.
.
.
.
.
Michel Foucault - Seçme Yazılar
[Dits
et écrits (1954-1988), Gallimard, 1994]
(Çev.
Işık Ergüden, Osman Akınhay, Ferda Keskin),
Ayrıntı
Yayınları, 2011, İstanbul
Michel Foucault 1926 d.-1984 ö.
Seçme Yazılar 1.
Entelektüelin Siyasi İşlevi (3. basım, 2011)
Michel Foucault
(Çevirenler:
Işık Ergüden, Osman Akınhay, Ferda Keskin), 2011, Ayrıntı Yayınları, İstanbul
(Sunuş:)
İktidar, Hakikat ve Entelektüelin Siyasi İşlevi, Ferda Keskin, 2000
I.
Entelektüeller ve İktidar, 1972
II.
Entelektüel, Düşünceleri Bir Araya Getirmeye Hizmet Eder, Ama
Entelektüelin Bilgisi İşçinin Bilgisine
Kıyasla Kısmidir,
1973
III.
Entelektüelin Siyasi İşlevi, 1976
IV. Anti-Oedipus’a Önsöz, 1977
V. Hakikat
ve İktidar,
1976
VI. İki
Ders,
1976
VII. Michel
Foucault’nun Oyunu,
1977
VIII. Klaus
Croissant İade Edilecek mi?, 1977
IX. Michel
Foucault: Güvenlik ve Devlet, 1977
X. İşkence,
Akıldır,
1977
XI. İktidar
Üzerine Diyalog,
1975
XII.
Analitik Siyaset Felsefesi, 1978
XIII.
Cinsellik ve İktidar,
1978
XIV.
Dünyayı Anlamak İçin Yöntembilim: Marksizmden Nasıl
Kurtulmalı?, 1978
XV.
Yönetimsellik,
1978
XVI. Şah
Yüz Yıl Geç Kaldı,
1978
XVII.
Foucault’nun “L’unit’a”ya Mektubu, 1978
XVIII.
Ayaklanmak Faydasız mı?, 1979
XIX. Michel
Foucault İle Söyleşi,
1978
XX.
Entelektüel ve İktidarlar, 1981
Michel Foucault
10
El
attığı her alanda öncelikle yerleşik bakış açılarını ve yöntemleri sorgulayan
Foucault, bu tutumuyla öncelikle düşüncenin kendisi üzerinde düşünmesi ve
kendini dönüştürmesinin önemini hatırlatmış ve bu anlamda düşünce tarihine
radikal anlamda yön veren dönüm noktalarından biri olmuştur.
(Sunuş:) İktidar, Hakikat ve Entelektüelin Siyasi İşlevi, Ferda Keskin 2000
Geleneksel
Entelektüel
13
Foucault
siyasi anlamda entelektüeli “bilgisini, uzmanlığını ve hakikatle ilişkisini
siyasi mücadele alanında kullanan kişi” olarak tanımlıyor.
17
Gramsci
iki tür entelektüel arasında ayrım yapar: geleneksel entelektüeller ve organik
entelektüeller. Geleneksel entelektüeller özel kalifikasyonları olan ve
“dolayısıyla kendilerini hâkim toplumsal gruptan özerk ve bağımsız olarak
ortaya koyan” bir entelektüel formasyonu temsil eder. Geleneksel entelektüel
kategorileri arasında kilise mensupları, yöneticiler, bilginler ve bilim
adamları, teorisyenler, kiliseye mensup olmayan felsefeciler, vb. vardır. Öte
yandan “organik entelektüeller, ekonomik üretim dünyasında ortaya çıkan her
yeni toplumsal grup tarafından organik olarak yaratılır.” Bu entelektüeller,
organik olarak ait oldukları sınıfın fikirleri ve özlemlerini yönlendirmedeki işlevleriyle
diğerlerinden ayrılır. Yani işçi sınıfı kendi entelektüellerini yaratma gücüne
sahiptir ve bunların rolü de “kitlenin entelektüel olarak ilerlemesini siyasi
olarak mümkün kılabilecek entelektüel-ahlâki bir blok kurmaktır” (A. Gramsci.
1971).
Spesifik
Entelektüel
19
…
Foucault’nun eleştirisi, entelektüelin önderliğinin tarihsel sonuçlarından
duyulan bir hayal kırıklığından ibaret değil. İktidar ve hakikat kavramlarının
radikal bir biçimde yeniden düşünülmesine dayalı olan ve siyasi anlamda yepyeni
bir entelektüel anlayışı getiren karmaşık bir eleştiri.
Geleneksel
anlayışa göre hakikat tektir ve alternatifi yoktur.Algılama biçimlerimiz çarpıtılmış
değilse, hakikat gerçekliğe doğrudan ulaşmamızı sağlar. Ulaştığımız bu
gerçeklik bir yorum ya da bakış açısının ürünü değil, gerçekliğin ta
kendisidir. Öyleyse hakikat ne bir bakış açısı ne de yoruma izfi olabilir, yani
hakikat bizim yarattığımız değil, keşfettiğimiz bir şeydir. Nietzsche'nin
geleneksel Batı metafiziği eleştirisinin en önemli parçalarından biri, kuşkusuz
özellikle 1870 ve 1880'li yıllarda geliştirmeye başladığı hakikat
eleştirisidir. Özellikle doğru ile yanlışın genelde olgulara bakarak saptanması
gerektiğini söyleyen hakikat anlayışına karşı Nietzsche olgu diye bir şey
olmadığını savunur. Bizi ilgilendiren dünya bir olgu değildir; zayıf bir gözlemler
toplamı temelinde kurduğumuz bir tahmin, hatta bir masaldır. Bu dünya bir akış
sürecidir, sürekli oluşum halindedir, anlaşılamaz ve aldatıcıdır. Anlam ve
değerler bu akışa yorumlar yoluyla sokulur. Yorumlarsa yaşam içinde, güç
istencinde ve gücümüzü arttırmak için varlığımızı sürdürmemizi sağlayan ve belli
perspektiflerden yapılan değer yüklemelerdir. Ve dünyanın yorumlanabilme
biçimlerinin sınırı yoktur. Dolayısıyla hakikat yoruma bağlı ve birden çoktur.
Aslında, tüm bilgi aygıtı eşyaya hâkim olmaya yönelik bir soyutlama ve
basitleştirme aygıtıdır. Sonuç olarak hakikat bizim dışımızda bulunacak ya da
keşfedilecek bir şey değil; yaratılması gereken ve bir süreci, daha doğrusu
sonu olmayan bir ele geçirme istencini adlandıran bir şey, güç istencinin bir
başka adıdır.
20
Ama
burada hemen Foucault'nun hakikat eleştirisini doğrudan doğruya insan
bilimlerinin "insan" hakkında "keşfettiğini" iddia ettiği
hakikatlere yönelttiği ve doğa bilimleri gibi alanlarda daha temkinli
davrandığını belirtelim.
[Foucault]
"'Hakikat,' sözcelerin üretimi, düzenlenmesi, dağılımı, dolaşımı ve
işleyişi için düzenlenmiş bir prosedürler bütünü olarak anlaşılmalıdır. 'Hakikat'
kendisini üreten ve destekleyen iktidar isimleriyle ve kendisinin meydana
getirdiği ve kendisini yayan iktidar etkileriyle döngüsel bir ilişki içindedir:
Hakikat rejimi."
Bu
hakikat rejimi ise, "keşfedilecek ve kabul edilecek hakikatler bütünü
değil, doğru ile yanlışın birbirinden ayrıldığı ve doğruya spesifik iktidar
etkilerinin yüklendiği kurallar bütünüdür."
21
[On
sekizinci yüzyıl entelektüelinin model aldığı "hukuksal iktidar
modeli" (yasa, hukuk, anayasa, adalet ve evrensel olan adına savaşan, yani
adaletin evrenselliğini ve ideal bir yasanın eşitçiliğini savunan model) ile
Marksist iktidar modeli... Her ikisi de iktidar teorisinde ekonomist bir bakış
açısıyla ele almalarıdır. Hukuksal modelde, insanlar iktidara bir mala sahip
olur gibi sahip olurlar ve sonuç olarak bir devir ya da sözleşme ile başkasına
aktarabilirler; herkes, tek tek sahip olduğu bir iktidar miktarını merkeze
devrederek hükümranlığı kurar. Marksist iktidar anlayışında da iktidar, üretim
güçlerinin mümkün kıldığı üretim ilişkileri ile bir sınıf tahakkümünün muhafaza
edilmesinde oynadığı rol açısından düşünülür.]
22
[Foucault,
bu modellerin on yedinci yüzyılın sonunda itibaren Batı'ya hâkim olan yepyeni
bir iktidar biçimini açıklayamadığını düşünür. Bu iktidar ne yasa ya da
hükümranlık gibi bir kurum ne de bir yapıdır, her toplumsal ilişkide üretilen
ve dolayısıyla her yerde var olan bir şeydir.]
23
İktidar
ancak işlediği zaman varolduğu için de, yapılması gereken iktidarın kaynağını
araştırmak ya da meşruiyetini tartışmak değil; işleyişinin analizini yapmak ve
bu işleyişin hangi durumlarda hegemonik biçimler aldığını saptamaya
çalışmaktır.
24
Foucault'ya
göre artık ... devrim aynı iktidar ilişkilerinin farklı bir kodlanma türüdür.
... Bu yeni koşulda siyasi mücadele çoğul ve yerel olmalı, iktidarın merkezsiz
ve çoğul doğasına tekabül etmelidir. Hedefi iktidar zincirinin tekil
halkalarıdır... Dolayısıyla siyasi anlamda entelektüel artık evrensel bir
hakikatin hâkimi, bütünsel bir devlet teorisiyle donanmış, herkes için geçerli
değerlerin taşıyıcısı, adil olmayan bir hükümrana, devlete ve aygıtlarına karşı
çıkan ve "herkes için adil ve doğru olan" adına çalışan, kısacası
"evrensel" bir entelektüel olamaz. Yeni entelektüel spesifik bir
disiplin ya da kurumda çalışan kişidir: hastanede, akıl hastanesinde,
laboratuvarda, üniversitede, ailede, vb. Spesifik entelektüelin bilgisi
bütünselleştirici bir bilgi, birleştirici bir toplum teorisi değil; spesifik,
yerel bir alandaki uzmanlığı ve becerisidir. Foucault'ya göre adalet ve yasa
adamından doğan evrensel entelektüelden farklı olarak spesifik entelektüel
başka bir tarihsel figürden doğmuştur: bilginden.
25
Böylece
entelektüel, spesifik bilgisini kullanarak ... bilgiyi kendi spesifik alanında
yerelleşmiş iktidar ilişkileri ve teknikleriyle savaşarak hakikat rejimini
değiştirmek, hakikatin iktidarını bu hegemonya biçimlerinden ayırmak için ...
kullanabilir. Böylece [bu tür bir mücadele ile] ... mesleki ve sektörel
sınırların ötesine giden etkiler gösterebilir.
26
...
Batı toplumunda yakın geçmişteki siyasi hareketler (özelde Mayıs 1968 olayları)
göstermiştir ki kitlelerin artık bilgi edinmek için entelektüele ihtiyacı
yoktur. [Artık entelektüelin rolü global eylemde kitlelerin öncüsü olmak değil,
yerel mücadelede özel bir grubun danışmanı olmaktır.]
27
[Batı
kültürü, global, bütünselleştirici ve hiyerarşik bir iktidar düzeni tarafından
kuşatılmış "doğru" söylemler (teoriler) kurmaktadır.] Kendilerine
bilim statüsü veren bu söylemler ortaya çıktıklarından beri insanları
sınıflandıran, gözetleyen, eğiten, "başkalarından ayıran" ve özne olarak
kuran nesneleştirici ve özneleştirici pratikler için gereken ilkeleri ve
mazeretleri sağlamıştır.
[Foucault'nunkine
benzer eleştiriler zaten 1960'lı yıllardan beri mevcuttur: anti-psikiyatri
hareketi, yasa ve ceza sistemine karşı başkaldırılar, geleneksel ahlâk ve
hiyerarşiye karşı saldırılar, vb.]
I. Entelektüeller ve
İktidar,
1972
32
(G.
Deleuze) Teori budur, tam anlamıyla bir alet edevat kutusu gibidir. İmleyenle
hiç ilişkisi yoktur… Hizmet etmesi gerekir, işlemesi gerekir. Kendisi için
değil. Bu teoriden yararlanacak insanlar yoksa teori hiçbir işe yaramaz ya da
henüz zamanı gelmemiş demektir. … Teori kendini bütünleştirmez, çoğalır ve
çoğaltır. Doğası gereği bütünleştirmeler gerçekleştiren iktidardır… Teori,
doğası gereği iktidar karşıtıdır. Bir teori şu ya da bu noktada derinleşir
derinleşmez, çok başka bir noktada bir patlama meydana getirmedikçe, en küçük
bir sonuç meydana getirmesi dahi imkânsızlaşır. Bu yüzden reform kavramı çok
aptalca ve ikiyüzlüdür. Ya reform kendilerini temsilci olarak sunan ve
başkaları için, başkaları adına konuşmayı kendine iş edinmiş insanlar
tarafından hazırlanır ve bu iktidar düzenlemesidir, artan bir baskıyla ikiye
katlanan iktidarın dağılımıdır, yahut kimi ilgilendiriyorsa onlar tarafından
istenen, talep edilen bir reformdur ve reform olmaktan çıkar. … Eğer küçük
çocuklar bir anaokulunda protestolarını veya sadece sorularını işittirmeyi
başarsalardı, bu, bütün eğitim sisteminde bir patlama yapmaya yeterdi. … Bence,
(Focault’ya) hem kitaplarınızda hem de pratik bir alanda, temel bir şeyi bize
ilk siz öğrettiniz: Başkaları için konuşmanın utanç verici bir şey olduğunu.
33
(M.
Foucault) Genel anlamda, ceza sistemi iktidar olarak iktidarın en açık tarzda
kendini gösterdiği biçim değil mi? Birini hapse atmak, onu beslenmeden,
ısınmadan yoksun bırakmak, dışarı çıkmasını sevişmesini engellemek, vs. bu
iktidarın hayal edilebilecek en ölçüsüz tezahürüdür. Geçen gün, hapse yatmış
bir kadınla konuşuyordum, şöyle diyordu: “Kırk yaşında olan beni bile hapiste
bir gün kuru ekmeğe mahkûm ederek cezalandırdıklarını düşünün.” Bu hikayede
insanı etkileyen sadece iktidarın işleyişinin çocuksuluğu değil, iktidarın
iktidar olarak en arkaik, en çocukça, en çocuksu biçimiyle işlemesindeki
hayasızlıktır. Birini kuru ekmeğe veya suya mahkûm etmek, sonuçta bu bize küçük
bir çocukken öğretilen bir şeydir. Hapishane, iktidarın en aşırı boyutlarıyla
çırılçıplak ortaya çıkabileceği ve kendini ahlâki iktidar olarak aklayabileceği
tek yerdir.
36
(M.
Foucault) Günümüzde şu büyük bir meçhuldür: İktidarı kim uygulamaktadır?
Günümüzde, kimin sömürdüğü, kârın nereye gittiği, kimin ellerine geçtiği ve
yeniden nereye yatırıldığı aşağı yukarı bilinmektedir, oysa iktidar… İktidarı
elinde tutanların yöneticiler olmadığı iyi bilinmektedir. Ama ‘yönetici sınıf’
kavramı ne çok açıktır ne de yeterince işlenmiştir. … Aynı şekilde, iktidarın
nereye kadar, hangi araçlarla ve çoğunlukla önemsiz hangi hiyerarşi, denetleme,
gözetleme, yasaklama, zorlama mercilerine kadar uygulandığını bilmek gerekir. …
doğrusu kimin iktidara sahip olduğu bilinmez, ama kimin sahip olmadığı bilinir.
37
(M.
Foucault) Mücadele söylemi bilinçdışının karşıtı değildir: Gizliliğin
karşıtıdır.
38
(G.
Deleuze) Reich’ın çığlığını işitmeyi kabul etmek gerekir: Hayır, kitleler
aldatılmadılar, belli bir anda faşizmi arzuladılar! İktidarı biçimlendiren ve
yayan; … küçük bir polis memurunun uyguladığı iktidarla bir bakanın uyguladığı
iktidar arasında mutlak bir yapı farkı olmamasını sağlayan arzu yatırımları
vardır.
...
arzu, iktidar ve çıkar arasındaki ilişkiler genellikle sanıldığından daha karmaşıktır
ve iktidarı uygulayanların onu uygulamaktan çıkarları olanlar olması gerekmez;
iktidarı uygulamaktan çıkarı olanlar iktidar uygulamaz; ve iktidar arzusu iktidar
ile çıkar arasında hâlâ tekilliğini koruyan bir oyun oynar. Faşizm anında,
kitleler bazılarının iktidar uygulamasını isteyebilir, bununla birlikte iktidar
uygulayacak bu bazıları kitleler değildir; çünkü iktidar kitleler üzerinde ve
onların zararına, ölümlerine, kurban edilmelerine, katledilmelerine varıncaya
kadar uygulanacaktır ve kitleler yine de bu iktidarı arzular, bu iktidarın
uygulanmasını arzular. Arzu, iktidar ve çıkar arasındaki bu oyun henüz
yeterince bilinmemektedir.
II. Entelektüel,
Düşünceleri Bir Araya Getirmeye Hizmet Eder, Ama
Entelektüelin Bilgisi
İşçinin Bilgisine Kıyasla Kısmidir, 1973
41
(M.
Foucault) Bence entelektüel, üretim aygıtına değil; enformasyon aygıtına bağlı
olan kimsedir.
42
…
entelektüelin rolü işçinin bilincini oluşturmak değildir, çünkü bu bilinç
vardır; ama rolü, bu bilincin, işçinin bu bilgisinin enformasyon sistemine
girmesini, yayılmasını ve sonuç olarak olup bitenlerin bilincinde olmayan
insanlara veya diğer işçilere yardım etmesini sağlamaktır.
43
Entelektüeller
işçi sınıfını genellikle burjuvaziyle aynı hümanist değerlere sahip bir imge
haline getirir. Oysa bu doğru değildir. İşçi sınıfına iyi bakarsan, sonuçta,
yasadışılıktan yanadır. Yasaya karşıdır, çünkü yasa her zaman ona karşı
yapılmıştır.
III. Entelektüelin
Siyasi İşlevi, 1976
49
Bazı
kesimlerin büyük "evrensel" entelektüellere duyduğu nostaljiye rağmen
("bir felsefeye, bir dünya görüşüne ihtiyacımız var" diyorlar)
spesifik entelektüelden vazgeçilmemelidir. Bunun için, psikiyatride ulaşılan
önemli sonuçları irdelemek yeterlidir: Bu sonuçlar, yerel, spesifik nitelikli
mücadelelerin bir hata olmadığını ve çıkmaza sürüklenmediğini kanıtlamaktadır.
Kanımca
burada önemli olan nokta, hakikatin ne iktidarın dışında ne de iktidardan
yoksun bir şey olduğudur: Tarihini ve işlevini daha ayrıntılı olarak incelemenin
faydalı olacağı bir mitin tersine, hakikat özgür ruhların ödülü ve uzun
yalnızlıkların çocuğu olmadığı gibi, kendilerini özgürleştirmeyi başarmış
olanların ayrıcalığı da değildir.
50
Bizimki
gibi toplumlarda, hakikatin "ekonomi politiği" beş önemli özellikle
belirlenir. (1) "Hakikat", bilimsel söylem biçiminin ve bu söylemi
üreten kurumların merkezinde ortaya çıkar; (2) hakikat, sürekli ekonomik ve
siyasi teşvik altındadır (siyasi iktidar kadar ekonomik üretim için de hakikat
ihtiyacı); (3) hakikat, çeşitli biçimlerde, çok geniş çaplı bir dağılımın ve
tüketimin nesnesidir (birtakım kesin sınırlamalara rağmen, toplumsal yapıda
görece geniş bir yer kaplayan eğitim ve enformasyon aygıtlarının içinde
dolaşır); (4) hakikat, birkaç dev siyasi ve ekonomik aygıtın (üniversite, ordu,
yazı, medya) yegâne olmasa bile baskın denetiminde üretilip iletilir; (5)
nihayet hakikat, bütün bir siyasi tartışmayı ve toplumsal çatışmayı
("ideolojik" mücadeleler) ilgilendiren bir sorundur.
51
Bir
kere daha belirteyim, buradaki "hakikat", keşfedilecek ve kabul
edilecek hakikatler bütünü değil, doğru ile yanlışın birbirinden ayrıldığı ve
doğruya birtakım spesifik iktidar etkilerinin yüklendiği kurallar bütünüdür.
…
birkaç “önerme” (kesin savlar değil, sadece daha fazla test edilip
değerlendirilmesi gereken birtakım varsayımlar) ortaya atmak isterim:
- “Hakikat”, sözcelerin üretimi,
düzenlenmesi, dağılımı, dolaşımı ve işleyişi için düzenlenmiş bir prosedürler
bütünü olarak anlaşılmalıdır.
- “Hakikat”; kendisini üreten ve destekleyen
iktidar sistemleriyle ve kendisinin meydana getirdiği ve kendisini yayan
iktidar etkileriyle döngüsel bir ilişki içindedir: “Hakikat rejimi”.
52
Sorun
insanların bilincini ya da kafalarında olanı değil; hakikati üreten siyasi,
ekonomik ve kurumsal rejimi değiştirmektir.
- Söz konusu olan, hakikati her
türlü iktidar sisteminden kurtarmak değil (hakikatin kendisi zaten iktidar
olduğuna göre, bir kuruntu olmaktan öteye gitmez bu); hakikatin gücünü şu anda
içinde etkili olduğu toplumsal, ekonomik ve kültürel hegemonya biçimlerinden
kurtarmaktır.
IV. Anti-Oedipus’a Önsöz, 1977
54
Anti-Oedipus’u yeni teorik referans
olarak okumak bir yanılgı olur (Her şeyi içerecek olan teori, mutlak anlamda
bütünselleştirici ve güven verici olan teori, ‘umudun’ kaybolduğu bu dağılma ve
uzmanlaşma döneminde ‘çok ihtiyacımız olduğu’ konusunda bize güvence verilen
teori: bize sık sık söylenen bu ünlü teoriyi biliyorsunuz). … Anti-Oedipus
yalancı parlaklıktaki bir Hegel değildir. Sanıyorum, Anti-Oedipus’u okumanın en iyi biçimi, onu, örneğin ‘erotik
sanat’tan söz edildiği anlamda bir ‘sanat’ gibi ele almaktır.
V. Hakikat ve İktidar,
1976
59
iktidar
ve bilgi… Teorik fizik ya da organik kimya gibi bir bilim dalının toplumun
siyasi ve ekonomik yapısıyla ilişkisi sorununu gündeme getirmek çok karmaşık
bir soru sormak değil midir? … Kliniğin
Doğuşu’unda tıpla ilgili sormak istediğim soru da aynıydı: Tıp kesinlikle
psikiyatriden çok daha sağlam bir bilimsel donanıma sahiptir, ama toplumsal
yapıların da epeyce derinine nüfus etmiş durumdadır.
61
1955-1960
yıllarında Gulag'ın gerçek kapsamı konusunda çok az şey bilindiği kuşkusuzdu...
Biyoloji,
ekonomi politik, psikiyatri, tıp, vb. gibi emprik bilgi biçimlerinde,
dönüşümlerin ritmi bence genel kabul gören düz, süreklilikçi gelişme şemalarını
takip etmiyordu. ... Örneğin tıp gibi bir bilimde, on sekizinci yüzyılın sonuna
kadar, var olan söylemin yirmi beş - otuz yıllık bir süre içinde geçirdiği
tedrici değişimler... Bu değişimler salt yeni keşiflerden ibaret değildir; aynı
zamanda, söylemde ve bilgide tamamen yeni bir rejimdir bu.
64
Tarihin
"anlam"ı yoktur; ama bu, tarihin saçma ya da tutarsız olduğunu
göstermez. Tam tersine, tarih anlaşılabilir bir şeydir ve en küçük ayrıntılara
kadar analiz edilebilir olmalıdır; yalnız bu analiz, mücadelelerin, strateji ve
taktiklerin anlaşılabilirliği doğrultusunda yapılmalıdır. Çatışmaların
doğasında var olan anlaşılabilirliğe, ne (çelişki mantığı olarak) diyalektik ne
de (iletişim yapısı olarak) göstergebilim açıklık getirebilir. Diyalektik, çatışmanın
her zaman için açık ve tesadüfi olan gerçekliğini Hegelci bir iskelet konumuna
düşürerek bu anlaşılabilirliği görmezlikten gelmeye çalışmanın bir yoluyken;
göstergebilim de çatışmaların şiddetli, kanlı ve öldürücü karakterini dilin ve
diyaloğun yumuşak Platoncu biçimine indirgeyerek aynı anlaşılabilirliği göz
ardı etmenin bir başka yoludur.
65
[Kliniğin
Doğuşu ve Deliliğin Tarihi yazılırken, "iktidar" sağda yalnızca
anayasa, egemenlik, vb. terimlerle yani hukuksal terimlerle ortaya atılırken Marksist
tarafta yalnızca devlet aygıtı temelinde gündeme getiriliyordu.]
66
["psikiyatrik
gözetim", "bireylerin zihinsel olarak normalleştirilmesi",
"cezalandırma"... iktidar çarklarının düzgün işlemesi açısından
"ekonomik" kadar önem taşır.]
69
İktidarın
etkili bir güç olarak geçerliliğini korumasını, iktidarı kabul etmemizi
sağlayan etken, onun ağırlığını salt "Hayır!" demekle yetinen bir güç
olarak göstermekle kalmayıp, aslında birtakım şeyler arasında dolaşıp birtakım
şeyler üretmesi, zevk yaratması, bilgi oluşturması ve bizzat söylem üretmesidir
[bütün toplumsal bünyenin içinden geçen üretken bir ağ]. ... Klasik dönemin
monarşileri kocaman devlet aygıtları (ordu, polis ve maliye örgütü)
geliştirmekle kalmadı; aynı zamanda ve öncelikle, gene bu dönemde, yeni bir
iktidar "ekonomisi" denebilecek, yani iktidar etkilerinin bütün
toplumsal bünyenin içerisinde hem sürekli hem kesintisiz hem uyarlanmış hem de
"bireyselleşmiş" bir tarzda dolaşmasına olanak tanıyan prosedürlerden
meydana gelen bir sistemin yerleşmesi de söz konusuydu. Ve bu yeni teknikler,
(ayrıcalıklar tanımaktan belli sınıfların suça eğilimine kadar) az çok zoraki
hoşgörü ve pahalı gösteriş (iktidarın parlak ve süreklilik taşımayan
müdahaleleri ki bunların en şiddetli biçmi olağanüstü olduğu için
"ibret" niteliği taşıyan cezaydı) karışımına dayanan daha önceki
tekniklere kıyasla, hem çok daha etkili hem de çok daha az savurgan (ekonomik
bakımdan maliyeti daha düşük, sonuçları bakımından riski daha az, kaçma ve
direnme yolları daha kapalı) tekniklerdi.
72
[İktidar
ilişkileri ve bu konuda yapılacak analizin sınırları devletin sınırlarını aşar.
Devlet, kendi aygıtlarının sahip olduğu mutlak güce rağmen, bütün fiili iktidar
ilişkileri alanını işgal edebilecek güçten yoksundur. Devlet başka, yani zaten
varolan iktidar ilişkileri temelinde işleyebilir. Bedeni, cinselliği, aileyi,
akrabalığı, bilgiyi, teknolojiyi, vb. kuşatan bir dizi iktidar ağı karşısında
o, üstyapısal konumdadır.]
74
İnanıyorum
ki, on yedinci ve on sekizinci yüzyılların temel nitelikli bütün teknik
icatları ve keşifleriyle birlikte, on sekizinci yüzyılın sonunda
gerçekleştirilmiş anayasal reformlar ve yeni yönetim biçimlerinden herhalde çok
daha önemli olan yeni bir iktidar teknolojisinin de ortaya çıktığını göz önünde
bulundurmak gerekiyor. Sol kampta, sık sık şu işitilir: "İktidar
soyutlayan, bedeni yadsıyan, baskı altına alan, ezen, vb. şeydir". Oysa
ben, on yedinci ve on sekizinci yüzyıllardan itibaren devreye sokulan yeni
iktidar teknolojilerinin en çarpıcı olan yanının, onların somut ve kesin
karakterleri, çeşitli ve farklılaşmış bir gerçekliği kavrayışları olduğunu
söylerdim. Feodal toplumlarda iktidar özünde göstergeler ve el koyma
aracılığıyla etkisini koruyordu. Bir yanda feodal lordlara, ritüellere,
törenlere, vb. sadakat göstergeleri, öbür yanda vergiler, yağma, avlanma,
savaş, vb. biçimini alan el koyma. On yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda ise,
etkisini toplumsal üretim ve toplumsal hizmet yoluyla kurmaya başlayan bir
iktidar biçimi doğar. Söz konusu olan artık, bireylerden somut yaşam
koşullarında üretken hizmet elde etmektir. Bunun için, iktidarın bireylerin
bedenlerine, hareketlerine, tutumlarına ve gündelik davranış kalıplarına
ulaşabilmek zorunda olması anlamında, iktidarın gerçek ve etkili bir biçimde
"bedenselleştirilmesi" zorunlu olmuştur. Çocukların bedenlerinin
oldukça karmaşık manipüle etme ve koşullandırma sistemlerinin nesnesi haline
getirilmesinde bir hayli başarılı olan okul disiplini gibi yöntemlerin öneminin
kaynaklandığı nokta burasıdır. Ama aynı zamanda bu yeni iktidar teknikleri,
nüfus sorunuyla uğraşmak, kısacası insan birikimini idare etmek, denetlemek ve
yönlendirmek ihtiyacını duymuştur (sermaye birikimini destekleyen ekonomik
sistem ile insan birikimini yöneten iktidar sistemi, on yedinci yüzyıldan
itibaren birbiriyle koşut ve birbirinden ayrılmaz fenomenlerdir): Nitekim
demografi, kamu sağlığı, konut, yaşam süresi ve doğurganlık gibi sorunlar da
buradan kaynaklanmaktadır. Ve gene eminim ki cinsiyet sorununun siyasi önemi,
cinselliğin bedenin disipline edilmesi ile nüfusun denetlenmesinin kesişme
noktasında yer alıyor olmasına bağlıdır.
79
Darwin
eugénisme İnsan ırkının soyaçekim yoluyla
iyileştirilip ıslah edilmesi üzerinde çalışan bilim dalı (ç.n.)
80
Sonuç
olarak "spesifik" entelektüel artık ebediyetin sözcüsü değil, yaşam
ve ölüm stratejistidir. Günümüzde, "büyük yazar" figürünün fiilen yok
olmasına tanıklık etmekteyiz.
VI. İki Ders, 1976
90
erudisyon bilgisi / diskalifiye
olmuş bilgi - gömülü ve boyun eğdirilmiş bu iki bilgi
biçimi…
95
Klasik
hukuksal iktidar teorisinde iktidar bir mala sahip olur gibi sahip olunabilen
ve dolayısıyla devir ya da sözleşme türünden hukuki bir akit ya da hukukun
kendisini kuran bir akit yoluyla bütünüyle ya da kısmen başkasına
aktarılabilecek ya da vazgeçilebilecek bir hak olarak görülür.
96
Eğer
iktidar işliyorsa, bu işleyiş nedir? Neden oluşur? Mekanizması nedir? Birçok
güncel analizin getirdiğini düşündüğüm doğrudan bir cevap var gibi: İktidar
temelde bastıran şeydir, doğayı, içgüdüleri, bir sınıfı, bireyleri bastıran
şey. ... O zaman, iktidarın analizi her şeyden önce ve temelde bastırma
mekanizmalarının analizi olmak zorunda değil mi?
97
İkinci
olarak ... iktidar eğer kendi içinde bir güçler ilişkisinin harekete
geçirilmesi ve somut ifade bulmasıysa, iktidarın analizini ... her şeyden önce
kavga, çatışma ya da savaş terimleriyle yapmak gerekmez mi? Dolayısıyla,
iktidar mekanizması temelde ve özünde baskıdır diyen birinci hipotezin
karşısında, iktidarın savaş, başka araçlarla sürdürülen savaş olduğu hipotezi
olacaktır.
102
İktidar
sorgulamktan, bizi sorgulamaktan vazgeçmez; araştırmaktan, kaydetmekten
vazgeçmez; iktidar hakikat arayışını kurumsallaştırır, meslekleştirir,
ödüllendirir; sonuçta nasıl zenginlik üretmek zorundaysak, aynı şekilde hakikat
üretmek zorundayız ve hakikati zenginlik üretebilmek için üretmek zorundayız.
... Sonuç olarak, spesifik iktidar etkileri taşıyan doğru söylemlere bağlı
olarak yargılanır, hüküm giyer, sınıflandırılır, görevlere zorlanır, belli bir
yaşama ya da ölme biçimine mahkûm ediliriz.
[ortaçağdan
beri... hukuksal düşüncenin gelişimi krallık iktidarı çevresinde olmuştur.]
Hukuksal yapı, krallık iktidarının talebi üzerine ve yine onun yararına, ona
araç olarak ya da onu aklamak için geliştirilmiştir. ... Roma İmparatorluğu'nun
çöküşünün ardından dağılan hukuksal yapının yeniden kurulmasına kaynaklık eden
büyük fenomen olarak Roma hukukunun ortaçağın ortasında yeniden canlandırılmasının
monarşik, otoriter ve nihayet mutlak iktidarı kuran teknik araçlardan biri
olduğunu unutmamak gerekiyor. ... Daha sonraki yüzyıllarda bu yapı krallığın
denetiminden kurtulduğunda, krallık iktidarına karşı döndüğünde, hep iktidarın
sınırları, hükümranın imtiyazları sorgulanacaktır. ... Hukukçular ister kralın
hizmetkârları isterse de karşıtları olmuş olsun, her durumda bu büyük hukuksal
düşünce ve bilgi yapılarında söz konusu olan her zaman krallık iktidarıdır.
103
...
hukuk derken de yalnızca yasayı değil aynı zamanda yasanın aygıtlarını,
kurumlarını, yönetmeliklerini,
maddelerini de düşünüyorum...
104
tabi
kılmalar
105
...
sorulacak soru "bazıları niye tahakküm kurmak istiyor? Neyin peşindeler?
Genel stratejileri nedir?" sorusu değil, "tabi kılma prosedürü
düzeyinde ya da bedenleri tabi kılan, hareketleri yöneten, davranışları yönlendiren
sürekli süreçler düzeyinde, tam o anda, işler nasıl olup bitiyor?"
sorusudur. Başka bir şekilde söylersek, hükümranın nasıl tepede göründüğünü
sormak yerine; öznelerin nasıl beden, güç, enerji, madde, arzu, düşünce
çokluğundan hareketle gitgide ilerleyen bir şekilde, gerçekten maddi olarak
kurulduğunu sormak.
106
Bence,
iktidar dolaşımda olan ya da ancak zincir şeklinde işleyen bir şey olarak
analiz edilmelidir; iktidar hiçbir zaman şurada ya da burada yerleşmez, hiçbir
zaman birilerinin elinde değildir, hiçbir zaman bir tür varlık ya da mal gibi
temellük edilmez. İktidar işler, iktidar bir ağ biçiminde işler ve bu ağda
bireyler yalnız dolaşıma girmekle kalmaz, aynı zamanda ona boyun eğmek ve onu
uygulamak durumundadır. Bireyler hiçbir zaman iktidarın atıl ve onaylayıcı
hedefleri değil, tam tersine her zaman iktidarın aracısıdır. Başka bir deyişle,
iktidar bireyleri geçiş yolu olarak kullanır, bireylere uygulanmaz.
107
[Yukarıdan
aşağıya analiz] Dedüksiyon hep yapılacaktır; dedüksiyon yapmak her zaman çok
kolaydır ve ben de tam kolay olması yüzünden karşı çıkıyorum dedüksiyona.
109
Burjuvazi
delilerle değil, deliler üzerindeki iktidarla ilgilenir; burjuvazi çocuk
cinselliğiyle değil, onu denetleyen iktidar sistemiyle ilgilenir; ekonomik
olarak fazla bir çıkar temsil etmeyen suça eğilimlilerin cezalandırılmaları ya
da yeniden kazanılmaları burjuvazinin umurunda değildir; buna karşılık, ...
denetlenmesi, cezalandırılması, ıslah edilmesi için kullanılan mekanizmalar
bütününden burjuvazi için daha genel ve ekonomik-siyasi sistemin içinde işleyen
bir çıkar ortaya çıkar.
110
Yani
bence, iktidar, ince mekanizmaları içinde işlediğinde, ideolojik eşlikçilerden
ya da yapılardan farklı bir bilginin ya da bilgi aygıtlarının oluşumu,
örgütlenmesi ve dolaşıma girmesi olmadan yapamaz.
111
...
on yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda önemli bir fenomen meydana geldi:
oldukça özel prosedürleri, bütünüyle yeni araçları, çok farklı ve sanırım
hükümranlık ilişkileriyle mutlak anlamda uyumsuz bir tesisatı olan yeni bir
iktidar mekanizmasının ortaya çıkması, daha doğrusu icat edilmesi. Bu yeni
iktidar mekanizması yeryüzü ve nimetlerinden çok, öncelikle bedenler ya da
bedenlerin yaptıklarıyla ilgili bir mekanizmadır; bedenlerden mal ve zenginlik
yerine iş ve zaman çıkarmayı sağlayan bir mekanizmadır.
112
Artık
hiçbir biçimde hükümranlık terimleriyle yazılamayacak bu yeni tür iktidar,
burjuva toplumunun büyük icatlarından biridir; endüstriyel kapitalizmin ve ona
tekabül eden toplum türünün yerleşmesindeki temel araçlardan biri olmuştur. ...
bu iktidar, ... disiplinci iktidardır. Oysa hükümranlık teorisi yalnızca
hukukun ideolojisi olarak var olmaya devam etmedi, on dokuzuncu yüzyıl
Avrupa'sının ana hatlarıyla Napoléon kanunlarından hareketle geliştirdiği hukuk
kodlarının düzenleyicisi olmaya da devam etti.
113
Disiplinci
zorlamalar aynı anda hem tahakküm mekanizmaları olarak işlemek, ama hem de
iktidarın fiili işleyişi olarak gizlenmek zorunda kaldığı andan itibaren
hükümranlık teorisinin hukuk aygıtında olması ve adli kodlarda yeniden etkin
kılınması gerekiyordu.
114
Disiplinler
bu bilgi oluşturma aygıtları düzeni içinde olağanüstü ölçüde yaratıcıdırlar ve
bir söylem taşırlar, ancak hukukun söylemi, hukuksal söylem olmayan bir söylem.
Dolayısıyla
disiplinler, kural söylemi olan, ama hükümranlıktan türetilen hukuksal kuralın
söylemi olmayan bir söylem taşıyacaktır; bir doğal kuralın, yani normun
söylemini taşıyacaktır. Yasanın değil, normalleştirmenin kodu olan bir kod
tanımlayacaklar; zorunlu olarak hukuk yapısının değil, insan bilimlerinin
teorik ufku olan bir ufka gönderme yapacaklar ve hukuk içtihatları klinik bir
bilginin içtihadı olacaktır.
Toparlarsak,
son birkaç yıl boyunca göstermek istediğim şey, kesin bilimlerin ilerleyiş
cephesinde muğlak, zor, karışık insan davranışının bilime yavaş yavaş nasıl
dahil olduğu değildir. İnsan bilimleri kesin bilimlerin rasyonelliğindeki bir
ilerleme yoluyla yavaş yavaş kurulmamıştır. Bence, insan bilimlerinin söylemini
temelde mümkün kılan süreç, mutlak anlamda heterojen olan iki mekanizma ve iki
tür söylemin yan yana gelmesi, karşılaşmasıdır: bir yanda hukukun hükümranlık
çevresinde düzenlenmesi, öte yanda disiplinler tarafından uygulanan zorlama
mekanizması. ... normalleştirme toplumu...
VII. Michel Foucault’nun
Oyunu,
1977
118
hipotetik varsayıma dayanan, kesinliği olmayan
[Dispositif]
Bu terimle açıklığa kavuşturmayı amaçladığım şey, ilk olarak söylemler,
kurumlar, mimari biçimler, düzenleyici kararlar, yasalar, idari önlemler,
bilimsel sözceler, felsefi, ahlaki ve hayırseverce önermelerden -kısacası,
söylenmemiş olduğu kadar söylenmiş her şeyden- oluşan bütünüyle heterojen bir
bütündür. Dispositifin unsurları bunlardır. Dispositifin kendisi ise, bu
unsurlar arasında kurulabilecek ilişkiler şebekesidir.
120
Dispositifin
özünde stratejik bir niteliğe sahip olduğunu; bunun da, güç ilişkilerinin ya
onları spesifik bir doğrultuda geliştirerek ya da gelişmelerini engelleyerek,
bir istikrara oturtarak, onlardan yararlanmak, vb. belli şekillerde manipüle
edilmesi olayı olduğunu varsaymak anlamını taşıdığını söylemiştim. Demek ki
dispositif daima bir iktidar oyununun girdabına kapılmış durumdadır. ...
Dispositif şudur: Bilgi türlerini destekleyen ve bilgi türlerince desteklenen
iktidar ilişkileri stratejileri.
Bir
dispositif saptamaya çalışırken, öncelikle bir rasyonelliğe katılan unsurları,
verili bir istişare biçimini ararım.
122
"Kurum"
denilen şey, genellikle, az çok kısıtlanmış, öğrenilmiş davranış türlerinin
tümüdür. Bir toplumda bir kısıtlama sistemi işlevi gören ve sözce olmayan her
şey, kısacası toplumsal düzeyde söylemsel-olmayan alanın tümü kurumdur.
123
"İktidar"
diye bir şey yok. Demek istediğim şu: "İktidar" diye bir şeyin belli
bir yere yerleşmiş olduğu -ya da bir noktadan yayıldığı- fikri bence yanlış
temellendirilmiş bir analize, her koşulda birçok fenomeni açıklayamayan bir
analize dayanıyor.
127
“-[Bütün
dispositiflerde] ‘Yaratıcıları’ ya da sorumlularında genellikle en ufak bir
ikiyüzlülük izine rastlanmayan sözlü taktikleri koordine eden büyük, anonim,
neredeyse sessiz stratejilerin örtük niteliği budur…” Burada öznesiz bir
stratejiye benzer bir durumu anlatıyorsunuz. Hangi biçimde düşünülebilir bu?
Bir
örnek verelim. 1825-1830 yıllarından itibaren ilk ağır sanayilerde çalışan
işçileri kendi işyerlerine mıhlayan iyi tanımlanmış stratejilerin yerel
düzlemde ve aslında sözlü bir biçimde ortaya çıktığına tanık oluruz. Burada söz
konusu olan işin hareketliliğini engellemekti. Mulhouse’da ve Kuzey Fransa’da
bu doğrultuda çeşitli taktikler geliştirilmiştir: Herkesin evlenmesi yönünde
baskı yapma, konut temin etme, işçi siteleri (cités ouvriéres) inşa etme ve Marx’ın sözünü ettiği, ücretler ancak
ay sonunda ödenirken kiraların peşin alınması gibi kurnazca bir borçlandırma
sistemi uygulama. Bunların yanında tasarruf sandığı sistemi, aslında yalnızca
patronların ajanı olan bakkallar ve şarap tüccarlarıyla tüketimde borçlandırma
sistemi, vb. de vardır. Sonuçta, bütün bu uygulamaların çevresinde ufaktan
ufaktan, bir hayırseverlik söylemi, işçi sınıfının ahlâkileştirilmesi söylemi gelişir.
Uygulanan deneyler, bilinçli biçimde işçi sınıfının ahlâkileştirilmesi
programları öneren kurum ve dernek ağları aracılığıyla genelleştirilir.
Bunların üstüne bir de kadınların çalışması, çocukların eğitilmesi ve bu iki
olgu arasındaki ilişkiler sorunu eklenir. Merkezileşmiş, parlamenter bir
düzenleme olan çocukların eğitimi ve işçilerin barınma sorunuyla uğraşan
tümüyle yerel inisiyatifler arasında, zamanın ve mekânın yarattığı koşullara
göre icat eden, değiştiren ve ayarlama yapan türlü destek mekanizmasının
(işveren sendikaları, ticaret odaları, vb.) varlığı gözlemlenir. Öyle ki,
tutarlı, rasyonel bir strateji olduğunu rahatlıkla görebilirsiniz, gelgelelim
artık, bu sistemi tasarlayanın kim olduğunu söylemek mümkün değildir.
136
Bence
cinsiyetin on dokuzuncu yüzyılda ortaya çıktığı görülüyor.
On
sekizinci yüzyıldan bu yana cinselliğimiz, on dokuzuncu yüzyıldan bu yana da
cinsiyetimiz var. Daha önce sahip olduğumuz ise kuşkusuz tendi. Hepsinin asıl
kaynağı da Tertullian’dı.
…
Tertullian şu iki temel unsuru tutarlı bir teorik söylem içinde birleştirmişti:
Birincisi, Hıristiyanlığın buyruklarının temel yanları -didakhe- ile bilinemezcilerin ikiciliğinden kaçmayı sağlayan
ilkeler.
138
Psikanalizin
gücü, bambaşka bir alana, yani bilinçdışının mantığına açılmasında yatmaktadır.
139
Gelişme
teorisi değil, nevrozların ya da psikozların altındaki cinsel giz de değil;
bilinçdışının mantığı…
143
[Kendi
çalışmalarımda] Yirmi yıllık zaman dilimi içerisinde, Avrupa’nın her
tarafındaki doktorlar ve eğitimciler bütün dikkatlerini yalnızca ve yalnızca
bütün insan ırkını tehdit eden o inanılmaz salgında toplamaya başlamışlardı:
çocukların mastürbasyon yapması.
Bana
öyle geliyor ki on dokuzuncu yüzyılda başlıca sorun kadın mastürbasyonu
olmuştur.
144
Mastürbasyonda
dramatik bir şey görülüyordu.
146
…
açıkça sergilemek istediğim şey, “cinsellik” nesnesinin aslında gerçeklikte
uzun zaman önce şekillenmiş ve binlerce yıllık bir tabi kılma dispositifi
oluşturmuş bir araç olduğudur.
149
…
on dokuzuncu yüzyılda gelen yenilik, bütünüyle yozlaşma kavramı etrafında
odaklanan ırkçı bir biyolojinin ortaya çıkışıdır. Irkçılık ilk başta siyasi bir
ideoloji değildi. Kendini her yerde, Morel’de ve diğerlerinde gösteren bilimsel
bir ideolojiydi. Bu ideolojiden siyasi bakımdan ilk yararlananlar ise
sosyalistler, sağdan önce sol oldu.
153
“Çok
mu kalabalıklaşıyoruz?” ya da “Çok mu azalıyoruz?” biçimindeki nüfus sorunu
kesinlikle çok önceleri ortaya atılmış ve eskiden beri bekârlardan özel vergi
alınması, kalabalık ailelere iane bağlanması, vb. farklı yasal çözümlerle
halledilmeye çalışılmıştır. Ama on sekizinci yüzyılın özelliği, birincisi, bu
sorunların genelleşmesidir: Nüfus fenomenlerinin her yönü (salgın hastalıklar,
çevre koşulları, halk sağlığı, vb.) dikkate alınmaya başlanır ve bu yönler
merkezi bir sorun halinde birleştirilir. İkincisi, her türden yeni bilginin
kullanıldığı görülür: Demografinin ortaya çıkışı, salgın hastalıkların
yayılmasıyla ilgili gözlemler, sütanneler ve bebek emzirmeyle ilgili
araştırmalar. Üçüncüsü, bu alanların hepsinde hem gözlem yapmayı hem de
doğrudan müdahale ve manipüle etmeyi olanaklı kılan iktidar dispositiflerinin
kurulmasıdır.
VIII. Klaus Croissant
İade Edilecek mi?,
1977
158
On
dokuzuncu yüzyılda insanların gözleri önünde iki siyasi ihlal modeli vardı:
Hükümeti devirmek için komplo, yönetenleri ortadan kaldırmak için suikast.
IX. Michel Foucault:
Güvenlik ve Devlet,
1977
163
Devrimci
hareketler ancak milliyetçi hareketlere bağlı oldukları ölçüde başarıya ulaşır
ve bütün tarihsel etkilerini buradan alırlar… Komünist partiler, milliyetçi
taleplerin tümünü veya bir kısmını üstlendikleri ölçüde tarihsel bir eylemde
bulunabilmişlerdir.
165
…
yasa artık uygun değildir; sonuç olarak, bu tür müdahaleler (ki müdahalelerin
istisnai, fazla-yasal özelliği asla keyfiliğin veya bir iktidar aşırılığının
işareti olarak değil; tersine bir kaygının işareti olarak ortaya çıkmalıdır)
çok gereklidir: “Sizi korumaya ne kadar hazır olduğumuzu görün; çünkü,
olağanüstü bir şey meydana geldiğinde, elbette yasalardan ve hukuk içtihadından
(hukuk prensiplerini kullanarak hükme varmak için çaba harcamak ve sonunda hükme
varmak) oluşan bu eski alışkanlıkları dikkate almadan, gereken bütün araçlarla
müdahale edeceğiz.” Her yerde hazır ve nazır bulunan bu kaygı yanı, devletin
ortaya çıktığı görünümdür. Gelişmekte olan iktidar kipliği budur.
168
Devletlerin
giderek daha fazla katılaşarak değil; tersine esneklikleriyle, ilerleme ve geri
çekilme imkânlarıyla, elastikiyetleriyle gelişmeye yöneldikleri kesindir…
X. İşkence, Akıldır, 1977
170
Mağlupların
dili hiç var oldu mu? … Tarihi bir savaş süreci olarak, art arda gelen zaferler
ve yenilgiler olarak tanımlayabilir miyiz? Bu, Marksizmin asla tamamıyla
üstesinden gelemediği önemli bir sorundur. Sınıf mücadelesinden söz edildiğinde,
mücadeleden kastedilen nedir? …
…
içeri atma ve hapsetme, yukarıdan gelen otoriter önlemler değildir, … Gerçekte,
insanların kendileri içeri atmanın ve hapsetmenin gerekli olduğunu
düşünüyorlardı; en yoksul ailelerdeki insanlar bile, özellikle en elverişsiz
koşullardaki, en sefil gruplar bile gerekli olduğunu düşünüyorlardı. … İnsanlar
suçlunun hapse atılmasını, hâkim iktidarın diliyle talep ediyorlardı.
171
On
sekizinci yüzyıl boyunca sadece ekonomik bir rasyonelleştirme değil -bu,
ayrıntılı olarak sıkça incelendi- aynı zamanda, siyasi tekniklerin, iktidar
tekniklerinin ve tahakküm tekniklerinin rasyonelleştirilmesi de
gerçekleştirildi.
172
Günümüzde,
on dokuzuncu yüzyıldan bu yana, suçlular her türlü devrimci dinamizmlerini
kaybetti. … Toplumdan dışlandılar.
173
…
başlangıçta var olan mikro-suça eğilimlilik hapishane tarafından makro-suça
eğilimliliğe dönüştürülmüştür. Hapishane suça eğilimlileri, profesyonel suça
eğilimlileri kışkırtır, yaratır, üretir; çünkü bunlar yararlıdır: İsyan etmezler.
Yararlıdırlar ve manipüle edilebilirler ve edilmişlerdir.
Halkın
polisi kabul etmesi için suça eğilimliler ve suçluların olması gerekir örneğin.
Sinema, basın ve televizyon tarafından sürekli olarak canlı tutulan suç
korkusu, polisiye gözetim sisteminin kabul görmesinin koşuludur.
176
…
on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılın gerçek, somut pedagojisinde tek bir
şeyden söz edildiğini saptarsınız: Çocuk cinselliğinden. … [yeniyetme gençleri
mastürbasyon alışkanlığından kurtarmak için kurulmuş okullar] … Ve eğer
ailelerin ve eğitimcilerin sonuçta bu kadar zararsız ve bu kadar yaygın bir
şeyle niçin bu kadar yoğun bir şekilde ilgilendiklerini insan kendine sorarsa,
aslında tek bir şeyin istendiği far edilir; çocukların artık mastürbasyon
yapmaması değil, tersine: Çocuk cinselliği öyle güçlü, öyle tahrik edilmiş
kılınmalıdır ki, herkes onunla uğraşmak zorunda kalsın. Anne çocuğa sürekli göz
kulak olmalı, ne yaptığını, nasıl davrandığını, geceleyin neler olduğunu
gözlemeliydi. Baba, aileyi gözlüyordu. Doktor ve pedagog, ailenin etrafında
dönüyordu.
177
Bugün,
14 Ekim, denebilir ki belki, 1917 Rus Ekim Devrimi’nden bu yana, hatta belki
Avrupa’daki 1848’in büyük devrimci hareketlerinden bu yana, yani altmış yıldan
beri veya yüz yirmi yıldan beri de diyebiliriz, ilk kez yeryüzünde bir umut
ışığının fışkırabileceği tek noktanın bile olmadığı bir gün. Artık yönelim yok.
Sovyetler Birliği’nde bile yok; pek doğal bu. Ne de uydu ülkelerde. Bu da
anlaşılır bir şey. Küba’da da yok. Filistin devriminde de ve elbette Çin’de de
yok. Vietnam’da, Kamboçya’da da yok.
178
…
yani her şeye yeniden başlamalıyız.
XI. İktidar Üzerine
Diyalog,
1975
179
Ben,
fenomenolojik türdeki bir betimlemede veya herhangi bir yorumlayıcı yöntemde
olduğu gibi, söylemin arkasında onun kaynağı olacak bir iktidar bulmaya
çalışmıyorum. Olduğu haliyle söylemden yola çıkıyorum! Fenomenolojik bir
betimlemede söylemden konuşan özneyle ilgili bir şey çıkarılmaya çalışılır;
söylemden yola çıkarak, konuşan öznenin niyetlerinin ne olduğu -oluşmakta olan
bir düşünce- bulunmaya çalışılır. Benim uyguladığım analiz türü konuşan özne
sorununu ele almaz, stratejik bir söylem içinde söylemin farklı rol oynama
tarzlarını inceler… iktidar, söylemin dışında değildir. İktidar söylemin ne
kaynağı ne kökenidir. İktidar, söylem boyunca işleyen bir şeydir; çünkü
söylemin kendisi iktidar ilişkilerinin stratejik dispositifinin bir unsurudur.
182
Programım,
dilbilim yöntemlerine … dayanmıyor. Yapı kavramının benim için hiçbir anlamı
yok. Söylem sorununda beni ilgilendiren şey, belli bir anda birinin bir şey
söylemiş olması. Aydınlığa kavuşturmak istediğim şey anlam değil, bu şeyin o
anda söylenmiş olmasına yüklenebilecek işlev.
184
Söylemsel
olaylara ayrılmaz bir şekilde bağlıyız. Bir anlamda, yüzyıllar, aylar, haftalar
önce söylenmiş olandan başka bir şey değiliz biz…
185
İnsan
bedeni siyasi bir sistemin içinde ve dolayımında var olur. Siyasi iktidar
bireye belli bir alan verir: Hareket edebileceği, özel bir beden duruşunu
benimseyebileceği, belli bir biçimde oturabileceği, sürekli olarak
çalışabileceği bir alan. Marx, emeğin insanın somut özünü oluşturduğunu
düşünüyordu ve yazıyordu. Bunun tipik bir Hegelci düşünce olduğunu sanıyorum.
Emek, insanın somut özü değildir. Eğer insan çalışıyorsa, eğer insan bedeni
üretici bir güçse, bu, insan çalışmak zorunda olduğundandır. Ve insan çalışmak
zorundadır; çünkü siyasi güçler tarafından kuşatılmıştır, çünkü iktidar
mekanizmalarının içine alınmıştır.
186
[Bir
öğrencinin sorusu üzerine] Bu diyalektik kelimesini kabul etmiyorum. Hayır, hayır!
Her şeyin açık olması gerekir. “Diyalektik” sözcüğü telaffuz edilir edilmez,
söylenmese bile, Hegelci tez ve antitez şeması kabul edilmeye başlanır ve bu
şemayla birlikte, eğer bu sorunlara gerçekten somut bir tanım getirilecekse
bence uygun olmayan bir mantık biçimi ortaya çıkar. Karşılıklı bir ilişki
diyalektik bir ilişki değildir. … “çelişki” kelimesini inceleyelim. …
Biliyorsunuz, “çelişki” kelimesinin mantıkta özel bir anlamı vardır. Önermeler
mantığında bir çelişkinin ne olduğu iyi bilinmektedir. Ama gerçekliğe
bakıldığında ve bazı önemli süreçler tarif edilmeye ve analiz edilmeye
çalışıldığında bu gerçeklik alanlarının çelişkiden muaf oldukları anlaşılır.
187
Biyoloji
alanını ele alalım. Önemli miktarda karşılıklı çatışkı süreci bulunur, ama bu
çelişkinin var olduğu anlamına gelmez. Çatışkı sürecinin bir yanında pozitif
bir taraf ve diğer yanında negatif bir taraf olduğu anlamına gelmez. … Doğada
diyalektik yoktur. … ama doğada -Darwin bunu gayet iyi göstermiştir- diyalektik
olmayan çok sayıda çatışkılı süreç vardır.
190
Evet,
çalışmayı arzuluyoruz, çalışmayı istiyor ve seviyoruz; ama emek bizim özümüzü
oluşturmuyor. Çalışmak istediğimizi söylemek ve özümüzü çalışma arzumuza
dayamak çok farklı iki şeydir.
191
[Delilik
ile sanatçı arasındaki ilişki üzerine bir soru]
Bu
soruya gerçekten yanıt veremem. Şunu söylemeliyim ki beni ilgilendiren tek
soru, on sekizinci yüzyılın sonundan günümüze kadar, deliliği dehaya,
güzelliğe, sanata bağlamanın nasıl her zaman mümkün olduğunu bilmektir. Eğer
birisi büyük bir sanatçıysa, o zaman, onda zorunlu olarak delilikten
kaynaklanan bir şey olduğu şeklindeki bu tuhaf düşünceye niçin sahibiz? Aynı
şeyi suç iççin de söyleyebiliriz. Birisi parlak bir suç işlediğinde insanlar bu
suçun bir tür deha işi olabileceğini değil, işin içinde delilik olduğunu
düşünürler. Delilikle suç, güzellikle sanat arasındaki ilişkinin anlaşılması
oldukça güç. Bizim görevimiz, bence, bu ilişkileri niçin doğal olarak varmış
gibi kabul ettiğimizi anlamaya çalışmaktır. Ama bu soruları doğrudan ele almayı
sevmiyorum. Bu ilişkilerin apaçık ortada olduğu düşüncesi toplumumuzda
sürmektedir.
192
Tutucu
bir felsefenin veya devrimci bir felsefenin var olduğuna inanmıyorum. Devrim
siyasi bir süreçtir; aynı zamanda ekonomik bir süreçtir. Ama bu felsefi bir
ideoloji oluşturmaz. ... Bu nedenledir ki Hegel'inki gibi bir felsefe hem
devrimci bir ideoloji hem de devrimci bir yöntem ve araç; ama aynı zamanda da
tutucu bir şey olabildi.
XII. Analitik Siyaset
Felsefesi,
1978
195
Yirminci
yüzyılın merkezine, göbeğine hâkim olmuş bu iki büyük hastalık, elbette faşizm
ve Stalinizmdir.
196
On
dokuzuncu yüzyılın büyük sorununun, en azından Avrupa'da, yoksulluk ve sefalet
olduğunu sanıyorum.
198
...
Batı'da, en azından uzun süre boyunca, toplumun tüm siyasi ve ahlâki pratiğiyle
birleşecek yetenekte felsefe yoktu. Batı, Konfüçyüsçülüğün yerini tutan bir şey
tanımadı... ... Aristotelesçilik ortaçağ
dogmatizmi tarafından ne kadar savunulursa savunulsun, Doğu'da Konfüçyüs'ün
oynadığı rolü Aristoteles asla oynamadı. Batı'da felsefi bir devlet olmadı.
200
Belki
felsefe hâlâ karşı-iktidarın yanında bir rol oynayabilir; yeter ki felsefe
iktidar karşısında kendi yasasını övmesin, yeter ki felsefe kendini peygamber
olarak görmeye son versin, yeter ki felsefe kendini pedagoji veya hukuk olarak
görmeye son versin ve iktidar etrafında olup biten mücadeleleri, iktidar
ilişkileri içindeki hasımların stratejilerini, kullanılan taktikleri ve direniş
odaklarını analiz etmeyi, açıklamayı, görünür kılmayı ve yaygınlaştırmayı görev
olarak üstlensin, kısacası, koşul olarak felsefe iktidar sorununu iyi ve kötü
terimleriyle değil, varoluş terimleriyle ortaya atsın. ... İktidar ilişkilerini
oluşturan şey, aslında nedir?
201
Felsefenin
rolünün gizli olanı keşfetmek olmadığı, tam da görünür olanı görünür kılmak,
yani bize öylesine yakın, öylesine dolaysız, öylesine sıkı sıkıya bağlı olduğu
için algılamadığımız şeyi ortaya çıkarmak olduğu uzun süredir biliniyor.
Bilimin rolü görmediğimiz şeyi tanıtmak ise, felsefenin rolü gördüğümüz şeyi göstermektir.
203
Delilik
ile akıl, ölüm ile hastalık, ceza, hapishane, suç, yasa, tüm bunlar gündelik
hayatımızdır ve bize esas olarak görünen şey bu gündelik olandır. [yoksa bu
ilişkileri toptan, global, kesin, mutlak, tek yanlı, aşağılayıcı veya övücü bir
kalifikasyonla belirlemek söz konusu değil].
205
Saptamak
ve analizini yapmak istediğim fenomenlerin ikinci özelliği, dağınık ve
merkezsiz fenomenler oluşturmalarıdır.
206
Üçüncü
özellik: Bu türden direniş ve mücadelenin esas olarak hedefi, ekonomik sömürü
veya eşitsizlik gibi bir şeyden çok, iktidar olgularının kendisidir.
Bizim
tıbba, tıbbi bilgiye, tıbbi teknik yapıya itirazımız, yaşama ve ölüme bizim
yerimize karar vermesi, bilimsel ve teknik olarak çok sofistike olan; ama artık
bizim istemediğimiz bir yaşamda bizi tutmasıdır. Ölüm hakkı, tıbbi bilgiye
hayır deme hakkıdır, yoksa tıbbi bilginin uygulanma gerekliliği değildir.
Hedef, tam da iktidardır.
207
Bu
mücadeleler konusunda üzerinde durmak istediğim son özellik bunların doğrudan
mücadeleler olmasıdır. İki anlamda. Bir yandan, en yakın iktidar mercilerine
çatmaktadırlar... Başka bir deyişle, bu mücadelelerde, "temel düşman"
veya "en zayıf halka" şeklindeki büyük Leninist ilkeyi uygulamak söz
konusu değildir.
208
Benim
sözünü ettiğim mücadeleler... ortaçağdan beri Batı'da var olan, tam olarak ne
siyasi, hukuksal ve ekonomik bir iktidar biçimi olan ne de bir etnik tahakküm
iktidarı olan; ama buna rağmen toplumlarımızın yapılanmasında büyük etkilere
sahip bir iktidarı hedefler. Bu iktidar dinsel kökenli bir iktidardır,
insanların varlığını ayrıntılarıyla ve doğumlarından ölümlerine kadar
gelişimleri içinde üstlenmek isteyen ve bunu, onları belli bir biçimde
davranmaya, dua etmeye zorlamak için yapan bir iktidar. Bu pastoral iktidar
denen şeydir.
211
Modern
devletin ve toplumun bireyi bilmezlikten geldiği sıkça söylenir. Biraz daha
yakından bakıldığında ise, tersine, devletin bireylere yönelik dikkati insanı
şaşırtır; bireyin hiçbir biçimde iktidardan, gözetimden, denetimden,
uysallaştırmadan, ıslahtan, yola getirmeden kaçmaması için yerleştirilen ve
geliştirilen bütün teknikler insanı şaşırtır. Bütün büyük disipline edici
makineler -kışlalar, okullar, atölyeler ve hapishaneler- bireyi kuşatmayı, kim
olduğunu, ne yaptığını, onunla ne yapılabileceğini, onu nereye yerleştirmek
gerektiğini bilmeyi sağlayan makinelerdir. İnsan bilimleri de bireylerin kim
olduklarını, kimin normal olduğunu kimin olmadığını, kimin aklı başında
olduğunu kimin olmadığını, kimin neye yeteneği olduğunu ve ne yapabileceğini, bireylerin
öngörülebilir davranışlarının neler olduğunu, hangi davranışların ortadan
kaldırılması gerektiğini tanımayı sağlayan bilgilerdir.
XIII. Cinsellik ve
İktidar,
1978
215
[Freud
ve psikanalizin tarihsel çıkış noktaları, histeri fenomeniydi] ... histeri esas
olarak, histeri sendromunun yoğunluğuna göre kendi geçmişinin tüm bir bölümünü
veya vücudunun bütün bir kısmını bilemeyebilen öznenin kendini toptan
bilmemesi, unutması fenomeniyle karakterize edilir. Öznenin kendini
bilmemesinin psikanalizin bağlantı noktası olduğunu ve bunun gerçekte, öznenin
genel olarak kendinin değil; arzusunu veya belki pek uygun olmayan bir kelimeyi
kullanırsak cinselliğini bilmemesi olduğunu Freud gösterdi.
İnsanın
kendi arzularını bilmemesi ne demektir? Freud'un bıkıp usanmadan sorduğu soru
budur. [Oysa bu fenomenin neredeyse tersi olan bir başka fenomen var: bir
üst-bilgi (sursavoir)... aşırı bilgi,
çoğalmış bilgi, bireysel düzlemde değil, kültürel düzeyde, toplumsal düzeyde,
teorik veya basitleştirilmiş biçimlerde hem yoğunlaştırılmış hem
yaygınlaştırılmış cinsellik bilgisi fenomeni].
216
Öznenin
cinselliği bilmemesi fenomeni ile toplumda cinsellikle ilgili üst-bilgi
fenomeni çelişik değildir.
217
...
kendini arzu bilgisinin rasyonel temeli olarak sunan psikanaliz...
...
Batı kültürünün cinsellik üzerine sürdürdüğü söylemlerde dikkati çeken ilk
özellik, bu söylemin bilimsel denebilecek bir biçimi çok çabuk ve çok erken
almış olmasıdır.
218
[kendini
çok fazla çoğaltmış bir söylem] ... ama bir bilimi temellendirmeye çalışmadığı,
tersine bir sanatı -mümkün olan en fazla yoğunlukta, mümkün olduğunca güçlü
veya mümkün olduğunca uzun süreli kılınmaya çalışılan bir zevk türünü, cinsel
ilişki ve cinsel organlar yoluyla üretecek bir sanatı- tanımlamaya çalıştığı
toplumlar [karşısında bir karşıtlık içinde].
220
[Heykel]
[İslâm] [yasak]
...
Batı'da bir cinsellik tarihi yapıldığında genellikle kullanılan tarihsel şema
bu; yani bu tarih, önce temelde baskı ve yasaklama mekanizmaları, geri
püskürten, dışlayan, reddeden şeyin mekanizmaları incelenip, ardından Batı'nın cinselliği
bu büyük reddinin sorumluluğu Hıristiyanlığa yüklenerek yapılır. Böylece
cinselliğe Hıristiyanlık hayır demiş olur.
...
bu tarihsel şemanın doğru olmadığını ve bir yığın nedenle geçerli olamayacağını
düşünüyorum. ... Cinselliğin tarihini, cinselliği yasaklayan şeyden ziyade
güdüleyen ve kışkırtan şeyden yola çıkarak yapmanın hiç kuşkusuz daha ilginç ve
daha zengin olacağını göstermeye çalıştım.
222
...
Hıristiyanlıktan itibaren Batı dünyasındaki cinselliğin tarihini ahlaki
düşünceler ve etik yasaklardan çok, iktidar mekanizmaları bakımından yapmak
gerekmektedir.
223-226
pastoral
iktidar
227
asetizm dünyadan koparak kendini ibadete vermek
231
...
benim dikkatimi çeken şey bu analizlerin [Freud, Marcuse, Reich, vs.] her zaman
iktidarın işlevinin ve rolünün hayır demek, yasaklamak, engellemek, sınır
çekmek olduğunu ve sonuç olarak iktidarın temel etkisinin tüm bu dışlama,
histerikleştirme, tıkama, gizleme, unutturma veya bilinçdışının kurulması
diyebileceğimiz fenomenler olduğunu kabul etmeleridir. Bilinçdışı
-psikanalistler çok hızlı gittiğimi söyleyeceklerdir, ama neyse...- bir iktidar
ilişkisinden yola çıkarak oluşur. ... Siyasi avantajı olan, doğrudan avantajlı
olduğu, bu yüzden de biraz tehlikeli olduğu söylenebilir; çünkü şunu demeye imkân
tanır: "Yasakları kaldıralım sonrası tamam, yasakları kaldırdığımız gün
iktidar yok olur, biz özgür oluruz."
232
...
ben mekanizmanın özünde yasaklayıcı bir mekanizma değil; tersine, üretim,
yaygınlaştırma, çoğaltma mekanizması olduğunu söylemek istiyorum.
XIV. Dünyayı anlamak
için yöntembilim: Marksizmden nasıl kurtulmalı? 1978
237
"R. Yoshimoto: Marksizm, sizin
ifadenizle, bütünselleştirici bir düşüncenin arkeolojik düzeni içinde yer alır
tümüyle ve asla onun dışına çıkmaz. … Ama bana göre bu, Marksizmin veya Marx’ın
düşüncesinin kusuru değil; bir niteliğidir. Marksizmin veya Marx’ın
düşüncesinin klasik ekonominin sürekliliği içinde yer alması, bundan
kurtulmamaya çalışmaması, daha ziyade olumlu bir şey değil midir?
Marx’ın
düşüncesini şematik olarak özetlersek, temelde bir doğa felsefesi vardır,
ardından, bunun üzerinde, ekonomik ve toplumsal yapının (doğa tarihi
terimleriyle) tarihsel bir analizi ve nihayet, tepede bütün bir Hegelci istenç
teorisi alanı dikkatleri çeker. Hegel’in bu teoriden anladığı şey tam bir
bütündür; yani, hukukun, devletin, dinin, sivil toplumun ve elbette ahlakın,
kişinin ve kendilik bilincinin oluşturduğu bir bütün. Oysa bana kalırsa Marx,
Hegelci istenç teorisinin tüm bu alanını doğa tarihi terimleriyle sürdürülen
bir toplum analizinin üzerinde yükselen bir şey olarak kabul etti. Bu işleyiş
tarzı Marx’ın Hegel’den kurtulamadığı anlamına gelir: Marx Hegel’i ne tasfiye
etti ne de bir yana attı, analiz nesnesi olarak bütünüyle korudu. [Buna karşın
Engels, Hegelci istenç istenç teorisinin kapsadığı alanların (bireysel istenç,
kendilik bilinci, bireysel etik veya ahlâk) çok fazla olduğunu düşünüyordu.
Engels bu şekilde davranarak Hegel’den ustaca sıyrıldı.]
238
(R. Yoshimoto… devam:) Diğer yandan, Kelimeler ve Şeyler’i okurken ayırt
edici bulduğum bir şey var: Şeylerin veya kelimelerin ifadesinin arkasındaki
anlam çekirdeğini arama yönteminin tamamen reddedip etmediğinizi ve bu
olumsuzlayıcı tavrı sorun olarak koyup koymadığınızı sordum kendi kendime. Bu
sorunsalın Nietzsche’den kaynaklandığını sanıyorum.
Tarihin
bir nedeni ve sonucu olup olmadığını ve insan istencinin gerçekleşebilir olup
olmadığını bilmek sorusu üzerine Nietzsche, nedenin sonuç yarattığı şeklindeki
bir fikrin ancak göstergebilimsel düzeyde mümkün olduğunu, tarihin ne nedeninin
ne de sonucunun bulunduğunu ve neden-sonuç ilişkisinin var olmadığını açıklar.
Nietzsche’nin burada tarihin ancak rastlantıya bağlı olduğu, tesadüfen meydana
gelen olayların art arda dizilmesinden başka bir şey olmadığı ve burada ne
ilerleme ne de düzenlilik kavramına yer olduğu düşüncesini önerdiğini
sanıyorum."
239
Michel Foucault: … bu kitaba geri
döndüğümde bir tür üzüntü duyduğum … kesindir. Kelimeler ve Şeyler’i şimdi yazsaydım kitap başka bir biçim alırdı.
Şimdi bir başka akıl yürütme tarzım var. Kelimeler
ve Şeyler, daha çok soyut ve mantıksal değerlendirmelerle sınırlı bir
denemedir. Oysa, kişisel olarak, örneğin psikiyatri veya hapishane gibi somut
sorunları fazlasıyla çekici buluyorum, şimdi ancak bu somut sorunlardan yola
çıkarak bir şey ortaya çıkarılabileceğini düşünüyorum. Peki bu somut
sorunlardan yola çıkarak neyi aydınlığa kavuşturmak gerekir? “Yeni bir siyasi
tahayyül” diye adlandırmamız gereken şeyi.
240
Oysa
günümüzde, bizde, ne büyük bir siyasi tahayyül kısırlığı var! Bu yoksulluğa
ancak şaşırabiliyoruz. … Yirminci yüzyılın toplumsal-siyasi düzlemine bu
tahayyül yoksulluğunun nereden geldiği araştırıldığında, bence, her şeye
rağmen, Marksizm önemli bir rol oynamaktadır.
Marx’ın
kendisinden kurtulmayı pek uygun bulmuyorum. Marx yadsınamaz bir varlıktır,
bazı şeyleri hatasız ifade etmiş bir kişiliktir, yani tarihsel olay olarak
inkâr edilemeyecek bir olaydır…
Oysa
Marksizm konusunda durum tamamen farklıdır. Çünkü Marksizm, … siyasi tahayyül
kuruluğunun, yoksulluğunun nedenidir; bunun üzerinde iyi düşünmek için
Marksizmin temel anlamda bir iktidar kipliğinden başka bir şey olmadığını
akılda iyi tutmak gerekir. Başka deyişle, Marksizm bir iktidar ilişkileri
toplamıdır veya iktidar mekanizmaları ve dinamikleri toplamıdır.
241
…
Marksizm, rasyonel bir düşüncenin bağrında bilim olarak doğmuş bir şeydir. ...
bilim olarak Marksizm, belli bir hakikat konusunda zorlayıcı etkileri olan bir
dinamiktir. Söylemi, belli bir hakikat üzerine sadece geçmiş yönünde değil,
insanlığın geleceğine doğru zorlayıcı bir gücü yayan bir kehanet bilimidir.
Marksizm,
ister Avrupa'da olsun ister başka yerde, siyasi hareket olmadan var olamadı.
... siyasi bir partinin varlığı olmadan faaliyet gösteremedi. Marksizmin, felsefe
olarak kendisine ihtiyaç duyan bir devletin varlığı olmaksızın faaliyet
gösterememesi, dünyada veya Batı toplumunda önceden asla görülmemiş ender
rastlanır bir fenomendir.
244-245
Batı
felsefesi ve istenç
XV. Yönetimsellik, 1978
265
...
Machiavelli için prens kendi prensliğiyle bir dışsallık ve tekillik ve aşkınlık
ilişkisi içindedir. Prens, kendi prensliğini miras ya da fetih yoluyla alır,
ama gene de bunun bir parçasını oluşturmaz; onun dışında kalır. ... Prensin
prensliğe dışsallığı, aşkınlığı; işte ilke budur.
[Bundan
sonraki sayfalar tekrar gözden geçirilecek ve süreç, altı çizilenlerle tekrar
bağlanacak]
273
[Hükümranlık
yasalarla, yasaklar koyarak çalışırken, yönetim, yasalar yerine taktikler
dizisini araç olarak kullanır]
275-277
merkantilizm
279
Hükümranlığın
tersine yönetimin nihai amacı yönetme ediminin kendisi değil; nüfusun refahı,
nüfusun koşullarının iyileştirilmesi, zenginliğin, yaşam süresinin, sağlığın,
vb. artmasıdır. ... yönetim de bu doğrultuda ya doğrudan geniş çaplı kampanyalarla
ya da dolaylı olarak, halk tamamen farkında olmasa bile, doğum oranlarının
yükseltilmesini, nüfus akışının belirli bölgelere ya da faaliyetlere doğru
yönlendirilmesini, vb. mümkün kılacak tekniklerle nüfusun kendisi üzerinde
çalışacaktır. Nüfus artık hükümranın iktidarından çok yönetimin amacını temsil
etmektedir; nüfus ihtiyaçların, özlemlerin öznesidir, ama aynı zamanda,
yönetimin ellerinde bir nesne durumundadır; yönetim karşısında ne istediğinin
farkındadır, ama kendisine yapılanların farkında değildir.
Bir
yönetim bilgisinin oluşması, daha geniş anlamda nüfusla ilgili tüm süreçlerin,
yani bugün ekonomi dediğimiz şeyin bilgisinden hiçbir biçimde ayrılamaz. Son konuşmamda
ekonomi politiğin oluşmasının, zenginliğin tüm unsurları arasından yeni bir
öznenin, nüfusun ortaya çıkışına bağlı olduğunu söylemiştim; ekonomi politik
diye adlandırılan yeni bilim, nüfus, toprak parçası ve zenginlik arasındaki
sürekli ve çok çeşitli ilişkilerin oluşturduğu yeni ağın algılanmasından ortaya
çıkar. ... bir yönetim sanatından siyaset bilimine, hükümranlık yapılarının hâkim
olduğu bir rejimden yönetim teknikleriyle yönetilen bir rejime geçiş, on
sekizinci yüzyılda nüfus teması ve sonuçta ekonomi politiğin doğuşu çevresinde
olmuştur.
XVI. Şah yüz yıl geç kaldı, 1978
285
Tahran
286
naiplik
287
O
zaman, kısa süre önceki olayların, en geri kalmış grupların çok kaba bir
modernleşme karşısındaki geri çekilmesi olmadığını; kendisi bir 'arkaizm' olan
bir 'modernleşmenin' bütün bir kültür ve bütün bir halk tarafından reddi
olduğunu anladığımı düşündüm.
290
Burada,
İran'da yaşlı olan Şah'tır: Elli yıl, yüz yıl gecikmelidir. Yağmacı
hükümranların yaşındadır, laikleşme ve saniyeleşme yoluyla ülkenin açılacağı
şeklindeki modası geçmiş hayali taşımaktadır. Günümüzde, arkaizm, Şah'ın
modernleşme projesidir, despotik silahlarıdır, kokuşmuş sistemidir. Arkaizm,
'rejim'dir.
XVII. Foucault'nun
"L'unita"ya mektubu, 1978
291
Moloch-devleti
292
Gulag
XVIII. Ayaklanmak
faydasız mı?
1979
294
Tek
bir insanın, bir grubun, bir azınlığın ya da tüm bir halkın, "artık itaat
etmiyorum," dediği ve adaletsiz olarak değerlendirdiği bir iktidara karşı
kendi hayatını ortaya koyduğu bir hareket; bu hareket bana ortadan kaldırılamaz
geliyor. Çünkü hiçbir iktidar böyle bir hareketi tamamıyla imkânsız kılacak
yetenekte değildir...
298
Bir
insanın bir diğeri üzerinde uyguladığı iktidar her zaman tehlikelidir.
İktidarın, mekanizmaları gereği sonsuz olduğunu söylüyorum (bu, her şeye kadir
olduğu anlamına gelmez; tam tersine). İktidarı sınırlandırmak için kurallar
asla yeterince katı değildir; ele geçirdiği tüm fırsatları iktidardan geri
almak için evrensel ilkeler asla yeterince katı değildir. İktidarın karşısına
daima aşılamaz yasalar ve kısıtlamasız haklar çıkarmak gerekir.
XIX. Michel Foucault ile
söyleşi, 1978
301
İktidarın,
her şeyi açıklayacak şey olduğunu asla iddia etmedim.
303
Komünist
veya sosyalist partiler, örneğin aklın akıl-olmayan üzerindeki iktidarının ne
olduğunun analizini çalışmalarının gündemine asla almamışlardır.
308
Benim
varsayımım, devlet ile sivil toplum arasındaki karşıtlığın uygun bir karşıtlık
olmadığıdır.
Benim
ilgilendiğim sorunlar genel sorunlardır. Bilgi oluşumunun, dolaşımının ve
tüketiminin temel bir şey olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Eğer sermaye birikimi
toplumumuzun temel çizgilerinden biriyse, bilgi birikimi için de durum farklı
değildir. ... büyük bilgi sistemlerinin aynı zamanda kölelik ve tahakküm
etkileri ve işlevleri olduğu Frankfurt okulu tarafından önceden saptanmış bir
olgudur.
310
...
Ama bir iktidar mekanizmasının bir toplumu nitelemeye yeteceğini asla öne
sürmedim.
311
Bir
entelektüel olarak kehanette bulunmak veya ahlakçı kesilmek, Batı ülkelerinin
Doğu ülkelerinden daha iyi olduğunu, vs. söylemek istemiyorum. İnsanlar siyasi
ve ahlaki erginlik yaşına ulaştılar. Bireysel olarak ve kolektif olarak seçmek
onlara aittir. Belli bir rejimin nasıl işlediğini, neden ibaret olduğunu
söylemek ve bir dizi manipülasyonu ve mistifikasyonu engellemek önemlidir. Ama
tercihi yapacak olanlar insanlardır.
XX. Entelektüel ve
İktidarlar,
1981
319
Fenomenolojinin
teması, her şeye rağmen, temel gerçeklikleri yeniden sorgulamaktı.
320
İktidar,
esas olarak ilişkilerdir, yani bireyleri, insan varlıklarını birbirleriyle
ilişkiye sokan şeydir...
321
Söylemek
istediğim tek şey bu kurumların yalnızca devlet aygıtlarında
konumlandırılamayacağı veya tamamen devletten türetilemeyeceği, sorunun çok
daha geniş olduğudur.
.
.
.
.