözülmesi ve yayımlanması için çok önemli olan, doğrudan, dolaylı ve serbest dolaylı anlatım tarzlarının kullanılması gibi meselelerle bu yazarın kendisinin karşılaştığını ve bunlara bazı çözümler getirdiğini gördüm. ... edebiyatın sosyal bilimlerden önde olduğunu ve -örneğin anlatı kuramı hakkında- bir temel sorunlar hazinesi barındırdığını düşünüyorum.
213.
Eserlerim çoğu zaman -bana göre haksız bir şekilde- belirlenimci ve kaderci olarak okunur.
214.
(dipnot:) Kinizm, Antisthenes ve Diogenes'in öğretisi anlamında kullanıldığında, ahlak kurallarına, muaşerete aldırmama, doğal yaşantıyı yüceltme özelliklerini taşır. Kinikhos sözcüğü Yunanca'da köpeksi anlamına geldiğinden, bu ekol Osmanlıca'ya kelbiyye olarak tercüme edilmiştir. Ancak, kelime edepsizlik ve hayasızlık karşılığı olarak da kullanılır. Bourdieu'nün bu kelimeyle kastettiği, bir tür edep ve ahlaki kaygı yoksunluğu olarak görülebilir. çn
215.
... içinde yaşamaya mahkûm olduğum dünyayı az çok kabul edilebilir bulmam için, kanımca sosyoloji, yapabileceğim en iyi şeydi.
Karl Kraus
216.
Tekil derinliklerin keşfi olarak kendini bilmenin sıradan temsillerinin inandırdığının aksine, ne olduğumuzun en mahrem gerçeği -en düşünülemez düşünülmeyen- nesnellikte, geçmişte bulunduğumuz ve bugün içinde olduğumuz toplumsal konumların tarihinde kayıtlıdır.
Düşünümsellik bakış açısını benimsemek, nesnellikten vazgeçmek demek değil, katıksız noetikos (Noetique, fenomenolojide "düşünce edimiyle ilgili olan" anlamına gelmektedir) olarak, nesneleştirilme işinden keyfi bir şekilde azat edilen, bilen öznenin ayrıcalığını sorgulamaktır.
222.
... sadece mesleğini yapmak yerine, araştırmacı olarak kendine yakıştırdığı abartılı imgeye uymaya çalışmak için yıllarca enerji harcayıp kendi çalışmasını gizemli saydıktan sonra, ayakları yere basınca neye uğradığını şaşıran araştırmacılar vardır.
Araştırmanın sunumu, kişinin kendini ve değerini göstermeye çalıştığı bir sergilemenin, bir şovun tam tersidir. Kişinin kendisini açıkça ortaya koyduğu, risk aldığı bir söylemdir.
Homo academicus bitmiş olanı sever. Akademik ressamlar gibi, çalışmalarında fırça darbelerinin, rötuşların izlerini siler ... (223) Sürdürmekte olduğum araştırmayı, tamamlanmamış, kafa karıştırıcı haliyle sunmaya çalışacağım ... Bütün tereddütleri, bütün çıkmazları, bütün vazgeçişleri vs. göreceksiniz.
224.
Bana göre sosyal bilimler alanında en büyük maharet, genellikle son derece sıradan bulunan, hatta önemsiz sayılan, kesin ve "ampirik" nesneler aracılığıyla "kuramsal"lık düzeyi çok yüksek olan meseleleri inceleyebilmektir. ... Bir düşünme yönteminin gücü, kendisini en net şekilde, toplumsal olarak önemsiz nesneleri bilimsel nesneler olarak inşa edebilmesinde gösterir. ... günümüzde sosyolog, Manet ya da Flaubert'in konumuna mutadis mutandis [gerekli değişiklikler yapılarak] benzer bir durumdadır: Söz konusu sanatçılar, icat etmekte oldukları gerçeklik inşası tarzını tam anlamıyla hayata geçirmek için, yalnızca toplumsal olarak önemli sayılan kişilerle ve şeylerle ilgilenen akademik sanat alanından geleneksel olarak dışlanmış nesneler üzerinde bu tarzı kullanmaya çalışıyorlar, bu nedenle "gerçekçilik"le suçlanıyorlardı.
225.
Anketlerin hazırlanması, istatistik tablolarının okunması, belgelerin yorumlanması, gerektiğinde hipotezler öne sürülmesi vb.
226.
modus operandi
örneklem türü, anket formu, kodlama gibi...
Sosyoloji genellikle sanıldığından, hatta çoğu sosyoloğun düşündüğünden daha ileri bir bilimdir.
228.
nesne inşa etme süreci...
229.
Somuta, ancak iki soyutlamanın birleştirilmesiyle dönülebileceğine inandığım için, bu ikili ayrımın bütünüyle reddedilmesi gerektiğini düşünüyorum.
230.
... istatistik dağılımın, söylem çözümlemesinin, katılımcı gözlemin, açık uçlu ya da derinlemesine görüşmenin, ya da etnografik tasvirin monomanyakları [tek bir konuyu saplantı haline getirenler] vardır. Tek bir yönteme katı bir biçimde bağlı kalmak, bir ekole aidiyeti tanımlar: Örneğin simgesel etkileşimciler "etnografi" kültüyle, etnik-yöntembilimciler konuşma çözümlemesi konusundaki tutkularıyla tanınırlar. Bundan dolayı, söylem çözümlemesi ile etnografik çözümlemeyi birleştirmek, yöntembilimsel tektanrıcılıktan cüretkâr bir kopuş olarak görülür! Aynı eleştiriyi, istatiksel çözümleme teknikleri konusunda da yapmak gerekir: Çokdeğişkenli çözümleme, çoklu regresyon analizi, path analysis, network analysis, factor analysis. Burada da tektanrıcılık baştacı edilir. Kuşkusuz bunun da nedeni, cehaletin küstahlığına yöntembilimsel bir zemin kazandırma arzusudur: Sosyolojinin en temel sosyolojisi, yöntembilimsel suçlamaların, çoğu zaman, aslında sadece bilinmeyeni (etkin bir biçimde) göz ardı ederek, zorunluluğu erdem haline getirmekten başka bir anlam taşımadığını öğretir.
231.
... bütün bu eleştirileri pozitif önerilere dönüştürmek için, tek bir ekole ve yönteme imanı ortaya koyan aşırı dışlayıcı ifadelerin ardına gizlenen bütün sekter dışlayıcı tavırlardan kaçınmak gerektiğini söyleyeceğim yalnızca. Her araştırmada, nesnenin tanımını ve veri toplamanın pratik koşullarını göz önüne alarak, anlamlı ve kullanılabilir olan bütün tekniklere başvurmaya çalışmalıyız. Örneğin, bir söylem çözümlemesi yapmak için karşılama çözümlemesi kullanılabilir (konut üreten çeşitli şirketlerin reklam stratejileri için yaptığım gibi) ya da en standart istatistiksel çözümlemeler, derinlemesine görüşmelerle ya da etnografik gözlemlerle bir arada kullanılabilir (La Distinction'da yapmaya çalıştığım gibi). ... yöntembilim bekçilerinden sakının!
232.
Özellikle toplumsal boyutu (iyi kaynak kişiler nerede bulunur, onlara kendinizi nasıl tanıtmanız gerekir, araştırma amaçlarını nasıl tanımlamak ve daha genelde incelenen ortama nasıl "girmek" gerekir vs.) hiç de önemsiz olmayan araştırma süreçlerinin ayrıntılarına sürekli dikkat etmek, kavram ve "kuram" fetişizmine karşı sizi tetikte tutmalıdır.
Alan nosyonu, bir anlamda, araştırmanın bütün pratik tercihlerine yön verecek bir nesne inşası tarzının kavramsal stenografisidir.
233.
... bağıntısal düşünmek gerekir. Ne var ki, bağıntılarla düşünmektense, -gruplar, bireyler gibi- "elle tutulabilir" gerçekliklerle düşünmek daha kolaydır. ... araştırmacılar çoğu zaman, sınırları az çok keyfi olarak .izilmiş, kendisi daha önceden inşa edilmiş bir kategorinin -"yaşlılar", "gençler", "göçmenler"- bölümlere ayrılmasıyla elde edilen toplulukların çıkardığı sorunları nesne olarak alırlar. (Bütün bu durumlarda ilk öncelik, önceden inşa edilmiş nesnenin toplumsal inşasını nesne olarak ele almaktır: Gerçek kopuş noktası oradadır.)
234.
Bir eyleyiciler ya da kurumlar bütününün anlamlı özelliklerinin kare çizelgesi...
235.
Gözle görülüp elle tutulamasalar da, kendilerini ancak çok soyut nesnel bağıntılar biçiminde gösterseler de, toplumsal mekânlar, toplumsal dünyanın gerçekliğinin tamamını oluşturur. ... "İlgi"min (ilgi ve çıkarımın) gerçek ilkesinin ne olduğunu açıkça bilmeden beni ilgilendiren bir nesne söz konusu olduğunda, önceden inşa edilmiş nesne tuzağına düşmemek daha da zorlaşır.
236.
Ecole normale superieure ... Bu kurumun hakikati, onu Fransa'daki bütün yüksek öğrenim kurumları ağıyla birleştiren, ayrıca bizzat bu ağı söz konusu kurumların erişim sağladığı iktidar alanı içindeki konumların bütününe bağlayan karşıtlık ve rekabet bağıntıları ağında yatmaktadır. Gerçek olanın bağıntısal olduğu doğruysa, hakkında her şeyi bildiğimi sandığım bir kurum hakkında hiçbir şey bilmiyor olabilirim, çünkü o, bütünle bağıntılar dışında bir hiçtir.
İnşa edilen nesnenin anlamlı unsurlarının bütününü genel olarak incelemek mi daha iyidir, yoksa bilimsel doğrulamadan yoksun o kuramsal bütünün sınırlı bir parçasını derinlemesine incelemek mi?
237.
Sağduyunun önkabullerini onaylamanın ötesine geçmeyen ampirist edilgenlikten kopmanın yolu, içi boş büyük kuramsal inşalar oluşturmak değil, çok somut bir ampirik olayı bir model kurma amacıyla ele almaktır. (Modelin titiz ve kesin olması için, matematiksel ya da soyut olması gerekmez.) Anlamlı verileri öyle bir şekilde birbirine bağlamalısınız ki, sistematik cevaplar almaya uygun sistematik sorular üretebilen, adeta kendi kendine işleyen bir araştırma programı ortaya çıkmalıdır.
238.
Homoloji: ortak atalık yoluyla türler arasında oluşan yapısal benzerlikler
239.
... araştırmacılara en azından iki nesneyi incelemelerini tavsiye ediyorum: Örneğin tarihçilere, esas nesnelerinin -18. yy'da şu ya da bu editör, İkinci İmparatorluk döneminde koleksiyoncular- dışında, o nesnenin günümüzdeki eşdeğerini -Paris'te bir yayınevini, bir koleksiyoncu grubunu- incelemelerini söylüyordum. Çünkü günümüzün incelenmesi, tarihçiyi, geçmişe yansıttığı ön-nosyonları kontrol etmeye ve nesneleştirmeye zorlar. Aslında sadece günümüzün kelimelerini kullanmak bile -kendisine tekabül eden nosyonun çok yeni bir icat olduğunu unutturan "sanatçı" kelimesinde olduğu gibi- geçmişe bugünü yansıtma sorunu yaratabilir.
241.
... bilimsel bir nesne inşa etmek, her şeyden önce sağduyudan, yani herkes tarafından paylaşılan temsillerden kopmak anlamına gelir -gerek günlük hayatın alışıldık klişelerinden, gerekse çoğu zaman kurumlarda, dolayısıyla hem toplumsal örgütlerin nesnelliğinde hem de bireylerin beyinlerinde kayıtlı resmî temsillerden. Önceden inşa edilmiş olan nesneler, her yerdedir. ... meslek adları gibi yaygın nosyonlar ... Söz konusu kavramların aşikâr olması, onları sorgulamalardan koruyan bir uyumun -öznel yapılar ile nesnel yapılar arasındaki uyumun- sonucudur.
242.
Önceden mevcut olan kavramları incelemeden kabul eden pozitivist hiper-ampirizmin yaptığı gibi inşa etmemek de, aslında inşa etmek anlamına gelir, çünkü zaten inşa edilmişolanı kaydetmek ve tasvip etmek demektir. Kendi işlemlerini ve kendi düşünme araçlarını radikal bir sorgulamaya tabi tutmayan, bu tür bir düşünümsel yönelimi felsefi bir zihniyetin artığı, dolayısıyla bilim-öncesi bir kalıntı sayan sıradan sosyolojiye, tanıma iddiasında olduğu nesne tamamıyla nüfuz etmiştir. Böyle bir sosyoloji, söz konusu nesneyi gerçekten tanıyamaz, çünkü kendini tanımaz. Nesne olarak ele aldığı nesnenin parçası olduğu ve ondan kopamadığı için, nesne hakkında bir şeyler söyler, ama söz konusu şeyler gerçekten nesneleştirilmiş değildir, çünkü bizatihi nesnenin kendini anlama ilkelerinin ötesine geçilmemiştir.
Her toplum, meşru, tartışmaya değer, kamuya mal olmuş, bazen resmileşmiş ve bir tür devlet güvencesine kavuşturulmuş bir toplumsal sorunlar dizisini her an üretir.
246..
Bilindiği gibi sosyal bilimlerdeki epistemolojik kopuşlar çoğunlukla toplumsal kopuşlardır: Bir grubun, bazen bir meslek grubunun temel inançlarından, communis doctorum opinio'yu oluşturan, paylaşılan kesinliklerden kopuşlar. Sosyolojide radikal şüpheye başvurmak, dışlanmış konumuna düşmeyi göze almaktır bir bakıma.
249.
(Metodoloji, imla gibidir: İmla için "eşeklerin bilimidir" denir. Yapmak için aptal olmak gereken hataların bir dökümüdür. Dürüst olmak gerekirse, sayılan hatalar arasında tek başıma bulamayacağım birkaç tane vardır. Ama çoğunluğu, profesörlerin üzerine atıldığı önemsiz hatalardır. Nietzsche'nin hatırlattığı gibi, papazlar günahla geçinirler...)
Kimin oyuna dahil olduğunu, yazar adını gerçekten kimin hak ettiğini saptamak, gerçeklikte uğruna mücadele verilen meselelerdir.
250.
... nesne inşasına yönelik bilinçli çaba bir yana bırakılınca, bilimsel inşanın kritik işlemleri -sorun seçimi, çözümleme kavramlarının ve kategorilerinin geliştirilmesi- mevcut haliyle toplumsal dünyaya, yani kurulu düzene terk edilmiş olunur, böylece -belli bir etkinlikte bulunmayarak da olsa- doxa onaylayarak son derece muhafazakâr bir işlev yerine getirilir.
253.
double bind açmaz, ikilem
transkripsiyon konuşmayı yazılı hale getirme işlemi; DNA'nın RNA'ya kopyalanma işlemi
254.
Bütün bunlar, akademik doxa'yı yeniden üretmeye götüren bir tür yapısal muhafazakârlığı besler.
257.
... bilim, bilimi dayanak göstren pratiklerin ürünlerini farkında olmadan kaydetme tehlikesiyle giderek daha fazla karşılaşmaktadır.
Nihayet daha girift bir sorun ortaya çıkmaktadır: Düşünce alışkanlıklarına, hatta başka koşullarda güçlü bir kopma etkisi yaratabilecek alışkanlıklara boyun eğmek, beklenmedik safdillik biçimlerine yol açabilir. Marksizm'in en yaygın toplumsal kullanımlarında, bütün kuşkuların ötesinde sayıldığı için, genellikle bilgiç bir ön-inşanın en yetkin örneğini oluşturduğunu söylemekte tereddüt etmeyeceğim.
258.
metanoia nedamet; Hıristiyan teolojisinde, günahlardan vazgeçip yolunu değiştirmek. Bir tür bilinç değişikliği içeren tövbe
260.
toplumsal deneyimler, aldığı eğitim, elindeki araçları ve imkânları, görüşülecek kişilere, bilgiye, belgelere ve kaynaklara vb. erişim olanakları...
Örneğin, sosyolog olmuş eski bir teolog, teologları incelemeye kalkıştığında, bir tür regresyona (regresyon bazı kabul edilmeyen davranışlara karşı geliştirilen koruyucu dürtüler; regresyon analizi değişkenler arasındaki ilişkileri tahmin etmek için kullanılan istatistiksel bir teknik, bagimsiz degiskenler ile bagimli degisken arasinda bir baginti bulmak icin tasarlanmis istatistiki islem) girebilir ve teologca konuşmaya koyulabilir ya da daha kötüsü, teologlarla hesabını görmek için sosyolojiyi kullanabilir.
263.
... ki bu da sosyolojinin sosyolojisinin bir lüks olmadığının kanıtıdır.
264.
pleonazm sözü boş yere uzatmak, ıtnap
265.
de facto gerçekte, uygulamada, fiilen
de jure kanunen, hukuken
268.
Farklı aktörlerin söylemsel stratejileri, özellikle bir nesnellik görünümü yaratmaya yönelik retorik etkiler, alanlar arasındaki simgesel kuvvet ilişkilerine ve bu alanlara aidiyetin farklı katılımcılara sağladığı kozlara bağlı olacaktır. Başka bir deyişle, "tarafsız" hüküm üzerine verilen bu simgesel mücadelede, katılımcıların sahip oldukları farklı kaynaklara ve özgül çıkarlara bağlı olacaktır. Söz konusu kaynak ve çıkarları, katıldıkları farklı alanlar arasında kurulan görünmez ilişkiler sistemindeki konumları belirler. Örneğin siyaset bilimci, siyaset bilimci olarak nesnelliğine daha kolay güvenildiği ve seçimlerin tarihi örneğinde olduğu gibi, kendisine karşılaştırmalar yapma olanağı veren özgül uzmanlığına başvurma olasılığı olduğu için, siyasetçi ve gazeteciye oranla avantaj sahibidir. Nesnellik iddialarını meşrulaştırdığı ve pekiştirdiği gazeteciyle de ittifak yapabilir. Bütün bu nesnel ilişkilerin sonucu, retorik stratejiler biçimi altında etkileşimde ortaya çıkan simgesel kuvvet ilişkileridir: Bu nesnel ilişkiler, temelde kimnin sözü kesebileceğini, sorgulayabileceğini, sorulara cevap verebileceğini, soruları geri çevirebileceğini, sözü kesilmeden uzun süre konuşabileceğini ya da müdahalelere kulak asmayabileceğini vb., kimin (çıkarlar, çıkarcı stratejiler vb. hakkında) inkâr stratejilerine, cevap vermeme ritüellerine, klişeleşmiş formüllere mahkûm olduğunu belirler. Retorik strateji ve söylemlerin, işbirliğinin ya da düşmanlıkların, oynanan ve yapılmaya çalışılan "hamlelerin" vb., kısaca söylem çözümlemesinde yalnızca söylemlerden yola çıkılarak anlaşılabileceği düşünülen her şeyin, ancak nesnel yapıların çözümlemeye dahil edilmesiyle açıklanabileceğini göstererek, çalışmamızı bir adım daha ileri götürmemiz gerekir.
270.
Sosyoloji sanatının kuşkusuz zirvesi olan katılımcı nesneleştirme, ancak şu koşulla gerçekleştirilebilir: Hem katılım olgusunda kayıtlı bulunan nesneleştirmeye ilginin [çıkarın] mümkün olduğunca eksiksiz bir şekilde nesneleştirilmesine, hem de bu ilginin [çıkarın] ve beraberinde getirdiği temsillerin askıya alınmasına dayanmalıdır.
.
.
.