30 Ağustos 2013

Michel Foucault - Kliniğin Doğuşu

.
.
.
.
Michel Foucault
Kliniğin Doğuşu (Naissance de la clinique, 1963)
(Çev. İnci Malak Uysal), Epos Yay. 2002 Ankara

[(Bu denemenin) Tarihsel dayanağı sınırlıdır, çünkü sonuç olarak tıbbî gözlemin ve yöntemlerinin gelişimini en fazla yarım yüzyıl boyunca inceler. 225]

10
Modern tıp, doğuş tarihini kendiliğinden 18. yüzyılın sonları olarak belirlemiştir. Kendisiyle ilgili olarak düşünmeye koyulduğu zaman, pozitifliğinin kaynağını, her kuramın ötesinde, algılananın etkili gösterişsizliğine dönüşle özdeşleştirmiştir.

11
Deneyin mekânı, dikkatli bakışın ve yalnızca görünür içeriklerin gerçekliğine açık olan bu amprik özneninkiyle özdeşleşmiştir gibidir. Göz, açıklığın kaynağı ve temsilcisi haline gelir; ... Bu, klasik açıklık dünyasından başlayarak, 19. yüzyılda "Aydınlanma"ya geçişe damgasını vuran değişimdir.

16
... klinik, hekimin, algılanabilirin ve açıklanabilirin deneyi için, yeni bir profil olarak ortaya çıkar: Bedensel mkânın gizli öğelerinin yeniden dağılımı (örneğin, organın işleyen kitlesinin karşıtı olan ve bir "iç yüzey" paradoksu oluşturan, iki boyutlu işlevsel bir alan olarak dokunun ayrılması), patolojik fenomeni oluşturan öğelerin yeniden düzenlenmesi (bulgularla ilgili bir dilbilgisi, bir semptomlar botaniğinin yerini alır), hastalıklı olayların lineer dizilerinin tanımlanması (nozolojik türlerin dallanıp budaklanmasının tersine), hastalığın organizmaya eklemlenmesi (semptomları tek bir mantıksal şekil olarak kümelendiren genel hastalıklı varlıkların, hastalığın varlığını nedenleri ve sonuçlarıyla birlikte üç boyutlu bir mekânın içine yerleştiren lokal bir statü lehine ortadan kalkması).

17
... O andan başlayarak, gösterenin gösterilenle olan tüm ilişkisi, tıbbi deneyin tüm düzeylerinde yeniden düzenlenir: Gösteren semptomlar ve gösterilen hastalık arasında, betimleme ile betimlediği şey arasında, olayla belirtisi olduğu şey arasında, lezyonla işaret ettiği hastalık arasında, vb. Sürekli olarak amprizmiyle, dikkatinin gösterişsizliğiyle ("Neyiniz var?" sorusunun yerine, "Nereniz ağrıyor?" sorusunun koyulması) ve şeylerin sessizce, hiçbir söylemle bozulmadan, bakışa sunulmasına izin veren bakımıyla yardıma çağrılan klinik, gerçek önemini, yalnızca tıbbî bilgilerin değil, hastalık üzerine bir söylem olasılığının da yeniden ve derinlemesine bir organizasyonu olmasına borçludur. Klinik söylemin (hekimler tarafından açıklanan: Kuramın reddi, sistemlerin terk edilişi, felsefesizlik) ölçülülüğü, ona dayanarak konuşabileceği sözel olmayan koşulları yansıtır: Görüleni ve konuşulanı ayıran ve birleştiren ortak yapı.

20
nosologie  Hastalıkların, her birinin tanımlanmasına ve ayrılmasına olanak veren neden, belirti, lezyon, özel lokalizasyon gibi bir takım kriterlere göre genel olarak sınıflandırılması, nozoloji.

29
mani  Hiçbir gerçek neden yokken kişide büyük ruhsal coşkunlukla, kişilikte ani değişikliklerle kendini belli eden ruh hastalığı.

36
teratoloji  Bitki ve hayvanlarda doğuştan gelen oluşum bozukluklarının nedenleri, gelişimi, tanımlanması ve sınıflandırılmasıyla ilgilenen ve bazı durumlarda bu oluşum bozukluklarının deneysel olarak yaratılmasını amaçlayan bilim dalı.

38
Hasta insan şüphesiz çalışamaz, ama eğer hastaneye yatırılırsa, topluma iki kez yük olur: Faydalandığı yardım yalnızca ona yöneliktir ve yüzüstü bırakılan ailesi de sırası gelince kendisini sefalet ve hastalıkla karşı karşıya bırakılmış bulur. Kapalı ve pis kokular yayan bir alan şeklinde görünen ve hastalığın yaratıcısı olan hastane, yer aldığı toplumsal mekân içinde de hastalığın yaratıcısıdır. Korumaya ayrılan bu bölüm, hastalığı yayar ve sonsuza kadar çoğaltır. Buna karşılık, eğer ortaya çıktığı ve geliştiği serbest alanda bırakılırsa, asla kendisinden başka bir şey olmayacaktır: Ortaya çıktığı gibi yok olacaktır ve evde ona geçici süreyle sağlanacak yardım, hastalığın yol açacağı yoksulluğu giderecektir... (Dupont de Nemours).

42
lika  Polonya'ya özgü ve saçları hasırlaştıran bir deri hastalığı.

49
... Razoux her gün (1761), bir yandan gözlenen hastaların nozolojik analiziyle, diğer yandan hastalıkların gelişimi, krizleri ve sonucuyla karşılaştırdığı, meteorolojik ve iklimsel gözlemler yapıyordu. O zaman, nedensel bir yapının belirtisi olan ve de hastalıklar arasında yakınlıklar ya da yeni bağlantılar salık veren bir örtüşmeler sistemi ortaya çıkıyordu. ... Somut şekliyle tıp bilgisinin edimini tanımlayan şey öyleyse ne hekim ile hastanın karşılaşması ne de bir bilginin bir algıyla karşılaştırılmasıdır; birbirleriyle türdeş, ama birbirlerine yabancı birçok bilgi dizisinin sistematik kesişmesidir.

50
Gündelik deneyde, tıbbî mekan toplumsal mekanla örtüşebilir ya da daha doğrusu onu geçip tamamen içine işleyebilir. Kesişen bakışları bir ağ oluşturan ve mekanın her noktasında, zamanın her anında, sürekli, devingen ve farklılaşmış bir gözetim uygulayan hekimler için yaygınlaşmış bir katılım tasarlanmaya başlanır. Hekimlerin köylere yerleştirilmesi sorunu gündeme gelir; doğum ve ölüm kütükleri sayesinde istatistiksel bir sağlık kontrolü yapılması istenir (bu kütüklerde hastalıklar, yaşam tarzları ve ölüm nedenleriyle ilgili olarak notlar bulunması gerekirdi, böylece patolojinin nüfus dairesi haline geleceklerdi); reform sebeplerinin revizyon kurulu tarafından detaylıca belirtilmesi ve son olarak da, her il için "bölge, konutlar, insanlar, başlıca alışkanlıklar, giyim kuşam, hava yapısı toprak üretimleri, tam olgunluk ve hasat zamanı hakkında olduğu kadar yöre sakinlerinin fiziksel ve ruhsal eğitimiyle de ilgili özenle hazırlanmış bir genel özetle birlikte" tıbbî bir topografya hazırlanması istenir.28 Ve hekimlerin yerleştirilmesi yetmezmiş gibi, bir de her bireyin bilincinin tıbben uyarılmış olması talep edilir; her yurttaşın, tıp konusunda bilmesi zorunluve mümkün olanlarla ilgili olarak bilgilendirilmiş olması gerekiyordu. Ve her pratisyen hekim gözetmenlik görevinin yanı sıra öğretmenlik de yapmak zorunda olacaktı. Bilginin oluştuğu yer, tanrının türleri dağıttığı bu patolojik bahçe değil, mekâna ve zamana yayılmış, açık ve devingen, her bireysel varoluşa; ama aslında her zaman, hastalığın farklı görünümler altında, büyük, toplu formunu açığa çıkardığı sonsuz alanda uyanan ulusun toplu yaşamına bağlı yaygınlaşmış bir tıp bilincidir.

51
İlerleyen ve hemen Devrim'i izleyen yıllar, karşıt tema ve kutupsallıkta iki büyük mitin doğuşunu görmüştür; ulusallaştırılmış, ruhban sınıfı tarzında örgütlenmiş, beden ve sağlık konusunda, ruhban sınıfının ruhlar üzerinde kullandığına benzer güçlerle donatılmış bir tıp mesleği miti; huzursuz ve kızgın olmayan, asıl sağlığına yeniden kavuşmuş bir toplumda hastalığın tam olarak yok olması miti.

(birinci mit toplumun kesin, etkin ve dogmatik olarak tıbbileştirilmesini anlatırken; diğeri bu aynı tıbbileştirmeyi zafer kazanmış, hastalığın düzeltilmiş, örgütlenmiş ve sürekli denetlenmiş bir ortamda ortadan kaybolacağını ve aynı ortamda) sonuç olarak bizzat tıbbın da amacı ve varoluş sebebiyle birlikte yok olacağını dile getirir.

din adamları ve hekimler...
ruhların tesellisi ve ıstırapların hafifletilmesi...

Hekimler bedenin papazları değiller midir?

52
(Diğer mit) Bireylerin varoluş koşullarına ve yaşam tarzlarına bağlı olarak hastalıklar, farklı dönemlerde olduğu gibi farklı yerlerde de değişiklik gösterirler. Ortaçağda, savaşlar ve kıtlıklar çağında, hastalar korkuya ve bitkinliğe teslim olmuşlardı (beyin kanamaları, hektik ateşler); ama 16. ve 17. yüzyıllarla birlikte vatan sevgisinin ve vatana karşı duyulan gönül borçlarının eski ciddiyetinin kalmadığı görülür; egoistlik ağır basmaya başlar, sefahat ve oburluk alışkanlık haline gelir (zührevi hastalıklar, bağır ve damar tıkanmaları); 18. yüzyılda, zevk arayışı imgelemden geçer, tiyatroya gidilir, romanlar okunur, boş konuşmalarla kendinden geçilir; gece uyanık kalınır, gündüz uyunur; histeriler, hastalık hastalıkları, sinir hastalıkları bundan ileri gelir.

O halde hekimin ilk görevi politiktir: Hastalığa karşı olan savaşım, kötü hükümetlere karşı girişilen bir savaşla başlamalıdır. ... Politik olarak etkili olmayı başarabilirse, tıp artık tıbben zorunlu olmayacaktır. Ve eşitsizliklerin bastırıldığı ve dirlik düzenliğin hüküm sürdüğü, sonunda özgür kalmış bir toplumda, hekimin rolü yalnızca aracılık etmek olacaktır... öğütler vermek... Bundan böyle ne akademilere ne de hastanelere ihtiyaç olacaktır... perhiz...

57
1789'dan II. Yılın Thermidorunar kadar, tıbbî yapıdaki tüm reformları yönlendiren ideolojik tema, doğrunun egemen özgürlüğüdür: Kendi hükümdarlığını kuran aydınlanmanın görkemli şiddeti, ayrıcalıklı bilgilerin karanlık krallığını ortadan kaldrıp yerine bakışın ayırımsız imparatorluğunu kurar. 


Thermidor Fransız devrim takviminin on birinci ayı (20 Temmuz - 18 Ağustos) 

59
Direktuvar  1795-1799 yılları arasında hüküm süren ve Napoléon Boneparte'ın 18 Brumaire Darbesi'yle sona eren siyasal yönetimin adı.

61
(Tenon ve Cabanis) Sağlıklı insanların hastalığa karşı korunması, "Halkı kendi hatalarından korumak", hastaların birbirlerinden korunması...
Her hastaneyi bir kategorideki hastalara ya da aynı hastalık soyuna tahsis edecek olan "kuruluş" ilkesi ve "hastaneye kabul edilmesi kararlaştırılmış hastaların türlerini ayırmak için" aynı hastane içinde izlenmesi gereken düzeni tanımlayan "dağılım" ilkesi. Böylece, hastalığın doğal yeri olan aileye, patolojik dünyanın spesifik konfigürasyonunu bir mikrokosmos gibi yansıtmak zorunda olan başka bir mekân eklenir. Orada, hastane hekiminin bakışı altında, hastalıklar, özlerin asıl dağılımını yapan rasyonelleştirilmiş bir alanda sınıflara, cinslere ve türlere göre kümelenecektir. ... Hastalık orada, doğruluğunun zorunlu meskeni gibi görünen büyük ailesiyle karşılaşır.

62
Montagnard'lar (Fransız Devrimi sırasında, burjuvazinin radikal kanadını oluşturan Konvansiyon üyeleri) hastanelerin ortadan kaldırılmasını istemiştir çünkü bunu sefaletin kurumsallaştırılması olarak görmektedirler...

66
(Thermidor'a kadar) ... sayı ve bilgi açısından yetersiz olan öğretmenlerin sınavları ve unvanları dağıttığı ya da sattığı sürünen küçük fakülteleri ortadan kaldırarak yerel özellikleri silmek gerektiği düşüncesine sık rastlanır. 

71
(Thermidor'dan Konsüllüğe kadar... Konvansiyon üyelerinin çektiği bu zorluk...) Tüm bu süre boyunca eksik olan şey, kaçınılmaz bir yapıydı: Şimdiden bireysel gözlem, olayların incelenmesi, hastalıkların günlük pratiğiyle tanımlanan bir deney formuna, ve Fakülte'den çok hastanede, hastalığın somut dünyasının güzergahı içinde sağlanması gerektiği iyice anlaşılan bir öğretim biçimine bütünlük verebilecek olan bir yapı. Yalnızca bakışla edinilebildiği düşünülen bir şeyin sözle nasıl verilebileceği bilinmiyordu. Görünür olan ne Dile getirilebilir ne de Öğretilebilirdi.

72
Ona göre hastalık, kendini bozulmamış ve zorluk çıkarmadan hekimin bakışına sunulmuş bir doğruluk olarak biçimlendirilmeliydi ve tıbben kuşatılmış, eğitilmiş ve gözetilmiş toplum bu yolla hastalıktan yakasını sıyırmalıydı. Keşfetme eylemine bağlılığı içinde, yok etme erdemini kazanan büyük özgür bakış miti; kurtaran kurtarılmış bakış; gizlilikten kurtulmuş olarak, belirsizlikleri dağıtır. Aufklarung (Aydınlanma)'taki örtük kozmolojik değerler burada da geçerlidir. Güçleri tanınmaya başlayan tıbbi bakış, klinik bilgi içindeki yeni uygulama koşullarını henüz kazanmamıştır; o, Aydınlanma diyalektiğinin hekimin gözüne aktarılmış bir parçasından başka bir şey değildir.

74
"Ayrım gözetmeksizin herkes bu tıbbı uyguluyordu... birinin yaptığı deneyler diğer insanlara iletiliyor ve bu bilgiler babadan oğula geçiyordu" (Lettson). Bir bilgi olmadan önce klinik, insanlığın kendisiyle olan evrensel ilişkisiydi: Tıp için mutlak başarı çağı. Düşüş, yazı ve gizliliğin ortaya çıkmasıyla, yani bu bilginin ayrıcalıklı bir grup içinde bölüştürülmesi, ve Bakış ile Söz arasındaki engelsiz ve sınırsız, doğrudan doğruya ilişkinin kopmasıyla başlar: Bilinen artık başkalarına iletilmiyor ve pratiğin hesabına, ancak bilginin içrekçiliğinden bir kez geçtikten sonra aktarılıyordu.

içrek  Kimseyle paylaşılmayan, belirli bir grupla sınırlı kalan (bilgi, düşünce, inanç).

75
... Yunan tıbbının (5. yüzyıl) onu, "kolaylaştırmak" ve "öğrenimini kısaltmak" amacıyla ... tıbbi deneye yeni bir boyut eklenmiştir: Bakışıksız olması nedeniyle, sözcüğün tam anlamıyla kör denebilecek bir bilgininki. Bu görmeyen bilgi tüm yanılsamaların başlangıcıdır (daha önce "genç insanlar tıp bilimini hastanın yatağında öğreniyorlardı" (Moscati); bu öğrenciler genellikle hekimin evinde kalıyor ve sabah akşam öğretmenlerine hasta ziyaretinde eşlik ediyorlardı.); metafiziğin yakasını bırakmadığı bir tıp mümkün hale gelir: "Hipokrat'ın tıbbı, sisteme indirgemesinden sonra gözlem bırakılmış ve onun yerini felsefe almıştır" (Moscati).

79
Kliniğin hastaneyle bağlantısı özeldir. ... Tissot'nun, bir kliniğin optimum yatak sayısının otuzu geçmemesi gerektiğini belirtmesine rağmen, bu seçim yalnızca nicel değildir, şu ya da bu hastalığa daha çok öğretici değer yüklemesine karşın yalnızca nitel de değildir. Seçim, bizzat hastalığın açığa çıkma tarzını ve bu belirtiyle hasta arasındaki ilişkinin doğasını bozar; hastanenin işi ayrım gözetmeksizin bir hastalığın ya da bir diğerinin taşıyıcısı olan bireylerdir; hastane hekiminin rolü hastanın içindeki hastalığı bulmaktır; ve hastalığın bu içe dönüklüğü, onun çoğu zaman hastanın içine gömülmüş, bir şifreli yazı gibi saklanmış olduğu izlenimini verir. Kliniğin işi ise, tersine taşıyıcısı önemsiz olan hastalıklarladır: Varolan, ona özgü ve hastalığa değil de doğruluğa ait olan bir beden içinde bulunan hastalığın kendisidir. "Metin görevi görenler çeşitli hastalıklardır" (Tissot): Hasta yalnızca, aracılığıyla, bazen karmaşık ve anlaşılmaz olan metnin okunabileceği şeydir. Hastanede hasta hastalığının öznesidir; yani söz konusu olan bir kişidir; yalnızca örneğin söz konusu olduğu klinikte, hasta hastalığının rastlantısı, onu ele geçirdiği geçici nesnedir.

80
Klinik, henüz bilinmeyen bir doğruluğu keşfetmek için bir araç değildir; daha önce erişilen bir doğruluğun düzenlenmesinin ve sistematik olarak ortaya çıkması için onu sergilemenin belli bir yoludur. Klinik, öğrencinin çözümü baştan bilmediği bir çeşit nozolojik tiyatrodur.  ... klinik muayenede, ideal bir çare yakalama olanağı sağlayacak öğeler saptanır, ki bu çarenin dört fonksiyonu vardır: Bir adlandırma yoludur, bir bağlantı prensibidir, bir gelişim kuralıdır ve bir temel kurallar birliğidir. Diğer çarelerde, acı çeken bir beden üzerinde dolaşan bakış, aradığı doğruluğa ancak iki doğruluğu olan adın dogmatik anından geçerek ulaşabilir: Gizli ama çoktan varolan, hastalığın doğruluğu ve açıkça varılabilir olan, çarenin ve çıkış yollarının doğruluğu. Öyleyse, analiz ve sentez gücü olan bakışın kendisi değil, öğrencinin dikkatli bakışının bir ödülü gibi dışarıdan gelip eklenen usavurmaya dayanan bir bilginin doğruluğudur. Algılananın derinliğinin yalnızca adlandıran zorunlu ve lakonik doğruluğu sakladığı bu klinik yöntemde, söz konusu olan bir muayene değil bir décryptement (Şifre anahtarını bilmeden şifre ile yazılmış bir şeyi çözme)'dır. (lakonik  Kısa ve özlü söz, veciz)

81
Klinik, hiçbir şekilde bakış ile keşfetmeyecektir; yalnızca, göstererek ispatlama sanatının yerini alacaktır.

84
Öğretme ve söyleme tarzı yerini öğrenme ve görme tarzına bırakmıştır.

111
Klinik, kuşkusuz uygulamaya ve bakışın kararlarına dayalı bir bilim oluşturulması için ilk girişim değildir. 17. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak, doğa tarihi kendine, doğa varlıklarının analizini ve görünür özelliklerine göre sınıflandırılmasını iş edinmişti. İlkçağ ve Ortaçağın biriktirdiği - ve bitkilerin özel niteliklerini, hayvanların güçlerinin, gizli dengelerin ve sempatilerin söz konusu olduğu - tüm bu bilgi "hazinesi", Ray'dan beri, natüralistlerin bilgisinin payına düşmüştü.

Klinik, doğa tarihinden olduğu kadar bakıştan da bir şeyler ister. Ve bir noktaya kadar aynı şeyleri: Görmek, özellikleri ayırmak, aynı ve farklı olanları bulmak, onları kümelendirmek, türlerine ya da soylarına göre sınıflandırmak.

113
Semptom ... hastalığın ulaşılamaz doğasının ilk çevriyazısıdır.

115
... hastalık semptomların bir araya gelmesinden başka bir şey değildir.

118
Hastalığın, semptomları içinde eksiksiz olarak var olması, patolojik varlığın, betimlemeye dayanan bir dilin sentaksındaki engelsiz saydamlığına denktir: Hastalığın yapısıyla, onu kuşatan sözel formun temel eşbiçimliliği. ... Görünürün, ve sonuç olarak da açıklanabilir olanın alanına girmeyen hastalık yoktur.

120
Hekimin usavurmaya dayanan ve iyice düşünülmüş algısıyla, filozofun ilgili, usavurmaya dayanan iç düşünmesi tam olarak çakışır, çünkü dünya onlar için dilin anolagonudur.

127
... 18. yüzyıl sonundaki tıp, ortaya çıkış ve ortaklık kuralları, yalnız yinelemelerin incelenmesiyle belirlenmesi gereken bir dizi olguya mı, yoksa, tutarlığı doğal bir yapıda aranması gereken bulgular, semptomlar ve belirtiler bütününe mi başvurduğunu hiçbir zaman bilemedi.

128
Olasılıklar aritmetiğiyle, mantıksal yapıya dair bir bilgi kurulmak istenir; fenomenle anlamı arasındaki ilişkinin, olayla ait olduğu dizi arasındaki ilişkinin aynısı olduğu varsayılır.

136


Pinel tarafından çizilen ideal anket şemasında, ilk andaki genel ipucu görseldir: O anki durum belirtileriyle gözlemlenir. Ama soru dizisi, dilin bu muayene içindeki yerini şimdiden sağlamlaştırır: Gözlemcinin duyularına hemen hitap eden semptomlar not edilir; ama hemen sonra, hasta çektiği acılarla ilgili olarak sorgulanır, son olarak -algılananla konuşulanın, soruyla gözlemin karma biçimi- bilinen önemli fizyolojik fonksiyonların durumu saptanır. İkinci an, dilin ve de zamanın, gelişmelerin ve birbirini izleyen sonuçların anımsanmasının etkisindedir. Söz konusu olan öncelikle, belli bir anda algılanabilir olmuş olanın ne olduğunu söylemektir (hastalığın yayılma biçimlerini, semptomlar dizisini, o anki karakterlerinin ortaya çıkışını ve daha önce uygulanan tedavileri anımsamak); sonra, hastayı ya da çevresindekileri, habitüsü (Habitüs: Fizyolojide, organların düzenli işleyişi; patolojide, bozukluğu ya da lezyonu olan organlar, rahatsızlıkların ve ıstırapların yeri ç.n.), mesleği, geçmiş yaşamıyla ilgili olarak sorgulamak gerekir. Gözlemin üçüncü anı, yine algılanan bir andır; hastalığın ilerlemesiyle ilgili olarak her gün dört başlık altında açıklamalarda bulunulur: Semptomların evrimi, yeni fenomenlerin rastlantısal olarak ortaya çıkışı, salgıların durumu, kullanılan ilaçların etkisi. Son olarak, kalan zaman söze ayrılmıştır: Nekahet dönemi için perhiz reçetesi. Ölüm halinde, klinik hekimlerin çoğu -Pinel diğerlerinden daha az istekli olarak, neden olduğunu göreceğiz- son ve en kesin sonuca götüren mercii bakışa saklıyordu: Vücudun anatomisi. Sözle bakışın bu düzenli çarpışması içinde hastalık, yavaş yavaş doğruluğunu, görmeye ve duymaya teslim ettiği doğruluğunu dile getirir ve normalde tek bir duyusu olan metin, yadsınamaz bütünü içinde, ancak iki duyuyla oluşturulabilir: Bakan ve dinleyen duyularla. İşte bu nedenle, muayene olmadan soru ya da sorusuz muayene, sonu gelmez bir işe mahkûmdur: Diğerinden kalan boşlukları doldurmak ne birine ne diğerine düşer. 

138
Betimlemek, belirtilerin düzenini izlemektir, ama aynı zamanda oluşlarındaki anlaşılabilir ayrımları da izlemektir; aynı anda hem görmek hem bilmektir, çünkü görülen söylendiği zaman, kendiliğinden bilgiyle bütünleşir; ayrıca görmeyi öğrenmektir, çünkü görüneni egemenliği altına alan bir dilin anahtarını göstermektir. ... "Olguları betimleme sanatı tıptaki en üstün sanattır: Onun yanında her şey sönük kalır" (Amard).

Kendini, klinik düşüncenin kendi yöntemlerini ve bilimsel ilkelerini tanımlama çabalarının üstünde tutan büyük arı Bakış miti, arı Dil mitine dönüşecekt: Göz konuşacaktı.

139
Artık görünür, yalnızca Dil bilindiği için görülür; olaylar, sözcüklerin kapalı dünyasına girmiş olan şeye sunulmuştur; ve eğer bu sözcükler olaylarla iletişim kuruyorsa bu, dilbilgisinin özünde bulunan bir kurala uydukları anlamına gelir. Bu yeni içrekçilik (içrek  Kimseyle paylaşılmayan, belirli bir grupla sınırlı kalan bilgi, düşünce, inanç; batıni, ezoterik)... O zaman söz konusu olan yalnızca anlaşılmamak ve reçetelerde, dilin bir meslek birliğine ait ayrıcalıklarını korumaktı... 

140
Klinik yöntem, hesabın gerekliliğinden yeniden, oluşun üstünlüğüne döner, yani görünürün açıklanabilir olana uygunluğu postulatını, kesin ve evrensel bir hesaplanabilirlikle aramaya çalıştıktan sonra, ona toplam ve eksiksiz bir betimlenebilirlik anlamı verir.

141
... "kesinliği, istenildiği kadar olasılığa bölünebilen bir bütün olarak incelemek" (Cabanis) ... Oysa ki, Tıp Devrimleri'nde, bilimin kesin biçimi, bir tür hesaplama değil, değerleri öz bakımından anlamlı olan bir organizasyonla tanımlanmıştır; söz konusu olan, olasıdan kesine gitmek için bir hesap yapmak değil, algılanan öğeden söylemin tutarlılığına varmak için bir sentaks belirlemektir...

142
(Klinik bakışın mitleri:) 
      1. hastalığın alfabetik yapısı...
"Söylem için harfler ve sözcükler neyse, bilim için de özel, ayrı gözlemler odur" (Double)

143
      2. Klinik bakış, hastalığın varlığı üzerinde nominalist bir indirgeme gerçekleştirir.
Bireysel ve somut varlığa göre hastalık, yalnız addan ibarettir... Bir insan öksürür; kan tükürür; zorlukla nefes alır; nabzı hızlı ve serttir; ateşi yükselir: Birçok dolaysız izlenim, âdeta birçok harf. Hepsi birleşince bir hastalığı oluştururlar, zatülcenp...

144
      3. Klinik bakış, patolojik fenomenlerle ilgili kimyasal tipte bir indirgeme gerçekleştirir. 
18. yüzyılın sonuna kadar, nozografların bakışı, bir bahçıvan bakışıydı; görünümlerin çeşitliliği içinde spesifik özü bulmak gerekirdi. ... "Nozolojistler, bitkibilimcilerin örneğini izlemek yerine, model olarak madenbilimci-kimyagerlerin sistemlerini almaları, yani hastalıkların öğelerini ve bunların en sık rastlanan kombinasyonlarını sınıflandırmakla yetinmeleri gerekmez miydi?" (Demorcy-Delettre)

145
      4. Klinik deney üstün bir duyarlıkla özdeştir.
Tıbbi bakış, fenomenlerin altında yatan, özlerin değiştirilemez katışıksızlığını algılayabilen entelektüel bir gözün bakışı değildir. Somut duyarlığın bakışıdır, bedenden bedene gezen bir bakıştır ve katettiği tüm yol, duyumsanabilir belirtinin mekânında yer alır. ... düşünce her zaman yalnızca duyudan doğar.

Analizin her boyutu, yalnız bir estetik düzeyine açılır. Ama bu estetik yalnızca her doğruluğun asıl biçimini tanımlamaz; aynı zamanda uygulama kurallarını salık verir; ve bir sanatın normlarını salık vermesi anlamında, ikinci düzeyde de estetiktir. Duyumsanabilir doğruluk, artık bizzat duyulardan çok, üstün bir duyarlığa açıktır. Kliniğin tüm karmaşık yapısı, bir sanatın saygın hızlılığı olarak özetlenir ve gerçekleşir: "Tıpta her şeyin ya da hemen hemen her şeyin, bir göz atışa veya başarılı bir içgüdüye bağlı olması nedeniyle, doğruluklar, sanatın ilkelerinden çok bizzat sanatçının duyumlarında bulunurlar" (Cabanis). Tıbbi bakışın teknik donanımı sakınım, yetenek ve beceriklilik önerilerine dönüşür: Gerekli olan "büyük bir öngörü", "büyük bir dikkat", "büyük bir titizlik", "büyük bir ustalık", "büyük bir sabırdır" (Roucher-Deratte).

152
(Morgagni) ... hastalıkların niteliklerini, semptomlarının ya da çıkış noktalarının lokal dağılımıyla belirliyordu; anatomik dağılım, nozolojik analizin temel prensibiydi: Sayıklama, beyin kanaması gibi, başla ilgili hastalıklardandı; astım, akciğer vebası ve kan tükürme yakın türleri oluşturuyordu, çünkü üçü de göğüste yer alıyordu.

Daha sonra Genel Anatomi'de sistemleştirilen, Zarlar Üzerine İnceleme'nin büyük keşfi, bedenin mekânıyla ilgili hem organlariçi hem organlararası hem de organlarötesi bir çözümleme prensibidir.

154
Bichat satesinde, yüzeysellik, artık zarların gerçek yüzeylerinde ortaya çıkar. Doku örtüleri, kliniği tamamlayan bu yüzeysel bakışın algısal bütünleyenini oluştururlar. Bakanın yapısı olan yüzey, tıbbî pozitivizmin kökenini bulacağı gerçekçi bir dengelemeyle, bakılanın biçimi olur.

Gerçekte, dokusal analiz, Morgagni'nin coğrafi dağılımlarının üzerine, genel patolojik formların yerleştirilmesine olanak verir; organik mekânın içinde, aynı önemli semptomlara ve aynı tipte bir gelişime sahip, büyük hastalık soyları belirecektir.

157
(Bichat) ... şeylerin derinliği içinde, yüzeylerin düzenini gün ışığına çıkarıyorlardı...

158
(Laënnec) ... tüm dokusal bütünlerde aynı tipolojiye sahip yabancı cisimleri ve özellikle yapı bozukluklarını, bölgesel sınırlar olmaksızın inceler...



160
Kadavra iki kez yanıltır, çünkü ölümün kesintiye uğrattığı fenomenlere, onun yol açtığı ve ona özgü bir zaman içinde, organlar üzerinde yarattığı fenomenler de eklenir. Tabii ki, kangrene ya da tifoya ait klinik tabloya dahil olanlardan ayrılması zor olan bozulma fenomenleri vardır; buna karşılık gerileme ya da yok olma fenomenleri de görülür: Dolaşımın durmasından sonra iltihapların kızarıklığı hemen ortadan kalkar; doğal etkinliklerde görülen bu kesinti (kalp atışları, lenf toplanması, solunum) bizzat, hastalıklı öğelerden kolay ayırt edilemeyen sonuçlar ortaya çıkarır: Beyindeki tıkanıklık ve onu hemen izleyen yumuşama, patolojik bir kanamanın mı yoksa ölümün kesintiye uğrattığı bir dolaşımın mı sonucudur?

Bir nozoloji oluşturmak isteyen patolojik anatomiye sorulacak iki dizi soru vardır: Biri, semptomların zamansal bütünüyle dokuların mekânsal olarak birlikte varoluşunun birleşme biçimiyle ilgilidir; diğeri ölümle ve ölümün yaşamla ve hastalıkla olan ilişkisinin kesin olarak tanımlanmasıyla.

163
17. ve 18. yüzyıl tıbbı, hastayla arasındaki "mesafeyi" korumuyor muydu? Ona uzaktan bakıp, yalnızca doğrudan doğruya görünür olan, yüzeysel izlerini gözlemleyip, fenomenleri, dokunmadan, elle muayene etmeden ve kulağını dayayıp dinlemeden gözetleyip, içeriyi yalnız dış işaretlerle tahmin etmiyor muydu? 18. yüzyıl sonunda tıp bilgisinde meydana gelen değişim, her şeyden önce, hekimin hastaya yaklaşmasına, parmaklarını uzatıp kulağını dayamasına ve böylece aşama kaydederek, görünür yüzeyin ardında doğrudan doğruya ne olduğunu algılamaya başlamasına ve yavaş yavaş "diğer tarafa geçip" hastalığı bedenin gizli derinliği içinde tedavi etmeyi başarmış olmasına bağlı değil midir?

Orada söz konusu olan değişimin asgari açıklamasıdır. ... Gözlemin ilerlemesi, deneyin geliştirilip genişletilmesi kaygısı, elle tutulur gözle görülür verilerin ortaya koyduklarına daha büyük bir bağlılık, kuramların ve sistemlerin gerçekten bilimsel olan bir amprizm yararına terk edilmesi. 

170
Doğal ölümde ilk olarak diriksel yaşam son bulur: Önce duyumsal zayıflama, beynin uyuşması, devinim güçsüzlüğü, kasların sertleşmesi, kasılabilme yetilerinin azalması, bağırsakların neredeyse felç olması ve son olarak kalbin durması. Bu art arda gelen ölümlerin kronolojik tablosuna, organizmanın bir noktasıyla diğeri arasında, zincirleme ölümleri başlatan etkileşimlerin mekânsal tablosunu da eklemek gerekir; bunların üç temel aracı istasyonu vardır: Kalp, akciğer ve beyin.

172
Bichat, ölüm kavramını, ayrılamaz, kesin ve telafi edilemez bir olay gibi göründüğü bu mutlaklıktan çıkararak göreli hale getirmiştir: Onu, detaylı ölümler, kısmi ölümler, yavaş yavaş ilerleyenler ve ölümün ötesinde bile tamamlanamayacak kadar yavaş ölümler şeklinde bölüştürüp yaşam içinde ortadan kaldırmıştır.
['Hastalık' olarak tanımlanamayacak, çocukluğun çok erken bir döneminde ya da çocuklukta başlayan 'ölümler'.. Damar sertliği, Koah, vb...]

173
Yaşam, yaşamın yokluğuna karşı koyan fonksiyonlar bütünüdür. (Buisson)

(dipnot) Ölümcülük: Dirimselciliğin tersine, doğal yaşamı ve doğal yaşam olaylarını ölümle açıklayan görüş.

174
anatomo-patolog deney...
... Bichat, tıbbı ölüm korkusundan kurtarmaktan fazlasını yaptı. ... "Yirmi yıl boyunca, hastaların başucunda, sabahtan akşama kadar, kalp, akciğer, mide hastalıklarıyla ilgili notlar alırsanız, her şey sizin için, hiçbir şeye bağlanmayıp, size bir dizi tutarsız fenomen sunan semptomlardaki karışıklıktan başka bir şey olmayacaktır. Birkaç kadavra açın: Yalnız gözlemin dağıtmaya yetmediği karanlığın hemen o anda yok olduğunu göreceksiniz." Yaşayan karanlık, ölümün açıklığında dağılır.


176
Her doku katmanı kendi patolojik özelliklerini korur. Hastalığın yayılması, yakınlık veya üst üste bulunmaya değil, eşbiçimli yüzeylerle ilgilidir.

179
Hastalık, yaşamdan beslenerek ve "her şeyin art arda geldiği, sıralandığı ve birbirine bağlandığı bu karşılıklı etkinlik alışverişine" katılırken, bizzat yaşama bağlıdır. Artık dışarıdan getirilmiş bir olay ya da doğa değildir; sapmış bir işleyiş içinde değişen yaşamdır. ... Hastalık, yaşamın bir iç sapmasıdır...

180
O halde, yaşama saldıran hastalık düşüncesi yerine, çok daha anlamlı olan hastalıklı yaşam nosyonunu koymak gerekir. Hastalıklı fenomenler, nozolojik bir özden değil, bizzat yaşam konusundan kaynaklı olarak düşünülmelidir...

182
Yaşama ve patolojik yaşama böylesine temel bir statü vererek Bichat, tıbbı, dirimselci ve ona bağlı tartışmalardan kurtarmıştır. Hekimlerin büyük çoğunluğunun 19. yüzyıl başında, sonunda sistemlerden ve kurgulardan kurtulduklarına dair kuramsal düşünceye yol açan izlenim bundan kaynaklanır. ... anatomo-patologlar kendi yöntemlerinde, sonunda algılamayı öğrenerek aşabilecekleri bir felsefesizlik, ortadan kalkmış bir felsefe bulurlar: Söz konusu olan yalnızca, algılarını dayandırdıkları epistemolojik temeldeki bir farktı.

İnsan hastalandığı için ölmez; temel olarak, ölebileceği için hastalandığı da olur.

183
Ölüm, yaşam içinde mümkün kılınmış hastalıktır. ... Yaşam içindeki sapma yaşamın doğasındadır, ama ölüme giden bir yaşamın.

Patolojik anatominin ortaya çıkışından beri "dejenerasyon" kavramının önem kazanması bu yüzdendir.

187
Ölüm, teknik ve kavramsal bir organona dahil edildiği andan itibaren, hastalık hem mekânsallaşmış hem bireyselleşmiş olabilirdi. Mekân ve birey, kaçınılmaz olarak taşıyıcı bir ölüm algısından çıkan, bağlantılı iki yapıdır.

(Dipnot) Organon: Alet, araç. Doğru düşünmenin aleti [Buren]; bilimsel bilgiye götüren araç...

Patolojik anatomi, bedenlerin kapalıdünyası içinde hastalığa sessiz yollar ayırarak, klinik semptomların önemini azaltıp, görünür olanın yöntembilimi yerine, doğruluğun, erişilemez rezervinden, yalnız cansız olana, parçalanmış kadavranın şissetine ve oradan da yaşayan anlamın, kitlesel bir geometri yararına silindiği biçimlere geçişle, ortaya çıktığı daha karmaşık bir deney koymuştur.

Bulgular ve semptomlar arasındaki ilişkiler yeniden yön değiştirir. İlk şekliyle klinik tıpta, bulgu nitelik olarak semptomlardan farklı değildi. Her hastalık belirtisi, bilgili bir tıbbî okumanın onun hastalığın kronolojik bütünü içine yerleştirebilmesi koşuluyla, temel bir değişiklik olmadan, bulgu değeri taşıyabilirdi. Her semptom fiilen bulguydu ve bulgu okunmuş bir semptomdan başak bir şey değildi. Oysa, anatomo-klinik bir algıda, semptom tamamıyla dilsiz kalabilir ve hazır olduğu sanılan belirtici özün varolmadığı ortaya çıkabilir. 

189
lezyon  Doku bozukluğu

191
Klinik hekiminin bakışı, bir patolojik olaylar dizisi ve alanı üzerine toplanıyordu; aynı zamanda hem eşzamanlı hem artzamanlı olmak zorundaydı, ama ne olursa olsun zamansal bir bağımlılık içinde yer alıyordu; bu düiziyi inceliyordu. Anatomo-klinik hekiminin bakışı bir hacmi ortaya çıkarmalıdır; işi, tıpta ilk kez üç boyutlu olan mekânsal verilerin karmaşıklığıyla uğraşmaktır. Klinik deneyin, görünür ve okunurdan ibaret karma bir yapının kuruluşunu içermesine karşın, yeni semiyoloji, o ana kadar tıbbî tekniklerin dışında tutulmuş çeşitli atlasların yardımda bulunması gerektiği bir çeşit duyumsal üçleme gerektirir: Görmeye, işitme ve dokunma eklenir.

oskültasyon  Fizik muayenenin steteskop isimli araç ile yapılan kısmı.Vücudun üretiği sesleri (örn. kalp Sesi, solunum sesi) dinlemek amacıyla yapılır.
Pektoriloki: Oskültasyon sırasında gözlemlenen, ses ve öksürüğün doğrudan doğruya göğüsten geldiği izlenimini yaratan fenomen.
Egofoni: Yalnız oskültasyon sırasında algılanabilen ve plevrada (akciğer zarı) sıvı toplanmasının belirtisi olan ses titremesi.
Perküsyon: Vücuda parmaklarla özel bir şekilde vurarak alınan sese göre oradaki organ ve boşlukların durumunu muayene etme.

194
Dokunsal ve işitsel boyutlar görme alanına açıkça eklenmemiştir. Anatomo-klinik algı için kaçınılmaz olan duyusal üçleme, görünür olanın egemenliğindedir.  

195
Gizleyen ve örten, doğruluğun üzerindeki gece perdesi, paradoksal olarak yaşamdır; ve ölüm, tersine, bedenlerin kara kutusunu gün ışığına çıkarır: Karanlık yaşam, berrak ölüm, batı dünyasının en eski düşsel değerleri...

196
Bichat mikroskop kullanımını bile kabul etmez: "Karanlığa bakıldığında herkes kendine göre görür". Patolojik anatomi tarafından kabul edilmiş tek görünürlük tipi, gündelik bakışla tanımlanmış olandir... 

198
Bireysel olmayan hastalık yoktur: Birey kendi hastalığını etkilediği için değil ama hastalığın etkinliğinin kendiliğinden, bireysellik biçiminde gelişmesi nedeniyle.

Artık söz konusu olan, çift anlamlı bir aktarımla, görünürü okunura yükseltip, derlenmiş bir dilin evrenselliğiyle onu anlamlı hale getirmek değil, tersine, sözcükleri her zaman daha somut, daha bireysel, daha biçimlenmiş belli bir nitel titizliğe bırakmaktır; rengin, kıvamın, "tanenin" önemi, ölçüyle ilgili metaforun tercih edilmesi (... kadar büyük, ... uzunluğunda...); basit operasyonlardaki kolaylığın veya zorluğun değerlendirilmesi (yırtmak, ezmek, sıkmak); duyulararası niteliklerin önemi (düz, yumuşamış, kabarmış); amprik karşılaştırmalar ve günlük ya da normal olana göndermeler (doğal durumundan daha koyu, "parmaklarla bastırılan, yarısına kadar hava dolu, ıslak sidik torbasınıkiyle sağlıklı bir durumdaki bir akciğer dokusunun doğal çıtırdaması arasındaki" aracı duyum).

199
"Büyüklüğünün üçte biri kadar kalmış karaciğer, bulunduğu bölgede adeta saklıydı; hafif kabartılı ve kurumuş dış yüzeyi sarı-gri bir renkteydi; çizerek yarıldığında, büyüklüğü darı tanesinden kenevir tohumuna kadar değişen bir sürü küçük yuvarlak veya oval tanelerden oluşmuş gibi görünüyordu. Birbirinden ayrılması kolay bu taneler, aralarında, karaciğere özgü bazı doku kalıntılarının bulunabileceği bir mesafe bile bırakmıyordu; pas renginde veya yer yer yeşile çalan kızıl sarı renkteydiler; yeterince ıslak ve saydamsız dokuları, dokunulduğunda, yumuşaktan çok pörsüktü ve taneler parmaklar arasında sıkıldığında yalnız küçük bir bölümü eziliyordu, kalan kısım yumuşak bir deri parçasıymış duygusu veriyordu." (R. Laennec)

200
... İnsanla ilgili bilimsel söylemi yasaklayan eski Aristotelesçi kural, ölüm, dilde kavramının yerini bulduğu zaman kalkmıştı...

202
Ölüm, eski trajik havasını bırakıp sonunda insanın, lirik özü haline gelmiştir: Görünmeyen doğruluğu, görünür sırrı.

212
Lezyonsuz ateşler temel, lokal lezyonlu ateşler sempatiktir. Dış belirtileriyle belirginleşen bu bağımsız hastalık biçimleri, "iştahı kesip sindirimi duraklatmak, dolaşımı bozmak, bazı salgıları durdurmak, uyumayı engellemek, zekâ etkinliğini uyarmak ya da azaltmak, duyuların bazı fonksiyonlarına zarar vermek ve hatta onları durdurmak, kas hareketlerinin her birini kendi tarzında engellemek gibi ortak özelliklerin" ortaya çıkmasına izin verir (Pinel).

220
Hastalıkların nedeninin belirlenmesinin imkânsızlığı.

Uyarıcı bir etkene karşı organik bir reaksiyon olan patolojik fenomen artık, hastalığın, özel yapısı içinde, bireysel değişiklikler ve özü olmayan tüm rastlantılar ayrıldıktan sonra, ondan önceki zorlayıcı bir tipe uygun olarak varolacağı bir dünyaya ait olamaz; yapıların mekânsal, belirlemelerin nedensel, fenomenlerin anatomik ve fizyolojik olduğu bir organik yapıya dahil olmuştur. Hastalık, uyarıcı bir nedene reaksiyon gösteren dokuların karmaşık hareketinden başka bir şey değildir: Patolojik olanın tüm özü budur çünkü, artık ne temel hastalıklar ne de hastalıkların özleri vardır: "Hastalıkları bize özel varlıklar gibi gösterme eğilimindeki tüm sınıflandırmalar hatalıdır ve rasyonel bir düşünme biçimi, buna rağmen, durmaksızın, zarar gören organların araştırılmasına yönelmiştir" (Broussais, 1816). Öyleyse ateş, temel hastalık olamaz...

223
Polemikler nihayet son bulur. 1821'de lezyonsuz genel ateşlerin var olduğunu ileri süren Chomel, 1834'te hepsinin organik bir lokalizasyonu olduğunu kabul eder.

SONUÇ

227
Tüm psikolojiler ve bizzat psikoloji olanağı, Akla aykırılığın deneyinden doğmuştur; ölümün tıp düşüncesine dahil edilmesinden, insan bilimi olarak ortaya çıkan bir tıp doğmuştur.

229
... tanrıların yokluğunda oluşan boşluğa yerleşen bir dil...


Ama bu pozitivizmin dikey incelemesi yapıldığında, onun tarafından saklanan, ama doğması için kaçınılmaz olan, daha sonra kurtarılıp paradoksal olarak ona karşı kullanılacak olan bir dizi öğenin ortaya çıktığı görülür. Özel olarak, fenomenolojinin inatla onun karşısına çıkaracağı şey, zaten onun koşullarının sisteminde bulunuyordu: Algılananın anlamlı güçleri ve deneyin temel biçimleri içinde dille olan ilişkisi, nesnelliğin bulgunun değerlerine göre düzenlenmesi, verinin gizli dilbilimsel yapısı, bedensel mekânsallığın kurucu karakteri, bitimliliğin insanın doğrulukla olan ilişkisindeki ve bu ilişkinin kurulmasındaki önemi, tüm bunlar daha önce pozitivizmin doğuşunda ortaya konmuştu. Ortaya konmuş, ama onun yararına unutulmuştu.



 




.
.
.
.



28 Temmuz 2013

M. Hardt & A. Negri - Dionysos'un Emeği

.
.
.
.
Dionysos' un Emeği (1994)
M. Hardt & A. Negri
(Çev. Ertuğrul Başer), İletişim Yayınları 2003 İstanbul

14
"Sahip olduğu üretim, mübadele ve mülkiyet ilişkileriyle, böylesine muazzam üretim ve mübadele araçlarını harekete geçirmiş modern burjuva toplumu, bizzat büyüyle çağırdığı yeraltı dünyasının güçlerini artık kontrol edemeyen bir büyücü gibidir." (Manifesto of the Communist Party, s.39)

22
Hukuk (ki kapitalist sistemde paranın büründüğü birçok biçimi aynen tekrar eder), tıpkı para gibi, kendine ait herhangi bir değer taşımaz; taşıdığı, toplumsal çatışmaların, kapitalist toplumun yeniden-üretimi için elzem şartların, işbölümünün ve sömürünün günbegün ürettiği değerlerden ibarettir.

Emeğin çoğu kez, kısıtlı bir tarzda, arzu ve zevkleri reddeden kapitalist çalışma ahlakı zemininde tanımlandığını görüyoruz.

25
… iktisadi yapıyı (emek) kültürel üstyapının (değer) kaynağı olarak koymak yeterli değildir; bu altyapı-üst yapı nosyonu terkedilmelidir. Eğer emek, değerin temeliyse, değer de eşit ölçüde emeğin temelidir. Neyin emek ya da değer-yaratıcı faaliyet sayılacağı her zaman yaşanan tarihsel, toplumsal bağlamdaki verili değerlere bağlıdır…

32
"Bir zamanlar insanlar hazır buldukları, içine doğdukları şartlar içerisinde, doğal bir şekilde büyür giderlerdi", diye yazıyordu Robert Musil yıllar önce, "ve kişinin kendisi olabilmesinin en emin yolu buydu. Ama şimdilerde, her şeyi altüst eden ve geldiği, yetiştiği topraktan ayrı düşüren bir hengamede, ruhun üretimi söz konusu olduğunda dahi, insan adeta, şu geleneksel el sanatlarını makine ve fabrika işi bir tür zeka ile değiştirsem mi diye düşünmeden edemiyor" (The Man Without Qualities).

35
Özerkliğini kazanmak ve kendisini emekten kesinkes ve ebediyen ayırmak sermayenin hep düşlediği bir şeydi.

Postmodern durumda, emeğin sermayece gerçek kapsanışı evresinde, sermaye bu düşünü nihayet gerçekleştirmiş ve kendi bağımsızlığını kazanmış görünüyor. Üçüncü Dünya'ya yayılmış üretici üsleriyle, belli üretim tiplerini Kuzey'den Güney'e kaydırmasıyla, daha büyük bir uyarlanma gücü ve geçirgenlik kazanmış piyasalarıyla ve hızlandırılmış para akış şebekeleriyle, sermaye gerçekten küresel bir pozisyona oturmayı başardı. Ancak … Kapitalist sömürü biçimi fabrikadan dışarı taşarak tüm toplumsal üretim biçimlerini teslim aldıkça, bu sömürünün reddi de tüm toplumsal alan boyunca yayılarak eşit ölçüde genelleşir.

36
… Spinoza'nın mutlak demokrasi diye adlandırdığı bir toplum biçimine, yani komünizme…

49
Wall Street'in iflas ettiği 1929 "Kara Perşembe", burjuvazinin egemenliğindeki bir yüzyılın siyasal ve Devlet mitolojilerini yerle bir etti. "Kara Perşembe", hukuk Devletinin tarihsel akıbetini, şu, burjuva "kanun ve hukuk kuralları uyarınca" kişisel hakları resmen güvence altına almayı hedefleyen bir iktidar, bir Devlet aygıtı olarak lanse edilen, burjuvazinin toplumsal ve hegemonyasını teminat altına almak üzere kurulmuş bir Devlet iktidarının sonunu noktalıyordu. Bu, Devletle pazarın ayrılması yönündeki klasik liberal mitin son cenaze töreniydi, "bırakınız geçsinler bırakınız yapsınlar"ın sonu.

51
… istikrara giden yol şimdi, Devlet iktidarının bu yeni, istikrarsız temelinin tanınmasından geçiyor gibiydi: Dinamik devlet planlaması, kendi nesnesi olarak bir tür "sürekli devrim"i kabul ettiğini ima ediyordu - sermaye adına ünlü sloganın paradoksal bir aufhebung'u. (aufhebung  koruyarak aşma).

52
(politik mucize) … üretim tarzının toplumsallaştırılması ve sömürünün toplumsallaştırılması; örgütlenme ve şiddet; toplumun emekçi sınıfın sömürülmesine uygun bir şekilde örgütlenmesi.

68
... Keynes' in ilk buyruğu, gelecek korkusundan kurtulmaktır. Mukavele teminat altına alınmalıdır.

… Devlet, iktisadın bu temel mukavelesini teminat altına alma görevini üstlenmelidir. Devlet, geleceğe bakarak bugünü savunmalıdır. … sonuç, iktisadinin hukukiye dahil olmasıdır.

69
"Uzun vadede hepimiz birer ölüyüz" Keynes

Keynes'in ... bir dizi yıkım ihtimalini gündemden çıkarmak ve bugünü uzatarak geleceği iptal etmek için sürekli bir çaba içinde olduğunu unutmayalım.

70
"(Burjuvazi) toplumsal üretimin kontrolünü eline geçirdiği ölçüde, emek sürecinin teknik yapısını ve toplumsal örgütlenişini devrimcileştirir, ve onlarla birlikte toplumun iktisadi-tarihsel biçimini de" (Capital, cilt 2, s.57).

85
... işçi sınıfı aynı zamanda kapitalist üretim tarzının yıkım projesidir.

95
Emeğin genel toplumsallaşması, beraberinde değerin soyutlaşmasını ve sonuçta en genel, en kapsamlı yabancılaşmayı getirir.

98
Kapitalist Aufhebung, proletaryanın simge ve sloganlarını, tarihsel örgütlenme biçimlerini, onları kendi gelişmesinin tekil evreleri içinde dondurmak suretiyle felç eder, proleter Aufhebung, kapitalist gelişme evreleri silsilesini, onun kırılmasını ve aşılmasını gündemine almak suretiyle felç eder.

99
(Sermayenin) ... paradoksal bir şekilde kendisi de işçi sınıfı içinde örgütlenmek zorundadır. ... Bu noktada -tek tek kapitalistlerin kişisel ve bencil taleplerinden zaten arınmış bulunan- kapitalist toplumsal çıkar, kendisini, herkese şamil, nesnel toplumsal çıkar olarak sunmaya, tertiplemeye soyunur. ... Toplumsal üretimde kamu refahının her şeyden üstün tutulması, kapitalist birlik ve dayanışmanın nihai sloganıdır. (şamil  içine alan, kapsayan, kapsamlı)

104
... emek, iktidar düzenine varoluşsal bir temel sağlar - hukuki olarak resmi anayasada düzenlenebilecek, ve bu anayasanın yapılması sırasında bir motor işlevi, değiştirilmesi sırasında bir sınır işlevi üstlenerek onu canlandırabilecek ve bu düzenlemeye anlam ve birlik kazandırabilecek bir temeldir bu.

112
Hukuk devletinin ruhu ve tarihi "güvence" kelimesi etrafında döner. Kaderi bireysel kapitalist enerjilerin serbestçe ifade edilmesine ve koordinasyonuna bağlı iktisadi ve sosyal düzen, hukuk devleti tarafından, bireysel hakların ve bunların ifade vasıtalarının gardiyanı tarafından teminat altına alınmalıdır. Tüm araçları bu amaca yönelmiştir: Temel haklar, teminat altına alınması gereken bireysel çıkarların yüceltilmesinden, ve aynı zamanda özünden başka bir şey değildir...

118
Birer toplumsal hayvan olmaları ölçüsünde, üreticilerin doğal arzuları, onların (daha birçok şey yanında) basit üretici birlikleri altında buluşmalarında önemli bir rol oynar. Bir araya gelme ve sosyal temas, "hayvansal ruhları uyararak", bizzat emeğin üretkenliğini arttırır (Capital, cilt 1, s. 443). İşçi, planlı bir şekilde başkalarıyla işbirliğine girdiğinde, kendi bireyselliğinin zincirlerinden kurtularak türünün potansiyellerini geliştirmeye başlar.

121
… kapitalist üretim süreci, bütünsel, bağlantılı bir süreç, yani bir yeniden-üretim süreci olarak, sadece meta, sadece artı-değer üretmez, aynı zamanda sermaye ilişkisinin kendisini de üretir ve yeniden-üretir - bir yanda kapitalisti, bir yanda ücretli işçiyi". (Capital, cilt 1, s.724)

122
Sermayenin ulaştığı genel toplumsal güç ile bireysel kapitalistin bu toplumsal üretim koşullarına müdahale edebilme gücü arasındaki çelişki her zamankinden daha da uzlaşmaz hale gelir…

124
Bir toplumsal bütünlük suretinde zuhur eden iş-gücü, sermayenin yeniden-üretim mekanizması içerisindeki halk (the people) şeklinde tertiplenir: halk, fabrika-toplumun devletinde kuruluş yapısına dahil edilmiş iş-gücüdür. … O halde kapitalist örgütlenmenin bu düzeyinde halk, iş-gücü olarak, kendi toplumsal sömürü düzenini kurmaya, genel birikim akışının beka ve yeniden üretimini güvence altına almaya çağrılır.

129
… hukukun kaynakları sorununun üç farklı çehreyle karşımıza geldiği söylenebilir: hukuki normların kaynağı meselesi olarak; hukuki düzenlemenin biçimlenişi meselesi olarak; ve nihayet bu normların meşruiyet ve işlerliğine katkıda bulunabilecek, bunların düzenlenişine arka çıkabilecek toplumsal otoritenin teşkili meselesi olarak ki bu sık sık sahtekarca bir yana bırakılan tali ve örtük bir tarzda ele alınan bir konudur.

130
Maddi ve biçimsel kaynaklar, dahili ve harici kaynaklar, yazılı ve yazısız kaynaklar, birincil ve ikincil, dolaysız ve dolaylı, meşru ve gayri-meşru, kanuni ve örfi, vb.: sistemin bu sorunla karşı karşıya geldiği noktada tam bir kargaşa hakimdir. … Bu durumdan sıyrılmanın en itibarlı yolu, idealist felsefenin izlediği yoldur: hukuk felsefesini hukukun temeli yapmak.

137
Yasa tedrici olarak hukukun rakipsiz kaynağı haline geldi, hukuk sistemi bir yasa sistemi haline geldi ve yüzyıl başlarında hukuki pozitivizm, kanunlara kayıtsız şartsız riayet şeklinde sahneye çıktı ve bu sıfatla dayatıldı. Ancak bugün bu dev yapıdan geriye bir şey kalmadı - tek bir taş bile. Pozitivizm tam da zafer kazanmış göründüğü bir aşamada dört bir yandan yükselen sert eleştiri dalgalarına maruz kalmıştı; bu elli yıl boyunca sürdü, şimdi çeşitli düşünce akımları onun hukuk bilimine rakipsiz bir ideoloji ve doyurucu bir yöntem olarak hizmet edip edemeyeceğini sınamış ve görmüş bulunuyor.

144
Hukukun etkililiği sadece geniş bir rıza alanı içinde güvence altına alınabilir, hukukun geçerliliği, bir kumanda ve rıza sentezinden başka bir şey değildir. Hukuki üretim, rıza bakımından sürekli bir sentez, titiz ve kesintisiz bir planlayış, ve gelişmenin ihtiyaçları bakımından kesintisiz bir uzlaş(tır)ma sürecidir. Hukuki düzen(leme) hep daha öteye uzanır, toplumu giderek daha fazla örter.

158
Sermaye, doğruyu söylemek gerekirse, daima, toplumsal ilişkinin somutluğunu kendi tertiplenme biçiminin soyutluğu içinde dönüştüren bir sömürü temelinde doğmuş ve gelişmiştir. … Kapitalist sürecin değişmez hedefi, toplumsal düzeyde emeğin nihai yabancılaşmasıdır.

162
Mücadele ne kadar genellik kazandıysa, bu mücadelenin uzlaştırılma imkanı da o ölçüde genelleştirmelidir; yasa tüm toplumsal alanı ne kadar kuşatıyorsa, toplumsal alan da o ölçüde yasada, hukukta ve 'devlet idaresi'nde uzlaşmaya varacak şekilde tertiplenmelidir. Böylece sınıfsal mücadelenin sürece taşıyabileceği tehlike ya da şans boyutu, daha baştan ortadan kaldırılmış olur, artık süreçte herhangi bir sürprize yer yoktur.

167
(Hukuki sistemler, felsefi ve ilahi sistemlerin aksine, her zaman gerçeklikle yüzleşmek zorunda kalırlar.)

173
Sermaye, yabancılaşmanın yasını çekip duramaz; birleştirme yolunda mesafe almak zorundadır, çünkü kendi varoluş koşulları sadece bu birleşme sürecinde yatmaktadır.

181
Sosyal Devlet
Hukuk biliminin bakış açısı tümüyle alt üst olur: onun amacı önceleri anlamaktı, oysa şimdi yeniden inşa etmektir.

198
Karşıtların birlikte var olmasına izin veren ve zaman zaman da sınırlayan bir biçimdir bu. Tikel normların geçerliliği düzen(lemen)in bütünlüğüne havale edilecektir, …

201
Diyalektik bitti. Hegel öldü. Hegel'den geriye kalan burjuva dünyasının öz-bilinçliliğidir. Burjuva dünyası diyalektiktir ve diyalektik olmaktan başka çaresi yoktur.

205
… Marx'ın Louis Banaparte'ın Onsekizinci Brumaire'indeki iddiasıdır: tüm devrimler şimdiye kadar Devlet makinesini yalnızca daha da mükemmelleştirdiler; oysa aslolan onu yıkmaktır.

207
… tekelci sermaye (sık sık faşist de deniyordu) …

212
Bu tanım (Devlet), Grundrisse ve Kapital'de "burjuva toplumunun devlet formunda yoğunlaşması" şeklinde istikrarlı bir ifadeye kavuşur. Devlet kapitalist çıkarlara aracılık işlevini, toplumu düzenlemek, belli bir yapıya sokmak suretiyle, tedrici olarak hakimiyetin yeniden üretimine içsel bir işlev haline getirir. Devletin sivil toplumdan özgürleşmesi, onun tekrar, sınıf mücadelesinin tanımladığı bir ritme göre, sivil toplumun üzerine ve içine doğru, onun çatışmalı dokusu bünyesinde, birbiri ardına, diyalektik ve uzlaştırıcı dalgalar halinde yayılmasına imkân veren bir durumdan başka bir şey değildir. Baskıcı ve düzenleyici işlevler arasındaki diyalektik çözüm, Devletin tertiplenme biçimi, yaşamı ve hareketi haline gelir.

315
John Rawls
Adalet teorisi, aşkın normatif üretim kaynaklarına dayanmaz; sistemi kuran ne herhangi bir kayıtsız şartsız ve kategorik buyruk vardır ne de herhangi bir Grundnorm; Rawls, yaratıcı toplumsal güçlere genel ve biçimsel göndermeler aracılığıyla, içkin bir üretim kaynağına sahip bir hukuk sistemi geliştirir.

Canlı emek, hukukun kaynağı olduğu ölçüde, ta özünde, yasanın radikal eleştirisidir. Anayasacı düşünce bu yaratıcı toplumsal faaliyeti vahşi bir kuvvet, yırtıcı ve azgın bir hayvan olarak görmek zorundadır - Hegel'in de işaret ettiği gibi, evcilleştirilmesi gereken bir hayvan.

320
19. yüzyılda Marx, sadece, o zamanlar ekonominin ufak bir parçasını oluşturan büyük-ölçekli fabrika üretiminde gerçek iltihakın kimi özelliklerini teşhis etmişti. Aralıksız teknolojik gelişmeler ve bu emek süreçlerinin fabrika duvarlarının dışında uğradı toplumsallaşma sayesinde gerçek iltihakın ayırdedici çizgileri toplumsal alanın daha büyük ve daha büyük bölümlerinde yayılmaya başlamıştır.

321
Emek antagonist bir Grundnorm olarak iş görür, sistemin dışında doğan ama onun gerek eklemlendirilme gerekse meşrulaştırılmasında bir temel yerine geçen, düşman ama elzem bir istinat noktası vazifesi görür. Ancak gerçek iltihak aşamasına geçtiğimizde, Marx'a göre, emek süreçleri öyle bir noktaya doğru evrilmiştir ki, her şeyden önce üretim artık dolaysız ve bireysel bir faaliyet değil, doğrudan doğruya toplumsal bir faaliyettir.

325
Burada hukuki form normatif üretim ve dolaşımın soyut bir modeli, motoru haline gelmiştir. Usul kavramı bu rol için biçilmiş kaftandır: usul, hareket halindeki biçimdir, dinamik modeldir.

335
Richard Rorty, Rawls'un hoşgörü ve uzak-durma kavramlarını toplumsal varlığın belirle(n)mellerine karşı külli bir kayıtsızlık anlamına gelecek şekilde genişletirken bu usulün özünü kavramış ve onu daha da geliştirmiş gözüküyor.

336
Sosyal farklılıkların ifade biçimleri, kamusal alan açısından kayıtsız kalınabilecek meseleler olarak görmezlikten gelinir ya da bir kenara atılır; siyaset böylece, soyut toplumsal girdiler arasında, düzen ve meşruiyet açısından zorunlu dengenin sağlanmasına yönelik mekanik ve pragmatik bir denge sistemi haline gelir. Tıpkı önceki demokrat siyaset bilimcileri kuşağının, Tanrı fikrinin modern-öncesi ilahi otoritesinden kurtulmamızı önerdikleri gibi, bugün de Rorty, özne fikrinin modern felsefi otoritesinden kurtulmamızı önermektedir. Emek, üretim, cinsler arası farklılıklar, ırksal farklılıklar, cinsel tercih, arzu, değer gibi tüm sorunlar bir yana bırakılır, çünkü bunlar özel ve, dolayısıyla da, siyaset açısından kayıtsız kalınabilecek meselelerdir. Demokrasi ellerini kirletmez.

339
Toplumsal ahengi koruma adına yapılan -o müşfik- sorunlardan uzak-durma uygulaması kolayca kötü niyetli bir politikaya dönüşebilir.

340
Rawls'un uzak-durma mefhumu ve Rorty'nin aziz kaygısızlığı, böyle bir pratik siyasi koşullar çerçevesinde sahneye sürüldüğünde vahşi bir dışlayıcı karakter kazanır. Postmodern "polis bilimi" ile tahakkuk eden hayati gelişmede, toplum şimdi, nüfuz ve müdahalenin ötesinde, tecrit ve kontrol altına alınmıştır: disipliner bir toplum değil, kaynaşmış bir kontrol toplumu.

341
… Devletin özü polistir: "Devlet … ancak ve düzeni sağlayabildiği oranda vardır. Yani Vattimo, postmodern zayıf toplumsal özne teorisi ve küçük devlet arasındaki çoğu kez ifade edilmeyen ama vazgeçilmez menteşeyi ifşa ve ilan eder. Polis kuvveti, biraz karanlıkta kalmış ve ancak son tahlilde görünebilmiş olsa da, postmodern liberal devlet düzeninin teminatı ve dingil çivisidir.

342
1980'ler buna paralel bir tarzda, devletin toplumsal ve iktisadi istikrara dönük planlama ve meşrulaştırma faaliyetlerinde yararlandığı yöntemler olarak toplu sözleşme, pazarlık ve korporatizmin sona erişine tanık oldu. Refah Devleti siyasal iktisadının kutsal üçlüsü -üretimde Taylorizm, siyasal planlamada Fordizm ve iktisadi planlamada Keynescilik- artık siyasal düzen ve iktisadi gelişme açısından bir güvence olmaktan çıktı.

343
Bir tasarruf kampanyası çerçevesinde, sosyal-yardım programları daraltıldı ve işsizlik oranı kendi haline bırakıldı. Toplumun yoksullar tabakasının ve çalışanlar için işsizlik tehdidinin büyümesi, işverenler karşısında işçilerin toplu pazarlık gücünü büyük ölçüde zayıflattı. … sanayide deregülasyon ve özelleştirme yönündeki çabalar … görüşmelerin yeniden başlaması şeklinde değil, sessiz bir kuvvet gösterisi ve işçi çıkarmayla cevap verilmeye başlandı. Örgütlü emeğin gücü ve korporatist temsil 1980'ler boyunca sürekli zayıfladı. [deregülasyon  devletin karar alanını daraltan düzenlemelerin, azaltılması veya kaldırılması, kamuya ait olduğu varsayılan iradenin özel sektöre ve sermayeye devredilmesi yönünde yapılan yasal düzenlemelerdir.]

344
Bir toplu pazarlık taraflı olarak emeğin geriletilmesine yönelik bu siyasal mekanizmaları tamamlayıcı mahiyette, bir de, otomasyon ve bilgisayarlaştırma yardımıyla işyerinin yeniden düzenlenmesi ve bu sayede emeğin üretim sahasından bilfiil uzaklaştırılması yönünde bir eğilim söz konusuydu. Bu hem sermayenin akışkanlaşmasına hem de, Marksist terminolojiyle, değişken sermaye oranının düşmesi, sabit sermaye oranının yükselmesi yönünde bir eğilime yol açtı. ... Tüm bunlara genel olarak sendikacılığın gerilemesi eşlik eder.

346
… liberal hukuki aktivizmin yerini basitçe muhafazakâr hukuki aktivizm almıştı. Bu yeni aktivizm çoğu zaman federalizm paravanası altında faaliyet gösterse de, yürütme organları, davaları federal düzeyde değerlendirmeyi reddederek ve onları gerisingeri eyaletlerin yargı bölgesine iterek, yargı organları aracılığıyla kendi tutarlı ideolojik projelerini kovalamaktan hiç de geri kalmadılar. Bu kaymanın en ciddi sonuçları, kürtaj vakalarını resmî makamlara haber veren doktorlar hakkında mecliste konuşma yasağından kürtaj hakkının kendisine, kadınların doğurma hakları konusunda hissedildi. Küçük, ideolojiden-azade devlet retoriğine rağmen, tıpkı Refah Devletinin korunan ve yeni bir istikamete çevrilen iktisadi yapıları gibi, bu şekilde, geniş hukuki yetkiler aynen korunuyor ve yeni hedeflere yöneltiliyordu.

347
Uyuşturucu -ve mafya- bağlantıları konusunda oluşturulan "profiller" şimdi yaygın bir şekilde, polisin yurttaşları sokak ortasında durdurup araması için yeterli ölçüt kabul ediliyordu. "Yeterli şüphe" kavramı, neredeyse kural olarak ırksal ve kültürel hatlar üzerinde delillendiriliyordu. Gerek içeride gerekse dışarıda yükselen militarizm, giderek daha çok toplumsal alarm politikasına başvurma, korku ve ırkçılık, tüm bunlar devlette belli faşist öğelerin ortaya çıkışına ve bir polis devletinin teşkili yönünde bir eğilime işaret ediyor: Hukuk Devleti'nden Polis Devleti'ne her zaman korku, nefret ve ırkçılık köprüsünden geçilir.

348
(Reagan projesi) Bu projeye katkılardan biri, devletin müdahale alanını ahlakı da kapsayacak şekilde genişletmek isteyen bir hareketten geldi. … Kadın hakları, uyuşturucu kullanımı, dinsel faaliyetler, aile değerleri ve cinsel tercihler gibi alanlar, sürekli önem kazanan ve devletin doğrudan müdahil olduğu alanlar haline geldi. … güçlü neoliberal devlet öznesi, ahlaki düzlemde, ulusa belli bir ahlaki birlik kazandırma çabaları eşliğinde kısmen sağlamlaştırıldı.

365
Bush yönetiminin 1988'de ahlaki ve ailevi değerleri öne çıkarması … [Reagan'ın] çağrısının en güçlü yanı, aile ve komşuluk, din ve yurt sevgisi gibi cemaatçi değerleri uyandırmasıydı. … Taylor, ulusu bir araya getirecek yeni bir "yurtseverlik" ruhunu savunurken, Reagan'ın projesine doğrudan bir atıfta bulunmaksızın, aynı duyguyu yansıtır.

367
Devlet bu argümanlara bir zorunluluk suretinde girer, cemaatin yegane gerçek öznesi, cisimleşmiş öznel(l)iğin eksiksiz gerçekleşmesi olarak. Tanrının dünya üzerindeki muzaffer yürüyüşü için devlet şarttır.

371
[Deleuze] Toplumsal uzay düz(gün)dür, ama disipliner dokusal hatlardan temizlenmiş manasında değil, dokusal hatların birörnek bir şekilde tüm topluma genelleştirilmesi manasında. Toplumsal uzay disipliner kurumlardan tahliye edilmemiş, ağzına kadar kontrol modülasyonlarıyla doldurulmuştur. Toplumun devlete iltihakı o nedenle biçimsel değil gerçektir; bu iltihak artık disiplin, denetim ve yönetimin tesisi bakımından kurumların aracılığını ve düzenlenmesini gerektirmemekte, devleti doğrudan müebbet toplumsal üretim devresinde işlemeye bırakmaktadır. Artık aracı, uzlaştırıcı sivil toplum kurumları telakkisinde temel önem taşıyan altyapı-üstyapı metaforunu kullanamayız. Disipliner toplumları tanımlamakta başvurduğumuz örülmüş köstebek yuvaları imgesi bu yeni alanda artık geçerli değildir. Kontrol toplumlarının düz(gün) uzayının ayırt edici özelliği, diyor Deleuze, köstebek yuvalarına benzer yapılaşmış geçitler değil, bir yılanın sonsuz dalgalanmalarıdır. Sivil toplumun dokusal hatlarındaki geçitlerde kurulan direnişlerin, açıktır ki, bu yeni hüküm modelinin kaygan yüzeylerinde tutunacak bir yer bulma şansı yoktur.

382
Peki, eğer bunalımı ateşleyen kurulu bir iktidar değil de kurucu bir iktidarsa…

383
Sivil toplumun fiziksel öğeleri ortadan kaybolduğunda bile, onun sureti daha üst bir düzeyde yeniden sahneye sürülür.

387
… seçmen kitlelerin demokratik temsilinden, temsilcilerin kendi seçmen kitlelerini oluşturduğu bir "temsil"e geçiş.

389
1968 den sonra, … Yeni üretim koşulları ve biçimleri, emek-gücünün bileşimindeki değişikliklerle birlikte, bizim "toplumsal işçi" dediğimiz bir figürün doğmasına yol açtı; toplumsal ve üretken ağlar arasında son derece gelişmiş işbirliği biçimleri ile birbirine bağlanmış karma bir maddi ve gayri-maddi emek harcama faaliyeti ile tanımlanan bir özneydi bu.

391
Eğer, daha önce de iddia ettiğimiz gibi, reel sosyalizmin bünyesindeki kapitalist kalıntılardan ölüp gittiği doğruysa, görünen o ki, kapitalist toplumlar da sadece bünyelerindeki komünizmi müjdeleyen öğeleri eklemlendirerek hayatta kalmayı başarıyorlar.

398
Yeni üretim tarzının temel özelliği, öyle anlaşılıyor ki asli üretici gücün, toplumsal emeğin genel, kapsayıcı ve niteliksel olarak üstün bir sentezi olması ölçüsünde, teknik-bilimsel emek olmasıdır. Diğer bir deyişle canlı emek hepsinden önce (nitelik bakımından) soyut ve gayri-maddi emek olarak, (nicelik bakımından) karmaşık ve işbirliğine dayalı emek olarak ve (biçim bakımından) giderek daha fazla zihinsel ve bilimsel emek olarak boy gösterir. Bu emeğin, basit emeğe indirgenmesi mümkün değildir - aksine, yapay dillere dayalı teknik-bilimsel emekte, sibernetik eklentiler arası karmaşık akıl yürütmelerin, yeni epistemolojik paradigmaların, gayri-maddi belirlenimlerin ve iletişimsel makinelerinin büyüyen bir yakınlaşması söz konusudur. Bu emeğin öznesi, toplumsal işçi bir cyborgdur, maddi ve gayri-maddi emek arasındaki sınırları sürekli bir o yönde bir bu yönde kat eden, makine ve organizma karışımı bir varlık, bir melezdir.

402
Modernlik, Batı akılcılığının doğrusal bir sonucu, Batı aklının mukadder varış noktası değildir. Bu tespit, birçok postmoderniste göre, Weberci kaba devlet teorisyenlerine göre, ve diyalektik maddecilerin pozitivist Marksizmine göre, yanlıştır. Bu kitapta geliştirmeye çalıştığımız bakış açısından modernlik, kesintisiz ama sürekli eksik bir devrimin tarihidir: özgür üretici güçlerin gelişmesi ile kapitalist üretim ilişkilerinin tahakkümü arasında her zaman bir alternatifi olan çelişik bir gelişmedir. Rönesans diye andığımız devrimden bugüne doğru modernliği, gasp, özel servet ve araççı aklilik kuvvetlerinin karşı koyduğu üretici güçlerdeki olağanüstü özgürleşme ve insani etkinliğe atfedilen her türlü aşkın hedeften kurtuluş karakterize eder. Burada Makyavelci terimlerle, "talih"in despot somutluğu "erdem"in evrenselliğine karşı koyar. Spinozacı terimlerle, devlet potestas'ı (İktidar) çok'un potentia'sına (iktidar) karşı koyar. Modern aklilik, bilimsel gelişme temelinde açıklanabilecek bir süreklilik değildir; biri tarihin ve hayatın inşasında insani işbirliğinin üretici potansiyeline, diğeri güç düzenine ve bu gücün yeniden üretimine adanmış toplumsal işbölümü örgütlenmesine güvenen iki farklı akliliğin çelişik ürünüdür.

404
Sermayenin kazandığı her zafer, kendi temel alternatifi olarak ortaklaşmacı canlı emeğe daha büyük bir toprak terketmek zorunda kaldı. Sosyalist devrim bu süreçte simgesel doruk noktasını temsil eder: burada üretici kitlelerin payına düşen demokrasi değil, egemenlikti - ve bu Doğu Avrupa sosyalizmi ve Batı sosyal demokrasisi için de eşit ölçüde doğrudur. Bugün, modernliğin bunalımında gündem, egemenliğe karşı demokrasidir.

405
… özgürlük daima ve hep kurucu bir güçtür.

Baskıcı alternatif yoksun ve çaresizdir. Doğrudan doğruya gizemlileştirici bir işlev taşır, yararsızdır ve böyle bilinir. Çokluk, ontolojik olarak örgütlenmişse, kumanda ne işe yarar?

407
Ontoloji bir temel arayışı, bir temel teorisi değildir. Varlığa bulanmışlığımız ve varlığın kesintisiz inşası hakkında bir teoridir.

Varlık telakkimiz süreksizliğin üretimine, öngörülemeyene, olaya açık olmalıdır. Spinoza kavramı genel bir nosyon olarak tanımlar, adcı bir çerçevede, gerçekliği anlamak için inşa edilmiş bir araç olarak görür, ama bu mantıksal yapıda, aynı zamanda, varlığın bir montaj, bir araya geliş, bir proje olarak büyümesine çıkan bir yol bulunduğunu da fark eder. Öznel montajlar, gerek bilim ve sanatta, gerekse mantıkta, bizim varlıkta büyümemize, varlığın kendisinin büyümesine ilişkin parametreleri ayağa diker.
.
.
.
.