.
.
Sanatın Kuralları
Pierre Bourdieu
(Çev. Necmettin Kâmil Sevil) Yapı Kredi Yay. 2006 İstanbul
9.
Çalışmanın temel amaçlarından birisi, yazın ve sanat
bilimlerinde, “dış okuma” ile “iç okuma” arasındaki son derece tehlikeli
karşıtlığın ortadan kaldırılması oldu. … ama ne yazık ki onların bu küçümsemeyi
haklı çıkaracak kanıtları ortaya koydukları da bir gerçektir. Onlar kaba
materyalistlik yapmaktalar, ve benim “kısa devre” olarak adlandırdığım ve
yapıtları dönemin toplumsal koşullarıyla doğrudan ilintilendirmeye dayanan
yanlışa genellikle düşmektedirler. (Bu karşıtlığı
yaratanlar ve bu karşıtlığa uygun çalışanlar: Saussure, göstergebilim)
11.
Kültürel yapıtları toplumsal üretim koşullarına bağlamayı
göze alanlar her yerde hor görülmüş ve bu biraz el yordamıyla yollarını bulmaya
çalışan kişilere yukarıdan bakan Visio
academica tarafından kınanmışlardır. … dış inceleme yapan kişiler
küçümsenmektedir…
12.
İç incelemecilerle dış incelemecilerin ortak noktası, aynı
yanlışa düşmeleridir:
13.
… üretim uzamının yapısıyla ürünlerin uzamının yapısı
arasında bir türdeşlik bulunduğu varsayımını ileri sürüyorum.
“Alan” bakımından düşünüldüğünde, bilimsel incelemenin
gerçek konusunun artık bir birey, bir yazar olamayacağı açıktır.
14.
Bu uzam içinde güç dengeleriyle karşılaşılır: Egemen olanlar
ve olunanlar, güçlü türler ve zayıf türler vardır. Ve güç dengelerini
değiştirmek için verilen savaşımlar söz konusudur. Bu da, sözgelimi yeni
katılanların, yeni gelmiş olanların, gençlerin her zaman yıkıcı tutkularla
ortaya çıkması demektir. Dinsel alanda olduğu gibi yazın alanında da en yaygın
strateji, eski egemenlerin karşısına, adına egemenliklerini kabul ettirdikleri
ilkelere başvurarak çıkmaya: en radikallerden daha radikal, katıksızlardan daha
katıksız olmaya dayanır.
15.
Fizikten alınan alan kavramını kullanıyorum. Bir güç alanı
ve bu alana giren parçacık, birey düşünülebilir. Bir yazar için nelerin olup
bittiğini anlamak, onun üzerinde etkili olan güçlerin neler olduğunu anlamaktır
17.
“İnsan, demir döve döve demirci olur.” -> “İnsan, okuya
okuya okur olur.” Raymond Queneau
20.
Toplumbilime, sanat yapıtıyla her türlü kutsallık niteliğini
bozucu ilişkiyi yasaklayanlar artık dikkate alınmamaktadır.
“Anlama Sanatı”nın başlangıç noktasına bir anlaşılmazlık
veya en azından bir açıklanamazlık savı
yerleştiren Gadamer’i anımsayalım: “Sanat yapıtının her türlü açıklamadan alabildiğince kaçması ve kendisini kavramın
özdeşliğine aktarmayı amaçlayanlar karşısında hiçbir zaman aşılamayan bir direniş göstermesi nedeniyle kavrayışımız
karşısında bir meydan okuma sunması, yorumbilim kuramının çıkış noktasıdır.” Bu
savı tartışmayacağım (ayrıca tartışma kaldırır bir yanı da yok ya). Yalnızca,
neden bunca eleştirmenin, bunca yazarın, bunca düşünürün sanat yapıtı
deneyiminin sözle anlatılamaz, tanımı gereği ussal bilgice kavranamaz olduğunu
öğretmekten bu denli zevk aldığını, … sanat yapıtının, ya da daha yerinde bir
sözcükle aşkınlığı’nın
incelenemezliğine ilişkin bu son derece güçlü eğilimin nereden kaynaklandığını
araştıracağım.
22.
“İnsanın bilinmeyen bir şeylerin olduğunu varsaymasının
yerinde olacağı, ama araştırısına bir sınır koymaması gerektiği
düşüncesindeyim.” Goethe
… bilimin bu deneyimi açıklamak ve anlamak ve böylelikle
kişinin, kararlılığıyla orantılı olarak gerçek bir özgürlük edinmek için eline
geçirdiği gücün, bunu sahiplenmek isteyen ve başarabilecek herkese açık
bulunduğunu gözlemlemek yeterlidir.
23.
(toplumbilimcinin) Peşinde koştuğu “gerçeklik”, duyarlı
deneyimin kendisini içinde ele verdiği dolaysız verilerine kolayca
indirgenemez; göstermeyi ya da
duyumsatmayı değil, duyarlı verilerin nedenini açıklayabilecek
kavranılabilir ilişkiler dizgesi oluşturmayı amaçlar.
34.
L’Art industriel [l’Education
sentimentale’de] Arnoux’nun sahibi olduğu, bir resim gazetesi çıkaran ve
tabloların satıldığı bir mağazadan oluşan kuruluş.
36.
[l’Education
sentimentale’de] Arnoux, bir anlamda sanat satıcısı işlevini üstlenmişti;
girişiminin başarısı ancak gerçeği saklamasına, daha açık bir anlatımla sanat
ve para arasında sürekli olarak oynayacağı ikili oyuna bağlıydı. ... çıkar
gözetmeyen, yalnızca simgesel kazanç peşinde olan sanatın mantığıyla ticaret
amntığının üstünlüklerini kendi hesabına bir araya getirir.
38.
İçlerine girebilen tüm cisimler üzerinde etkili olabilen
olası güç alanlarına ayrılan yetke alanları, aynı zamanda bir çatışma alanıdır,
ve belki de bu niteliğiyle bir oyuna benzetilebilir: Düzenekler, bir başka
deyişle şıklık, rahatlık hatta güzellikle birlikte katışık özellikler bütünü ve
ekonomik, kültürel, toplumsal çeşitli biçimler altında, sermaye, hem oyun
biçimlerini hem de oyundaki başarıyı yönlendiren kozları, kısacası Flaubetr’in
“duygusal eğitim” diye adlandırdığı tüm toplumsal
yaşlanma sürecini oluşturur.
42.
[l’Education
sentimentale’de] Frédéric, toplumsal çevrenin gerektirdiği sanat veya para
oyunlarına tümüyle kendini vermeyi beceremez. Herkesin benimsediği ve
paylaştığı yanılsama olarak illusio’yu,
dolayısıyla gerçekliğin yanılsaması’nı
yadsır...
48.
...yarı umarsız kriptokratik saplantı...
49.
Paris salonlarından kimileri, hammaddeyi işleyip değerini
yüzlerce kat arttıran makineler
gibiydi. ... yetke dünyası, içine girmeye can atan kimsece dışarıdan, özellikle
de uzaktan ve aşağıdan algılandığı biçimiyle ortaya çıkmaktadır: Başka
alanlarda olduğu gibi siyasette de, küçük kentsoylu, bir şeyi başka bir şey
olarak tanıma’ya dayanan algılama ve
değerlendirme yanılgısı allodoxia’dan
kaçamaz.
53.
Toplumsal bakımdan birbirini dışarlayan olası durumların
beklenmedik çatışması olan rastlantı’nın...
Orun makam, mevki,
özel yer
54.
İş dünyası bakımından, sanat oyunu “yitirenin kazançlı
çıktığı” bir oyundur.
56.
... sanat dünyasındaki, bir başka deyişle yetke-dışının
evrenindeki...
57.
Yazınsal metni
bilimsel metinden ayıran en yetkin tanıklık, yazınsal metinlerin, bilimsel
incelemenin yoğun bir çaba harcayarak sergilemek ve açıklamak zorunda kaldığı
bir yapı ve bir öykünün tüm karmaşıklığını bir noktada toplama ve yoğunlaştırma
yetisini içermeleridir; hem eğretileme hem de düzdeğişmece gibi işlev gören
duyarlı bir kişilik ve bireysel bir serüvenin somut özgünlüğü içinde bu yeti,
bir öz nitelik gibi ortaya çıkar.
60.
“İşte bu nedenle Sanat’ı severim. En azından burada, bu
kurgular evreninde her şey özgürlüktür. Burada her şeyde doyuma ulaşılır, her
şey yapılabilir, hem kral, hem de halk, etken ve edilgen, kurban ve din adamı
olunabilir. Sınır yoktur; insanlık, sizin için, tümcenizi tamamladığınızda,
soytarının gösterisinin sonunda yaptığı gibi çıngıraklarını çalacağınız bir
kukladır.” [G. Flaubert, Louise Colet’ye Mektup]
63.
Flaubert'in Yöntemi
Flaubert kendine özgü roman yaratımının kökeninde yer alan
üretici yöntemi sunar: Farklı toplumsal uzamlarda, karşıt konumların ikili
biçimde yadsınması bağıntısı ve toplumsal dünyaya karşı, nesnelleştirici bir
uzaklık bağıntısının temelinde yer alan uygun davranışların benimsenmesi.
"İlkçağ insanlarından daha çok modern, Çinliden daha
fazla Fransız değilim." "Bdnim için yeryüzünde güzel dizelerden, iyi
tasarlanmış, uyumlu, ezgili tümcelerden, güzel güneş batımlarından, ay
ışığından, renkli tablolardan, antik heykellerden ve çok belirgin başlardan
başka bir şey yoktur. Bunun ötesi hiçliktir..."
66.
…yazı çalışması…, öncelikle, yetke alanına yönelen herkes
için, ilişkinin karşıtlar birliğinin denetlenemez etkilerine egemen olmayı
amaçla[r]… yazarın kendisini roman kişiliklerinden hiçbiriyle tam anlamıyla
özdeşleştirememesine yol açan bu karşıtlar birliği, kuşkusuz anlatıcı konumunun
özünde yer alan uzaklığı denetim altında tuttuğu aşırı özenin uygulamadaki
temelini oluşturur. Roman yazarlarının sık sık başarısızlığa uğradığı kişiliklerin birbirine karıştırılması‘ndan
kaçınma ve gerçek kapsamın kesin olarak tanımlanmasına değin varan bir uzaklığı
koruma kaygısı, bana, farklı incelemecilerin ortaya
çıkardığı biçemsel özellikler bütününün: onaylama ya da alaya alma değeri
taşıyabilen alıntı’nın bilerek
anlaşılmaz kullanımının ve hem düşmanlık hem de özdeşleşmeyi dile getirmenin; dolaysız, dolaylı anlatımla öykünün özne ve nesnesiyle olan
uzaklığını ve anlatıcının bakış açısını kişiliklerin bakış açılarına göre son
derece incelikli bir biçimde çeşitlendirmeye olanak tanıyan serbest dolaylı
anlatımın yöntemli bir biçimde birbirlerine eklenmesinin; … “varsayımsal bir dünya
görüşünü benimsettiren” ve yazarın, kişiliklerine “kendi düşüncelerini
aktarmak” yerine ayrımına varmaksızın ve ne olursa olsun belli etmeden olası
düşünceler yüklediğini açık açık akla getiren sanki’nin kullanımının; … eylem
zamanlarının, özellikle de anlatı ve anlatıcının değişik uzaklıklarını
belirtmeye yarayan hikaye bileşik zamanı ve belirli geçmiş zaman kullanımının; üç nokta iminin son derece geniş kullanımına benzer bir
biçimde, yazarın ve okurun sessiz düşünce yürütmesine olanak sağlayan boş
alanların kullanımına başvurmanın; mantıksal
türden küçük araya girmelerle, ulama öğelerinin kaldırılmasıyla kendini belli
eden, yazarın kendini geri çekmesinin olumsuz -dolayısıyla ayrımına varılmayan-
belirimi olan, nedenlilik ya da ereklilik, karşıtlık veya benzerlik
bağıntılarını algılanamaz bir biçimde benimseten ve tüm bir eylem ve öykü
felsefesinin kullanımına olanak sağlayan, Roland
Barthes’ın saptadığı “genelleştirilmiş kopukluk”un ortak kökeni gibi
görünmektedir.
67.
Eğer hem içinde kendini ele veren hem de gizleyen bir
biçimle bilimsel incelemeden ayrılmasaydı, bu bakış açısının toplumbilimsel
nitelik taşıdığı söylenebilirdi. Gerçekten de L'Education sentimentale, içinde üretildiği toplumsal dünyanın
yapısını, hatta bu toplumsal yapının biçimlendirdiği, içinde bu yapıların
ortaya çıktığı yapıtın üretici kuralı olan düşünsel yapıları olağanüstü doğru
bir biçimde yeniden oluşturur. Ama, bunu kendine özgü yollarla, daha açık bir
deyişle, "duyarlılıkltan söz etmeye elverişli" sözcüklerin
"çağrıştırma gücü" aracılığıyla, özellikle özdekler üzerinde örneklemeler ya da, daha doğrusu tam olarak etki
uyandırabilen ve genellikle gerçek dünyadan tanıdıklarımızın kimilerine benzeyen büyülü sözler anlamında çağrıştırmalar içinde görme ve duyma yoluyla yapar.
68.
"Gerçeklik etkisi", aslında ne durumda olduğunu
bilmeyi yadsıyarak öğrenilmesine olanak tanıyan seçilmiş bir gerçeğe yapılan
gönderim aracılığıyla, yazınsal kurgunun ürettiği inancın son derece özel bir
biçimidir.
69.
Yazınsal yapıtın
çekiciliği, büyük ölçüde, en ciddi şeylerden tam anlamıyla ciddiye alınmayı
gerektirmeden söz etmesine dayanır; Searle'e göre bilimden farkı da budur.
70.
Gerek yazınsal alan, gerekse saygınlık alanı söz konusu
olsun, tüm toplumsal alanların işleyiş ilkesi tersinelemeye (illusio), oyuna yatırıma dayanır.
93.
“Karşıt okullar olan kentsoylu okul ve sosyalist okul içinde
benzer yanlışlarla karşılaşmamız acı verici. Her ikisi de misyonerlere özgü bir
ateşle: Ahlakı yüceltelim! Ahlakı yüceltelim! diye bağırıyorlar.” Charles
Baudelaire
94.
Kültür birikiminden yoksun, her türlü toplumda paranın
gücünü ve düşünsel olgulara karşı köklü bir düşmanlık besleyen dünya
görüşlerini egemen kılmaya hazır dev servet sahibi sanayici ve tüccarların
(Talabot’lar, Wendel’ler veya Schneider’ler gibi), İkinci İmparatorluk
döneminde sanayideki yayılımın hazırladığı elverişli ortam içinde ortaya
çıkışlarının ne anlama geldiğini göz önünde bulundurmadıkça, yazar ve
sanatçıların 19. yy’ın ikinci yarısında sık sık boyun eğmek zorunda kaldıkları
yeni egemenlik biçimlerine ilişkin deneyimlerini ve “kentsoylu” kimliğinin
zaman zaman onlarda uyandırdığı tiksintiyi anlamak olanaksızdır.
95.
… içlerinde büyük bir oranda iş adamı barındıran bu yeni
insanların, Meclis’e girerek siyasi bakımdan yasallık kazanmalarına ve giderek
daha fazla okunmaya, daha fazla gelir getirmeye başlayan basını yavaş yavaş ele
geçiren siyasal çevreyle ekonomik çevre arasında sıkı ilişkilerin kurulmasına
olanak tanır.
Para ve kazanca verilen değerin abartılması, III.
Napoleon’un stratejilerine uygun düşer…
96.
18. yy’ın hatta Restorasyon döneminin [Viyana Kongresi 1814
ile 1848 devrimi arasındaki dönem] bilgin dernekleriyle soylu kesimlerin
klüpleri uzaklarda kalmıştır.
97.
…şiir…, özellikle Devlet Bakanlığı’nca düşmanca
karşılanmaktadır … şairlere açılan davalar … öncü şairleri yayınladığı için iflasa
sürüklenen ve borçları nedeniyle hapise düşen … yayıncılara yapılan baskılar
bunu kanıtlar.
98.
Bu salonlar, yazar ve sanatçıların benzerliklerinden dolayı
bir araya geldikleri ve yetkeyi elinde tutanlarla tanıştıkları, böylelikle
doğrudan karşılıklı etkileşimler içinde yetke alanının bir ucundan ötekine
sürkliliği somutlaştırdıkları yerler olmakla kalmazlar; … 18. yy’ın soylu
yaşamını yeniden canlandıracakları yanılgısını sürdürebilecekleri seçkinci
barınaklar da değildir yalnızca…
Bu salonlar, karşılıklı alışverişler aracılığıyla, alanlar
arasında gerçek eklemlenme yerleridir: Siyasal yetkeyi ellerinde bulunduranlar,
dünya görüşlerini sanatçılara benimsettirmeyi ve özellikle … “yazın basını”
aracılığıyla bunların ellerinde bulunan onama ve resmen tanıma yetkesine sahip
çıkmayı amaçlamaktadır…
100.
Prenses Mathilde, sanatçıların resmi himayecisi ve
koruyucusu olmayı amaçlamaktadır: Dostlarına saygınlık ve koruma sağlamak için
durmaksızın girişimlerde bulunur, Sainte-Beuve’ü senatoya sokar, George Sand’a
Fransız Akademisi ödülünün, Flaubert ve Taine’e Légion d’honneur nişanının
verilmesini sağlar…
101.
…sürekli tehdit ve sansür ve genellikle bankacıların
dolaysız denetimi altında bulunan İkinci İmparatorluk basını…
Bütün salonların gediklileri arasında yer alan ve siyasi
yöneticilerle içli dışlı olan gazete yöneticileri, herkesin yaltaklandığı,
özellikle La Presse ya da Le Figaro’da yayınlanacak bir yazının ün
getireceği ve geleceği güvence altına alacağının bilincindeki sanatçı ve
yazarlar arasında kimsenin kafa tutmaya cesater edemediği kişilerdir.
103.
yapıbilimsel (morfolojik)
104.
… bohem yaşam biçimi, resmi ressam ve heykeltıraşların
düzenli yaşamlarına karşı olduğu kadar kentsoylu yaşamın tekdüzeliğine karşı da
gelişmiştir.
107.
… Temmuz Monarşisi’nin son yıllarında alanın çekim merkezi
sola kaydığında, “toplumsal sanat”a ve sosyalist düşüncelere doğru genel bir
yönelime tanık olunur (Baudelaire de “çocuksu bir sanat için sanat
ütopyasından” söz eder ve katıksız sanata şiddetle karşı çıkar).
109.
“… Kadın oyuncuların iyi birer ev kadını gibi olmaları
isteniyordu. Sanatın ahlak dersleri vermesi, felsefenin anlaşılır, kötülüğün
edepli, bilimin halkın ulaşabileceği gibi olması isteniyordu.” Flaubert
“Doğanın süslenip püslenmeye gereksinim duyduğunu savunan ve
sanatı da ancak yalan söylemek koşuluyla benimseyen bir okul, her zaman var
olmuş ve olacaktır. Bu öğreti, o dönemde gelişmekteydi: İmparatorluğun
beğenileri ülküsel nitelikliydi ve nesnelerin olduğu gibi görülmesinden nefret
ediyordu.” Bazire
“İmgelemler de cesaret gibi körelmişti ve yetke gibi halk da
düşüncenin bağımsızlığını benimsemeye hazır değildi.” Flaubert
110.
Flaubert’in “geriye hiçbir şeyin kalmadığı” ve “bir köstebek
gibi kendi içine kapanıp var gücüyle yapıtı üzerinde çalışmak gerektiği”
düşüncesini savunmaktan başka yapacak bir şey kalmaz.
111.
O anda gücü ellerinde bulunduranların doğrudan veya dolaylı
zorlama ve baskılarından kalıcı ve düzenli bir biçimde kurtulmuş bulunan
uygulayımlar, ilkelerini kaprislerinin dalgalanan eğilimlerinde ya da ahlak
düşüncesinin istenççi çözümlerinde değil de temel yasasını, nomos’unu ekonomik ve siyasal güçler
karşısında bağımsızlıktan alan toplumsal bir evrenin gereklerinde bulduklarında
olasılık kazanırlar ancak…
Kendilerini sanat dünyasının tüm haklara sahip bireyleri
gibi göstermek isteyen herkes, öncelikle de burada egemen konumları ellerine
geçirmek savında olanlar, … bağımsızlıklarını dış siyasal ve ekonomik güçler
karşısında göstermekle sorumlu hissedecektir; işte ancak ve ancak bu durumda,
Akademi ve Nobel ödülü gibi görünüşte en özgün nitelik taşıyan saygınlık ve üne
duyulan ilgisizlik, güçlülerden ve onların savunduğu değerlerden uzaklaşma
kolayca anlaşılacak, hatta saygıyla karşılanacak böylelikle de ödünlenecek ve
bu tutumlar, giderek daha geniş bir ölçüde kendilerini geçerli davranışların
uygulayımsal ilkeleri gibi kabul ettirmeye yönelecektir.
112.
… yeni bir nomos’un
ortaya çıkarılması ve benimsettirilmesi için yapılan katkılar son derece farklı
kesimlerden [gelmiştir]: gençlik kesiminden, gerçekçi topluluğundan, sanat için
sanat görüşü yanlılarından…
115.
… yetke alanı içinde yeni bir estetik düzen kurulmadıkça,
aykırı sanatçı, gerçek bir gerilim’in
temelinde yer alan olağanüstü bir belirsizlik içinde kalmaktan kurtulamaz.
“… yeni romancı, yıpranmış -yıpranmıştan da kötü-,
sersemlemiş ve açgözlü, romandan nefret eden, paraya tapan bir toplumla karşı
karşıya bulunmaktaydı.” Baudelaire
118.
“Çocukluktan çıkışta, kendilerini gerçekçi sanata veren
(yeni şeyler için yeni sözcükler gerekir!) gerçekçi gençlik” … “Bu gençliği
açık bir biçimde belirgin kılan şey, müzelere ve kitaplıklara duyulan kararlı,
doğuştan gelen bir kindir. … Dehaya ve esine duyduğu mutlak güven nedeniyle,
hiçbir alıştırmaya boyun eğmeme hakkını kendinde bulur. […] Bu gençlik, yoz
töreler, aptal aşklar, tembellik denli kendini beğenmişlikle doludur.”
Baudelaire
120.
Baudelaire ticari yayıncılıkla öncü yayıncılık arasındaki
farkı ilk kez ortaya koyar.
123.
(kentsoylu tiyatronun en belirgin yazarlarının vermekle
yükümlü gördükleri) bu ödünler, alanın temel yasasını kimsenin göz ardı
edemeyeceğini kanıtlar.
124.
Geçmişe yönelik
olarak yalnızca yazın tarihinin anılmaya değer bulduğu yazarları tanıyan bir
incelemeci, özü gereği kusurlu bir anlama ve açıklama biçiminden kaçamaz...
125.
(1840’lı yıllardan başlayarak devlete ve piyasaya boyun eğen
basın için de bağımlılık açısından önem taşıyan paranın ağırlığı) ve
İmparatorluk yönetiminin öncelikle tiyatrodaki ucuz zevk ve eğlencelerin
debdebesinin yüreklendirdiği tıkanıklık, halkın beklentilerine doğrudan bağlı
olan bir ticari sanatın yayılmasına katkıda bulunur. Bu “kentsoylu sanat”
karşısında, “toplumsal sanat” geleneğini değiştirerek sürdüren bir “gerçekçi”
akım, varlığını güçlükle korur. Bu ikisine karşıt olarak, ikili bir yadsıma
içinde bir üçüncüsü, “sanat için sanat” yaklaşımı ortaya çıkar.
… Akademi gibi kentsoylu değerlerin yücelttiği belirgeler…
126.
… sanatla ahlakın birbirinden ayrılmasını savunan
Baudelaire…
127.
(toplumsal sanat yanlıları), “sanat için sanat” yanlılarının
“bencil” sanat anlayışını kınarlar ve yazının toplumsal veya siyasal bir işlev
taşıması gerektiğini savunurlar.
132.
… “sanat için sanat”, yetke alanı içinde hiçbir eşdeğerlisi
bulunmayan, var olması zorunlu veya gerekli olmayan, baştan oluşturulması gereken bir konum’dur. … bu konumda
bulunanlar, onu ancak içinde ancak bir yer bulabileceği alanı oluşturarak, bir
başka deyişle kendisini fiilen ve hukuken dışarlayan sanat dünyası içinde bir
devrim gerçekleştirerek var edebilirler. Dolayısıyla, yerleşik konumlara ve bu
konumu ellerinde tutanlara karşı öz tanımını sağlayacak her şeyi ve öncelikle
tam zaman çalışan modern bir profesyonel yazar ya da sanatçı olan, kendini
yalnızca ve tümüyle işine veren, siyasetin gerekliliklerine ve törelerin
buyruklarına ilgi duymayan, sanatın özgül kuralları dışında hiçbir yargı gücünü
kabul etmeyen yeni bir toplumsal kişiliği ortaya çıkarmak zorundadır.
139.
Sanatçıların, sanatları dışında bir efendi tanımayı
yadsıyarak kentsoylu istemden kurtuldukları sembolist devrim, piyasanın yok
olması sonucunu doğurmuştur. … Flaubert ile birlikte, “bir sanat yapıtının […]
değerini saptamanın olanaksızlığını, ticari değerinin söz konusu olmadığını,
değerinin parayla ölçülemeyeceğini”, bir fiyatının
olmadığını, daha açık bir deyişle sıradan ekonominin sıradan mantığına
yabancı olduğunu öne sürdükleri sırada, gerçekten ticari değerinin bulunmadığının, piyasasının olmadığının ayrımına
varırlar.
Flaubert yeni ekonominin kurallarını son derece iyi
anlamıştır: “Kitleye seslenmedikçe onun da size para kazandırmaması doğaldır.
Bu, siyasal ekonominin gereğidir. Oysa, sanat yapıtı olarak değerlendirilmeye
değer ve bilinçli bir biçimde yapılmış bir yapıtın değerinin ölçülemediği,
ticari değerlerin üstünde olduğu, değerinin parayla ölçülemeyeceği
düşüncesinden vazgeçmiş değilim. Sonuç: Eğer sanatçının düzenli geliri yoksa
açlıktan nefesi kokmaktan kurtulamaz! Artık büyüklerden ödenek almadığı için
yazarın daha özgür, daha soylu bir duruma geldiği düşünülür. Tüm toplumsal
soyluluğu artık bir bakkalınkine eşit olmaya dayanmaktadır. Ne aşama!” “İşinize
ne kadar bilinç katarsanız kazancınız da o denli azalmaktadır. Kafamı kesecek
olsalar bile bu savı savunurum. Bizler gösteriş işçileriyiz; aslında bizi satın
alabilecek kadar zengin bir kimse yoktur yeryüzünde. Ekmeğinizi kaleminizden
çıkarmak isterseniz, gazetecilik, bölümce yazarlığı ya da tiyatro yazarlığı
yapmanız gerekir.”
141.
Gerçekten de tersine bir ekonomik dünya içinde
bulunulmaktadır: Sanatçının sembolik alanda başarı kazanması ancak ekonomik
alanda (en azından kısa vadede) kaybetmesiyle olanaklıdır ve tersi de (en
azından uzun vadede) geçerlidir.
151.
Duranty ve Champfleury salt gözleme dayalı, toplumsal,
halkın beğenisini göz önünde bulunduran, her türlü derin bilgiyi dışarlayan bir
yazını savunuyor ve biçemi ikincil nitelikli bir özellik gibi görüyorlardı.
Martyrs birahanesinde İngres’e ve Courbet, Murger ile Monselet’nin temsil
ettiği resmi güzel sanatlara verip veriştiren, daha doğrusu yapıcı olmaktan
çok, yıkıcı olmaya daha fazla eğilim gösteren, pek derin bilgiye sahip olmayan
bu kişiler düşünsel alana küçük kentsoylu veya böyle algılanan eğilimleri, bir
ciddilik anlayışını, genellikle biraz da dar kafalı, estetikçinin aşırı
özgürlüğüne soğuk ve sevimsiz gelen militan düşünceleri sokan sıradan
kuramcılardır. Üstelik, siyasal alanla sanatsal alan arasında bir ayrım
yapmadıkları için (bu, toplumsal sanatın tanımından başka bir şey değildir),
sanatsal etkinliği düzenli buluşmalar, parolalar, izlenceler üzerine kurulu bir
bağlanma ve toplu bir eylem gibi tasarlayarak siyasal alan içinde geçerli olan
eylem türleri ve düşünce biçimlerini de
benimserler.
152.
Yazınsal ve sanatsal alanın özerkliğin benimsettirmesi
ölçüsünde kendini egemen dünyanın bakış açısının temel yapılarından birisi gibi
kabul ettiren sanatla para arasındaki karşıtlık, etken kişilerin ve
incelemecilerin, Zola’nın dediği gibi “paranın yazarı özgür kıldığı, paranın
modern yazını yarattığı” gerçeğini görmelerini engellemiştir.
Baudelaire’inkileri andıran bu sözcüklerle, aslında Zola, yazarı aksoylu
mesenlerden ve kamu erki karşısındaki bağımsızlıktan kurtaran şeyin para
olduğunu anımsatır … : “Paranın saygınlığını, gücünü gocunmadan ve çocukluğa
kaçmadan kabullenmek, onun sağladığı adaleti tanımak, yeni anlayışı benimsemek
gerekir…”
156.
… Flaubert’in tiyatro alanında başarısızlığa uğramasının
nedeni, kuşkusuz kuklalar yapıp oynatmaktan başka bir işe yaramayan Ponsard’ı,
Augier’yi, Sardou’yu, Dumas fils’i ve öteki başarılı vodvil yazarlarını
küçümsemiş olmasıdır; bu küçümseme, onu tiyatro konusunda aşırı basit bir
düşünce oluşturmaya ve kafasında tiyatronun öz mantığını tanımlayan her şeyi
aşırı bir biçimde ele almaya yöneltmiştir: …
157.
“Sıradan bir konuyu güzel bir anlatıma dökmek”: Bu, aykırı
sözcük bağdaştırmasına dayalı yöntem, Flaubert’in tüm estetik izlencesini bir
noktada toplar ve yoğunlaştırır. Zıtları birleştirmeyi deneyerek, daha doğrusu
genellikle toplumsal uzamla yazınsal alanın karşıt bölgelerine bağlanan,
dolayısıyla toplumsal-mantıksal bakımdan uzlaşmaz nitelikteki gereklilikleri ve
deneyimleri bir araya getirmeye çalışarak Flaubert’in kendini içinde
konumlandırdığı neredeyse olanaksız durum konusunda, bu yöntem doğru bir fikir
verir.
… kentsoylu sanatın kokuşmuş ve dayanaksız idealizmine olduğu
denli, gerçekçiliği bilinçsizce taklit eden ve asıl gereç’ini, daha açık bir deyişle adına yaraşır bir yazı’nın anlamla yüklü bir ses gereci (le “gueuloir” [çene işliği]) olarak
incelediği dili göz ardı eden gerçekçiliğin sahte özdekçiliğine de aynı derecede
soğuk kalır…
161.
“… İnsanoğlu doğada bir fazlalıktır. -Elbette! diye yanıtlar
Flaubert.”
Flaubert’e en temel özgünlüğünü kazandıran, yapıtına
benzersi bir değer katan şey, onun,
en azından olumsuz bir biçimde, içinde yer aldığı ve çelişkilerini, güçlüklerini
ve sorunlarını tümüyle üstlendiği yazın evreninin bütünüyle ilişkiye
girmesidir.
162.
… 1850’li yıllar boyunca kaleme aldığı çeşitli önsözlerde
kendisi gibi romantik duygusallıkla toplumsal propaganda şiirini kınamaya
dayalı bir estetik anlayışını biçimlendiren kaygısızlık arayışı…
163.
… parnasçılar gibi sanatla bilim arasındaki geleneksel
karşıtlığı da aşmak isteyen Flaubert…
… toplumsal sanatın vaizlerine duyduğu tiksintiyi ve
bilimsel bakışın soğuk yansızlığına yönelik beğenisi…
“Toplumsal olguları, nesneler gibi incelemek gerekir.”
(Flaubert’in Durkheim’cı savsözün çok yakınlarına ulaştığı ifade)
164.
… bu yapıt [L’Education
sentimentale] romantik ve gerçekçi geleneklerin arakesit noktasında yer
alır…
165.
Sanatsal devrimin karmaşıklığı; düzenden dışarlanmak
pahasına bir alan içinde devrim yapmak, ancak bu alanın geçmişteki
deneyimlerini harekete geçirmekle veya bunlara başvurmakla olanak kazanır ve
Baudelaire, Flaubert ya da Manet gibi büyük sapkınlar, özgül birikimine
çağdaşlarından çok daha yetkin bir biçimde egemen oldukları alanın geçmişi
içinde açık bir biçimde yer alırlar; devrimler de kökenlere, kökenlerin
katıksızlığına dönüş biçimine bürünürler.
167.
insancı aktörecilik
168.
“Akla her gelen yazılmaz, der Flaubert…” … yazı katıksız bir
belgesel kayıt da değildir…
Yazı çalışması, Flaubert’i yalnızca alan içinde
karşıtlaştığı konumları ve bu konumda bulunanları nesnelleştirmeye
yönlendirmekle kalmaz, aynı zamanda kendisini öteki konumlara bağlayan
ilişkiler dizgesi aracılığıyla, içinde kendisini de kapsayan tüm uzamı,
dolayısıyla kendi konumunu ve kendi
düşünsel yapılarını da nesnelleştirmeye yöneltir.
171.
“Bu nedenle, güzel veya çirkin diye bir konu yoktur ve
Ktıksız Sanat’ın bakış açısı benimsenerek konu diye bir şey olmadığı neredeyse
bir aksiyom gibi öne sürülebilir: Olguları yorumlamada, biçem, başlı başına bir
yaklaşımdır.”
173.
Duyguların verileri arasındaki eşdeğerliklerin sezgisel
araştırısı…
175.
… kendi alanında aşağı yukarı aynı şeyi yapan Manet gibi,
Flaubert…
177.
… sanatla ahlakın birbirinden ayrılığı kesinlenir.
Baudelaire’le Flaubert arasındaki özel yakınlığın temelinde de bu özgürlük yer
alır…
179.
(Panofsky’nin “bitiştirici uzam”ı:) yan yana getirilmiş ve
ayrıcalıklı bir bakış açısı içermeyen parçalardan oluşmuş uzam…
Ateşli bir kentsoylu karşıtı kentsoylu olan Flaubert…
202.
Toplumsal yaşın,
biyolojik yaştan büyük ölçüde bağımsız olması gerçeğine, en yetkin biçimde,
kuşakların on yıldan daha kısa sürelerle birbirlerinden ayrılabildiği yazınsal
alan içinde tanık olunur.
215.
… ilk başlangıç yanılgısına karşı bir çıkış yolu olarak
Aristoteles’e şu soruyu yönelteceğim (bu, bir sanatçının ya da yazarın doğuşu
üzerine birçok kısır tartışmaya yol açan yapmacıklı sorunun [biraz alaylı]
anlatımı da olabilir): Bozguna uğramış bir ordu kaçmaktan ne zaman vazgeçer?
Kaçmaktan ne zaman vazgeçtiğini söylemek olanaklı mıdır? İlk asker mi, ikincisi
ya da üçüncüsü mü kaçmaktan vazgeçtiğinde ordu kaçmaktan vazgeçmiştir? Yoksa
yeterince sayıda asker kaçmayı bıraktığında ya da son kaçan kaçarken durduğu
anda mı geri çekilme durmuştur? Aslında, ordunun kaçan son askerle birlikte
kaçmaktan vazgeçtiğini söyleyemeyiz: Gerçekte, bu işlem çok daha önce
başlamıştır.
216.
216.
Çıkara karşı çıkar gütmezlik, aşağılığa karşı soyluluk, soysuzluk
ve sakınıma karşı geniş yüreklilik ve gözüpeklik, paralı sanat ve aşka karşı
katıksız sanat ve aşk, romantik dönemle birlikte karşıtlık her yerde: sanatçı
ve kentsoylunun sayısız karşıt betimlemeleriyle … önce yazında ama yanı sıra ve
özellikle … Daumier ile karikatür sanatında kendini gösterir.
217.
Sanat için sanat kavramının, heykeltıraş Jean Duseigneur’ün,
1831 Salonu’nda sergilenen Roland furieux’sü ile ortaya çıkmış olması
anlamlıdır: (çünkü onun evinde toplanılıyordu).
218.
... devrim iki aşamada gerçekleşti. Önceleri resmi toplumsal
bir işlev görme zorunluluğundan, bir sipariş ya da isteğe boyun eğmekten, bir
amaca hizmet etmekten kurtarmak söz konusuydu.
220.
Manet ve ondan sonra gelen tüm izlenimciler, yalnızca bir
hizmet verme zorunluluğunu değil, aynı zamanda bir şeyler söyleme zorunluluğunu
da yadsıdılar.
221.
(Odilon Redon) ... ressamların özerkliklerini kazanabilmek
ve resmin hiçbir söylem biçimine indirgenemezliğini (ünlü ut pictura poesis'e karşı) ya da her türlü söylem karşısında sınırsız
olanaklarını (aynı anlama gelir) ortaya koymak için verdikleri bağımsızlık
savaşının yetkin bir örneğini oluşturur. Böylece, hem yapıtın üretiminin hem de
seyrinin uymak zorunda bulundukları ideal bir gerçekliğin bulunduğunu varsayan
akademik saltçılıktan, herkese yapıtı kendi istediği gibi yaratma ve yeniden
yaratma özgürlüğünü tanıyan öznelliğe uzanan uzun çqlışma tamamlanmış olur.
Sanatsal alanla yazınsal alanın daha fazla özerkliğe doğru
yol alması...
223.
(Zola) Sanatçının ancak kendine karşı sorumluluk taşıdığını,
ahlak ve toplum karşısında tam anlamıyla özgür olduğunu öne sürerek, o zamana
değin görülmemiş bir kesinlikle sanatçının kişisel izlenim ve öznel tepki
hakkını savunur.
228.
merkantilizm XV.
ve XVIII. yy'da ticaret burjuvazisinin çıkarlarını yansıtarak, maddi erincin
üretim alanında değil, ticaret, dolanım ve anamal birikiminde olduğunu savunan
öğreti
(sanatsal alan) Görece bir özerklik taşıyan bu evren (bu,
aynı zamanda, ekonomik alana ve siyasal alana görece bir bağımlılık anlamına
gelir), yerini, kendi özgül mantığı içinde iki yanlı gerçeklikler olan, gerçek
sembolik değerlerinin ve ticari değerlerinin görece olarak bağımsızlıklarını
koruduğu mallar ve anlamlar niteliğindeki sembolik iyeliklerin niteliklerini
temel alan tersine bir ekonomiye bırakır.
229.
... bir yanda isteme önceden yapılan bir uyarlamayla
riskleri en aza indirmeyi amaçlayan ve hızlı bir biçimde eskimeye açık
ürünlerin hızlı bir çevrime sokulması yoluyla karın hızla geri dönmesini
sağlayabilecek ticari çevrimler ve değerlendirme yöntemleriyle (reklam, halkla
ilişkiler, vd.) donanmış kısa üretim
çevrimli kuruluşlar; ve öte yanda, kültürel yatırımlara özgü riskin göze
alınmasına ve özellikle de sanat ticaretinin özgül yasalarına boyun eğmeye
dayalı uzun üretim çevrimli
kuruluşlar vardır:...
235.
... yeni Amerikan resmi, Pop Art, Minimal Art, yoksul sanat,
kavramsal sanat, yazışmalı sanat...
... kısa çevrimli üretim şirketleri, moda terziliği gibi,
sürekli canlı tutulması ve belirli aralıklarla harekete geçirilmesi gereken bir
dizi "tanıtım" görevlilerine ve kurumlarına sıkı sıkıya bağımlıdır.
236.
yalvaç : kitap
getirmiş peygamber, elçi, resul
emprezaryo : bir
sanatçının, belli bir yüzde karşılığında, çalışma izlencelerini ve
anlaşmalarını düzenleyen kimse.
"Ticari" denilen ürünlerin alınması, alıcıların
eğitim düzeyinden az çok bağımsızken, "katıksız" sanat yapıtları
ancak bunların değerlendirilmesi için zorunlu koşul olan eğilim ve yetiyle
donanmış tüketicilere seslenebilir.
Okul, Max Weber'e göre "başarı kazanmış yeni doktrini
bir temele oturtmak ve dizgeli bir biçimde sınırlamak, eskisini yalvaçça
saldırılar karşısında savunmak, kutsal değer taşıyan ve taşımayan şeyleri
belirlemek ve bunları laiklerin inancına yerleştirmek" yükümlülüğünü
taşıyan kiliseninkine benzeyen bir yer tutmaktadır: Aktarılmaya ve benimsenmeye
değer olanla buna değmeyen şey arasındaki sınırlama ... eleştirmenler,
genellikle sözcülüğünü, bazen emprezoryoluğunu yaptıkları sanatçı ve sanatlarının etkileyiciliklerini tanıtlamak
için karşılıklı ilişkilere girmek zorundadır; akademi veya müze yöneticileri
birliği gibi merciler, kültürel yargılarının çağdaşlar üzerinde etkili olması
ölçüsünde, gelenekle ölçülü yenilikleri birleştirmek zorundadır.
238.
"Ekonomik" sermaye, alanın sunduğu özgül karları
-ve aynı zamanda, genellikle vade sonunda getireceği "ekonomik"
karları-, ancak sembolik sermayeye dönüştüğünde sağlayabilir. Yazar için olduğu
kadar eleştirmen için de, tablo satıcısı için olduğu kadar yayıncı veya tiyatro
yöneticisi için de geçerli tek birikim, olguları (kişilik veya imza etkisi) ya
da kişileri (yayın, sergi, vb. yollarla), topluma benimsettirme, dolayısıyla
bir değer verme ve bu işlemin sonuçlarında yararlanma gücünü içeren tanınmış
olmanın sermayesi niteliğinde bir ad, benimsenmiş ve ünlü bir ad edinmeye
dayanır.
243.
... bunların birçoğu da, "resmi ressam" işlevinin
içerdiği "siparişler"i veya sosyete çevreleriyle içlidışlı olmayı da
beraberinde getiren siyasal-yönetimsel ilişkiler aracılığıyla, Legion d'honneur
gibi içinde bulundukları dönemde tanındıklarını gösteren, çağ içinde bir yer edinmekle
kuşkusuz ters düşen belirgin ünvanlar taşır:...
249.
Alanın tarihinin, geçerli algılama ve değerlendirme
kategorilerinin benimsetilmesini tekele almak için verilen savaşın tarihi olduğunu
söylemek yeterli değildir; alanın tarihi, mücadele'nin
kendisi oluşturur; alan, savaş aracılığıyla zaman içinde bir yere oturur.
Yazarların, yapıtların veya okulların kalıcılaşması, geçmişe mekanik bir
kayışın ürünü olmanın ötesine geçer: Çağ açmış olanlarla kalıcı olmak için
çabalayanlar ve zamanı durdurmaktan, içinde bulunulan zamanı sonsuzlaştırmaktan
bir çıkarı olanları geçmişe gömmeksizin kendileri de bir çağ açamayanlar
arasındaki savaş içinde ortaya çıkar; süreklilik, kimlik, öykünmeyle çıkar birliği
güden egemen olanlar ile kesintililiğe, kopuşa, farklılığa, devrime ilgi duyan
egemen olunanlar, yeniler arasındadır bu savaş.
250.
Sözcüklerin, okul veya topluluk adlarının, özel adların
önemi, ancak olguları ortaya koymalarından kaynaklanmaktadır: Ayrıca
göstergeler olarak, var olmanın farklı olmaktan, ister bir özel ad, isterse bir
cins ad (bir topluluğun adı) söz konusu olsun, "bir ad edinmekten"
geçtiği bir evren içinde varoluşu üretirler. Birer yapmacık kavram, yeni resim içinde kendini gösteren Pop Art,
Minimal Art, Process Art, Land Art, Body Art, Kavramsal Sanat, Arte Povera,
Fluxus, Yeni Gerçekçilik, Yeni Konfigürasyon, Destek-Yüzey, Yoksul Sanat, Op
Art gibi okul ya da toplulukları adlandırarak benzerlikleri ve farklılıkları
ortaya koyan sınıflandırmanın uygulayımsal
araçları, sanatçıların kendilerinin veya onların unvanlı eleştirmenlerinin
sürdürdüğü tanınma savaşımı içinde
ortaya çıkarlar ve galeriler, topluluklar ve ressamlar arasında ayrımlaşmayı
sağlayan, ayrıca bunların yaptığı ya da önerdikleri ürün niteliğine de sahip
olan tanınma göstergesi işlevi
taşırlar.
(dipnot 23: Sanat, yazın hatta felsefe alanlarında
kullanılan birçok "kavram"... bunların ilk işlevi, önemli bir sergide
veya tanınmış bir galeride bir araya gelen ressamların ... kılgısal uyumunu saptamaya olanak tanımak veya yalın ve kolay
nitelendirmeler yapmaktır ("Denise Rene, geometrik soyut sanattır",
"Alexandre Iolas, Max Ernst'tir" veya "Arman, çöplüktür" ve
"Christo ambalajdır" türünden).
252.
Zaman içinde her dönmede, niteliği ne olursa olsun bir
savaşım alanında (bütünü içinde toplumsal alan, yetke alanı, kültürel üretim
alanı, yazınsal alan, vd.) bu savaşa katılan etken kişi ve kurumlar hem
birbirlerinin çağdaşıdır hem de zaman bakımından birbirleriyle uyuşmazlar. ...
Kimileri, içinde bulundukları zamanın ötesinde yer aldığından çağdaşlarını
tanımazlar ve çağdaşları da onları ancak başka öncü üreticiler arasında sayar
ve izleyicileri de ancak gelecekte ortaya çıkar; gelenekçi ve tutucu olan
kimileri, çağdaşlarını ancak geçmişte yer alanlar arasından seçer.
253.
Yeni bir üreticiyi, yeni bir ürünü ve yeni bir beğeni
düzenini belli bir dönemde piyasaya kabul ettirmek, geçerlik derecesine göre
aşamalanma gösteren üreticiler, ürünler ve beğeni dizgelerini geçmişe itmek
demektir.
255.
Gerçekte, "araştırma tiyatrosu" bu bağıntıların
tümü bakımından "bulvar tiyatrosu"yla karşıtlaşır: Bir yanda ödenekli
büyük tiyatrolar ile ekonomik ve kültürel bakımdan riskli kuruluşlar olan,
görece bakımdan düşük fiyatlarla uzlaşımlardan ayrılan (içerik ya da sahneye
koyuş bakımından) oyunlar sergileyen, genç ve "aydın" (öğrenciler,
öğretmenler, vd.) kitleye seslenen sol yakanın kimi küçük tiyatroları; öte
yanda, parasal getiri kaygısının son derece sakınımlı kültürel stratejiler edinmeye
zorladığı, risk almayan ve müşterilerini de riske atmayan sıradan ticari
kuruluşlar olan "kentsoylu" tiyatrolar vardır: Bunlar, yalnızca
eğlendirme amacı taşıyan oyunlara yüksek ücretler ödemeye hazır, yaş ortalaması
yüksek, "kentsoylu" (yüksek memurlar, serbest meslek sahipleri ve
şirket yöneticileri) bir izleyici kesimine güvenli ve uygun bir gelir
karşılığında, sınanmış ve tasarlanmış oyunlar sergiler; bu oyunlar,
kurgularıyla olduğu denli sahnelenme biçimleriyle de bir yüzyıldır değişmeden
kalmış bir estetik anlayışının ana kurallarına uyarlar. ... Bu ikisi arasında,
klasik tiyatrolar, izleyicilerini saygınlık alanı içindeki tüm bölgelerden
aşağı yukarı eşit bir biçimde toplayan ve yansız ya da seçmeci izlenceler,
"öncü bulvar" veya tanınmış öncü izlenceler sunan yansız alanları
oluştururlar.
256.
Uzun bir süreden bu yana tüm sanat türlerinde yer alan bu
yapı, günümüzde ürünlerin üretimi ve algılanmasını düzenleyen düşünsel bir yapı gibi işlev görme eğilimini
yansıtır: Sanat ve para ("ticari" olan) arasındaki karşıtlık:
tiyatro, sinema, resim, yazın konularında sanat olanla olmayan,
"kentsoylu" sanatla "aydın" sanat, "geleneksel"
sanatla "öncü" sanat arasında bir sınır getirmeyi savlayan yargıların
birçoğunun üretici ilkesidir.
260.
… uzam içinde konumları belirleyen yerler -galeriler, tiyatrolar, yayınevleri- aynı zamanda
kendilerine bağlanan kültürel ürünlere de damgasını vurur.
Bir yayın yerinin (geniş anlamda) seçimi -yayıncı, dergi,
galeri, gazete- ancak her yazara, üretim ve ürün biçimine, üretim alanı içinde
(daha önceden var olan veya kurulması gereken) doğal bir yer denk düştüğünde önem kazanır ve doğal yerlerini
bulmamış -söylendiği gibi “yerinden kaymış” bulunan- üretici ve ürünler şöyle
ya da böyle başarısız olmaktan kaçamazlar:…
261.
önvarsayımlar doxa
262.
İlkeleri bakımından birbirlerinin tümüyle karşıtı olmakla
birlikte, iki kültürel üretim biçimi: “katıksız” sanat ve “ticari” sanat hem
nesnellik içinde uyuşmaz konumların bir uzamı biçiminde hem de düşünce
düzleminde, üreticiler ve ürünler uzamının tüm algılanmasını düzenleyen
değerlendirme taslakları biçiminde, karşıtlık bağıntısıyla birbirlerine
bağlıdırlar.
“Başarılı yazarlar” olarak adlandırılanlara gelince, bunlar,
alana yeni girenlerin uyarılarını hesaba katmak zorundadır; tüm sermayeleri
inançlarına ve uzlaşmazlıklarına dayanan yeniler, çıkarın yadsınmasından daha
fazla beklenti içindedir. Böylece, alan içindeki konumu ne olursa olsun, hiç
kimse evrenin temel yasasını tümüyle göz ardı edemez.
263.
… “yaratım”ın etkileyici ideolojisi… Gerçekten de ,
“yaratıcı”yı ve onun sahip olduğu maddeyi değiştirmeye yönelik olağanüstü
gücünü kimin yarattığı sorusunu yasaklayıp bakışı görünürdeki üreticiye
-ressam, besteci, yazar- yönlendiren de bu ideolojidir; ayrıca bu ideoloji,
bakışı üretim sürecinin en görünür yanına, daha açık bir deyişle “yaratım”a
dönüşmüş ürünün özdeksel yapım’ına da
yöneltir; bu yolla da yaratıcıya özgü bu gücün koşullarını sanatçının ve onun
kendi etkinliğinin ötesinde aramak olasılığını ortadan kaldırır.
265.
Nedenler zinciri içinde sonsuza değin geriye gitmekten
kaçınmak için, belki de düşünceyi kaçınılmaz bir biçimde “yaratıcı”nın inancına
yönelten “ilk başlangıç”ın tanrıbilimsel mantığını bir yana bırakmak gerekir.
266.
Adını bir ready-made’e
koyarak buna maliyet fiyatının çok üstünde bir piyasa değeri kazandıran sanatçı
büyülü etkisini, kendisine bu etkiyi veren ve bunda yetkili kılan alanın
mantığından alır; yücelticilerin ve inananların evreni sanatçının etkisini
algılama ve değerlendirme kategorilerinin ürün niteliği taşıdığı geleneğe göre
bir anlam ve değerle donanmış olarak üretmeye hazır olmasa, bu etki saçma ve
anlamsız bir davranıştan başka bir şey olmazdı.
(sanatçıların) … sanat eylemine Duchamp’dan bu yana sanat
geleneğine bağlanan bir kışkırtma niyeti veya alay amacı yüklemeleri… bu
girişimler, hemen sanat “eylemleri”ne dönüşürler, yüceltim kurumlarınca böyle
algılanır ve tanıtılırlar. Sanat, bunu gizlemden sanat gerçeğine ulaşamaz ve bu
açınlama (Tanrıca verilen esin) işlemini bir sanat gösterisi durumuna dönüştürür.
Oyunu kurallarına göre oynamayı kabul etmeyip sanata, sanatın kuralları içinde karşı çıkarak
bu girişimleri gerçekleştirenler, yalnızca bu düzeni sürdürme biçimlerinden
birini tartışma konusu yapmakla kalmaz, aynı zamanda düzenin kendisini ve tükenmez
tek hiçe sayma niteliği taşıyan bu düzeni temellendiren inancı da gündeme
getirirler.
267.
Marx’ın da belirttiği gibi sanat yapıtının ticari değerinin
maliyet tutarıyla karşılaştırılamaz olduğunu söylemek hem doğru hem de
yanlıştır: Tek sorumlusu sanatçı (ya da en azından ressam) olduğu somut
nesnenin yapımı tek başına göz önünde bulundurulduğunda doğru; sanat yapıtı kutsal ve benimsenmiş bir nesne,
üretim alanına bağlanan kişiler bütünün, bir başka deyişle benimsenmiş
“ustaları” denli anlaşılmaz kalan sanatçı ve yazarların, yazarlar denli
eleştirmen ve yayıncıların, inançlı satıcılardan daha az tutkulu olmayan
müşterilerin de aynı inançla ve farklı beklentilerle katkıda bulundukları son
derece geniş bir sembolik simya’nın
ürünü gibi görüldüğünde yanlıştır. Bunlar, sanat yapıtının üretiminin, daha
açık bir anlatımla sanatçının üretiminin toplumsal gücün korunması yasasının
dışına çıkmadığını görmek için göz önünde bulundurulması yeterli olan, ekonomi
anlayışının kısmi özdekselliğinin ayrımına varmadığı katkılardır.
Sembolik üretim çalışmasının, sanatçının gerçekleştirdiği
özdeksel üretim edimine indirgenemezliği, kuşkusuz hiçbir zaman bugün olduğu
denli açık bir biçimde ortaya çıkmamıştır. Yeni tanımı içinde sanat çalışması,
sanatçıları yorumlara ve sanat üzerine bir düşünceyle birlikte, her zaman
sanatçının kendi üzerine bir çalışmasını içeren bir sanat çalışması konusundaki
düşünceleriyle yapıtın üretimine doğrudan katkıda bulunan yorumculara her
zamandan daha fazla bağımlı kılmaktadır.
Sanatsal üretim alanının dönüşümlerinden bağımsız olarak ele
alındığında, sanat ve sanata ilişkin bu yeni tanımının ortaya çıkma nedenleri
anlaşılamaz: Yapıtların saptanması, korunması ve incelenmesini amaçlayan bir
dizi kurumun (röprodüksiyonlar, kataloglar, sanat dergileri, en yeni yapıtları
sergileyen müzeler, vd.) daha önce tanık olunmamış bir biçimde oluşturulması,
sanat yapıtının yüceltilmesi’ne
yönelik olarak tüm gün veya yarım gün çalışan personel sayısının artması,
uluslararası büyük sergiler ve çeşitli ülkelerde birçok şubesi bulunan
galerilerin sayısının artmasıyla birlikte yapıtların ve sanatçıların
dolaşımının yoğunluk kazanması, vd., tüm bunlar yorumcularla sanat yapıtı
arasında benzeri görülmemiş bir ilişkinin oluşturulmasına katkıda bulunur.
269.
Sembolik bakımdan zayıf ya da hiçbir değer taşımayan (dizayn çağında kuşkusuz giderek daha da
az karşılaşılan) nesnelerin tersine, sanat yapıtı, iyelikler veya dinsel
ayinler, muskalar ya da çeşitli dinsel törenler gibi değerini ancak toplu bir
inançtan, toplu bir biçimde üretilmiş ve öykünülen, toplumsal bir bilgisizlik
niteliği taşıyan toplu bir inançtan alır.
279.
Hiçbir zaman “büyük kuramlara” bir hayranlık duymadım ve bu
kategoriye giren çalışmaları okuduğumda, tipik okul havası taşıyan yapmacık
yüreklilik ve gerçek sakınımın bileşimi karşısında öfkeye kapılmaktan kendimi
alamam. Şu tumturaklı ve içleri boş, genellikle bir tarih önünde sıralanıveren
bir dizi birbirini tutmayan özel adla biten tümcelerden onlarcasını burada
yineleyebilirim; bunlar, “büyük kuramcı”ya düşüncesinin gerecini sağlayan ve
ona bir haraç öder gibi yeni akademik saygınlık için gerekli olan “deneysellik”
kanıtları getiren budunbilimcilerin (vikipedi:
Budunbilim (etnoloji), insanların etnik gruplara ayrılışını, bu grupların
kökenini, oluşumunu, yeryüzüne yayılışını, aralarındaki bağıntıları ve bunların
töre, dil ve kültür niteliklerini, genel yasalar çıkarmak amacıyla inceleyip
karşılaştıran, geçmişte yaşamış ve halen yaşamakta olan değişik kültürleri
karşılaştırmalı olarak inceleyen bilim dalına verilen isimdir. Maddi manevi
kültürleri budunbiliminin malzemelerine dayanarak açıklar. Genel anlamda
insanlığın kültür tarihini aydınlatmaya çalışmaktadır. Folklor karşılığı olarak
da halkıyat kullanılmaktadır. Düğün, bayram, cenaze, kandil geceleri, doğum,
isim koyma, bazı batıl inanışlar, türkü, masal, ninni halk hikâyeleri, menkibe,
bilmece, oyun, atasözü, deyimler, tekerlemeler, halkıyat (budunbilim)in içine
girer. Tarih, dil, din, arkeoloji, ruhiyat, içtimaiyat, sanat tarihi, hekimlik,
bitkiler ve hayvanlarla ilgili ilimler de budunbiliminin içinde yer
almaktadır.), toplumbilimcilerin ya da tarihçilerin gösterişsiz bir
geçit töreni gibidir.
280.
… yeniyetmelik çağlarımın en iç karartıcı gecelerini
anımsadım; okul yaşantısında alışılagelen konulardan birisini, aynı ödevi
yapmakla yükümlü sınıf arkadaşlarımın ortasında işlemek zorunda kaldığımda,
birbirine öykünenlerin ve derlemecilerin, ders, tez ya da başvuru kitabından
oluşan okul yaşamına özgü yineleme araçlarını sonsuza değin çoğalttıkları çok
can sıkıcı bir işe tutsak olduğum izlenimine kapılırdım.
(yeni roman’da görülen bir dönüşümün toplumbilimlerin
dönüşümünde de arandığı bir paragraf:) “… rastlantıya, herhangi bir anda
seçilmiş herhangi bir yaşam parçasının yazgının tümünü içerdiğine ve yaşamın
simgesi olabileceğine inanılır.” Toplumsal bilimlere yeni bir bilimsel
düşünceyi kabul ettirebilmek için de benzeri bir dönüşümü: başka kuramlarla
girdiği salt kuramsal sürtüşmelerden çok, her zaman yeni görgül (ampirik)
nesnelerin karşılaştırılmasından beslenen kuramlara; öncelikle, epistemolojik
olarak denetlenen bilimsel uygulayımların üretici taslak bütünlerini
stenografik bir biçimde adlandırma işlevi taşıyan kavramlara dayanan dönüşümü
gerçekleştirmek gerekir.
284.
… yüksek bir özerklik düzeyine ulaşmış sanat
uygulayımlarının derlenmesinden doğan bir biçimcilikle sanatsal biçimleri
doğrudan toplumsal oluşumlara bağlamaya önem veren bir indirgemecilik
arasındaki karşıtlık, her iki akımın ortak bir biçimde, nesnel ilişkiler uzamı
olarak üretim alanı’nı göz ardı
ettiğini gizler.
288.
Kuşkusuz, daha erişkinlik çağlarından başlayarak kültürel
sofuluğun ayinlerini (toplumbilim de bunun dışında kalmaz) yerine getirmek
üzere eğitilmiş kişilerin duyduğu derin saygının koruması altında
bulunduklarından, yazın, sanat ve felsefe alanları bilimsel nesnelleştirmenin
karşısına nesnel ve öznel nitelikli, aşılması güç engeller çıkarırlar.
Demek ki, kültürel yapıtları konu alan titiz bir bilimin
temellerini atmak için gerçekleştirilmesi zorunlu olan kopuş, basit bir
yöntembilimsel altüst oluşun ötesinde ve farklı bir şeydir: Düşünsel yaşamı en
sıradan biçimde tasarlama ve yaşama biçiminin gerçek anlamda dönüştürülmesi’ni, kültür olgularına ve
bunların geçerli biçimde ele alınma biçimlerine toplu olarak tanınan inancın bir tür epokhe’sini (yargının askıya alınması) içerir.
292.
(Sartre’ın “ilk tasarı” kuramı:) … yetenek ve yazgı
ideolojisinin ışığında, bir tarih gibi düzenlenmiş yaşamın, hem başlangıç
noktası hem de bir ilk neden, daha doğrusu bir ana ilke olarak kabul edilen bir
başlangıç noktasından aynı zamanda bir amaç niteliği de taşıyan sona değin
gerçekleştiği sessizce kabul edilir. [ (oysa) “Daha önceden yapılmış şeyler
vardır, artık yapılmayacak şeyler vardır.” s.13]
294.
Tanrı öldü ama yaratılmadan var olan yaratıcı onun yerini
aldı. Tanrının öldüğünü söyleyen, onun tüm niteliklerini ele geçirir. Sartre’ın
da ayrımına vardığı gibi Joyce, Faulkner veya Virginia Woolf gibi çağcıl
romancıların tanrısal bakış açısını bıraktıkları doğruysa da, düşünür, egemen
konumunu kolayca bırakmayı kabullenmez.
300.
… önerdiğim yapıt inceleme yöntemi, hem yazınsal hem de
sanatsal alana yönelik olarak tasarlanmıştır (yanı sıra, hukuksal ve bilimsel
alanlar için de)…
… ilk gelenek, … yazınsal doxa’dan başka bir şey değildir.
301.
Yazın olgusuna yönelik bu yaklaşımlar, görünürdeki
evrenselliklerini, hemen her yerde yazın eğitimine yönelik okul kurumunca
desteklenmelerinden alırlar yalnızca. … şiirin tek ereğinin anlamlar bakımından
kendine yeterli bir yapı niteliğiyle şiirin kendisi olduğunu savunan yazınsal
görüş…
302.
Bu geleneğin kuramsal temellerini belirlemek gerektiğinde,
sanırım iki doğrultu benimsenebilir: … Jung’cu (Fransa’da Bachelard’cı)
psikanaliz gibi evrensel insanbilimsel yapıların varlığını savlayan bütün gelenekler…[sanat
eserinin “özü” niteliği taşıyan şeylerin kavranması]; öte yanda , yapısalcı
gelenek.
303.
…yapısalcı çözüm… Toplumsal bakımdan genellikle içselci doxa’nın yerini alır ve bağlamından
koparılıp zamandan soyutlanmış metinlerin biçimsel ayrıştırılması olarak okul
yorumuna bilimsellik örtüsü getirir.
304.
Kimseye danışmadan post
hoc’tan (bundan sonra), propter hoc
(bu yüzden) sonucunu çıkaran bu ‘yöntembilim’…
305.
Aslında, kültürel yapıtların yapısal incelemesinin
temelleri, en yetkin anlatımını kuşkusuz Michel Foucault’da bulur. Hiçbir
kültürel yapıtın kendiliğinden, bir başka deyişle bu yapıtı öteki yapıtlara
bağlayan karşılıklı bağımlılık bağıntılarının dışında varolmadığının
bilincindeki Foucault, her yapıtın tek tek içinde tanımlandığı “farklılıklar ve
dağılımların düzenli dizgesini”, “stratejik olasılıklar alanı” biçiminde
adlandırmayı önerir.
306.
Foucault, “stratejik olasılıklar alanı” içinde olup
bitenlerin ancak “kavramsal düzeneklerin gengüdümsel olanaklarınca”
belirleneceğini düşünür ve yine ona göre bir yapıtlar biliminin kabul
edebileceği tek gerçeklik budur. Böylelikle, yapıtların toplumsal üretim
koşullarıyla ilintilendirilmesini yadsıyarak üreticiler arasındaki ilişkiler
içinde (burada bir azalma göstermeksizin) kök salan karşıtlıklar ve
uyuşmazlıkları düşünceler düzlemine aktarır (etken kişileri ve bunların
çıkarlarını, özellikle de sembolik boyutu içinde şiddeti göz önünde
bulunduramadığından, soyut ve idealist kalan bilgi ve güç üzerine yapılan
eleştirel bir söylemde de bu yaklaşımı sürdürür).
307.
…bir dönemin ve bir toplumun kültürel birliğine duyulan
inanç olan episteme kavramı…
Sanatın -veya
bilimin- değişim ilkesini ve kuralını kendi içinde bulduğu izlenimine ve
herşeyin sanki tarihin dizgeye içkinmiş ve gösterim veya anlatım biçimlerinin
geleceğinin, dizgenin iç mantığını dile getirmekten başka bir şey yapmıyormuş
gibi olup bitmesine bir açıklık getirebilmek için, genellikle yapıldığı gibi,
bu evrimin yasalarını, yersiz olarak mutlak bir gerçek gibi görmenin gereği yoktur.
… “yapıtların başka yapıtlar üstündeki etkisi”, ancak, stratejileri aynı
zamanda alanın yapısı içindeki konumal birleşen çıkarlara yönelime de bağlı
olan yazarlar aracılığıyla gerçekleşir.
Kültürel üretim kategorilerinin her birini birer alan gibi
ele almak, bir uzamın bir başkası içine taşıdığı düzleştirici yansıma olan her türlü indirgemeciliği kendine
yasaklamaktır
308.
Sanat ve yazın tarihini, bir tür sulandırılmış Hegelcilik
aracılığıyla sessiz bir konut gibi kabul ettiği bir dönem ve toplumun “kültürel
birliğini” bilimsel bakımdan sınamak gerekir…
309.
Rus biçimcileri… “metinler arasındaki bağıntılar ağı” (ve
daha sonra da, zaten son derece soyut bir biçimde tanımlanmış, bu dizgenin
başka “dizgelerle” sürdürdüğü, toplumu oluşturan “dizgelerin dizgesi” gibi
işlev gören bağıntılar…) dışında ele alabilecekleri başka bir şey olmadığından,
bu kuramcılar aynı zamanda, kendilerini “yazınsal dizgenin” devimselliğini yine
kendi içinde aramaya tutsak ederler.
311.
Kültürel üretim alanını özerk bir toplumsal evren gibi
yeniden işin içine sokmak, kültürel yapıtların Marksist incelemesinin ve
özellikle de Lukacs ve Goldmann’ın incelemelerinin temelinde yer alan “yansıma”
kuramının tüm biçimlerinin az çok incelikli bir biçimde başvurduğu indirgeme’den kaçmaktır.
Aslında, sanat yapıtını anlamanın, her toplumsal gruba özgü
dünya görüşünü anlamak olacağı önceden varsayılır. Sanatçı bu dünya görüşü ya
da amaçtan yola çıkarak yapıtını oluşturabilecektir; toplumsal grup ister
katılımcı ya da gönderilen, ister neden veya sonuç, isterse her ikisi birden
olsun, bu dünya görüşü, sanatçı aracılığıyla dile getirilecektir. Sanatçıysa,
dile getirdiği toplumsal grupların illede bilincinde olmadığı gerçeklik ve
değerleri, ayrımına varmadan açıklayabilecek düzeydedir. Ama burada hangi
toplumsal grup söz konusudur? Sanatçının
kendisinin de içinden çıktığı -ve kitlesini oluşturan grupla her zaman
özdeşleşmeyen- grup mu, yoksa yapıtın temel ve ayrıcalıklı gönderileni olan -bu
da yalnızca ve yalnızca tek bir grup olduğunu varsayar- grup mu?
312.
Yapıtı nesnel olarak yöneltildiği grupla doğrudan
ilintilendirmek için alanın özgül mantık ve tarihini bir kenara atmak ve
sanatçıyı, yapıt aracılığıyla farkında olmaksızın düşüncülerini ve duygularını
sergilediği toplumsal grubun bilinçsiz sözcüsü durumuna getirmek, fizikötesinin
benimseyebileceği savlara tutsak olmaktır: “Böyle bir sanat ve toplumsal
durumun karşılaşması rastlantısallığın ötesine gidebilir mi? …”.
316.
Alan kavramı, iç okuma ve dış çözümleme yaklaşımlarından
elde edilen kazanımlarından hiçbirini yitirmeksizin, bu yaklaşımların
geleneksel olarak uyuşmaz gibi görünen karşıtlığını aşma olanağı sağlar. …
ancak bağıntıları içinde ve ayrımsal sapmalar dizgesi olarak kabul edilen
yapıtların uzamının, her an bir tutum belirlemeler uzamı gibi görünmesi
olgusunu göz önünde bulundurarak salt sembolik içerikleri, özellikle de biçim’leri bakımından tanımlanan
yapıtların uzamıyla üretim alanı içindeki konumlarının uzamı arasında bir
türdeşliğin bulunduğu varsayımı öne sürülebilir…
333.
Kültürel yapıtların bilimi…
334.
Yazar ve sanatçıların çok sayıdaki uygulayım ve
betimlemeleri (örneğin bunların “halk” için olduğu kadar “kentsoylular” için de
anlaşılmaz kalmaları), ancak, yazınsal alanın da (vd.), içinde egemen olunan
bir konumda bulunduğu yetke alanına göre açıklanabilir. Yetke alanı, ortak noktaları farklı alanlar içinde egemen konumlara
gelmek için gerekli sermayeye (ekonomik veya, özellikle kültürel) sahip olan
etken kişi ya da kurumlar arasındaki güç dengelerinin uzamıdır.
335.
Her türlü ekonomi anlayışı biçimine karşı gerçek bir meydan
okuma olan, uzun ve yavaş bir özerkleşme süreci sonunda aşamalı bir biçimde
yerleşen yazınsal düzen (vd.), tersine bir ekonomik dünya gibi karşımıza çıkar:
Bu düzene bağlananların amacı, çıkardan arınmaktır; kehanet gibi, özellikle de Weber’e göre gerçekliğini hiçbir
karşılık sağlamaması olgusuyla kanıtlayan felaket kehaneti gibi, yürürlükte
olan sanat geleneklerinden kopuş da, ilkesini, çıkardan arınmanın gerçekliğinde
bulur. Salt estetik erek dışında her türlü katıksız belirlenim eylemi olan bir
tür toplumsal mucizeye dayalı bu etkileyici ekonominin, bir ekonomik mantığının
olmadığı anlamına gelmez bu: İşi, düşünsel veya sanatsal öncü anlayışın en
sakıncalı konumlarına yönlendirmeye değin vardıran ekonomik meydan okumanın ve
hiçbir parasal karşılığın bulunmaması durumunda, burada kalıcı bir biçimde
varlığını koruyabilmenin ekonomik koşulları bulunduğu görülecektir; aynı
zamanda, uzun veya kısa vadelerde ekonomik kazançlara dönüşebilen sembolik
kazançlara ulaşmanın da ekonomik koşullar içerdiğine tanık olunacaktır.
336.
Farklı sermaye türleri ve bunların sahipleri arasındaki
ilişkiler içinde ortaya çıkan aşamalanma nedeniyle, kültürel üretim alanları,
yetke alanı içinde geçici olarak egemen olunan bir konumda bulunurlar. Dış
kısıtlılıklardan ve istemlerden ne kadar kurtulmuş olurlarsa olsunlar, kültürel
üretim alanları, kapsayıcı alanların gereğinin, ekonomik ve siyasal alanların
kazanç gereğinin izlerini taşırlar.
345.
Yazar ya da sanatçı gibi kavramların anlamlarına ilişkin
bulanıklık, bunlara bir tanım getirmeyi amaçlayan çatışmaların hem ürünü hem de
koşuludur.
yaderklik: (toplmb) bir topluluğun yabancı kimseler
tarafından yönetilmesi durumu, (fels) dışarıdan gelen yasa ya da buyruğa göre
davranma, ‘özerklik’ karşıtı…
349.
Yazar veya sanatçı “uğraş”ı, aslında bir düzene en az
bağlanmış uğraşlardan birisidir; aynı zamanda bu uğraş, kendisini seçenleri
bütünüyle tanımlayacak (ve besleyecek) niteliklere en az sahip olanlardan
birisidir; bu uğraşı hedefleyenler, temel saydıkları işlevi ancak, asıl
gelirlerini sağladıkları başka bir uğraşı sürdürmeleri koşuluyla
üstlenebilirler.
351.
illusio herkesin benimsediği ve paylaştığı yanılsama,
tersinleme, oyuna yatırım.
Sanat yapıtının değeri’ni üreten kişi, sanatçı değil, sanatçının
yaratıcı gücüne duyulan inancı üreterek, bir fetiş olarak sanat yapıtının değerini üreten inanç evreni
niteliğiyle, üretim alanıdır.
352.
yapıtlar bilimi…
…bu bilim, özdekselliği içinde yapıtın dolaysız
üreticilerini (sanatçı, yazar, vd.) göz önünde bulundurmakla kalmaz, genel
olarak sanatın değerine ve şu ya da bu sanat yapıtının ayırıcı değerine duyulan
inancın üretimi aracılığıyla yapıtın değerinin üretimine katılan etken kişi ve
kurumları da: eleştirmenleri, sanat tarihçilerini, yayıncıları, galeri
yöneticilerini, satıcıları, müze müdürlerini, mesenleri, koleksiyoncuları,
benimsetme mercilerini üyelerini, akademileri, salonları, jürileri, vd. de
hesaba katar. Ayrıca, sanat piyasası üzerinde gerek ekonomik üstünlüklerle
(satın almalar, ödenekler, ödüller, burslar, vd.) desteklenen ya da
desteklenmeyen benimsetme kararlarıyla gerekse düzenleyici önlemlerle
(mesenlere veya koleksiyonculara tanınan vergi kolaylıkları, vd.) etkili
olabilen, sanat konularında yetkili siyasal ve yönetimsel mercilere de
(-dönemden döneme değişen- çeşitli bakanlıklar, ulusal müze yönetimleri, güzel
sanatlar yönetimi, vd.) yer verir. Üreticilerin üretimiyle ve sanatsal
yatkınlıkların daha baştan yerleşmesinden sorumlu olan öğretmenlerle
ebeveynlerden başlayarak, sanat yapıtını bu niteliğiyle, yani bir değer olarak
tanıyabilen tüketicilerin üretimine katkıda bulunan kurumların (güzel sanatlar
okulları, vd.) üyelerini de göz ardı etmez.
Bu da sanat biliminin, konusuna, ancak Benjamin’in sözünü
ettiği “ustaların adının fetişleştirilmesi”ne hiçbir direniş göstermeksizin
boyun eğen geleneksel sanat tarihinden kopmakla kalmayıp, konunun en geleneksel
biçimde oluşturulmasına ilişkin ön varsayımlardan ancak görünüşte kopan
toplumsal sanat tarihini de bir yana bırakması koşuluyla kavuşabileceği
anlamına gelir; … 353. Oyuna (illusio)
ve bunun sunduğu beklentilerin yüceltilmiş değerlerine duyulan toplu inanç,
aynı oyunun işleyişinin hem koşulu hem de ürünüdür; benimsenmiş sanatçılara,
imzanın (ya da damga) olağanüstü etkisiyle kimi ürünlerini kutsanmış nesnelere dönüştürmeye olanak tanıyan benimsetme
yetkisinin temelinde de bu inanç yatar.
353.
19. yüzyılın ortalarına değin, sanat ve sanatçının geçerli
tanımına ilişkin tekeli, sanatla sanat olmayanın, herkese ve resmi olarak
sunulmayı hak eden “gerçek” sanatçıya, jürinin yadsıması nedeniyle yok olup
gitmiş ötekiler arasında ayrım yapmaya olanak tanıyan görüş ve bölünme
ilkesini, nomos’u elinde bulunduran
Akademi üstlenmiştir.
354.
Buradan da gerçek bir sanat biliminin, ancak illusio’dan kurtulmak ve her aydın
kişiyi kültürel düzene bağlayan birikim ortaklığı ve uzlaşma bağıntısını, bu
düzeni bir inceleme konusuna dönüştürmek için askıya almak koşuluyla
kurulabileceği sonucu ortaya çıkar; ancak bunu yaparken, bu illusio’nun gerçekliğin bir parçası
olduğunu unutmamak gerekir.
357.
sanat yapıtı bilimi
360.
… yalın seçenekler içinde kısıtlı düşünenlere, yaratıcı
içtenlik savunucularının yücelttiği mutlak özgürlüğü ancak safların ve
bilgisizlerin amaçlayacağını belirtelim.
Yenilikçi ya da devrimci araştırının aşırılıklarının
kavranabilmesi için, bunların daha önceden gerçekleşmiş olasılar dizgesi içinde
doldurulmayı bekleyen ve gerektiren yapısal
boşluklar, gelişimin potansiyel doğrultuları, olası araştırma yolları
niteliğiyle potansiyel durumda yer almaları gerekir.
361.
… estetik (ya da, başka yerde
bilimsel) … biçembilimsel veya izleksel ilgi…
Düzenin ve beklentilerin
algılanmasını yapılaştıran ve kendi mantıkları içinde konumlar uzamının temel
bölünmelerini veya türlere ayrımı yineleyen özgül algılama ve değerlendirme
taslakları, kabul edilebilir ya da çekici veya tersine, olanaksız, ulaşılamaz
ya da kabul edilemez gibi biçimler altında ortaya çıkan konumları belirler
(üniversite “dalları” ya da bilimsel “uzmanlık” alanları için de aşağı yukarı
aynı şey geçerlidir).
364.
… bu kadar az kurumlaşmış bir alan içinde…
ex post Olguların
sonradan algılanması durumunu belirten ekonomi terimi. (krşt: ex ante)
366.
… akımlarının tarihini, bu bakış açısından
yeniden oluşturmak gerekir.
370.
Alana her yeni girenin ödemek
zorunda olduğu bedel, gündemde bulunan
sorunsal’ı temellendiren kazanımlar bütününe egemen olmaktan başka bir şey
değildir.
… kanı’lar, daha çok da “saldırılar”…
allodoxia
375.
(Marcel Duchamp) … “daha ileri
gitmek”, geçmişin ve şimdinin tüm girişimlerini bir tür sürekli devrim anlayışı
içinde aşmak isteğini her fırsatta dile getirir.
“‘Ressam gibi aptal’ deyiminden
gına geldi” der
Düzeni çok yakından tanıdığından,
birer sanat yapıtı olarak üretilmelerinin, üreticisinin bir sanatçı olarak
kabul edilmesini gerektirdiği nesneler üretir.
377.
(M.D.) … bilinçli olarak gizemci,
simyacı, söylensel veya psikanalitik kültüre başvurur.
378.
conatus çaba, atılım
379.
… isteme uyma, hiçbir zaman tam
anlamıyla üreticilerle tüketiciler arasındaki bilinçli bir uzlaşmanın ürünü değildir…
380.
Üretim alanıyla tüketim alanı
arasındaki günümüzde tanık olunan türdeşlik, sürekli bir eytişimin temelini
oluşturur.
381.
Öyle görünüyor ki, görece bir
özerklik ve biçembilimsel bakımdan
farklılaşmış ürünler sunan bir sanatsal üretim alanının oluşması, tarihsel
bakımdan farklı sanatsal beklentiler taşıyan iki ya da birkaç sanat patronu
kümesinin ortaya çıkışıyla birlikte gerçekleşir.
386.
Nasıl ünlü parfüm markaları,
müşteri kitlesinin aşırı büyümesine aldırmayıp, yeni kitlelere açıldığı oranda
ilk alıcılarının bir kesimini yitirmişse (düşük fiyatlı ürünlerin geniş
ölçeklerde tanıtımı satış rakamlarında bir düşüşe yol açar) … ekonomik ve
kültürel sermaye arasındaki farklılıklar az bulunan bir mala ulaşmada zamansal
sapmalarla açıklandığından, gözden düşmeye başlayan bir ürün … yeni müşterileri
yitireceğinden, ilk dönemlerdeki müşteri kitlesinin yaşlandığına ve toplumsal
niteliklerinin düştüğüne tanık olunur.
387.
Din ve sanat adına yapılan
girişimler gibi özdeksel kazancı yadsıyan ve kendilerini en kararlı biçimde
yadsımış olanlara kısa ya da uzun vadede
her türden kazançlar sağlayan girişimlerin özünde yer alan çelişki, kuşkusuz bu
girişimlere belirgin niteliklerini kazandıran yaşam çevrimi’nin temelinde yer alır: Bir çilecilik ve yadsıma
anlayışıyla dolu sembolik sermayenin birikimine dayalı ilk aşamayı, zamansal
kazançları ve bunlar aracılığıyla sembolik sermayenin yitirilmesine yol açan ve
rakip sapkın görüşlerin başarısını kolaylaştıran yaşam biçimlerinde bir
dönüşümü sağlayan bu sermayenin kullanılması evresi izler. Yazınsal veya
sanatsal alanda, böyle bir çevrimi hazırlayan kişi başarılı olsa bile bu
başarıya çok geç ulaşacağından ve habitus’unun
durağanlığı nedeniyle bile olsa ilk yüklencelerinden tümüyle kopamadığından, bu
çevrim başlangıç ilkesinin ötesine geçemez ve girişimi de onunla birlikte yok
olur; ama bu çevrim kalıtçıları ve sürdürücülerinin çileci girişimin tüm
kazançlarını bir araya getirebildikleri kimi dinsel girişimlerde (bu kişilerin,
söz konusu girişimlerin kendilerine sağladığı erdemleri ortaya koymak
zorunluluğunu duymaksızın) gereği gibi bir gelişim gösterebilir.
388.
… üretim düzeni içinde,
yapıtlarından başlayarak yazar ve sanatçıların uygulayımları da iki tarihin:
içinde yer alınan konumun üretim tarihiyle bu konum içinde yer alanların
eğilimlerinin üretildiği tarihin karşılaşmasının ürünüdür.
389.
… kültürel üretim alanı, sunduğu
konumlar pek fazla kurumlaşmamış, yasal bakımdan hiçbir güvence altına
alınmamış olduklarından, …
391.
Kurumlar karşısındaki
özgürlüklerin kendine kurumlar içinde bir yer bulabildiği çelişkili bir
evrendir bu.
392.
tanınma sermayesi
… sembolik sermayenin de ekonomik
sermayeye dönüşmesini
394.
Gerçekten de en tehlikeli
konumlarda, bu konumların sağlayabileceği sembolik kazançları elde edebilmek
için yeterince kalmayı başarabilenler, temelde, aynı zamanda yaşamlarını
sürdürebilmek için ikinci bir uğraşa atılmak zorunluluğu bulunmayan en tuzu
kurular arasından çıkar.
395.
Genel olarak, yeni konumlara ilk
yönelenler, ekonomik, kültürel ve toplumsal sermaye bakımından en zengin
olanlardır (tüm alanlarda, ekonomide olduğu kadar bilimlerde de doğrulanmış bir
savdır bu).
396.
(Cladel) Baudelaire’e bir önsöz
yazdırır…
400.
…daha çok kentsoylu olan
sembolizmle, küçük kentsoyluluğa daha yakın olan natüralizm…
402.
Daha çok gözetilen çevrelerden (bir başka deyişle orta
sınıftan veya büyük kentsoylularla aksoylu çevrelerden) kaynaklanan ve önemli
bir okul birikimine sahip olan sembolistler…
404.
Kendilerini tutku, sinirli hareketler içinde tüketen kişiler
hiçbir zaman tutkulu bir kitap yazamazlar. (J. de Goncourt)
408.
Alanın olası geleceği, her an, alanın yapısı içinde kendini
belli eder, ama her etken kişi, güçleriyle alan içinde nesnel olarak yer alan
olasılar arasındaki bağıntı içinde belirlenen nesnel potansiyellikleri
gerçekleştirerek, kendi geleceğini oluşturur - bu yolla da alanın geleceğinin
oluşmasına katkıda bulunur.
410.
habitus …
“çekirdek” olarak adlandırılan üyeleri bir araya getiren töredir.
… dikkati, böylece oluşturulmuş yapıtların ve yazarların
bütününe ilişkin birleştirici ilkeyi, daha da kötüsü, toplumsal kurallar içinde
kendini gösteren amaçların kuramsal tutarlılığını ve tarihin açık açık bunlara
yüklediği -izm’li bir kavramı yalnızca metinlerden çıkarmaya yönelik her türlü
girişimin ne kadar yapay, kısır, hatta yanıltıcı olduğuna çekmekle yetineceğim.
411.
Bu metin … hem ortak inanca dayalı yazının bir kurgu olarak
nesnel gerçekliğini, hem de her türlü nesnelleştirme karşısında ve buna karşı
yazınsal hazzı kurtarabilmek için elde bulundurulan olanaklara yeterli bir
açıklık kazandırıyordu:
Kuşkusuz göründüğünün dışında
pek fazla bir şey içermeyen mutlak bir yöntemin tutsağı olduğumuzu biliyoruz.
Bununla birlikte, bir bahaneyle savuşturmayı beceremediğimiz aldatmaca, almak
istediğimiz hazzı yadsıyarak tutarsızlığımızı ortaya koymaktaydı: Çünkü bu ötesi, hazzın bir etmenidir; ayrıca,
temel öğeyi gözler önüne sermek ya da hiçbir şeye ulaşamamak üzere okur
kitlesinin karşısında kurguya ve bununla bağlantılı olarak yazınsal düzeneğe
ilişkin kural tanımaz bir ayrıştırma yapmaktan nefret etsem, devindirici gücü
olduğunu söylerdim. Ama, bir yutturmacayla, yasaklanmış ve ulaşılamaz bir
yükseltide tasarılar yapılmasını yüceltiyorum! Yukarıda patlak veren şeylere
ilişkin bilinçten yoksunuz.
Neye yarar bu -
Bir oyuna. (Mallarmé)
Böylece, güzellik, sonsuz bir öz olarak güzele duyulan
Eflatuncu inanç karşısında, süregeldiği biçimiyle kendini üstlenmeye yazgılı
bir kurgudan; yazınsal yaşamın ve belki de kısaca yaşamın şu ölümlü dünyasında
eksik olana ilişkin aldatıcı bir aşkınlık içindeki gösterimi karşısında
yaratıcının boyun eğdiği katıksız bir fetişizmden başka bir şey olmayacaktır.
412.
Müziğin büyüsünden vazgeçme, birçok kez ertelenmiş bu bir
tür en son girişimin en önemli anını oluşturur; bu girişim aracılığıyla, şair
“ileri yaşlarda”, ama tam Descartes’a özgü bir gözü peklikle “ideal bunalımı ve
kendisini mutsuz kılan toplumsal nitelikli bir başkasını kavra(t)mayı” ve
yazının varlığına ilişkin inancı temellerinden sarsmayı dener: “Yazın diye bir
şey var mıdır?” Belki de “erinç içinde, tehlikeli olarak açıklanan bu tür bir
sorgulamanın” ve tüm yazınsal inançlardan böyle köklü bir biçimde “kurtulmanın”
sonunda geriye ne kalır? Özel bir geçmiş içinde sonsuzca yinelenen “zar
atışlarından” devralınan, “yirmi dört harflik bir sofuluk” ve bir “uğraş”, yazınsal düzenin anlamı’yla
karıştırılmaması gereken yazı düzeninin
anlamı, bunların bakışımlılığı (“Kişi, yerleşmiş olan ve yazına özgü
onurlara da büyük bir beğeni duymaz”). Şairin kendisine gelince, onun etken mi
etkilenen mi (“eylem, yansıma”) ve dize anlamına gelip “doğaüstü bir terim”
olan, şiirsel telos’un (amaç), doğa
dışına ya da doğaya karşı olana ulaşmanın da, “kendi girişiminin veya kutsal
özelliklerin gizil gücü[nün]” bir ürünü, “ilkeden çok!, aracı” olup olmadığını
sormak yersizdir.
413.
(Mallermé) … şiire duyulan tapıncın “sunağını bezemeyi” ve
köklü bir estetik geleneğin fizikötesi düşlerini sürdürmeyi kabul etmemekle
birlikte, dile özgü bir şenlik ateşinin Piron’cu oyunlarına kapılmaktan kendini
alamaz…
414.
“kendi düşünün sahteliğinin bedelini kendi kendine ödeme”
Her ne pahasına olursa olsun kurtarmak istediği ve belli
belirsiz bir özseverlik içeren kendi kendine yönelik hazzın, “yazınsal
düzeneğin” işleyişinin hem koşulu hem de ürünü, düzene ve beklentilerinin
değerine duyulan ortak inanç olan illusio
içinde kök salmaması durumunda bir yanılsama gibi görülmesi kaçınılmazdır.
Ancak “almak istediğimiz” için alabildiğimiz bu hazzı ve onun “etmeni” olan
Eflatuncu yanılsamayı kurtarmak için, kırılgan fetişi, her türlü eleştirel
açıklığın etki alanı dışında bırakan kimin yaptığı belirsiz yutturmacayı başka
bir belirleyici kurguyla “yüceltmek”ten başka bir seçeneği yoktur.
Sanatın; yazının, bilimin, hukukun ya da felsefeninkiler
türünden saygınlık ve gizemlerle en çok çevrili olan ve herkesçe en çok
benimsenmiş, en çok evrensel değerleri elinde bulunduran toplumsal düzenlerin
oluşturucu düzeneklerini ortaya koyup koymaması -bu durumda bu, kınamakla aynı
anlama gelir- konusuna Mallermé’nin getirdiği çözüm, bu çözümü sunma biçimi
kadar doyurucu değildir. “Yazınsal düzenek”in gizini saklamak ya da bunu ancak
alabildiğince titizlikle örtülmüş bir biçim altında açığa çıkarmak, Austin’in
dediği gibi “yasal düzmeceleri” kendi gerçeklikleri içinde göğüslemek ve aşkın
bir boş güvence beklentisine karşı büyük insancı yutturmacaların en azından
ikiyüzlülüklerini yücelttikleri değerlere duyulan inancı sürdürmek için gerekli
olan etkili bilinçliliğe ve kesin el açıklığına, yalnızca birkaç büyük yeni
başlayanın ulaşabileceği konusunda önyargıya varmak demektir.
426.
(Tutucu aydınlar) Durmadan yerdikleri eleştirel düşüncenin
yol açtığı tartışmalar da olmasa, üzerinde söyleyebildikleri hiçbir şeyin
kalmayacağı, içinde söyleyebilecekleri hiçbir şey bulamayacakları bir dünyada,
sorunlara karşı hiçbir önlem almazlar.
428.
… ekonomi ve siyaset konularında egemen olanlar, sanat ve
yazında tanık olunmayan bir uzmanlık savı güderler…
436.
Felsefecilerin, dilbilimcilerin, göstergebilimcilerin, sanat
tarihçilerinin, yazının (“yazınsallık”), şiirin (“şiirsellik”) veya genel sanat
yapıtının özgüllüğü ve bunların gerektirdiği gerçek anlamda estetik algılama
sorusuna getirdiği çok sayıdaki yanıtlar, nedensizlik,
işlev yokluğu ya da biçimin işlev karşısındaki önceliği, çıkardan arınma, vd. gibi niteliklerin
öne çıkarılması için bir araya gelirler. Kantçı incelemenin değişkelerinden
başka bir şey olmayan tüm tanımları, örneğin sanat yapıtının işlevinin bir
işlev taşımamak olduğu (savını) veya sanatsal gözlemin bir “bağımsız ilgi”
olduğu (savlarını) anımsatmayacağım.
… son derece özel ve toplumsal uzamla tarihsel zaman içinde
konumlandığı tartışma götürmeyen bir sanat yapıtı deneyimini evrensel öze
dönüştürmek için sürdürülen girişimlerin belirgin örneğini sunmakla
yetineceğim: Harold Osborne’a göre, estetik tutum, dikkatin yoğunlaşmasıyla
(çevresince algılanan nesneyi ayırır, söylemsel ve çözümlemeli etkinliklerin askıya
alınmasıyla (toplumbilimsel ve tarihsel bağlamı göz ardı ederek), çıkar gütmeme
ve ilgisizlikle (geçmişteki ve gelecekteki kaygıları bir yana bırakır) ve son
olarak da nesnenin varlığına aldırmamayla kendini belli eder.
437.
“Klasik beğeni, özel mektupların, resmi söylevlerin ve
kahramanların kalkanlarının sanatsal
olmalarında diretiyordu […], buna karşın çağcıl beğeni, mimarinin ve
küllüklerin işlevsel olmalarında diretmektedir.” (E. Panofsky)
439.
Soyoluş (filogenez), Bireyoluş (ontogenez)
444.
… sanat alanının
oluşturulmasını betimlemek … yalnızca sanatçının özerkliğine ilişkin
belirtilerin (sözleşmelerin incelenmesiyle ortaya
çıkarılan imza, sanatçının özgül yeteneğinin savunulduğu açıklamaların veya
sürtüşme durumunda yetkililerin yargıcılığına başvurma, vd. durumların
incelenmesinin ortaya koyduğu belirtiler gibi) değil, ama aynı zamanda
kültürel iyeliklerin ekonomisinin işleyişi koşulunu oluşturan özgül kuruluşlar
bütünün: sergilerin (galeriler, müzeler, vd.),
üreticilere öykünen kurumların (güzel sanatlar
okulları, vd.), alanın nesnel olarak gerektirdiği yeteneğe ve sıradan yaşam içinde geçerli kategorilere
indirgenemeyen, sanatçıyla ürünlere yönelik özgül bir değerlendirme ölçütünü
benimsettirebileceği özgül algılama ve
değerlendirme kategorilerine sahip olan uzmanların (satıcılar,
eleştirmenler, sanat tarihçileri, koleksiyoncular, vd.) ortaya çıkışı
gibi alanın özerklik belirtilerinin de dökümünün yapılmasıyla sonuçlanır.
446.
… müzeler gibi genellikle farklı amaçlar için üretilmiş
(dinsel resimler, dans ve tören müzikleri, vd. gibi) yapıtları sergilemekten
başka bir amaç taşımayan kamu
kuruluşları, yapıtları kökenlerinde yer alan bağlamdan soyutlayarak bunları
çeşitli dinsel veya siyasal işlevlerinden koparan, dolayısıyla bir tür eylem
içinde epokhe (yargının askıya
alınması) yoluyla onları gerçek sanatsal işlevlerine indirgeyen toplumsal
kopuşu gerçekleştirirler. Yalıtma ve ayırma (frames apart) işlevi taşıyan müze, kuşkusuz, olguların bıktırıcı
değişmezliği içinde sürekli bir biçimde yinelenen oluşturum eylemine en uygun ve hem sanat yapıtlarına tanınan
kutsallık konumunun hem de bunların yüceltim bakımından gerektirdikleri
yeterliliğin kesinlendiği ve aralıksız bir biçimde yinelendiği yerdir. Her
şeyden önce katıksız gözleme ayrılmış bu yerin benimsettirdiği resim sanatı
deneyimi, bu yapıtların sergilenmesiyle oluşan ulamın kendisine bağlanan tüm
nesnelerin deneyiminin kuralı durumuna dönüşme eğilimi gösterir.
447.
Demek oluyor ki
katıksız estetiğin tarihini bu bakış
açısından yeniden oluşturmak ve
söz gelimi başlangıçta Tanrıbilimsel
gelenek içinde geliştirilen kavramları, özellikle de neredeyse tanrısal bir
yeti olan “imgelem”e sahip olan ve “ikinci bir doğa”, “ikinci bir dünya”,
kendine özgü ve özerk bir dünya üretebilecek “yaratıcı” olarak sanatçı
kavramını, profesyonel felsefecilerin sanat alanına nasıl kattıklarını
göstermek gerekir;
1735 tarihli Réflexions philosophiques
sur la poésie’de Alexandre Baumgarten’ın, Leibnizci evrendoğum (kozmogoni)
kuramını estetik alanına nasıl aktardığını göstermek gerekir. Bu kurama göre, Tanrı, olası
en iyi dünyayı yaratırken, tümü de uyumlu ve özgül iç yasalarca düzenlenmiş,
şairin bir yaratıcı olduğu ve şiirin
gerçekliğinin de dış gerçeklikle uyum içinde olmaktan değil, iç uyumundan
kaynaklandığı, kendi yasalarına uyan sayısız dünya arasında bir seçim
yapmıştır; Karl Philipp Moritz’i sanat yapıtının, “varoluş nedenini kendi
içinde” taşıdığı için güzelliği “yararlı olmayı gerektirmeyen” bir mikrokozmos
olduğunu yazmaya neyin yönlendirdiğini belirtmek gerekir; bir başka kuramsal doğrultu
içinde (her düşünürü kendi alanı içinde konumlandırarak toplumsal boyutunun da
göz önünde bulundurulması gereken) en üstün niteliğin, Eflatuncu ve Plotinci,
ama yanı sıra Leibnizci farklı kuramsal temelleriyle birlikte Güzel olanın
gözlemlenmesine dayandığı düşüncesinin çeşitli yazarlarda ve özellikle de
Shaftesbury’de, Karl Philipp Moritz’de ya da sanat yapıtını üretenin değil de
alılmayıcının, daha doğrusu seyredenin bakış açısını benimseyen Kant’ta,
ardından Schiller’de, Schlegel’de, Schopenhauer’da ve daha birçoklarında nasıl
geliştiğini; özellikle Alman kökenli olan bu felsefe geleneğinin, Victor Cousin
aracılığıyla “yaratıcı”, “öteki dünya” ve katıksız gözlem kuramını kendilerince
yeniden bulgulayan Baudelaire veya özellikle Flaubert gibi sanat için sanat
yanlısı yazarlara nasıl bağlandığını göstermek gerekir.
Kant’ı ele alırken
yapmayı denediğim gibi, her durumda, sanat yapıtıyla olan bağın her zaman
içerdiği toplumsal bağıntının belirtilerini ortaya koymak (sözgelimi katıksız
ve katışık, akılla ve duygularla kavranabilen, ince ve bayağı gibi ikili
sıfatlar içinde) ve bu gizli ama temellendirici bağıntıyı yazarın alan
(felsefi, sanatsal, vd.) ve toplumsal uzam içindeki konumu ve yörüngesiyle
ilintilendirmek gerekir. Genellikle ayrılmaz bir biçimde bilinçli ya da
bilinçdışı aktarıma veya yeniden bulgulamaya bağlı olan geri dönüşlerin ve
yinelemelerin kuşkusuz biraz yavanlaştıracağı böyle bir soybilim, ortak bir
biçimde paylaştıkları için, tüm aydınların, bilginin (önsel olarak) evrensel
bir biçimi gibi görmeyi yeğledikleri bilinçdışının en güvenli ve en köklü
araştırısını oluştururdu.
448.
Sanatsal alan bu niteliğiyle böylece oluştuğu ölçüde, sanat
yapıtının, değerinin ama yanı sıra anlamının da üretimi giderek daha az oranda
yalnızca sanatçının çalışmasına bağlı kalır ve çelişkili bir biçimde, giderek
daha fazla bakışı kendi üzerinde toplar; sanatsal, büyük ya da küçük, ünlü, bir
başka deyişle yüceltilmiş veya tanınmayan olarak sınıflandırılan tüm yapıt
üreticilerini, kendileri de bir alan oluşturan eleştirmenleri,
koleksiyoncuları, aracıları, müze müdürlerini kısacası sanatla bağlantısı olup
sanat için yaşayan ve ekmeğini sanattan kazanıp sanat yapıtının anlam ve
değerinin tanımlanması, dolayısıyla sanat ve (gerçek) sanatçı dünyasının
sınırlarının belirlenmesi adına sürdürülen rekabet sürtüşmeleri içinde
birbirleriyle karşıtlaşan ve bu çatışmalar aracılığıyla sanat ve sanatçının
değerinin üretimine katkıda bulunan herkesi işin içine katar.
Eğer sanat yapıtları bilimi günümüzde henüz emekleme
dönemini yaşıyorsa, bunun nedeni kuşkusuz bu bilimi üstlenenlerin ve özellikle
sanat tarihçileriyle estetik kuramcılarının, farkında olmaksızın ya da bu
çalışmalardan en azından tüm sonuçları çıkarmadan, içinde sanat yapıtlarının anlam
ve değerinin üretildiği çatışmalara girmiş bulunmaları, kendilerine konu olarak
aldıklarını sandıkları şeyin etkisine kapılmış olmalarıdır. Bunun böyle
olduğuna inanmak için, sanat yapıtlarını düşünmek, özellikle de onları
yargılamak ve değerlendirmek üzere başvurulan kavramların, Wittgenstein’ın da
belirttiği gibi, ister türler (şiir, tragedya, güldürü, dram veya roman),
biçimler (balad, rondo, sone veya sonat, aleksandren ya da serbest dize), dönem
ya da biçemler (gotik, barok veya klasik) veya isterse akımlar (izlenimciler,
sembolistler, gerçekçiler, natüralistler) söz konusu olsun, olabilecek en uç
belirsizlik içinde tanımlandığını gözlemlemek yeterlidir. Ve sanat yapıtını
nitelendirmek, algılamak ve değerlendirmek için kullanılan kavramlardaki karmaşa,
en az sanat deneyimini yapılaştırmak için kullanılan sıfat çiftlerindeki denli
güçlüdür.
450.
… “merkezdekiler”in, bir başka deyişle egemenlerin,
“çevrediler”in tutum belirlemelerini bir gecikme ya da “taşralılık” etkisi
olarak betimlemeye yönelik istekleri…
… beğeniler konusu her zaman tartışmaya açık kalmakla
birlikte -ve, herkesin bildiği gibi tercihlerin sürtüşmesi gündelik iletişim
içinde gerçekten büyük bir yer tutsa da-, bu alanda iletişimin ancak yoğun bir
yanlış anlama içinde gerçekleştiği de kesindir.
451.
Fransızcadaki catégorie
(ulam) sözcüğü, Yunanca katégorien,
suçlamak sözcüğünden gelir.
… bakış açılarının göreceliğinin olumsuzlanması niteliğini
taşıyan bir evrensellik, bir mutlak yargı adına biçimlendirildikleri de bir
gerçektir. “Temel düşünce”, tüm toplumsal evrenlerde ve özellikle içinde
beklentisi evrensellik olan çabaların sürdürüldüğü dinsel alanı, bilimsel
alanı, yazınsal alanı, sanatsal alanı, yargı alanını, vd. kapsayan kültürel
üretim alanlarında kullanılır. Bu durumda, özlerin kurala dönüşeceği son derece
açıktır.
452.
… farklı iki habitus’la
donanmış iki kişinin, aynı durumları yaşamadıkları ve aynı dürtülere açık
olmadıkları için, bunları farklı biçimlerde oluşturmaları nedeniyle aynı
müzikleri dinlemedikleri, aynı tablolara bakmadıkları ve sonuçta da farklı
değer yargıları taşıma hakkını ellerinde bulundurdukları varsayılabilir.
Estetik algılamayı yapılaştıran karşıtlıklar önsel bir biçimde ortaya çıkmaz;
tarihsel olarak üretilip yinelenirler, uygulanımlarına yönelik tarihsel
koşullardan ayrı tutulamazlar…
… estetik duygu, özgül bir eğitim yoluyla sanat yapıtının
potansiyel her tüketicisi içinde yinelenmesi gereken alanın tüm tarihinin bir
ürünüdür.
455.
Alanın kendi geleneğine öncü kesimin sanatçıları denli kimse
bağlı değildir; işi, bu geleneği ters yüz etmeyi amaçlamaya değin vardıran öncü
kesim sanatçıları, nayif gibi görünme pahasına, kendilerini kaçınılmaz bir
biçimde alanın tarihine ve bunun yeni gelenlere kabul ettirdiği olasılar uzamı
içinde geçmişte kalan önceki tüm aşılma girişimlerine göre konumlandırmak
zorundadırlar.
458.
…okurun “bilincinin” sanki “yazarın bilinciymiş gibi”
davrandığı eşduyumsal kaynaşma durumuna ulaşmak için kendini yazar yerine koyma
çabası…
… kimi esinli yorumcular, yorumu “yaratıcı” bir etkinlik
gibi tanımlayarak bu özdeşliğe bir kuram niteliği kazandırmışlardır.
459.
Kısacası, başkalarının yaşam deneyimini yeniden yaşamak veya
yeniden canlandırmak diye bir şey söz konusu olamaz ve gerçek kavrayışı
yakınlık duygusu değil, yakınlık duygusunu gerçek kavrayış sağlar; daha doğrusu
gerçek kavrama, özseverliğin yadsınmasına dayalı olup gerekliliğin
bulgulanmasına eşlik eden bir tür amor
intellectualis’e yol açar.
modus legendi :
okuma biçimi
legenda : okuma
etkinlikleri
460. Tüm zamanlı bir insancılık anlayışının, son derece
doğal göründüğü için açıklanmasına gerek bile bulunmadığı düşüncesinin 19.
yy’ın başlarına değin “klasik dil ve yazın” olarak adlandırılan şeyin
belirlenmesinin temelinde yer aldığı bilinmektedir: Bu “kültür”, temelde Yunan
ve Roma antik döneminin önemli metinlerinden oluşur; konusunu oluşturdukları
yorumlar, dilbilgisel ve sözbilimsel alıştırmalar aracılığıyla, bu metinlerin,
siyasetin, törebilimin ve fizikötesinin temel sorunlarını ele almak için
gerekli olan her zaman geçerli konuları sağladığı varsayılır. Durkheim’ın gözlemlediği gibi, “her şey,
gençliğin, insanın her zaman ve her yerde kendine benzediğine yönelik kanısını
canlı tutmak zorundadır; insanın yalnızca tarih içinde gösterdiği değişimler,
dış ve yüzeysel değişimlere indirgenebilir […] demek oluyor ki, okuldan
çıkıldığında, yerlerin ve koşulların çeşitliliğinden etkilenmediği gerekçesiyle
insan doğasını bir tür sonsuz, devinimsiz, değişmeyen, zamandan ve uzamdan
bağımsız gerçeklik dışında başka bir şey gibi görmek olanağı yoktur.” 19. yy
boyunca, eski diller ve yazınlar izlencelere egemen olmayı sürdürür ve
Encyclopédie’nin anlayışı içinde gözlem ve deneyi öne çıkarmayı amaçlayan bir
azınlığın oluşturduğu akımın çabalarına karşın, eğitim, sözbilim (Latince ve Fransızca
söylem aracılığıyla) ve ahlaksal eğitime, daha doğrusu “düşüncenin
geliştirilmesine” yönelik görünümünü korur.
461.
Lector’un
okunması, toplumca onaylanmış bir yararcı
boş zaman etkinliği durumu olan skholé’yi
gerektirir; burada “oyunlar bir ciddilik içinde” sürdürülür ve oyunsu şeyler
ciddiye alınabilir; bundan dolayı, bu okuma, oyunsu şeylerin üniversite
geleneğinin tarihsellikten arınmış yapıtına olduğu denli biçimci erekten doğmuş
yazınsal yapıta da gerektirdikleri şeyleri tam olarak sağlar.
Katıksız üretim, katıksız okumayı üretir ve gerektirir ve ready-made’ler bir anlamda, yorum için
ve yorum aracılığıyla üretilmiş tüm yapıtların bir sınırından başka bir şey
değildir. Alan özerkliğine kavuştukça, yazar, kendini çözülmeleri gereken, dolayısıyla yapıtın özünde bulunan çokanlamlılığı tüketmeksizin, araştırma için gerekli
olan yinelemeli okumaya açık yapıtları kaleme almada giderek kendini daha
çok yetkili görür. Üretimin ve üreticilerin toplumsal tarihine yönelik her
türlü indirgemeci gönderimi ve yazınsal yapıtın tartışmacı ve siyasal gücünü
canlandırmaya yönelik her türlü tarihçi amacı dışarlayan “katıksız” okuma ise,
tek amacı yapıtın biçimi içinde yer alan amaç dışında bir amaç gütmemek olan
bütün yapıtların “ereğini” (Panofsky’nin dediği gibi) bir doğallık içinde
benimser. Buradan da, … [skolastik bakış açısının], ancak, tüm ülkelerde
ayrımına varmaksızın estetik kuramlarının kusursuz döngüsü içinde kapalı kalan scholars’ın (bilgin), … tarihten
arındırıcı bir okumanın katıksız bakışını katıksız ve tam anlamıyla
tarihsellikten arınmış bir yapıtın aynasına yansıtması durumunda en çok görünmez olduğu ortaya çıkar.
463.
Çağdaş ya da birbirini izleyen dönemlerden gelen
felsefecilerin, birbirlerine yalnızca benimsenmiş metinleri değil, genellikle
kalem tartışmalarının yol açtığı kınamaların ya da bazen slogan gibi de işlev
görebilen yıkıcı saldırıların da damgasını vurduğu yapıtları, okul unvanlarını,
budanmış alıntıları, -izm’li kavramları da birbirlerine aktardıkları unutulur.
Bir aydın kuşağının “mantığına”, gözle görülmeyen ve dile getirilmeyen birer
destek oluşturan ve kimi yapıtları birkaç anahtar sözcüğe, göze hoş görünen
birkaç alıntıya indirgeme eğilimi gösteren dersler ve ders kitapları
aracılığıyla, artık basmakalıp bir nitelik edinmiş olan bilgiler aktarılır.
469.
… tarihsel durumun belirlemelerine az çok güçlü bir biçimde
bağlı olan ve aralarında kimilerinin, özellikle de düşünce araçlarının
(yöntemler, kavramlar, vd.) tarihsel geçmişle ilgili olarak bizim içinde
bulunduğumuz andaki algılamamızı yönlendiren ve düzenleyen (böylece de,
geçmişten sapmayı görünürde yıkmaya
katkıda bulunan) tarihsel çalışmanın ürünlerinin, belgelerin, anıtların,
gereçlerin uygun bir biçimde üstlenilmesi sorununun çözümünü herhangi aşkın bir
düşünceden değil de, ortak ve toparlayıcı bir çalışma olan tarihsel bilim
çalışmasından beklememiz gerekir. Gerçekten de, yalnızca böyle bir çalışma,
yapıtın üretimine ilişkin toplumsal koşulları yeterince tanımamızı sağlayabilir
ve aynı zamanda onun nedenini
açıklayabilecek olanakları da sağlayabilir, bir başka deyişle ona özgül
gerekçesini ve gerekliliğini kazandırabilir, kısacası varlığının zorunlu
niteliğini duyumsatabilir (bu, Gadamer’in sandığı gibi tarihsel çevrenin
yeniden canlandırılması anlamına gelmez); …
… bilincin karşısına evrensel öz görünümü altında çıkan,
tarihin nesnelleştirilmiş veya bütünlüğe kavuşturulmuş izlerinin tarihsel
gerçekliğini yeniden bulgulama olanağını, yalnızca toplumsal tarih verebilir.
470.
Özgür düşünceye, tarihsel bir anımsatma gücü aracılığıyla
ulaşılabilinir; bu anımsatma gücü, düşünce içinde tarihsel çalışmanın göz ardı
edilen bir ürünü niteliğini taşıyan her şeyi ortaya koyabilecek yeterlikte
olmalıdır.
… bizim düşüncelerimiz kendi yapılarının bireyoluşunu ve
soyoluşunu unutmuştur.
475.
… sanatsal algılamanın toplumbiliminin ne olması gerektiği… …yaptığım bir sunuşta (P. Bourdieu, “Elements
d’une théorie sociologique de la perception artistique” 1968)… Sanat yapıtının
anlaşılmasını bir çözme eylemi
biçiminde tanımlayarak, sanat yapıtı biliminin amacının, tarihsel bakımdan
oluşturulmuş bir sınıflandırma (ya da bölünme ilkeleri) dizgesi olarak
tanımlanan, farklılıkları adlandırmayı veya ayrımına varmayı sağlayan bir dizi sözcük içinde belirginleşmiş sanatsal kural’ı yeniden oluşturmaya dayandığını
ortaya atmıştım; daha doğrusu, sanat yapıtı biliminin amacı, zaman ve uzam
içinde, özellikle özdeksel ve sembolik üretim araçlarının dönüşümüne bağlı
olarak değişiklikler gösteren bu kuralların tarihini oluşturmaya dayanır.
476.
(bu sunuşumda)… duyarlılığın çıkardan arınmış düzeninin ve
Kant’ın sözünü ettiği duyumsama yetisinin katıksız alıştırmasının, olasılığın
son derece özel tarihsel ve toplumsal koşullarını, estetik hazzı, içinde
“katıksız” ve “ilgiden arınmış” yeteneğin kalıcı bir biçimde oluşabileceği,
ekonomik ve toplumsal koşula ulaşabilenlerin bir ayrıcalığı olduğundan şu “her
insanın duyumsaması gereken” katıksız estetiği varsaydığını anımsatıyordum.
… duyarlı bilginin özgül mantığına yönelik incelememde, daha
baştan açıkça ortaya koymayı denemekle birlikte, anlıkçı anlayıştan kopmada
birçok güçlükle karşılaştığımı söyleyeyim; bu anlayış, Panofsky’nin kurduğu
ikonolojik gelenek içinde, özellikle de o sıralar doruk noktasına ulaşmış
göstergebilimsel gelenek içinde bile sanat yapıtının algılanmasını bir çözme
eylemi olarak veya Austin’in “skolastik bakış açısı” olarak adlandırdığı şeye
doğal bir yatkınlık gösteren son derece özgün bir lector yanılgısı aracılığıyla, yaygın bir biçimde söylendiği gibi,
bir “okuma” olarak algılamaya eğilim gösteriyordu. Bu bakış açısı, Bakhtine’in
söylediği gibi, dili (kılgısal bir biçimde konuşulup anlaşılmaya yönelik değil
de) çözülmesi gereken geçersiz belge
gibi görmeye yönelik olan “filolojizm”in ve daha genel bir düzlemde, çeviri örneğine dayalı her türlü anlama
edimini oluşturmaya ve ne türden olursa olsun, bir kültürel yapıtın
algılanmasını, üretim ve yorumlama kurallarının bilinçli bir biçimde gün
ışığına çıkarılıp uygulanmasını gerektiren düşünsel bir çözme edimine
dönüştürmeyi amaçlayan yorumbilimin temelinde yer alır.
478.
Günümüzde kültürel bakımdan en yoksul kişilerin, bir sanat
tutkunu olarak, uygulama durumunda
üretim alanının özerkleşmesinden kaynaklanan, tavır ve biçem farklılıklarının
dolaysız bir biçimde algılanmasına olanak tanıyan özgül kategorilere sahip olmamalarından dolayı sanat yapıtlarına
ancak gündelik yaşamda kullandıkları kılgısal taslakları uygulayabilmeleri
nedeniyle, “gerçekçi” denilen bir beğeniye eğilim göstermeleri… Bunların
(Pierro della Francesca’nın çağdaşları) böylece elde edebildikleri dolaysız
kavrayış … günümüzün kültürlü amatörüne sağladığı dolaysız algılamayla çok
fazla ortak yanlar taşımaz.
479.
Tarihselciliğin yadsınması üzerine kurulu olan yanıltıcı
yarım yamalak algılamadan kurtulmak için, tarihçi, quattrocento insanının
“ahlaksal ve tinsel bakış açısını”, bir başka deyişle ilk olarak bu kurum’un toplumsal koşullarını -bu kurum
olmaksızın resim istemi, dolayısıyla pazarı oluşamaz-, resme, daha kesin bir
anlatımla şu veya bu türe, tavıra, konuya: "Elde etmekten duyulan hazza,
etken bir sevgiye, belli bir yurttaşlık bilincine, kendiliğinden anmaya ve
belki de kendi reklamını yapmaya yönelik eğilime, zengin kimseler için
zenginlik ve hoşa gitme yoluyla bir ödünleme biçimine, resim beğenisine ilişkin
ilgi'yi yeniden oluşturmak
zorundadır…"
480.
İşverenle ressam arasındaki ilişki, siparişi verenin ressama
neyi, ne kadar zamanda, hangi renklerle resimleyeceğini buyurduğu yalın bir
ticari ilişki niteliğini koruduğu sürece, yapıtların gerçek estetik değeri bir
değer olarak, daha açık bir anlatımla ekonomik değerden bağımsız olarak
kavranamaz…
481.
Sıradan bir tasarı niteliği taşıyan bir "dünya
görüşü" oluşturmak, eski ama bilimsel gelenek içinde en çok kullanılan Weltanschauung (dünya görüşü) kavramına
bir anlam katmak amaçlandığı durumda, tam anlamıyla sıra dışı, hatta
olanaksızmış gibi bir nitelik edinir. Bunun nedeni … "bir toplumun görsel
alışkanlıklarının büyük bir kesiminin yazılı belgelere doğal bir biçimde
yansımamasıdır."
Tarihçinin, aritmetik kullanımları, dinsel uygulayım ve
betimlemeleri ya da 15. Yy. İtalyan dansının uygulayımlarını kapsayan yazılı
kaynaklara dayanarak elde ettiği birbirlerinden ayrılmaz bir biçimde bilişsel
ve değerlendirmeci olan eğilimleri tanıması, ona, resimleri tarihsel kökenleri içinde
anlama ve bu yolla da bunları tarihsel bir dünya görüşünü konu alan belgeler
gibi ele alma, resim betimlemesine özgü gözle görünür özellikler içinde, ressam
ve izleyicilerin kendi görüşleri ve dünyanın resim aracılığıyla betimlenmesi
görüşleri içine kattıkları algılama ve değerlendirme tasarımlarına ilişkin
özeelikleri bulma olanağı sağlar. "Din,
eğitim, iş dünyasının" biçimlendirdiği "ahlaksal ve tinsel
bakış", "quattrocento'nun bakışı", gündelik yaşam uygulayımları
içinde, okulda, kilisede, pazarda dersleri, söylevleri veya vaızları izleyerek,
buğday ya da kumaş toplarını ölçerek veya bileşik faiz ya da deniz sigortasına
ilişkin sorunların üstesinden gelerek edinilip tüm sıradan yaşam içinde, ayrıca
sanat yapıtının üretim ve algılanması içinde uygulamaya konulan algılama ve
değerlendirme, yargı ve tat alma tasarımlarının dizgesinden başka bir şey
değildir.
483.
Bir resimden hoşlanmak, quattrocento döneminin satıcısı söz
konusu olduğunda, en "zengin", görünürde en pahalı renkler ve en
açıkça sergilenen resim uygulayımı biçiminde kendini bulmak, harcamalarının karşılığını almak, parayla resmi
satın almaktır; ama aynı zamanda bu, -burada, estetik hazzın modernizm öncesi
biçiminin tanımını da bulabiliriz-, resim içinde kendini tümüyle bulmaya,
burada kendini tanımaya, rahat olmaya, yabancı hissetmemeye, kişinin kendi
dünyasını ve dünyayla bağlarını yeniden bulmaya dayanan ek doyumu bulmaktır:
Sanatsal gözlemin sağladığı erinç,
sanat yapıtının, nedensizliğin yoğunluk kazandırdığı bir biçim altında,
dünyayla dolaysız, bilinç ve düşünce öncesi bir uyumun deneyimi, kılgısal
anlamda nesnelleştirilmiş anlamlandırmalar arasında inanılmaz bir rastlantı
olarak mutluluğu oluşturan başarılı kavrayış edimlerini gerçekleştirme
fırsatını sağlamasından kaynaklanır. Bu da, sanat sevgisini tutkulu bir dil
içinde betimleyen etkileyici ideolojinin "iyi temellendirilmiş bir
yanılgı" olduğu anlamına gelir: …
484.
… estetikçilerin durmaksızın vurguladıkları gibi, sanatsal
deneyim, çözümleme ve uslamlamanın değil de anlam ve alanına giriyorsa, bunun
nedeni, birbirlerini karşılıklı olarak gerektiren oluşturucu eylemle oluşmuş
nesne arasındaki eytişimin, habitus’la
dünya arasındaki özde anlaşılması güç ilişki içinde gerçekleşmesidir.
491.
…doxa’nın
önvarsayımlarının doğal uygulamasından kaynaklandığı için gerçek anlamda açık
çelişkilerle dolu bir alladoxia’ya
yönelik gerçek bir kışkırtma niteliği taşıyan bu tuzağa yakalanan okur…
492.
…profesyonel okurun “skolastik” okuma etkinliği…
493.
Gerçekleşmeleri için izleyicinin etkin katılımını gerektiren
kinetik sanat yapıtlarını andıran Faulkner’ın romanları…
495.
İçine daldıkları dünyanın anlamının oluşturulmasında aynı
önvarsayımları ortaya koyan bir dizi etken kişinin ortak bir biçimde paylaştığı
dünya ve zamanla kılgısal ilişki, bu dünyanın deneyimini usun dünyası olarak
temellendirir. Toplumsal dünyanın yapılarının -ve, özellikle de dolaysız
eğilimleriyle zamansal uyumunun- birbirlerine eklemlenmesinin bir ürünü olan
kılgısal anlam niteliğiyle habitus,
genel olarak olayların akışıyla doğrulandıkları için, bildik dünya ile, bir
özneyle nesne arasındaki bağıntıya hiçbir biçimde indirgenemeyen, dolaysız bir
yakınlık veya varlıkbilimsel ortaklık ilişkisini temellendiren önvarsayımlar (assumptions) ve öncelemeler üretir.
Kısacası habitus,
toplumsal yapılaşmanın, dünyanın anlamını, daha açık bir deyişle
anlamlandırılmasını ama ayrılmaz bir biçimde gel-eceğe yönelimini kılgısal olarak oluşturmamızı sağlayan tüm
önceleme ve önvarsayımların ilkesidir.
501.
… Flaubert, gerçeği kurgularla uyumlu kılmaya yönelik
eğilimin ilkesini, gerçeği bir yanılgı gibi görmeye ve illusio’yu, Durkheim’ın din konusunda kullandığı terimle “iyi
temellendirilmiş bir yanılsama” gerçekliği içinde algılamaya yönelten bir tür
kopuş, ilgisizlik, stoacı sarsılmazlığın edilgen bir değişkesi içinde bulduğunu
anımsatır.
…Gerçekliğin kurgusu ve kurgu olarak gerçeklik sorunu…
… toplumsal dünyanın en köklü yapıları…
505.
Her yerde, bir gürültü ve şamata içinde aydının öldüğünü,
bir başka deyişle, ekonomik ve siyasal düzenin güçleriyle karşıtlaşabilecek
karşı güçlerin sonuncularından birisinin sonunun geldiğin söylemek moda oldu.
Burada, kültürü ne bir kalıt, belirli bir sofulukla dolu
zorunlu saygının yansıtıldığı ölü bir kültür, ne de bir egemen olma ve
ayrımlaşma gereci, özünde günümüzün yeni Batı savunucuları için birbirlerinden
pek de farklı olmayanların karşısına dikilen uç kültürler gibi değil de
özgürlüğü varsayan bir özgürlük aracı, kapalı, şey kültürünün opus operatum’unun sürekli aşılmasına
olanak tanıyan modus operandi olarak
ele alanlara sesleniyorum.
506.
Aydın, çelişkili bir kişidir; özerklik ve bağlanma, katıksız
kültür ve siyaset arasındaki zorunlu seçenekler içinde kavranmadıkça bu
niteliğinin anlaşılmasına olanak yoktur. Bunun nedeni, tarihsel bakımdan bu karşıtlığın
içinde ve bunun aracılığıyla oluşmasından kaynaklanmaktadır: …
Aydın, iki boyutlu bir kişiliktir; ancak (ve ancak) özgül
yasalarına uyduğu özerk (daha açık bir deyişle dinsel, siyasal, ekonomik
güçlerden bağımsız) bir düşün dünyasının sağladığı özgül bir yetkeyle donanması
ve ancak (ve ancak) bu özgül yetkeyi siyasal savaşımlara katması durumunda bu
niteliğiyle var olur ve varlığını sürdürür.
507.
Her türlü aşkın yanılsama biçimlerinin temelinde yer alan
oluşuma ilişkin bellek yitimine karşı, görünüşte bir tarihsellik içermeyen,
dünyayı algılayışımızı ve kendimizi
yapılaştıran düşünce biçimleri içinde varlığını sürdüren unutulmuş ve
bastırılmış tarihin yeniden oluşturulmasından daha etkili bir panzehir yoktur.
509.
… etik ve bilimsel evrenselliğin özel bir biçimi adına…
510.
… bir kültürel alanın varoluşu içinde yer alan özerklik
istemi, … durmaksızın yenilenen engel ve yetkeleri göz önünde bulundurmak
zorundadır.
Bu durum, aydın alanıyla siyasal yetkeler arasındaki güncel
ve geçmiş bağıntıların ülkelerin durumuna göre değişiklik göstermesinin, tüm ülkelerdeki aydınların olası
birliğinin gerçek temelini oluşturan, ne olursa olsun daha fazla önem taşıyan değişmezler’i gizlemesinin -ulusal
tarihlere göre ortaya çıkan farklılıklar doğrultusunda- gerekçelerinden
birisidir. … Çeşitli ülkelerin aydınları, temel ilkesini aynı özgürleşme
isteminin farklı engellerle karşılaşması olgusundan alan topluduruma ilişkin ve
görüngüsel karşıtlıklara kapılarak bölünmekten kaçınmak için bu düzeneklerin
tam anlamıyla bilincinde olmak zorundadırlar. Burada, aynı özerklik kaygısını
karşıt tarihsel geleneklerle karşıtlaştırdıkları için, gerçeklikle ve görünürde
birbirlerinin tersi mantıkla sürdürdükleri bağıntı içinde karşıtlaşıyormuş
izlenimi uyandırmaları bakımından en çok göze batan Fransız düşünürlerle Alman
düşünürlerin örneğini anımsatabilirim. Ama, Batı’da kimilerinin son derece
incelikli bir egemenlik aracı olarak algıladığı, Doğu Avrupa ülkelerindeyse
kimilerine özgürlüğün elde edilmesi olarak görünen görüş araştırması gibi bir
sorun örneğini de alabilirdim.
511.
Bir aydın olarak, daha açık bir söyleyişle evrensel olma
isteğiyle konuştuğumuzda, ağzımızdan çıkan her sözcük, özel bir aydın alanının
deneyimi içinde yer alan tarihsel bilinçdışının sözcükleridir. Gerçek bir
iletişime, ancak bizleri ayıran tarihsel bilinçdışını, bir başka deyişle
bizlerin algılama ve düşünme ulamlarımızın birer ürünü olduğu aydın
evrenlerinin özgül tarihlerini nesnelleştirmek ve buna egemen olmak koşuluyla
kavuşabileceğimizi düşünüyorumç.
… Uluslararası
Aydınlar Birliği… …özerliğin son
derece ciddi bir tehlike içinde bulunduğu, ya da, daha açık bir deyişle yepyeni
bir tehlikenin günümüzde kültürel üretim alanını etkilemeye başladığını;
sanatçılar, yazarlar ve bilim adamlarının, toplum boyutundaki tartışmalara hem
daha az eğilim göstermeleri hem de bu tartışmalara etkin bir biçimde katılma
olanaklarının kendilerine giderek daha az tanınması nedeniyle bunların bu tür
tartışmalardan tam anlamıyla dışarlandıklarını…
Özerkliğe yönelik tehlike,
sanat dünyasıyla para dünyasının giderek daha büyük bir oranda iç içe
geçmesinden kaynaklanmaktadır. Burada söylemek istediğimi, yeni korumacılık
biçimleri, genellikle en çok çağcıllık savını güden ekonomik şirketlerle
-Almanya’daki Daimler-Benz veya bankalar örneğinde olduğu gibi- kültürel
üreticiler arasında yapılan yeni anlaşmalardır; ayrıca üniversitelerde yapılan
araştırmalarda sponsorlara giderek daha sık başvurulmasını veya bir şirketin
amaçlarına doğrudan bağlı eğitim kurumlarının (Almanya’daki Technologiezentren ya da Fransa’daki
ticaret okulları gibi) kurulmasını da belirtmek istiyorum. Ama, ekonominin
sanatsal veya bilimsel araştırmalar üzerindeki egemenliği, kültürel üretim ve
dağıtım araçlarının, hatta tanıtma mercilerinin denetimi aracılığıyla, alan
içinde de gerçekleşir. Büyük kültürel bürokrasilere (gazeteler, radyo,
televizyon) bağlı olan üreticiler, pazarın gereklerine, ve özellikle de reklam
verenlerin az çok güçlü ve dolaysız baskılarına bağlı olan kural ve zorlamaları
kabullenme ve benimsemeye giderek daha fazla zorunlu kalırlar; ve bunlar, az
çok bilinçsiz bir biçimde, çalışma koşullarının kendilerini tutsak kıldığı
düşünsel etkinlik biçimlerinin (sözgelimi, genellikle gazeteciliğe özgü üretim
ve eleştiri yasası olan fast writing
ve fast reading’in), düşünsel
gerçekleştirimin evrensel ölçeğinde oluşturulması eğilimi gösterirler.
514.
Ticari yazın yeni bir şey değildir ve ticaretin gerekleri
kültürel alan içinde kendilerini gösterir. Ama yetkeyi ellerinde
bulunduranların sürüm -ve benimsetme- araçları üzerindeki etkisi, kuşkusuz
hiçbir zaman bugünkü denli geniş ve köklü, ayrıca araştırma yapıtıyla best-seller arasındaki sınır da bu denli
bulanık olmamıştır. …bu bulanıklık, kültürel üretimin özerkliğine yönelik en
büyük tehlikeyi oluşturur. Yaderkli üretici, İtalyanların son derece yerinde
bir biçimde tuttulogo olarak
adlandırdıkları bu kişi, tüm toplumsal etki biçimlerinin: piyasa, moda, devlet,
siyaset, gazetecilik biçimlerinin kültürel üretim alanı içinde kendilerini
gösterebilmelerini sağlayan Truva atıdır. … Jdanov’culuk…
516.
… mandarin söylencesi…
.
.
.