.
.
.
.
Yeni
Kötü Günler 2015
Sanat, Eleştiri, Acil Durum
Hal
Foster
(Çev. Ferit Burak Aydar),
Koç Üniv. Yayınları, 2017 İstanbul
İçindekiler
Terim Arayışı 7
Birinci Bölüm: Abject 13
İkinci Bölüm: Arşivsel 37
Üçüncü Bölüm: Mimetik 69
Dördüncü Bölüm: Güvencesiz
105
Beşinci Bölüm: Post-Eleştirel? 121
Sonsöz: Fiilî Olana Methiye 133
Terim Arayışı
7
... son yirmi beş yılın sanatının
bir kısmı...
9
... çağdaş sanat, yine hem iyi hem
de kötü anlamda, sadece modernist modellerden değil, savaş
sonrası öncellerden de bağımsız bir seyir izlemiştir...
1989
olaylarının, özellikle de Berlin Duvarı'nın yıkılmasının ve
Tiananmen Meydanı'ndaki ayaklanmanın ardından, hem yeni bir Avrupa
hem de Bushların ve Clintonların tasavvur ettiğinden farklı bir
dünya düzeninin imkânına dair belli bir iyimserlik vardı; mimari
projelerde ve sanat piyasalarında da yükseliş görülüyordu.
Fakat bunun esas sebebi finansal deregülasyondu [terimler dizgesinde
kuralsızlaştırma, serbestleştirme ya da düzenleştirme gibi
karşılıkları olan, ekonomi-politikle ilgili bir terim. dar
anlamıyla, yeni-liberal ekonomik genel durumunda, rekabetçi ve
serbest bir yapıya geçişin önündeki en büyük engel olan
ulus-devletlerin çözülmesini amaçlayan, adım adım devletin
geleneksel işlev ve görevlerini ortadan kaldıran, mevcut
düzeneklerin, yeniden nasıl ve neden düzenlenmesi gerektiği
sorularına cevap veren siyaset. Ekşi] ve geriye dönüp
bakıldığında, 1989'un her şeyden çok neoliberalizmin tam
tahakkümünü ifade ettiği görülür ki, bu da modern toplum
sözleşmesine bir saldırı, refah devleti uygulamalarının
tırpanlanması, sendikalara taarruz,
sağlık hizmetlerinin Allah'a havale edilmesi, gelir eşitsizliğinin
tavan yapması ve sair demektir.
[B.
Latour] [1989]
Mucizevi
1989 yılı
Tüm
tarihler uzlaşımsaldır, ama 1989 tarihi diğerlerinden daha az
uzlaşımsaldır. Berlin Duvarı'nın yıkılması tüm çağdaşları
için sosyalizmin yıkılışını simgeler. "Liberalizmin,
kapitalizmin, batılı demokrasilerin Marksizmin boş umutları
karşısındaki zaferi"...
Ama
bu zafer kısa süreli olmuştur. Bu aynı görkemli 1989 yılında,
Paris'te, Londra'da ve Amsterdam'da, gezegenin küresel durumuyla
ilgili ilk konferansların yapılması, kimi gözlemciler için, hem
kapitalizmin hem de sınırsız fethe ve doğaya bütünüyle hakim
olmaya ilişkin bu boş umutların sonunu simgeler. İnsanın insanı
sömürüşünü insanın doğayı sömürüşüne çevirmek
isterken, kapitalizm ikisini de sürekli çoğaltmıştır. (Biz Hiç
Modern Olmadık, s.15)
10
... belki de paradoksal bir şekilde,
eski avangart fikrine hâlâ bağlıyım ve bu tutumum bir açıklama
gerektiriyor. Avangart tipik olarak sadece iki şekilde tanımlanır:
Radikal bir yenilik konumunda öncü kol olarak ya da statükoyu katı
bir şekilde reddetme konumunda direnişçi olarak. Yine tipik bir
şekilde, avangardın gerisinde sadece iki saik [faktör, etken,
güdü] olduğu düşünülür: Verili bir simgesel düzenin ihlal
edilip aşılması (sürrealizmde olduğu gibi) ya da yeni bir
düzenin vazedilmesi (Rus konstrüktivizminde olduğu gibi). Fakat
beni burada ilgilendiren avangart bu anlamda ne avant'dır
(öncü) ne de arka; daha ziyade, aşındırıcı bir şekilde
içkindir. Kahramanlığa yeltenmek şöyle dursun, eski düzenle
mutlak anlamda bağlarını koparabildiğini ya da yeni bir düzen
kurabildiğini bile iddia etmez; bunun yerine verili düzende zaten
var olan çatlakların izini sürmeye, bunlara daha da baskı
bindirmeye hatta bunları bir şekilde harekete geçirmeye çalışır.
Bu avangart ölmüş olmak şöyle dursun, bugün canlı ve sağlıklı
bir halde karşımızdadır.
Birinci Bölüm: Abject
13
[1980'lerin sonu, 1990'ların başı...
gerçek artık temsilin bir sonucu değil, bir travma
hadisesi... Bu değişimi düşünmenin yollarından biri Lacancı
psikanalize başvurmaktır.] [Bakış hiç de öznede tecessüm
etmez. Bakış özneyi önceler.]
[dipnot: abject
ne özne (subject) ne nesne (object) olan ama hem nesne hem de özne
olan; bedenin içinden dışına çıkması bakımından dışkı ve
çirkinlik çağrıştıran şeydir.]
15
[nesne-ışıklı nokta-bakış /
özne-tablo-temsil öznesi / imge-perde-imge perdesi]
İmge perdesi... he imgenin sadece tek
bir örneği olduğu kültür kaynağı... Görsel kültürün
kodları gibi sanat tarihinin uzlaşımlarını da kapsayan bu perde,
dünyanın bakışını bizim için dolayımlar ve bunu yapmakla bizi
ondan korur, “nabız gibi atan, göz kamaştırıcı ve yüzeye
yayılıcı” olan bu bakışı kıskıvrak yakalar ve görüntülerde
ehlileştirir. Lacan açısından, hayvanlar yalın bir şekilde
dünyanın bakışına yakalanır; orada sadece sergilenmek için
vardırlar. İnsanlar ise böyle bir “imgesel yakalanma”ya
indirgenmez, zira simgesel olana, bu örnekte bakışı değiştirip
dönüştürebilmemizi sağlayan temsillerin kesitinin alanı olarak
perdeye erişim imkânımız vardır.
… daha acil
haliyle resim yapma kötülüğe karşı koruyucudur, yani jestleri
bakışı o daha bakan kişiyi yakalayamadan önce yakalama üzerine
kuruludur (Bu hipotezden bir ekspresyonist resim teorisi
çıkarılabilir). Daha “Apolloncu” haliyle resim yapma
yatıştırıcıdır: Kusursuzlukları bakışı pasifize etmeyi,
izleyiciyi “rahatlatmayı” amaçlar (neoklasik resmi ya da
geometrik soyutlamayı düşünün). İşte Lacan’a göre estetik
tefekkür böyle bir şeydir: Bazı tablolar trompe-l’oeil,
birer göz aldatmacası iken; bütün tablolar dompte-regard’ı,
yani bakışı ehlileştirmeyi amaçlar.
16
1980’lerin sonu ile 1990’ların
başında kimi sanat yapıtları bakışı yatıştırmaya çalışan
asırlık hükmü reddetmeye başlamıştı. Bu sanat adeta nabız
atışlarındaki arzunun tüm haşmetiyle (ya da dehşetiyle) bakışın
parıldamasını, nesnenin var olmasını, gerçek olanın
gözükmesini ya da en azından bu yüce koşulu uyandırmayı
istiyordu.
[Cindy Sherman;
geriden projeksiyon; Sarah Charlesworth, Silvia Kolbowski, Barbara
Kruger, Sherrie Levine, Lauire Simmons gibi temellük sanatıyla
meşgul olan diğer feminist sanatçılar… -> bakış altındaki
özneyi, resim-olarak özneyi gündeme getiriyorlar; Sherman’ın
özneleri elbette görürler, ama aynı zamanda görülürler
de…] [Sherman kadın öznelerini kendi kendilerini gözetliyor
olarak gösterir, ama bir tür görüngüsel düşünümsellik
durumunda, “Kendimi kendimi görürken görüyorum” değil, bir
psikolojik alışkanlığı kırma koşulunda, “Olduğunu
zannettiğim şey değilim”, gösterir.]
[Yanlış tanıma
boşluğu… tahayyül edilen bedenler ile gerçek bedenler
arasındaki boşluk…]
19
Bu beden abject’in de asli
alanıdır: Julia Kristeva tarafından ne özne ne de nesne, ama bir
şekilde birincisine dönüşmeden öncesi (anneden tamamen
ayrılmadan öncesi) ya da ikincisine dönüştükten sonrası
(nesnellik durumuna bırakılan bir ceset) olarak tanımlanmış bir
varlık (olmayan) kategorisi olan abject.
20
“Müstehcen”, temsil sahnesine ve
imge perdesine bir saldırı demektir ve bu saldırı 1980’lerin
sonu ile 1990’ların başındaki çoğu sanat yapıtında
rastladığımız görsel olana yönelik saldırganlığı anlamak
için bir yol açar: Bunu imge perdesinden hayali bir kopuş, gerçek
olana imkânsız bir açılma olarak anlayabiliriz.
22
Kristeva’nın Korkunun Güçleri’nde
(1980) tanımladığı şekliyle abject, bir öznenin özne
olmak için kurtulması gereken şeydir. [Abject’in özneye hem
yabancı hem de aşırı yakın oluşu] öznede paniğe yol açar. …
annenin bedeninden babanın hukukuna geçiş… Dolayısıyla gerek
uzamsal gerek zamansal açıdan abjection özneliğin başının
belada olduğu, “anlamın çöktüğü” bir durumdur; farklı
dönemlerde avangart yazarlara, sanatçılara ve hem öznenin hem de
toplumun verili düzenlerini rahatsız etmeyi amaçlayan başkalarına
çekici gelmesi bundandır.
[Not 12: Müstehcen, nesnenin sahneleneceği bir
sahnenin olmadığı bir temsildir ve dolayısıyla nesne bakan
kişiye çok yakın görünür; pornografik olansa nesneyi
uzaklaştıran bir temsildir ve dolayısıyla izleyici bir dikizci
konumunda koruma altındadır.]
28
… John Miller’ın skatolojik
heykelleri ve performansları. [skotoloji. Dışkıbilim; açık
saçık konuşma yoluyla cinsel haz ve doyum sağlama; bu tür
konuları taşlama amacıyla kullanma]
32
Bedenin çiğnenmesi, özneye saldıran
bakış, uzam haline gelen özne, salt benzerlik durumu: İşte
1980’lerin sonu ile 1990’ların başında üretilen sanatın
büyük kısmında işlenen koşullar bunlardır. [Yakın zamanın
sanatı…] Bir yandan imge perdesinin ve simgesel düzenin hayali
parçalanmasından kaynaklı esrime hali; diğer yandan, bu
parçalanmadan duyulan dehşet ve akabinde gelen ümitsizlik.
Postmodernizmin ilk tanımları, hissin ilk yapısını, yani esrime
halini kimi zaman şizofreniyle benzerlik kurarak değerlendirmişti.
Öyle ki Fredric Jameson’a göre postmodern kültürün asli
semptomu, dil ve zamanda imge ve uzama tazmin edici bir yatırım
üreten yarı şizofrenik bir parçalanma, yani gösterinin sonsuz
mevcudiyetinde bir zapt edilme durumuydu. 1980’lerde birçok
sanatçı simulakr yoğunlukları ve tarih-dışı pastişler içeren
imgeler yaratmıştı gerçekten de.
34
… doğrusunu söylemek gerekirse
travmanın öznesi yoktur (bu makam tahliye edilmiştir)…
1990’larda, yani Michel Foucault ve Roland Barthes tarafından
yazarın ölümünün ilan edilmesinden otuz yıl sonra, yazarın
zombi olarak, işinin başında bulunmayan bir otoritenin paradoksal
durumu içindeki tuhaf yeniden doğuşuna şahit olacaktık.
İkinci Bölüm: Arşivsel
38
… arşiv
itkisi 2000’lerin başında çok daha güçlü bir şekilde geri
döndü, öyle ki başlı başına özgün bir eğilim olarak
görülebilir.
[Thomas
Hirschhorn, Tacita Dean, Joachim Koester, Sam Durant, Yael Bartana,
Matthew Buckingham, Tom Burr, Gerard Byrne, Moyra Davey, Jeremy
Deller, Mark Dion, Stan Douglas, Omer Fast, Joan Fontcuberta, Liam
Gillick, Douglas Gordon, Renée Green, Pierre Huyghe, Zoe Leonard,
Josiah McElheny, Christian Philipp Müller, Philippe Parreno, Walid
Raad, Danh Vo, Otolith Group, Raqs Medya Kolektifi, vs.]
40
… eleştirmen
küratör Nicolas Bourriaud “postprodüksiyon” adı altında bu
sanatın bayraktarlığını yapmıştı. Bu tabir bu tür bulunmuş
biçimler üzerinde yapılan ikincil müdahaleleri vurgulasa da,
dijital bilgi (çoğu zaman sanal hazır yapıtlar olarak, yeniden
işlenip yollanacak bir sürü veri olarak ortaya çıkan bilgi)
çağında sanat eserinin değişen statüsünü de akla
getirmektedir. Birçok sanatçı bu bilgi anlayışı çerçevesinde
çalışma tarzı olarak “envanter”, “seçme” ve “paylaşım”ı
keşfetmiştir.
… arşiv
sanatı “postprodüksiyon” (prodüksiyon/yapım sonrası) olduğu
kadar “prodüksiyon öncesi”dir de, yani bir kez daha kalkış
noktaları önerebilecek tamamlanmamış başlangıçlara ya da eksik
projelere (hem sanatta hem de tarihte) çekilir.
41
Arşivci olarak
sanatçı etnograf olarak sanatçıdan da ayrı görülmektedir:
Etnograf olarak sanatçı çoğunlukla saha çalışmasının
eşsüremli bir düzeninde marjinal kültür biçimleriyle
ilgilenirken, arşivci olarak sanatçı araştırmanın artsüremli
bir ekseninde tali tarihsel malzemelere yönelir.
Sonuçları
bakımından kimi zaman zoraki olsa da, arşiv sanatı nadiren
alaycılık niyeti taşır; kaynaklar konusundaki canlı motivasyonu
postmodern pastişte yaygın olan mesafeli alıntıyla tezat
içindedir.
[Sculpture
Direct]
Doğrudan
heykeller genellikle iç mekânlara, çoğunlukla da sergi
mekânlarına yerleştirilmiş modellerdir. İlk çalışmanın ilham
kaynağı, Prenses Diana'nın öldüğü yerin yakınlarında üretilen
kendiliğinden mabetti; Diana'nın yasını tutanlar alanda önceden
beri bulunan bayağı özgürlük anıtını kendi kodlarına
uydururken, resmî bir yapıyı da Hirschhorn'a göre tam da
“tabandan doğduğu” için “hakiki bir anıt”a
dönüştürmüşlerdir. Onun doğrudan heykelleri bununla ilintili
bir sonucu amaçlar: “Özgün hedef olan gerçek destekle hiçbir
alakası olmayan mesajlar” için tasarlandıklarından, “altında
topluluğun imzası olan” (“doğrudan”ın buradaki
anlamlarından biri de budur) yeniden yazma edimleri için geçici
bir détournement (tersine döndürme) araçları olarak
sunulurlar.
[Sculpture
Direct] ["I
want to make a just monument. The "Sculpture Direct" is the
physical result of a forced confrontation between two wills. One will
coming from above - power -, the other coming from beneath - the
heart. One is the support, the other is the message. The two wills
are condemned to exist together, thus ensuing confusion. Confusion
is the actual meaning of the "Sculpture Direct". The
"Sculpture Direct" has no volume. I have realized in the
third dimension what I have conceived in two dimensions. It is a new
work." Thomas Hirschhorn]
https://www.crousel.com/home/exhibition/172/
Sunaklar doğrudan heykellerden neşet
eder. Hem mütevazi hem de şaşaalı olan bu imge ve metin karışımı
eserler Hirschhorn için özel önemi haiz kültürel figürleri yâd
eder...
44
Kiokslar ise [büfe, kulübe, vd],
isimlerine uygun bir şekilde, bir şeyi yâd etmekten ziyade bilgi
sunma amaçlıdır.
46
Hirschhorn kendine has bilgi ve
adanmışlık karışımını kioks ve sunak üzerinden
ilan eder; burada bir kez daha hem Klucis tarzı ajit-propun
kamusallığını hem de Schwitters tarzı asamblaj tutkusunu işe
koşmayı amaçlar. Fakat bu avangart karşıtlığı akademik bir
tarzda çözmekten ziyade pragmatik bir amaç güder: Hirschhorn bu
karışık araçları seyircilerini sanat, edebiyat ve felsefenin
radikal pratiklerine (yeniden) yatırım yapmaya kışkırtmak için
kullanır. Resmî beğeniye, öncü kültüre ya da eleştirel
doğruluğa değil, sanat aşkının güç verdiği siyasal kullanıma
dayalı bir kültürel kateksis (duygu yatırımı) üretmek
derdindedir.
47
... Hirschhorn'un derdi ..., unutulma
tehdidi altındaki avangart bir geçmiştir... İşte bu nedenle
kullan-at'lık yapıları, kiç malzemeleri, karman çorman atıfları
ve hayranların şükran nişanelerinden oluşan eseri, metalarla ve
medyayla çepeçevre sarılmış olan çevremizin çoğu zaman
grotesk bir temsilidir: Yeniden işlenmek ve yeniden kanalize edilmek
üzere var olan öğeler ve enerjiler işte bunlardır. Kısacası
Hirschhorn, bugün iletişimsel aklın açık bir aracının var
olduğunu iddia etmekten ziyade kitle kültürü dillerinin
pıhtılaşmış doğasıyla iş görür. Fiiliyatta amacı ileri
kapitalizmin şöhret gösterisi kompleksini başka yöne çevirmektir
(détourne) ve Hirschhorn bunu abes bir notayla yeniden
çalarak yapar: Prenses Di yerine Ingeborg Bachmann, American Idol
yerine Liubov Popova vs.
49
Bir anlamda, [Tacita] Dean'in arşiv
çalışması bir arşiv çalışması alegorisidir.
59
Modernlik tarihin izlerini silerken
bile, kendi eşitsiz gelişimini, daha doğrusu eşitsiz bir şekilde
enkaz derekesine düşüşünü teşhir eden “askıya alma
noktaları” üretir. [Joachim] Koester'i cezbeden “kör noktalar”
bu kapsamdadır. Bir tür oksimoron olan bu terim normalde gözden
kaçan ama yine de içgörüler sağlayabilecek alanları akla
getirir. Koester'e göre bu noktalar yerli yerine oturmamıştır,
gündelik tarihsel bilinçdışının semptomudur, bayağı ile
tekinsizin alışılmadık bir karışımıdır.
60
Koester The Kant Walks'ta
Sitüasyonist “psikocoğrafya” pratiğine başvurur: Bir uzamda
kural ve aklın değil, tesadüf ve arzunun rehberliğinde başıboş
dolaşmak.
64
[Smithson arşivci olarak sanatçının
ilk örneklerinden biridir.]
65
“genişlemiş alanda heykel”
66
“Bağlantılandırılamayacak
olanları bağlantılandırma” istenci: Hirschhorn'un bu ifadesi
burada ele alınan diğer arşiv sanatçıları için de geçerlidir.
Fakat daha önemlisi, bu bir totalleştirme buyruğu değildir; daha
ziyade, basitçe bir bağlantılandırma isteğidir: Yerini şaşırmış
bir geçmişi eşeleme, o geçmişin izlerinden bazılarını
harmanlama, şimdiye nelerin kaldığını saptama isteğidir.
[Bağlantı kurma istenci bu arşiv
kurma itkisini Craig Owens'ın otuz yıl önce postmodern sanata
atfettiği “alegorik itki”den ayırt etmek için yeterlidir.]
Owens'ın anlatımında alegorik olan parçalı bir tarzdır,
bütünleşmeyi amaçlayan simgesel olanın karşısına çıkarılır;
bu çerçevede, Kant tarafından önerildiği haliyle estetik
özerklik, tıpkı Clement Greenberg'in anladığı şekliyle
“modernist resim” gibi, simgesel olanın tarafındadır. Bu
türden simgesel bütünlüklerle tartışma arşiv sanatçıları
için o kadar da önemli değildir, zira onlar için parçalı olan
zaten verili durumdur.
Üçüncü Bölüm: Mimetik
[Kiç]
76
Nazilerin iktidara geldiği 1933'te
Avusturyalı romancı Hermann Broch kiç'i çelişkili değerler (bir
yandan çalışma çileciliği, diğer yandan hissin yüceltilmesi)
arasında sıkışıp kalmış nevzuhur [yeni çıkma, yeni zuhur
etme] burjuvaziye atfetmişti. Bu ilk kiç türü, bir uzlaşma
oluşumu olarak, duyguları aynı anda hem terbiye edip hem de
zirveye çıkaran iffetlilik ile şehvetlilik karışımı bir
noktaya meylediyordu. Broch ... “Sanatın değer sistemindeki
kötülük” diyordu buna. Clement Greenberg onunla hemfikirdi. Bir
başka önemli yıl olan 1939'da kiç'in kapitalist boyutunu
vurgulamıştı: Onun “sanayi devriminin bir ürünü olan” kiç'i
şu an egemen olan burjuvazinin, eskiden köylü olan ve şehre
gelmesiyle birlikte halk geleneklerini yitirmiş bulunan proleteryaya
sattığı “hakiki kültür”ün sahte versiyonuydu. Çok geçmeden
kitlesel olarak üretilmeye başlayan kiç “görülen ilk evrensel
kültür” oldu ve bu şekliyle “aslında kitlelerin egemen olduğu
yanılsaması”nı besledi. Kiç'i (siyasal ideolojiye ve ulusal
geleneklere göre değişiklikler göstermekle birlikte) Hitler,
Mussolini, Stalin ve diğerlerinin rejimlerinin ayrılmaz bir parçası
haline getiren işte bu yanılsamaydı.
77
Greenberg kiç'in önceden hazmedilmiş
biçimler ve programlanmış etkiler yoluyla kendi tüketimini nasıl
dayattığına da işaret eder. Hemen herkesin erişebileceği ama
kimsenin tam olarak sahip olamadığı bu “kurmaca hisler”
mefhumu, Theodor Adorno'yu Ästhetische Theorie'de
(1970) kiç'i katharsis'in bir parodisi olarak tanımlamaya itmişti.
Keza Milan Kundera da Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'nde
(1984) kiç'in “varoluşla kesin uzlaşma”mızda, yani “kabul
edilemeyecek” olan her şeye, hepsinden öte bokun ve ölümün
gerçekliğine rağmen “insan varoluşunun iyi olduğu”
önermesine rıza göstermemizde etkisi olduğunu söylemişti;
“kiç'in işlevi” bunları “paravanayla perdelemek”ti. Bu
genişletilmiş tanımda kiç, Kundera açısından apaçık bir
narsisizmden başka bir şey olmayan “insanların yeryüzündeki
kardeşliği”nin “temel imgeleri” yoluyla bir “kalp
diktatörlüğü” mühendisliği yapar: “Kiç iki damla göz
yaşının art arda yuvarlanıvermesine neden olur. İlk damla şöyle
der: Çocukların çayırda koşuştuğunu görmek ne güzel şey!
İkinci damla ise şunu söyler: Çocukların çayırlarda
koşuştuklarını görüp bütün insanlıkla birlikte duygulanmak
ne kadar da güzel! Kiç'i kiç yapan ikinci damladır.” Keza tek
bir parti tarafından yönetilen toplumlarda kiç'i “totaliter”
hale getiren de budur ve “totaliter kiç”in kapsadığı alanda
bütün cevaplar önceden verilmiştir ve bu her türlü soruyu
imkânsız kılar.”
78
... 11 Eylül saldırılarının
ardından [ABD'ye] yeni bir totaliter kiç düzeni egemen olmaya
başladı. Bunun işaretlerinden bazıları: Temel yurttaşlık
haklarının belli ahlak değerleri tarafından geri plana itilmesi;
On Emir'in mahkemelerde tehdit olarak kullanılması; ulusal
siyasetçilerin dindar olduklarını gösterme yükümlülüğü;
hamile kalıp kalmamanın bir tercih meselesi olduğunu savunanların
karşısına “yaşama” sevincinin çıkarılması ve elbette
köktencilikler çatışması. [Robert] Gober'in harikulade başsız
İsa'sıyla yakaladığı bu son bağlantıdır, zira burada
yoğunlaştırılmış bir şekilde bulacağımız şey sadece
Irak'taki başı kesilmiş esirlerin hatırlatılması değil, aynı
zamanda kurbanlıkken haklı saldırgana dönüşen İsa, kefaret
için öldüren kişi suretinde Amerika'dır.
80
[Jon Kessler'in çalışmalarında]
Temsil yine bedensel bir edim olarak tahayyül edilmiştir...
81
The Palace at 4 A.M.'in
(2005) mimarı olan Jon Kessler, George W. Bush yönetimindeki
Amerikan imparatorluğunun gösteri makinesinden ısırıklar alır,
bunları çiğner ve sonra tükürür. Haber niteliği taşıyan
olayları, askeri raporları, turistik kartpostalları, ayartıcı
reklamları ve marka oyuncakları birleştiren küçük çılgın
dramaları, dönemin siyasal saplantılarından ve kültürel
takıntılarından bazılarını yapısökümüne uğratır.
82
[Jon Kessler
1968'de yazdığı bir metninde] ... elektronik iletişimin anlık
ulaşma gücü sayesinde tarihte ilk kez dünyanın çevresinde
bilgilenmiş bir izlerçevre olduğunu savunan Marshall McLuhan'a
[tam tersi] bir gönderme içerir. Kessler yaptığı revizyonla,
bugün içinde yaşadığımız ve bir avuç hükümet ve şirketin
avucunun içinde oynattığı sonsuz bir eğlenme-bilgilenme dünyası
olan küresel köyde, köyün delileri, yani kültürel açıdan
hiçbir şey bilmeyen ve siyasal açıdan ehil olmayan insanlar
haline getirilmek üzere eğitildiğimizi ima eder. Teknolojik
ilerlemeyle toplumsal gerilemenin birbirine karşıt olmaktan ziyade
birbirini tamamlayıcı olduğunu ima eden bu önerme, Kessler'in
sanatının taşıdığı eleştirel yükün çok önemli bir
parçasıdır...
84
[Robert
Gober ve Jon Kessler] ... iki sanatçı benzer bir stratejiden
yararlanır, o da verili olanın mimesisidir: İlkinde siyasal
kiç'in, ikincisinde siyasal eğlenme-bilgilenmenin mimesisi. Bu
mimesis taklit düzeyine çıkarılır, hatta abartılır (“mimesis”
kelimesi taklit yoluyla alay etme gibi bir ima da taşır): Gober
bunu özenli tıpkıbasımlarla, Kessler ise yalap şalap montajlarla
yapar. İkisinde de Gesamtkunstwerk,
yani bütüncül sanat eseri başlangıcındaki fikirden (insan
duyularının ütopyacı bir şekilde yeniden bütünleştirilmesinden)
çağdaş duruma, gösteri ile ölümün distopik bir şekilde
birbirine karıştırılmasına dönüştürülmüştür.
94
[Isa Genzken] ...
Moholy gibi bir sanatçının teknolojik iyimserliğini tepetaklak
eder.
97
[Dada]
[brikolaj. ayrı parçaları birleştirip yeni bir şey ortaya çıkarma; kendi başına da anlamlı
olan öğelerin yeni bir bağlam çerçevesinde birleştirilmesi ve
bu parçalardan yeni hikayeler, efsaneler yaratılması edimine de
entelektüel brikolaj diyebiliyormuşuz. ekşi]
Yüz yıl önce, I. Dünya Savaşı'nın
tam ortasında, Zürihli Dadacılar burada söz konusu olan mimetik
şiddetlendirme stratejisini geliştirdiler: Etraflarındaki Avrupalı
güçlerin yozlaşmış dilini alıp iğneleyici bir saçmalık
olarak tekrar söylediler. “Bir varyete gösterisi için bir
program olarak kültür ve sanat idealleri; yaşadığımız çağ
karşısında bizim Candide'imiz
de bu,” diye yazıyordu Ball 1916 Mart'ında, Zürihli Dadacıların
ana mekânı olarak Cabaret Voltaire'de segilenen nahoş olaylar
hakkında. Aynı yılın Haziran ayındaysa bu Dada'yı sadece bir
“kilise ayini” olarak değil, aynı zamanda bir “şaklabanlık”
olarak tarif etmişti. “Dada dediğimiz şey,” diyordu Ball,
“içinde bütün büyük soruların bulunduğu bir hiçlik farsı;
bir gladyatör hamlesi, sefil artıklarla oynanan bir oyun,
ahlaklılık pozu kesmenin ve bolluğun ölüm fermanı.”
Dada'nın
kilit öğelerinden biri mimdi ve bu mimin, özellikle de Berlin ve
Zürih'te, kilit stratejilerinden biri, Dadacının çevresindeki
travmatik koşullara mimetik uyumuydu. Dadacı bu koşullara
bürünüyor (özellikle de askerî bedenin zırhlanması, sanayi
işçisinin parçalara ayrılması ve kapitalist öznenin
metalaşması) ve abartı ya da “hipertrofi” (Kölnlü Dadacı
Max Ernst'in zaman zaman kullandığı bu terim, bir organın aşırı
beslenmeden ötürü büyümesi anlamına gelir) yoluyla onları
şişiriyordu. Bu tür bir hipertrofik şaklabanlık Dada'nın
kendine mal ettiği bir eleştirel parodi tarzıydı. Ball'un
aklındaki “hiçlik farsı”, “sefil artıklarla oynanan oyun”
budur. Ancak dünyası parçalardan oluşan bir kaos olsa da, Dadacı
yine de bütünü kavramayı amaçlar; “yine de tüm varlıkların
birliğinden, her şeyin bütünlüğünden o kadar emindir ki,”
diyordu Ball, “ahenksizliklerin kendi kendisini parçalama
raddesine gelecek kadar acısını çeker”. Parça ile bütün
arasındaki bu gerilim Zürihli Dadacılar için büyük önem
taşıyordu, ama “ahenksizlikler”in orta yerinde bunun
sürdürülmesi zordu ve Ball gibiler için “kendi kendisini
parçalama”nın paradoksal çekicilikleri vardı. Aynısı mimetik
şiddetlendirmenin
yakın dönemdeki uygulayıcıları için de geçerlidir; simgesel
bir düzenin yoz koşullarıyla aşırı özdeşleşmenin taşıdığı
risktir bu. Ama yine de geri çekilme değil de aşırılık yoluyla
yaratılan bir miktar mesafe aracılığıyla bir strateji olarak
sürdürüldüğü takdirde, mimetik şiddetlendirme bu düzenin
başarısızlığını ya da en azından kırılganlığını teşhir
etmeyi de başarabilir. O dönemde Dadacıların siyasi tutumu buydu,
bugün de varislerinin siyasi tutumu budur.
Ball
Flight Out of
Time'da
sıkça bir “abartma” taktiğine gönderme yapar ve bunu nihilist
değil, immünolojik diye tarif eder: Dadacı “ahenksizliklerin
kendi kendisini parçalama raddesine gelecek kadar acısını
çek”iyorsa, bunu “bu çağın ıstırabına ve ölüm
sancılarına karşı savaşmak” için yapar [İmmünoloji, Tıbbın bağışıklık
ve farklı organizmaların bağışıklık sistemleri ile ilgilenen
alt dalı.]. Örnek aldığı kişi
mutlak anarşist değil, “aynı konuyla şoke etme ya da
sakinleştirme gücüne sahip olan mükemmel psikolog”dur; “acayip
olanın organı” olan Dadacı da “aynı anda hem tehdit hem
teskin eder,” diye ekler Ball. “Tehdit bir savunma doğurur.”
Burada immünolojik dili kötülüğe karşı koruyucu bir hal alır
ve günlüğüne Medusa metaforları serpiştirmeye başlar. Mart
1916'da, Richard Huelsenbeck'in davulla ilkelci şiirlerini ilk
okuyuşundan sonra, Ball şöyle yazıyordu: “Fantastik yıkımın
içinden sınırsız terör Gorgon'un başı gibi sırıtıyor.”
Gelgelelim mimetik uyumun immünolojik ya da kötülük savuşturucu
olduğunu söylemek yüceleştirici olduğunu söylemek değildir:
Medusa'nın bakışı Athena'nın kalkanına dönüştürülmemiştir;
Dadacı “korku, terör ve ıstırap”a aynısından fazlasıyla
yanıt verir. Ball için, bu sert karışımı yakalamanın en iyi
yolu Marcel Janko'nun Kabare suareleri için hazırladığı yaramaz
maskelerdir; burada “çağımızın dehşeti, olayların felç
edici arka planı görünür kılınır.”
Aslında
bu selefleri de olan bir figürdür, şaman olarak Dadacıdır. Dada
“19. yüzyılın romantik, züppece ve şeytani teorilerinin bir
sentezidir,” der Ball. “Son devrin büyük yalnız zihinlerinin
eziyete, saraya ve felce eğilimleri vardır. Hepsi de takıntılı,
reddedilmiş ve manyak tiplerdir, üstelik sırf kendi çalışmalarının
yüzü suyu hürmetine. Halka yüzlerini sanki halk onların
hastalıklarına ilgi göstermek zorundaymış gibi dönerler; içinde
bulundukları hali değerlendirmesi için halka malzeme sunarlar”.
Ball, Münih Üniversitesi'ne 1910 yılında sunduğu tezinin konusu
olan Nietzsche'yi bu mimetik performansın büyük emsali olarak
görür. Benjamin'in nazarında bunu örnekleyense “bir
pandomimcinin fizyonomisi”ne ve “inorganik şeylerle empati
kurma” becerisine sahip olan Baudelaire'di. Arkadaşı Adorno bu
tikel sezgiyi genel bir teze dönüştürmüştü: Estetik
Teori'de
(1970) “Sanat, katılaşmış ve yabancılaşmış olanların
mimesisi yoluyla modern sanat halini alır,” diye yazar.
“Baudelaire şeyleşmeyi ne yerden yere vurmuştu ne de
resmetmişti; arketiplerinin deneyimi içinden protesto etmişti onu.”
Adorno da, Benjamin de bu “züppece ve şeytani” soykütüğünü
Dada merceğiyle okumuşlardı (Benjamin Ball'la Bern'de 1919 yılının
başında tanışmıştı).
100
Örneğin,
Adorno Philesophie
der neuen Musik'te
[Yeni Müziğin Felsefesi] (1948) Stravinsky için şunları söyler:
“Müzikte enfantilizm [psişik çocuksallık], şizofrenik modelleri her yerde savaşın
çılgınlığına karşı mimetik bir savunma olarak tasarlamış
olan bir harekete aittir; 1918 civarında Stravinsky'ye Dadacı diye
saldırılıyordu. Benjamin'se “Negatif Dışavurumculuk” üzerine
dağınık bir notunda Rus Eksantrikleri (sirk cambazlarını taklit
etmekten hoşlanan bir avangart oyuncular topluluğu) hakkında şöyle
diyordu: “Palyaço ve doğal halklar; içsel dürtülerin ve beden
merkezinin ortadan kaldırılması... Utancın silinmesi. Gerçek
hissin dışavurumu: Ümitsizliğin, yerinden edilmişliğin. Sonunda
derin dışavurum becerisinin keşfi: Adam üstünde oturduğu
sandalye altından çekilip alındıktan sonra da oturmaya devam
ediyor... Picabia'yla bağlantı”. Son apar, bu performans
sanatçılarını doğrudan Dada'ya bağlar.
Benjamin açısından mimetik intibakın nihai amacı sandalye
altından çekildikten sonra da oturmaya devam etmekti, “gerekirse
uygarlıktan da sağ çıkmak”tı. Dadacı pandomimin nihai hedefi
de buydu ve sonuç olarak Ball ve Ernst gibi Dadacılar bu yüzden
“şamarı yemiş ben”in soytarılığını icra ediyorlardı.
Ball ve takipçilerinin Duchamp ve mirasçılarının sinik aklından
daha umutsuz olan şamarı yemiş benleri, “direnmeden uyum sağlama
biçiminde” direnir. Birçok eleştirmen açısından bu Dadacı
soykütüğünün siyasal sınırı budur: Kendi beyhudeliğini
övünçle sergileyen bir eleştiri, zararın zaten verilmiş
olduğunu bilen bir savunma öne sürer. Ball Dadacıyı “acayip
olanın organı” diye tarif ettikten sonra, şunu ekler: “Ama
zararsız olduğu anlaşıldığından, izleyici duyduğu korkudan
ötürü kendine gülmeye başlar.” Fakat bu katharsis bir arınma
değildir; daha ziyade bir hastalanmadır ve olsa olsa umutsuzluğu
büyütür. Ama paradoksal bir şekilde, şamarı yemiş bene
eleştirel sivriliğini, bağdaşmaz negatifliğini veren de tastamam
bu umutsuzluktur. “Yaşadığımız zamanların yansımasını
sinirlerimizde bulan farsı,” diye yazıyordu Ball Şubat 1917'de,
“kelimelerle ifade edilemeyecek bir enfantilizm ve tanrısızlık
seviyesine ulaşmıştır.”
Dada'nın uç noktasıdır bu. Ball aynı yılın Nisan ayında,
“Herkes medyum kesildi başımızda, korkudan mı, dehşetten mi,
ümitsizlikten mi, yoksa artık yasa masa kalmadığından mı...
Kimbilir!” diyordu. Peki asıl bela hukukun baskıcı mevcudiyeti
değil de Ball'un burada söylediği gibi aynısının biraz yokluğu,
yani bir olağanüstü hal yada hatta istisna hali ise ne olacak?
(Ben burada terimi o dönemde, Ball'un da günlüğünü yayımlamak
üzere elden geçirdiği Dada sonrası yıllarında yakın diyalog
halinde olduğu, pek çok tartışmaya yol açmış Alman hukuk
teorisyeni Carl Schmitt'in yüklediği teknik anlamıyla
kullanıyorum.) Çoğumuzun yaptığı gibi yasalara riayet
edebiliriz ya da bazı avangartların yapar gibi göründüğü gibi
onları ihlal edebiliriz, peki ama “artık yasa masa kalmadı”ysa
ne yaparız? İşte Dada'nın yüzleştiği ikilem budur: Avrupa'da
I. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında birçok Avrupa
ülkesinde ve öyle ya da böyle 11 Eylül'den sonra ABD'de olduğu
gibi hukukun egemenliğinin askıya alındığı bir olağanüstü
hal durumunda insan nasıl yaratır, nasıl var olur?
101
Genellikle
tarihsel avangardın yalnızca iki saikle hareket ettiğini
düşünürüz: Verili bir düzenin ihlal edilmesi ya da yeni bir
düzenin yasalaştırılması. Peki ya “artık yasa masa yoksa”
-bu durumun dün olduğu gibi bugün de bizim kabul ettiğimizden çok
daha yaygın olduğunu hatırlayalım- avangart nasıl
tanımlanmalıdır? Kahramanca bir tarafı olmayan bu avangart, eski
düzenle bağlarını mutlak anlamda koparabilecek ya da yeni bir
düzen kurabilecekmiş gibi yapmayacak; daha ziyade, verili düzende
zaten var olan çatlakların izini sürmeye, onlara daha da baskı
uygulamaya, onları bir şekilde harekete geçirmeye çalışacaktır.
Ne avant
(öncü) ne de artçı olan garde
(kol) bir içkin eleştiri konumuna geçecek ve bunu yaparken
çoğunlukla bir mimetik
şiddetlendirme
tavrını benimseyecektir. Eğer günümüzde anlam taşıyabilecek
bir avangart varsa, o da budur.
Bir
başka olağanüstü hal dönemi olan geçtiğimiz yirmi yıl içinde,
mimetik
şiddetlendirme
sanatta yaygın bir strateji haline gelmiştir. Bunu çok çeşitli
sanatçıların yapıtlarında görebiliriz: Jeremy Deller, Cyprien
Gaillard, Rachel Harrison, Thomas Hirschhorn, Cameron Jamie, Mike
Kelly, Paul McCarthy, Jason Rhoades, Ryan Trecartin, Kara Walker,
Mark Wallinger bunlardan yalnızca birkaçıdır. Bu sanatçıların
çoğu heykel ve mekânsal müdahale tarzında işler üretir ve
işlerini genellikle reklam, medya, internetteki yeni teknolojilere
göre yeniden biçimlendirirler. Yine çoğu açısından bu
“kapitalist çöp sepeti”nin dışında çok az kamusal alan ve
onun döküntü uzamının ötesinde çok az nesne ilişkisi vardır.
Bu yüzden kendilerine sunulan tüketim ve eğlenme-bilgilenme
malzemeleriyle çalışırlar. Heykel nesnesinin modernist türleri
(özellikle hazıryapıt ve asamblaj) kapitalist gelişimin farklı
bir aşaması için tasavvur edilmiş olduklarından, bu çağdaş
yapıtlarda çoğu zaman basitçe modası geçmiş olarak değil,
neredeyse patetik olarak, ya hipertrofili ya bozulmuş ya da iki
halde birden karşımıza çıkarlar (Genzken'de açıkça görülen
bu durum Rachel Harrison'da görülebilir).
102
Mimetik
şiddetlendirmenin
de sorunları yok değildir. Yanlış anlaşılıp kapitalist çöp
sepetinin olumlanması, hatta kutlanması zannedilebilir; aslında
“kutlama” Jeff Koons tarafından ileri götürülmüş bir
konumdur. Koons'ta Duchamp Dada'sının zaten Pop tarafından
seyreltilmiş olan negatifliği neredeyse tümüyle ortadan kalkar.
(“Ben her zaman izlerçevremin hiçbir kesimini
yabancılaştırmayacak işler yaratmaya çalıştım,” der Koons.)
Buna karşılık, sertleşmiş olanın mimesisi aslında
buharlaştırmak niyetinde olduğu yabancılaşmayı
yoğunlaştırabilir ve bunun sonucu olarak eyleme geçmek ile eylem
rolü yapmak arasındaki fark kaybolabilir. Pop'ta zaten potansiyel
olarak var olan bu tehlike, Takashi Murakami gibi bir sanatçıda
gerçeğe dönüşmüştür. Dolayısıyla mimetik
şiddetlendirme
de basitçe kapitalist nihilizm içinde eriyip silinebilir.
1930'larda, ekonomik buhranın iyice derinleştiği dönemde, aklı
hâlâ önceki onyılın hayata küskün gerçekçiliklerinde olan
Benjamin şöyle demişti: “Nihilizmin hegemonya aygıtına dahil
edilmesi 20. yüzyılın burjuvazisine tahsis edilmişti”. Bazen
Pop'a meyleden bu nihilizm Damien Hirst ve Maurizio Cattelan gibi
sanatçılar tarafından güncellenmiştir: Onlar için önemli olan
“uygarlıktan sağ çıkmak”tan ziyade uygarlığın
yozlaşmasından sevinç duymaktır. Ama yine de, bu ve yukarıda
bahsi geçen diğer tehlikelere (marazi belirtiler içinde debelenme,
özyıkımı tuhaf bir şekilde çekici bulma vs.) rağmen, bu
“acayip olanın organı”nda hâlâ eleştirel bir güç
mevcuttur.
Dördüncü Bölüm: Güvencesiz
105
Thomas Hirschhorn yapıtlarını,
Brecht'in hepimizin yapmamız gerektiğini söylediği gibi, eski
güzel günlerden değil, yeni kötü günlerden hareketle inşa
eder. [Şimdiyle yüzleşmek]. ... Bu çalışma tarzı, sıradan
insanların, yani bugün farklı derecelerde olağanüstü halle yüz
yüze gelen insanların “genel idrak”inde uykuya yatmış halde
bekleyen siyasal ve kültürel kaynaklarda ısrarcı olan Sol
hareketin önemli bir hattını takip eder.
107
Fransizcadaki précaire kelimesi
... toplumsal-ekonomik güvensizlik halini ifade eder.
108
[Ötekiyle onu nötrleştirmeden
diyaloğa girmek...]. ... dayanışma ancak çok farklı tarafların
zorla birlik haline getirilmesiyle mümkün olabilir. Hirschhorn çoğu
zaman iyicil bir topluluk tahayyül eden “ilişkisel estetik”le
bağlantılı bağzı sanatçıların aksine, faaliyetinin yol
arkadaşlığı kadar düşmanlıkla da sonuçlanabileceğini kabul
eder ve bu sonucu ortadan kaldırmak için bir “Mevcudiyet ve
Üretim” ilkesine tutunur; yapıtını ürettiği yerde hazır ve
nazır olma taahhüdünün adıdır bu. Bu yolla, Walter Benjamin'in
bir sanat eserinin siyasal kullanım değerini toplumsal meseleler
karşısındaki tutumundan ziyade bir üretim tarzı içindeki
konumunda bulduğu “Üretici Olarak Yazar” başlıklı yazısının
argümanını güncellemiş olur.
109
Beuys “Her insan sanatçıdır,”
demeyi severdi ve Hirschhorn bu müştereklik vizyonunu [onaylar.]
... Yakın zamanda, “dışlayıcı olmayan kamu”nun altı
Hirschhorn için Jacques Ranciére tarafından çizildi. Ranciére
Cahil Hoca'da (1991) “bütün insanların eşit zekâda”
olduğunu ilan ediyordu. ... Anlatıldığına göre Brecht'in
daktilosunun yanında ahşaptan küçük bir eşek dururmuş,
boynunda da “Ben bile anlayabilmeliyim,” yazılı küçük bir
levha asılıymış.
112
Sol, popüler arzuların gücünü
Sağ'ın eline bırakmamalıdır, hatta (ya da özellikle) bu arzular
arkaik ya da atavist olduğunda da. Eğer bugün bir duygulanım
kültüründe yaşıyorsak, demeye getirir Hirschhorn, o zaman onun
araçlarını da kullanmamız gerekir.
114
Hirschhorn mukavva, selobant gibi
gündelik malzemelere ve internetten indirilmiş fotoğraf ve
alelacele yapılmış kolajlar gibi yaygın tekniklere [başvurur].
Dışlayıcı olmayan, burjuva kamusal alanın çöküşünden sonra
da varlığını sürdürecek bir kamuoyu arayışının parçasıdır.
117
[Carl Schmitt'in 1920'lerin başında
geliştirdiği 'istisna hali' kavramı...] Bir Nazi hukukçusu olan
Schmitt için, hukuku kuran hukukun istisnası olma hali zamanın
sisi içinde kaybolmuş bir ilk edim değildir; bir hükümetin her
hukuk düzenini basitçe askıya almakla yetinmeyip (bunun adı
olağanüstü haldir) fiilen hükümsüz kılışında tekrar yaşanan
bir şeydir. Aslında, Benjamin'in Nazi Avrupa'sından kaçarkenki
intiharından önceki son metni olan “Tarih Kavramı Üzerine”de
(1940) öngörmüş olduğu gibi, bu hal “istisna değil, kural”
olma tehdidini taşır.
119
Benjamin “Tarih Kavramı Üzerine”de,
“Geçmiş ancak, bir daha görünmemek üzere kendini gösterdiği
an, birden parlayıp aydınlanıveren bir resim olarak
yakalanabilir,” diye yazmıştı. Hirschhorn işte bu acil
“şimdinin zamanı” içinde harekete geçmeyi amaçlar.
Böyle bir zamanda, “bağlılık”
ve “özerklik” (genel olarak estetik söylemde ifade edilenin
aksine) birbiriyle çelişkili değildir, zira Hirschhorn'u
ilgilendiren özerklik sanatın “kendine yeterliliği” değil,
“cesaretin özerkliği, kendini ortaya koymanın özerkliği,
kendini yetkilendirmenin özerkliği”dir.
Beşinci Bölüm: Post-Eleştirel?
121
Eleştirel teori 1980’ler ve
1990’ların kültür savaşları sırasında yenilgiye uğramış
ve durumu 2000’lerde daha da kötüye gitmiştir. … bugün de
hâlâ üniversite ve müze gibi korunaklı alanlarda dahi eleştiriye
çok az tahammül var. [Not 1: Yeni-muhafazakâr sağın kültür
siyaseti, daha 1976’da Daniel Bell Cultural Contradictions of
Capitalism kitabında kamusal ahlaktaki, kültürel okur
yazarlıktaki ve eğitim standartlarındaki sözümona gerileyişi
1960’lar ile 1970’lerin karşı-kültürüne -öğrenciler,
yurttaş hakkı aktivistleri, feministler- yıkmaya çalıştığında
genel hatlarıyla ortaya konmuştu. Ardından 1980’lerde tam
anlamıyla kültür savaşları (çokkültürlü eğitime ve kimlik
siyasetine, feministlerin kazanımlarına ve eşcinsel haklarına
saldırı) başladı ve 1990’larda iyiden iyiye artınca, sağcılar
için üniversite ve müzeleri hedef almak taktik açıdan anlamlı
hale geldi. … Eleştirel teoriye şeytan muamelesi bu sıralarda
yapılmaya başlamıştır]. Çoğu akademisyen, muhafazakâr
yorumcular tarafından gözleri korkutulduğundan, artık aktif bir
yurttaşlık için eleştirel düşüncenin önemini vurgulamıyor ve
çoğu küratör de, şirket sponsorluklarına bağımlı
olduklarından, bir zamanlar zor sanatın kamuoyu tarafından
alımlanabilmesi için temel bir önemi olduğu kabul edilen
eleştirel tartışmayı artık desteklemiyor. Ayrıca değerin her
şeyden çok piyasa konumu tarafından belirlendiği bir sanat
dünyasında eleştirinin görece yersizliği de yeterince açık;
bugün “eleştirellik” sıklıkla katı, ezbere, modası geçmiş
(ya da bunların hepsi birden) sayılarak kapı dışarı ediliyor.
“Teori” ise daha da beter halde (tabii bu mümkünse), çoğunlukla
aptal şeyleştirmesi ve korkutucu bir kelime olarak görülüyor. Bu
genel durum bazen “post-eleştirel” diye adlandırılıyor ve
çoğunlukla kâh kavramsal kâh tarihsel kâh siyasal diye nitelenen
kısıtlamalardan bir kurtuluş olarak hoş karşılanıyor. Fakat
sonuçta ortaya çıkan, sağlam bir çoğulculuktan ziyade
güçsüzleştirici bir görecilik oluyor.
Eleştirinin gözden çıkarıldığı
bir noktaya nasıl geldik? Son yirmi otuz yılda suçlamaların çoğu,
en azından soldan gelenler, eleştirmenin konumlanışıyla ilgili
oldu. Öncelikle, yargıda bulunmanın, özellikle de her türlü
eleştirel değerlendirme ediminde haksız yere üstleniliyormuş
gibi görünen ahlaki hakkın reddi söz konusuydu. Ardından
otorite, bilhassa da eleştirmenin başkaları adına soyut bir
şekilde konuşmasına imkân sağlayan siyasal ayrıcalığın
otoritesi reddediliyordu. Son olarak, mesafeyle, eleştirmenin
incelediğini iddia ettiği kültürden ayrı durmasının mümkün
olup olmadığıyla ilgili bir şüphecilik vardı. “Eleştiri,
doğru mesafede durma işidir,” diye yazmıştı Walter Benjamin
neredeyse doksan yıl önce...
122
Gelgelelim her eleştiri doğru
mesafede durmaya bağlı değildir. Brecht tarzı yabancılaştırma
bu anlamda pek de doğru değildir ve eleştirinin, bariz bir şekilde
içkin olduğu müdahaleci modeller de vardır.
Postyapısalcı teori tarafından
getirilen temel eleştirilerle ilgili daha yakın tarihli suçlamalar
ise çağrışım yoluyla suç üzerinden işlemiştir. Temsil
eleştirisi, hakikat iddialarında aşırı güvenli olmaktan ziyade,
başlı başına hakikate olan inancımızı aşındıran ve
dolayısıyla ahlaki bir kayıtsızlık ve siyasi bir nihilizmi
teşvik eden bir şey olarak görülüyordu. Özne eleştirisi de
niyetlenilmemiş sonuçları olmakla suçlanmıştı, tıpkı öznenin
inşa edilmiş doğasını göstermesinin, metalaştırılmış
göstergelerin bir performansından çok da fazlası olarak
görülemeyecek olan kimlikle tüketimci ilişkiyi beslediği iddiası
gibi. Birçok şüpheci açısından bu iki sonuç açık ve basit
bir şekilde postmodernizm sayılmalıydı ve postmodernizm de bu
nedenle mahkûm edilmese bile, en azından eleştirilmeliydi. Fakat
tüketimcilik suçlaması çoğunlukla Sol'un çizdiği ve
postmodernizmi ezberci bir yaklaşımla neoliberal kapitalizme
indirgeyen bir karikatürdü: Bu argümana göre, nasıl
neoliberalizm ekonomide düzensizliği egemen kıldıysa,
postmodernizm de kültürde gerçeksizliği egemen kılmıştı. [Not
6: Kimi zaman bu bağlantı doğrudan kurulur. Örneğin Luc
Boltanski ve Eve Chiapello, işyeri disiplininin “sanatsal
eleştirisi”nin “kapitalizmin yeni ruhu” açısından kilit
önemde olduğunu, yani sanatsal eleştirinin savunduğu emeğin
kayıtdışılığının kapitalizmin yeni ruhu tarafından hayata
geçirilen iş güvencesizliğini desteklediğini söylerler.
Gelgelelim Boltanski ve Chiapello’nun “sanatsal işleri” derken
kastettiklerinin gerçek sanatla çok az alakası vardır; aslında
birçok sanatçı (örneğin Melanie Gilligan) bu “yeni ruh”u
eleştirmiştir ki her halükârda zaten uzun ömürlü olmamıştır].
Nihilizm suçlaması da postmodernizmden ziyade bazı basmakalıp
postmodernist fikirlerin Sağ tarafından istismar edilmesine dairdi;
ABD'de Cumhuriyetçilerin küresel ısınma olgusunu tartışma
konusu etmek için bilimin “toplumsal olarak inşa edildiği”
fikrine başvurmalarında olduğu gibi.
123
Daha sert itirazlar ise şu an
sorguladıkları eleştiri kültürünün rahle-i tedrisinden geçmiş
iki felsefeciden, Bruno Latour ve
Jacques Rancière'den
gelmişti. Asıl sahası bilimsel çalışmalar olan Latour'a göre,
eleştirmen bir aydınlanmış bilgi konumuna yerleşmek suretiyle
kendisinden daha naif olanların fetişist inançlarını gizeminden
arındırma, yani bu ötekilerin inançlarının “kendi
isteklerini, kendi başına hiçbir şey yapmayan bir maddi varlığa
yansıtmaları” olduğunu gösterme imkânı elde eder. Latour
açısından, bu eleştirmenin ölümcül hatası fetişizm karşıtı
bakışını kendi inancına, özellikle de gizemden arındırmanın
güçlerine duyduğu inanca yöneltmemesidir. (Latour bunu da başlı
başına bir fetiş olarak görür); bu hatası eleştirmeni
naiflerin önde gideni haline getirir. “İşte bu nedenle,” der
Latour (hepimizi kastederek), “aynı anda ve hiçbir çelişki
hissetmeden şunların hepsi birden olabilirsiniz: (1) İnanmadığınız
her şey (çoğunlukla din, popüler kültür, sanat, siyaset vs.)
karşısında bir fetişizm karşıtı; (2) inandığınız tüm
bilimler (sosyoloji, iktisat, komple teorisi, genetik, evrim
psikolojisi, göstergebilim, istediğiniz branşı seçin) karşısında
iflah olmaz bir pozitivist; (3) gerçekten haz duyarak yaptığınız
her şeyde tamamen sağlıklı, sapasağlam bir gerçekçi: Elbette
eleştiri de olabilir, ama ayrıca resim, kuş gözlemciliği,
Shakespeare, babunlar, proteinler vs.”
19. yüzyıl başındaki işçi
hareketlerinden çağdaş sanata kadar farklı konularla ilgilenen
Rancière'e göreyse takındığı küstahça gizemden arındırma
tavrı da eleştiriye gölge düşüren bir şeydir. Estetiğin
Huzursuzluğu'nda şöyle yazar: “En genel ifadesiyle,
eleştirel sanat izleyiciyi dünya dönüşümünün bilinçli bir
failine dönüştürmek için tahakküm mekanizmaları hakkında
farkındalık yaratmak üzere yola çıkan bir sanat türüdür.”
Rancière'in bu varsayıma birkaç itirazı vardır. Birincisi,
“farkındalık” kendi başına dönüştürücü olmadığı
gibi, “sömürülenler sömürünün yasalarının açıklanmasına
nadiren ihtiyaç duyarlar.” Aynı şekilde, eleştirel sanat
harekete geçirdiğini iddia ettiği kendi pasif seyirci
projeksiyonuna bağımlıdır (Rancière'in Özgürleşen
Seyirci'deki başlıca şikâyeti budur). Son olarak, eleştirel
sanat, “seyircilerden gündelik nesne ve davranışların ardındaki
sermayenin göstergelerini keşfetmelerini ister”, ama bunu
yaparken kapitalizmin zaten her halukârda icra ettiği “şeylerin
göstergelere dönüştürülmesi” işini teyit etmiş olur.
Dolayısıyla Latour'un nazarında eleştirmenin başına geldiği
gibi, Rancière için de eleştirel sanatçı bir kısır döngüye
hapsolmuştur. “Eğer bu noktada durdurulması gereken bir
sirkülasyon varsa,” der, “o da eleştirinin basmakalıplaştırdığı
bu basmakalıplıkların, enfantilleştirmeyi suçlayan dev dolgu
oyuncak hayvanların, medyayı suçlayan medya imgelerinin, gösteriyi
suçlayan gösterişli yerleştirmelerin vb. sirkülasyonudur.
Piyasanın gücüyle onun suçlanışının gücünü denk tutan bu
polis mantığına hapsolmuş bir dolu eleştirel ya da aktivist
sanat biçimi vardır.”
124
Latour ve Rancière önemli hususlara
parmak basarlar, ama sakın bu iki üst-eleştirmen kendilerine ait
bir düşünce çemberine hapsolmuş olmasınlar? Latour, kendi
payına, Marx ve Freud'daki başlatıcı eleştiri hamlesini
günceller; Marx ve Freud “Biz hiç modern olmadık” iddiasını
şöyle özetlenebilecek şekilde ilk defa dile getirenlerdi: “Siz
modernler kendinizi aydınlanmış zannediyorsunuz, ama aslında
ilkeller kadar fetişistsiniz: Sadece nasıl üretildiğini anlamayı
başaramadığınız parıltılı yeni metanın değil, aynı zamanda
münasebetsizce arzuladığınız her türlü entipüften nesnenin de
fetişistisiniz. Her durumda şeylere onların özünde olmayan bir
değer, güç ve hayat atfediyorsunuz.” Marx ve Freud'un yaptığı
bu eleştirel altüst etme hamlesine Latour kendi ters çevirme
hamlesini ekler: “Siz fetişizm karşıtı eleştirmenler de
fetişistsiniz: Sadece kendi disiplinlerinizin protokollerinin değil,
eleştirel afişe etme faaliyetlerinizin de fetişistisiniz.”
Dolayısıyla Latour bu noktaya kadar tam da bağını koparmaya
çalıştığı fetişizm eleştirisinin retorik sınırları içinde
kalır. Bu “şüphe hermenötiği”ne kafa tutmasının alışıldık
bir tutum olduğunun o da Rancière'den daha fazla farkında
değildir: Eleştirel teoride uzun zaman önce girişilmiş olan bu
sorgulama, eleştirel teorinin engellenmiş çıkarlar ve gizli
anlamlar arayışından (böyle bir yorumun sırasıyla Marxçı ve
Freudçu versiyonlarıdır bunlar) uzaklaşıp, verili bir söylemin
yapısal olanaklılık koşullarına (Foucault ile anılagelen bir
analiz) ve verili bir metinde göstergelerin yüzeysel anlamına
(Roland Barthes'la anılagelen bir okuma) odaklanmaya geçişinde
temel bir öneme sahipti.
125
Rancière de benzeri şekilde kendi
kazdığı kuyuya düşer. Eleştiriyi harekete geçirilmeye muhtaç
pasif bir seyirci projeksiyonuna yaptığı için mahkûm eder
(Latour'un gizemden arındırılmaya muhtaç naif inananının ondaki
versiyonu budur), ama öte yandan o da “farkındalık”ın ötesine
geçen bir harekete geçirme çağrısında bulunduğu zaman böyle
bir pasifliği varsaymış olur (tekrar edelim: “Sömürülenler
bir açıklamaya nadiren ihtiyaç duyarlar”). “Estetik edimler,”
der Estetiğin Politikası'nda, “yeni duyu algısı kipleri
yaratan ve siyasal öznellik biçimleri ortaya çıkaran deneyim
konfigürasyonlarıdır.” [Not 16: Algılanması, düşünülmesi
ve söylenmesi mümkün olanlar ile olmayanlar şeklinde tanımlanan
“duyulabilir olanın bölüşümü”, Marx’ın “ideoloji”
olarak anladığı şeyden pek farklı değildir, en azından
ideolojiyi bir inanç sisteminin özgül içeriği olarak değil,
yapısal sınırlamaları olarak gördüğünde]. Asil bir
formülasyondur bu, ama sanata halihazırda sahip olmadığı bir
faillik atfeder. Sanatın bu tarzda etkin bir şekilde müdahale
edebileceği bugün açık bir gerçek olmaktan çok uzaktır;
kuşkusuz, duyulabilir olanı muazzam bir güçle izleyip düzenleyen
(hem devlete ait hem de özel) imaj endüstrileri ve enformasyon
ajanslarıyla başa çıkması mümkün değildir. En azından
şimdilik, çağdaş sanat aracılığıyla “duyulabilir olan”ın
her yeni “dağılım”ı, hüsnü kuruntu kıyılarında
dolanmaktadır; hatta gizemden arındırılması gereken bir tür
inanç bile olabilir.
Tüm bunların ardından, bugün neden
birçok insanın eleştiriden gına getirdiğini, hatta birçoğunun
ondan tiksindiğini anlayabiliyoruz, zira eleştiri olumsuzluğuyla
teslimiyetçi olmadığında doğruluğuyla baskıcı gelebiliyor.
[Not 17: Çok değil yakın zaman önce, “eleştirellik” başlı
başına bir değer (hatta bir fetiş) haline geldi ve birçok
sanatçı ve eleştirmenin gözünde kötü bir nesneye dönüşmüş
olmasının nedeni de budur. Bu kıstas onu önceleyen kıstaslar
bağlamında değerlendirilmelidir. 1940’ların başında Clement
Greenberg gibi eleştirmenler modernist sanatta “nitelik”i temel
değer olarak öne çıkarmıştı: Nitelikli sayılmak için şimdiki
zamana ait bir eser geçmişin en iyi eserleriyle kıyaslanma testini
geçebilmeliydi. Greenberg’in birçok kez dile getirdiği gibi, bu
kıstas gelenekten bir kopuşu savunmuyordu; tersine, bir sürekliliği
muhafaza etmeye çalışıyordu. Sonra, 1960’ların başında
Donald Judd gibi sanatçılar kıstas olarak “ilgi”yi öne sürdü.
“İlgi”, avangardist bir değer olarak, “nitelik” gibi
kendisini önceleyen diğer kıstaslara meydan okumaya girişti ve
geleneği muhafaza etmeyi, hatta ona atıfta bulunmayı bile
amaçlamadı; çoğu zaman bunun tam tersi geçerliydi. Ardından,
1980’lerin başında bir grup sanatçı ve eleştirmen merkezi
değer olarak “eleştirellik”i öne sürdü; “nitelik”
elitist geliyordu onlara, “ilgi” ise yeterince siyasi değildi.
Tüm bu kıstasları birbirine bağlayanın “öz-eleştiri”nin
değeri olduğu iddia edilebilir]. Latour bu yıkıcı eleştirmen
imgesinin karşısına kendi iyicil figürünü koyar:
Eleştirmen
alaşağı eden değil, bir araya toplayandır. Eleştirmen naif
inananların ayağının altından halıyı çeken değil,
katılımcılara toplanabilecekleri alanlar sunandır. Eleştirmen
fetişizm karşıtlığı ile pozitivizm arasında Goya’nın
çizdiği sarhoş putkırıcı gibi yalpalayıp duran değil, eğer
bir şey inşa edilmişse bunun kırılgan olduğu, dolayısıyla
üzerine titrenmesi gerektiği anlamına geldiğini bilendir.
Böyle empatik bir
eleştirmene insanın kanının kaynamaması mümkün mü? Fakat bu
“üzerine titreme” etiğinin de kendine has sorunları vardır
-ki aslında eski fetişizm sorunudur bu-, zira burada bir kez daha
inşa edilmiş olan şeye bir kısmi özne muamelesi yapılır
(“üzerine titrenmesi gerekir”).
Bu eğilim, şey
teorisi ve duygulanım söylemi gibi eleştirel teorinin
“putkırıcılık”ının ötesine geçmeye çalışan ve yer yer
Latour’a borçlu olan son dönem düşünce ekollerinde de
güçlüdür. [Not 20: Latour eleştirel putkırıcılığın
eleştirisinde söz gelimi Barthes’ın “Change the Object”te
(1971) sunduğu radikal eleştirmen duruşuna takılmış görünür:
“Artık maskesi düşürülmesi gereken mitler değildir (doksa
bunun icabına bakıyor zaten), sarsılması gereken göstergenin
kendisidir; mesele bir sözcenin, bir özelliğin, bir anlatının
(gizli) anlamını açığa çıkarmak değil, bizatihi anlamın
temsilinde gedikler açmaktır; sembolleri değiştirmek ya da saf
hale getirmek değil, sembolik olanın kendisine meydan okumaktır”].
Nitekim bazı inşa edilmiş şeylere bazı insan özellikleri
atfetme önerisi, siyaset felsefecisi Jane Bennett’ın ileri
sürdüğü “dirimsel materyalizm”de programatik hale gelmiştir.
[Not 21: Nesne-yönelimli ontoloji veya spekülatif gerçekçilik
ters istikamette ilerler, yani özneyi paranteze almaya, nesneye
payına düşeni vermeye çalışır. Bu düşünce ekolünün
felsefi temayülü ne olursa olsun, esasen özneyi merkezine almış
bulunan modern ve çağdaş sanat ve estetikle ilişkisini anlamak
kolay değildir. Bu söylemler önemlidir, ama çağdaş sanatla ne
kadar alakalı oldukları açık değildir, zira bunlar büyük
ölçüde sanatsal pratikten uzak disiplinlerden (örneğin bilimsel
çalışmalar, siyaset teorisi, antropoloji) çıkarlar. [Not 22:
Latour failliği aktör ve ağ bandına yerleştirirken, Alfred Gell
(Art and Agency: Anthropological Theory 1998) bunu kişi ile
nesne arasındaki ilişkide bulur. Yukarıda belirtildiği üzere,
failliğin bu projeksiyonu bir tür fetişizmdir, ama Arjun
Appadurai’nin tabiriyle bir “metodolojik fetişizm”dir: “Teorik
açıdan bakıldığında, insan aktörler şeyleri anlamla
kodlasalar da,” diye yazar Appadurai, “yöntemsel açıdan
bakıldığında onların beşeri ve toplumsal bağlamlarını
aydınlatan devinim halindeki şeylerdir”]. Belki de benzeri bir
insanı insan olmayana yansıtma eğilimini gösteren yakın tarihli
sanat tarihi metinleri, imgelere “iktidar”, resimlere
“ihtiyaçlar” vb. atfeden metinler daha fazla göze çarpar. [Not
23: Yakın zamanda yaptıkları bir sohbette, Christopher Wood Horst
Bredekamp'a açık açık “Cansız nesnelere hakikaten faillik ve
sorumluluk atfediyor musunuz?” diye sormuştu Bredekamp'ın verdiği
cevap da aynı açıklıktaydı: “Evet, aynen öyle.”] Fakat
burada yine dikkate alınması gereken bir mesafe vardır, zira bu
metinler de çoğunlukla çağdaş sanattan uzak olan ortaçağ ve
erken modern dönem çalışmaları için gelişmiştir. Üstelik bu
çalışma alanları özne-nesne ilişkileri bizimkinden tamamen
farklı olan, belli şeylere insan özellikleri, hatta ilahi güçler
atfetmenin âdetten olduğu toplumları ele alır.
Ne var ki bugün
üretilen sanatın bir kısmı gerçekten de sanat yapıtını
öznelik üzerinden tahayyül eder. Örneğin yakın dönem heykel
sanatında, fetiş ve kısmi nesne pratik için yaygın modeller
olarak geri dönmüştür ve bunlar sanat yapıtını açık bir
şekilde kendi arzularıyla canlanmış şeyler gibi sunarlar. Burada
iki ayrı güçlük vardır. Birincisi, Constantin Brancusi,
sürrealist döneminde Alberto Giacometti ve son yapıtlarını
ürettiği sıralarda Marcel Duchamp fetiş ve kısmi nesneyi
modernist sanata soktuklarında, normatif bir fikir olarak estetik
deneyime ilişkin Kantçı aldırışsızlığa meydan okuyorlardı.
Artık neredeyse kimse bu görüşü savunmuyor, hele fetiş ve parça
nesnenin olsa olsa istisna olabildiği çağdaş sanatla ilişkili
hiç kimse tarafından savunulmuyor. [Not 26: Yerleştirme sanatında
da ortamsal uzama sanki bir şekilde duyulara sahipmiş muamelesi
yapan bir eğilim vardır. Bilinçli olsun olmasın, bu da
fetişleştirmenin bir versiyonudur ve bu şekliyle fetişizm karşıtı
bir eleştiri gerektirir. Başka bir yerde -Sanat Mimarlık
Kompleksi- bu tür sahte fenomenolojik sanatın “deneyim”i
handiyse “atmosfer” olarak sahneleme eğiliminde olduğunu öne
sürmüştüm]. İkincisi, kapitalist modernlikte özne-nesne
ilişkileri, imge-nesneyi kendi terimleriyle bir fail-insan olarak
yeniden şekillendirme eğiliminde olan meta biçimi tarafından
ezilip geçilmiştir. Sanat yapıtını başka bir yolla
canlandırmaya yönelik her girişim bu güçlü büyünün yoğun
gücüne göğüs germelidir. (Rancière tek başına suçlamanın
yetersiz olduğunu söylerken gayet haklıdır.)
127
Elbette çeşitli
nesne ve imgelerin üzerimizde birçok etkisi olduğunu
reddetmiyorum; sadece bu etkilerin konumu hakkında net olmamız
gerekiyor. Her zamandan çok bugün, insan olan ile olmayan, kültürel
olan ile doğal olan, inşa edilmiş olan ile verili olan arasında
net bir sınır çizgisi olmadığı ve bu karmaşık durumun hakkını
verecek bir dil, etik ve siyasete ihtiyacımız olduğu konusunda
Latour, Bennett ve diğerlerine yüzde yüz katılmamak elde değil.
Ne var ki şeylerin görünürdeki canlılığı insanların gerçek
canlılığıyla (bu ikisi günümüzde çoğu zaman tamamen üst
üste binmiş olsa da) karıştırılmamalıdır; genç Marx’ın
tahayyül ettiği dünyanın insanileşmesini çevrenin doğallıktan
çıkarılmasıyla, internet işlemlerinin algoritmikleşmesiyle,
(telefonlardan insansız hava araçlarına kadar) akıllı
protezlerimizin robotlaşmasıyla vb. karıştırmak da yanlış
olur. Dolayısıyla bir kez daha esas saikini insani inşaların
(Tanrı, internet, bir sanat eseri) bizim üzerimizden yansıtılması
ve kendilerine ait bir faillikle donatılması (ki bu konumların
sayesinde ve bu güçle eğlendirmeyi bir kenara bırakın, bizi
aydınlatmaktan ziyade ezmeleri daha muhtemeldir) üzerine kurulu her
türlü işleme direnişten alan fetişizm karşıtı eleştirinin
süregelen önemi bundandır.
Fetişleştirme esas
olarak iki işlem içerir: Marx’ın meta fetişizmini açıklarken
altını çizdiği gibi, değerin ya da failliğin yanlış yerde
konumlanması ve Freud’un cinsel fetişizmi açıklarken
vurguladığı gibi, algının ya da bilginin engellenmesi. İkisi de
tanıma ve yadsımanın neredeyse anlık düzenleyicileri olarak
açığa çıkar: “Bu metayı sömürülen emekçilerin ürettiğini
biliyorum, ama yine de bana tertemiz görünüyor”; “Annemin
penisi olmadığını biliyorum, ama yine de bu travmatik yokluğu
reddediyorum.” Sinik akılda, dünya meselelerine üretken bir
şekilde dahil olmamızı çoğu zaman engelleyen umursamaz
bilmişlikte de bu “biliyorum ama yine de” yapısı vardır.
Örneğin: “’Vergi alınmasın’ ideolojisinin zenginlere kıyak,
bana kelek olduğunu biliyorum, ama gene de bu görüşü
savunuyorum.” [Not 29: Sorun çoğu zaman hakikatlerin saklı
olması değil (Latour ve Ranciere bu noktada haklıdır), birçoğunun
fazlasıyla aşikâr olmasıdır; fakat bunlar cevabı bir şekilde
engelleyen, hatta inkâr üreten bir barizlikle gelirler]. Bu
şekliyle sinik akıl da bir fetişizm karşıtı eleştiriyi
gerektirir.
128
Elbette böyle bir
eleştiri hiçbir zaman yeterli değildir: Verili olana müdahale
etmek, onu bir şekilde dönüştürmek ve başka bir yere taşımak
gerekir. Ama bu başka yer de eleştiri yoluyla açılır; eleştiri
olmadan alternatifler güçlü bir şekilde harekete geçmek bir
yana, görünürlük bile kazanamazlar. Fakat eleştiri artık
geçerli olmayan karşıtlıklara, özellikle de kurgusal ve estetik
olana karşıtlıklara saplanıp kalırsa, bu yolda fazla
ilerleyemez. Bu noktada fetişlikten çıkarma ile gizemden arındırma
bir araya getirilmemelidir, zira gizemden arındırmanın hedeflediği
kurgusal olandır. [Not 30: Örneğin, bazı soyut tablolardan çoğu
minimalist nesneye kadar 20 yüzyıl sanatının önemli bir kısmı
resimsel yanılsamacılığın birçok çeşidini gizemden
arındırmayı, hatta çözüp dağıtmayı amaçlamıştır.]
Fetişlikten çıkarma kurgusal olan karşısında zorunlu olarak bu
tarzda şüpheci değildir. Eleştirinin estetikle ilişkisi daha
karmaşıktır. Bir kuşak önceki bazı eleştirmenler bir çözüm
alanı olarak estetiğe şüpheyle yaklaşıyordu: Sadece Kant'ın
ortaya attığı terimlerle (olgu yargılarının değer yargılarıyla
uzlaştırılabileceği bir uzam olarak). Yine bu dönemde, Clement
Greenberg'in Kant'a atıfla öne sürdüğü modernist sanata dair
baskın açıklama da estetiği “ideolojik şiddet ve kafa
karışıklığının ötesinde” bir mutlaklar uzamı olarak
koyutluyordu. Eleştirel teori de eleştirel sanat da bu iki
pozisyona meydan okuyarak “estetik karşıtı” olmuştu, fakat bu
polemik belli bir duruma özgüydü ve geçti gitti. Bugün 20.
yüzyıl sanatında estetik olan ile estetik karşıtı arasındaki
diyalektik bağlantılarla ilgili olarak daha uyanığız. Aynı
zamanda estetik deneyimdeki eleştirel boyuta (ve tersine); yani
estetik olanın ideolojiye direnme kapasitesine (örneğin sanat
yapıtının duyumsal tikelliğinin kesintisiz imge ve bilgi akışı
altında tamamen boğulmuyor olması) ve eleştirinin kendi
yollarıyla sanatsal olma kapasitesine (örneğin estetik deneyim ile
eleştirel düşünceyi karşı karşıya getirmeyen alternatif
ilişki kurma tarzlarına açık olmak) daha alışmış durumdayız.
129
Bugün eleştirinin
yere düşmüş bayrağını niye eğilip alalım? Nedeni çok basit
(ve bizi başlangıçtaki meselemize geri döndürüyor): Eleştiri
kamusal alan için olmazsa olmazdır. Bazı açılardan eleştiri bu
alanın işleyişinin ta kendisidir. Yalnızca sanat eleştirisinin
gelişimini düşünün. Eleştirmen figürü 18. yüzyıl başlarında
Paris Salon'larında ortaya çıktığında sadece “kamusal bir
ziyaretçinin bakış açısı”nı benimsememiş, aynı zamanda
gösterilmekte olan sanat hakkında yazmak suretiyle kamunun bir
temsilini yaratmıştı ve bu temsil farklı gruplara bir kamuoyu
olarak kendi kendilerinin farkına varmalarında yardımcı olmuştu.
Elbette bu alan her zaman fiili olmaktan çok varsayımsaldı ve iki
durumda da sorunluydu: Büyük oranda burjuva sınıfına tahsis
edilmişti, toplumsal cinsiyet ve ırk sınırlamalarıyla çevriliydi
ve burjuvazi siyasal olarak tehditle karşı karşıya kaldığında,
Marx'ın 1852'de Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i'nde işaret
ettiği gibi, toplumsal ideallerini (mesela kamusal tartışma)
ekonomik çıkarları uğruna bir çırpıda terketmişti.
Sonrasındaki değişiklikler de tanıdıktır: Kapitalizm tüketimci
bir sistem haline geldikçe, kamusal alan da kitle iletişim
araçlarının kamusallığı altında (ve ilaveten siyasal
kanaatlerin yönetilmesiyle) boğuldu. Sosyolog Talcott Parsons'ın
uzun zaman önce savunduğu gibi, eğer sistem bütünleşmesi
sağlanırsa toplumsal bütünleşmeye gerek yoktur ve rutin
gözetleme ve büyük verilerle bu hedefe neredeyse tamamen
ulaşılmıştır denebilir.
Orijinal tanımıyla
kamusal alanın çözüldüğü de açıktır. Son kuşak tarafından
üretilen katılımcı sanatın büyük kısmı bu kaybı telafi
etmeyi amaçlamış, söylemselliği ve sosyalliği her şeyden çok
önemsemiştir. Pierre Huyghe'nin 2002'de ifade ettiği gibi,
“Tartışma bir projenin oluşumunda önemli bir uğrak haline
gelmiştir”; Rirkrit Tiravanija da aynı yıl, sanatını açıkça
“bir sosyalleşme yeri” olarak tanımlamıştı. Bu gibi
yapıtlarda etik olan ile gündelik olan da belirgindir: Hughe,
sanatın “başka mübadele olanaklarını keşfetmenin bir yolu”
olduğunu söyler; Tiravanija da bir “iyi yaşama” modeli
olduğunu ekler. Fakat bu niteliklerin aslında büyük ölçüde
başka yerde soluk gözüktükleri için parlatıldıklarını
hissetmemek mümkün değil: Sanki topluluk fikrinin kendisi ütopyacı
bir renge bürünmüştür. [Not 40: Bu durum izlerçevreye güven
hissini değil, daha ziyade bunun bir önkabul olarak alınamayacağı
korkusunu akla getiriyor; hatta her seferinde yaratılması
gerektiğini, zira ilişkisel sergi ve etkinliklerin bazen
sosyalleşmede iyileştirici görünmesinin nedeni bu olabilir].
İlişkisel estetiğin başlıca savunucusu olan Nicolas Bourriaud
bile bu katılımcı itkinin telafi edici doğasını kabul etmiştir:
“Sanatçılar, gördükleri küçük hizmetlerle sosyal bağdaki
çatlakları doldururlar.” Nitekim Bourriaud en katı olduğu anda
en isabetli tespitinde bulunur: “Dolayısıyla gösteri toplumunun
ardından ekstralar toplumu gelir ve orada herkes az çok daraltılmış
iletişim kanallarında interaktif bir demokrasi yanılsamasını
bulur.”
130
Bugün kamusal alan
ne kadar dumura uğramışsa sosyal bağ da o kadar baskı altındadır
ve buna yanıt olarak söylemsellik ve sosyallikten daha sağlam
kıstaslara ihtiyaç vardır. Belki de kamusal alanın bahtsızlığı,
üzerinde yükseldiği kavramı, yani yurttaşlığı bir kez daha
radikal hale getirir (Hannah Arendt'in temel bir kaynak olarak geri
döndüğü kesindir). Her halükârda yurttaşlık da muazzam bir
baskı altındadır ve bu her cephede böyledir. Uluslararası
olmaktan çıkıp ulus-sonrası bir konuma geçmiş şirketlerle
siyasal failler tarafından yönetilen bir dünyada yurttaşlık ne
demektir? ABD ve Birleşik Krallık gibi sözümona demokrasilerce
“itibarsızlaştırılabilir” ya da hükümsüz kılınabilirken,
yani “bir hak değil, bir ayrıcalık” olarak yeniden
tanımlanırken, yurttaşlık neye işaret eder? Keza sayıları
devasa boyutlara ulaşan kaçak göçmenlerin, ülkeleri işgal
altında olan halkların ve devletsiz mültecilerin gördüğü
rutinleşmiş kötü muamele bağlamında yurttaşlık ne anlama
gelir? Yeni yurttaşlık tariflerine, neoliberalizmi tümüyle hesaba
katan, belki de Habermas'ın önerdiği Avrupa yurttaşlığı
çizgisinde, belki de daha geniş ölçekte, Latour'un önerdiği
Antroposen yurttaşlığı türünde yurttaşlık tariflerine
ihtiyacımız olduğu açıktır. Belki sanatçılar ve eleştirmenler
de bu hayal etme çabasına yardımcı olabilir, hatta önderlik
edebilir (bu da benim azıcık hüsnü kuruntum olsun) ve çağdaş
sanat dünyasının küresel menzili bu açıdan pekâlâ bir erdem
olabilir. Kuşkusuz, geçmişte (öncelikle Hans Haacke ve Allan
Sekula'nın müdahaleleri akla geliyor) ve yakın zamanda (Yto
Barrada, Claire Fontaine, Sharon Hayes, Thomas Hirschhorn, Emily
Jacir, Isaac Julien, Hito Steyerl ve daha birçok isim geliyor akla)
bunun yapıldığı vakidir. Açık olan bir şey var: Post-eleştirel
bir duruşun bu projede hiçbir yararı yoktur.
Sonsöz: Fiilî
Olana Methiye
133
2.
... tıpkı bağımsız
sinema gibi, deneysel performans ve dans da sanat müzesine hem
izlerkitleye gösterilmek için hem de ekonomik zorunluluktan ötürü
getirilmiştir. Fakat esasen cansız sanata ayrılmış olan
kurumlarda canlı olayların birdenbire benimsenmiş olmasını
açıklamaz bu. Rem Koolhaas yeni müzelerin son dönemde yaşadığı
yükseliş sırasında, içinde dolaşılacak yeteri kadar geçmiş
olmadığından, sembollerinin ancak değer bakımından
artabileceğini söylemişti. Bugün ise içinde dolaşılacak
yeterince şimdi olmadığı göze çarpıyor: Aşırı dolayımlı
bir çağda bariz olan nedenlerle, mevcudiyet olduğu hissedilen her
şey gibi şimdiye olan talep de çok fazla.
3.
Performans üzerine
çalışan akademisyenler, performansın ne anlama gelebileceğinden
ayrı olarak ne yapabileceğini vurgulamak için sık sık
dilbilimdeki performatif kategorisine başvurmuşlardır. Fakat
burada söz konusu olan yeniden canlandırmalar bağlamında, bu
terim artık ilk kullanıldığı yer olan sözedim teorisindeki
anlamını kaybetmiştir: Bu performativite/edimsellik
sanallaştırdığı kadar fiilîleştirmez (yani “Sizi karı-koca
ilan ediyorum,” gibi performatif/edimsel bir ifadenin yaptığı
söylenen şeyi yapmaz). Arzuladığımız mevcudiyeti sunuyor gibi
görünür, ama bu aç bırakan, hayaletimsi bir mevcudiyettir ve
sonuçta biz izleyiciler de kendimizi biraz hayalet gibi hissetmeye
başlarız.
138
6.
Peki öyleyse neden
performatif olan bu kadar canıgönülden benimseniyor? Nedenlerden
bir diğeri, tıpkı süreç gibi, performansın da izleyiciyi
harekete geçirdiğinin düşünülmesidir, özellikle de ikisi
birleştirildiğinde, yani bir süreç (bir eylem ya da bir jest)
icra edildiğinde. Varsayıma göre, bir işi yapılmadan bırakmak,
izleyiciyi onu tamamlamaya teşvik etmektir, ama bu tavır kolaylıkla
bir işi tam olarak yapmamanın bahanesi haline gelebilir. ... Mesele
harekete geçirmek ve dikkat ise, bana her Allah'ın günü George
Maciunas yerine Piet Mondrian verseniz gıkım çıkmaz.
139
7.
1957-58'de kaleme
aldıkları etkili yazılarında Duchamp izleyicinin “yaratıcı
edim”deki payını, Umberto Eco da “açık yapıt”ın
radikalliğini savunurken; 1967-68'de yazdıkları çığır açıcı
metinlerinde Foucault “yazar işlevi”ni sorgularken, Barthes da
“yazarın ölümünü kutlarken, her şeyden çok iki pozisyonun
egemenliğine meydan okumayı hedefliyorlardı: Biçimcilerin kapalı
bir anlam sistemi olarak sanat yapıtı fikri (o dönemki Yeni
Eleştiri'nin temel ilkesiydi bu) ve her türlü anlamın kaynağı
olarak sanatçıyı gören popüler anlayış (çoğumuzda derin
kökleri bulunan bu anlayış bir Romantizm kalıntısıdır).
8.
Nicolas Bourriaud
1998'de ilişkisel sanatı, “izleyen-manipüle eden kişi
tarafından yeniden harekete geçirilecek birimler öbeği,” olarak
tanımlamıştı. ... Yazarın ölümü çoğu zaman Roland
Barthes'ın düşündüğü gibi okuyucunun doğuşu değil,
izleyicinin afallaması anlamına gelmiştir.
140
9.
Nasıl ki
izleyicinin harekete geçirilmek için pasif diye görülmesi
gerekiyorsa, sanat yapıtıyla sanat müzesinin de yeniden
canlandırılmak için cansız yerine konmaları gerekiyor.
[hümanist bir
disiplin olarak sanat tarihi] [Erwin Panofsky bu disiplinin görevini
şöyle tanımlıyor:] ... “diğer türlü ölü olarak kalacak
olanı canlandırmak”.
141
10.
Bir diğer ciddi
sorun, her şeyden çok katılım ve süreci teşvik eden sanat
tarzlarıyla ilgilidir. Kimi zaman açık bir sanat yapıtı ile
kapsayıcı bir toplum arasında kurulan sallantılı bir analoji
temelinde bu tür pratiklere bir siyaset atfedilir, sanki gelişigüzel
bir malzeme düzenlemesi insanlar arasında demokratik bir topluluğu
doğurabilir, hiyerarşik olmayan bir yerleştirme eşitlikçi bir
toplumun habercisi olabilir ya da vasat bir sanat yapıtı herkesin
sanatçı olabileceği bir dünyaya örnek teşkil edebilirmiş gibi.
144
16.
Neo-Sitüasyonist
diye adlandırılabilecek olan ikinci yaklaşım ise sanatçıları
imge akışları ve enformasyon ağlarında bir araya toplanan
imgeleri, görünürlük ve güçlerini arttıracak şekillerde ele
almaya teşvik eder: Görünürlük ve güç, bu imgelere sanatçılar
tarafından başarıyla tekrar biçimlendirildiği takdirde başka
bir yöne kanalize edebilir. David Joselit'in verdiği adla bu
“arayış epistemolojisi”nde bu tür akışlar ve ağlar “anlamlı
örüntüler”i görünür hale getirecek bir şekilde grafiğe de
dökülebilir [Not 30: Rancieré de siyasal ve estetik olanın her
zaman çoktan birbirine bağlı olduğunu benzeri bir sihirle ilan
eder]. Bu görselleştirme çok önemlidir, ama böyle bir örüntü
tanıma işlemini izleyiciden beklemek fazla şey beklemek anlamına
da gelebilir, az şey beklememek anlamına da: Bu akışların ve
ağların bireylerin bunların haritasını çıkarma kapasitesini
aşması anlamında fazla, çağdaş sanat yapıtına bakmanın çoğu
zaman örüntü arayışından ibaret olması anlamında da az.
Ayrıca sanat yapıtı zaten salt düşünmeye dayalı ya da tümüyle
şeyleşmiş (veya ikisi birden) olarak görülürken, belirli bir
resim ya da heykelin, sanat yapıtı ile ağ arasındaki bağlantıya
odaklanan bir “örnek yapıt” işlevi görmesi pek mümkün
değildir [Not 32: ... Laura Kurgan'ın önemli çalışması
akışların ve ağların haritasının çıkarılmasına
adanmıştır]. Sanat yapıtı ile ağ arasındaki zaten var olan
boşluğu kapamaktansa biçimsel direniş tarzında güçlendirmek
veya bu boşluk kapanıyor gibi görünürken bu “taşlaşmış
toplumsal koşullar”ı mimetik şiddetlendirme tarzında yeniden
oynatmaya çalışmak neden olmasın?
145
17.
[Bazı
performans sanatı çalışmalarının muğlak mevcudiyeti, bazı
katılımcı sanat yapıtlarının gelişigüzel yönü…] Bu hattı
izlememin nedeni, gerçek olanla dolaysız bir ilişkiye ya da
kusursuz bir şekilde çözüme kavuşturulmuş bir sanat yapıtına
dair bir umut değildi. Benim değer verdiğim şey daha ziyade
kelimenin güçlü anlamıyla bir fiilîlik hissi: Yalnızca farklı
deneyim katmanlarını (estetik, bilişsel ve eleştirel) değil,
farklı zamansallık düzenlerini de bir araya toplamayı başarabilen
sanat yapıtları. Bu toplam uzamların sanal olarak zamanların da
zombivari bir şekilde karıştırılmasına karşıdır. Fakat bu
fiilîlik basitçe mevcudiyet demek de değildir (mevcudiyet
arzusunu, daha doğrusu bu arzunun suiistimal edilmesini de
sorguluyorum), hele hele şimdicilik hiç değildir (gerçi aklımdaki
sanatsal takımyıldızının sonuçlarından biri şimdiye
tutunmaktır). Her sanat yapıtı üretim ve alımlamanın farklı
zamanlarını bir arada tutar, üstelik sadece biz kendi
deneyimimizin şimdisinde onunla karşılaşırken değil, aynı
zamanda diğer anlar tarihe geçme sürecinde yapıta kaydedilirken
de. Fakat üstün bir yapıt bu farklı zamansallıkları
fiilîleştirmemize yardımcı olur.
.
.
.
.