02 Aralık 2013

Ahmet Hamdi Tanpınar - Saatleri Ayarlama Enstitüsü

.
.
.




.
.




Saatleri Ayarlama Enstitüsü (1962)

Ahmet Hamdi Tanpınar
Dergâh Yayınları 1992 İstanbul


Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962)

1943   Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdullah Efendi'nin Rüyaları (hikaye) 1943
1946   Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir (deneme) 1946 (Dergâh Yay. 2004)
1949   Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi (monografi) 1949
1949   Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur (roman) 1949 (Dergâh Yay. 2004)
1955   Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaz Yağmuru (hikaye) 1955
1961   Ahmet Hamdi Tanpınar, Şiirler 1961
1962   Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü (roman) 1962 (Dergâh Yay. 2004)
1967   Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal (deneme) 1967
1969   Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler (deneme) 1969
1970   Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi (deneme) 1970
1973   Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler (roman) 1973
1975   Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahur Beste (roman) 1975 (Dergâh Yay. 2003)
1976   Ahmet Hamdi Tanpınar, Bütün Şiirleri 1976 (YKY 1999)
1983   Ahmet Hamdi Tanpınar, Hikayeler (1983) (Dergah 2002)
1986   Ahmet Hamdi Tanpınar, Aydaki Kadın (roman) d1986

(Kitap arkası: Tanpınar, muhteva açısından metafizik eğilimleri ile estetik endişelerini şiire ayırdığı halde, sosyal temalar için nesri seçmiştir. ... Türkiye meseleleri ... Medeniyet değiştirme girişimlerinin insanımızı soktuğu çıkmazlar...)


11
Bütün bunlara bakıp hakikaten hayatımı, mühim, anlatılması behemehal lâzım gelen bir şey sandığıma, ona olduğundan fazla bir değer verdiğime inanmayınız. Öteden beri Cenabı Hakk'ın insanlara bu hayatı yazmak için değil, iyi kötü yaşamak için bahşettiğine inananlardanım. Zaten yazılmış şekli mevcuttur. Nezd-i İlahî'deki nüshasından, kaderimizden bahsediyorum.

15
Benim nazariyem şudur ki, insanlar kâinatın sahibi olmak üzere yaratıldıkları için, eşya onlara uymak tabiatındadır.

Bilhassa bizim gibi üst üste inkılaplar yapmış, türlü zümreleri ve nesilleri  geride bırakarak, dolu dizgin ilerlemiş bir cemiyette bu sonuncusuna, yani az çok siyasi şekline rastlamak gayet tabiîdir.

17
Hayatı onun gibi (Halit Ayarcı) bir bütün olarak mütalâaya alıştım.  Değişme, koordinasyon, çalışma tanzimi, zihniyet değişikliği, üst düşünce, ilmî zihniyet gibi tabirlerle konuşmağa, kendi isteksizliğime "zaruret", "imkansızlık" gibi adlar koymağa, Şarkla Garp arasında ölçüsüz mukayeseler yapmağa, ciddiliğinden kendim de ürktüğüm hükümler vermeğe başladım.

22
Babam istediği kadar doğum günümü eski bir kitabın arkasına 16 Receb-i Şerif, sene 1310 diye kaydetmiş olsun…

23
Günde beş vakit namaz, ramazanlarda iftar, sahur, her türlü ibadet saatle idi.

25
Gerek bu dedikodular, gerek sofaya verdiği o iç kapatıcı manzara yüzünden ben bu saatin düşmanı olmuştum. Halbuki güzel saatti. Kendi halinde, hiç kimsenin işine karışmadan, kervanını kaybetmiş bir mekkare (orduda taşıma işinde kullanılan hayvan) gibi başı boş, dalgın dalgın bir yürüyüşü vardı. Hangi takvimle hareket eder, hangi senenin peşinde koşar, neleri beklemek için birdenbire günlerce durur, sonra ağır, tok, etrafı dolduran sesiyle hangi gizli ve mühim vakayı birdenbire ilan ederdi? Bunu hiç bilmezdik. Çünkü bu bağımsız saat ne ayar, ne ıslah ve tamir kabul ederdi. O başını almış giden, insanlardan tecerrüt (sıyrılma, soyutlama, ayrılma) halinde yaşayan hususi bir zamandı. Bazan durup dururken üst üste çalmaya başlardı. Sonra aylarca yalnız rakkasının gidiş gelişiyle kalırdı. Annem onun bu ihtiyarî hallerini hiç iyiye yormazdı. Ona göre bu saat ya bir evliya idi, yahut da onu iyi saatte olsunlar çarpmıştı. Bilhassa İbrahim Beyin vefat ettiği gece, belki de hemen hemen aynı sularda, haftalardır işlemiyen saatin birdenbire en derin sesiyle vurmağa başlamasından sonra bu korku hepimizin içine yerleşti. Annem o günden sonra ayaklı saatimizden hep Mübarek diye bahsetti. Bütün dindarlığına rağmen daha beşerî düşünen babam ise ona Menhus (uğursuz) adını koymuştu.

29
Saat hakkındaki düşünceleri (Nuri Efendi) bâzan daha derinleşirdi: "Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır… Bu da gösterir ki, zaman ve mekân, insanla mevcuttur!"

31
Ayarsız saat bu halim selim adamı âdeta çileden çıkarırdı. … ayarsız bir saatin hiçbir mazereti yoktu. O bir içtimaî cürüm, korkunç bir günahtı. İnsanları iğfal etmek (ayartma, baştan çıkarma), onlara vakitlerini israf ettirmek suretiyle hak yolundan ayırmak için şeytanın başvurduğu çarelerden biri de Nuri Efendiye göre, şüphesiz ayarsız saatlerdi.

38
Mamafih Lûtfullah, kendisi de esrar kullandığını gizlemezdi. Onun için esrar tehlikeli bir keyif vasıtası değil büyüğe, hakikate ermek için bir yol, kendi karışık lügatince "târik" (yol, vasıta) idi. Aklı ortadan kaldırmadan hakikate ermenin imkansızlığını her zaman söyler, çok defa yarı mastor (çok sarhoş) gezerdi.

42
Nasıl biz Seyit Lûtfullah'ın hakikî güzelliğini göremiyorsak bu sarayın ihtişamını da öylece göremezdik. Ancak define meydana çıktığı zaman bu saray da som altın sütunları, firuze ve elmas kubbeleriyle parlıyacaktı. Zaten o zaman her şey yoluna girecekti. Aselban (rüyasında gördüğü kadına verdiği ad) maddesiyle görünmeğe razı olacak, âşığı asıl çehresiyle ortada gezecek ve beraberce ebedî lezzetlerle dolu bir hayat yaşayacaklardı.

43
Bu taraftan bakılırsa Seyit Lûtfullah ebedi hayata kavuşmak, namütenahi (sonsuz) hazlar ve kudretler elde etmek için tesadüfün kendisine verdiği nimetleri istihkar (hor görme, aşağılama) eden, onları doğru dürüst yaşamıyan bir adamdı. O büyük bir ruh ve idealistti. Hayatta "hep" veya "hiç"ten başka bir had tanımamıştı. Ve bu "hep"i elde etmek için "hiç"in kısır çölünde yaşamayı tercih etmişti.

Kafası tamamiyle ilmî metodlarla işleyen aziz dostum (Doktor Ramiz) bir aralık bu yüzden Seyit Lûtfullah'ın Marx'ı okuyup okumadığını bile merak eder olmuştu. Sık sık "Marx ve Engels'i okumuş olması lazım! Yazık ki tahkik etmemişsiniz" diye bana çıkışır...
- Sizler daima böylesiniz... Ruhunuzu saran küçüklük duyguları içinde büyük değerlerimizi kaybedersiniz... Azizim vazgeçin bu huydan. Ben kat'iyen eminim ki Almanca biliyordu ve bütün sosyalist edebiyatı okumuştu. Aksi takdirde devrimizin büyük meselesi olan adalet ve haksızlık davalarını bu kadar kuvvetle benimsemez ve uğrunda böyle mücadele etmezdi. O bizim sosyalist mektebimizin başlangıcıdır, diye sustururdu.

48
Kaldı ki, bu harap binanın yerinde yapılan apartmanları görünce insan ister istemez teselli buluyor. Semt âdeta şenlenmiş. Bu gidişle bir kaç yıl içinde modern bir mahalle kurulacak! Ben artık modern adamı, modern mimariyi, modern konforu seviyorum.

49
(Romanın kahramanı Hayri İrdal) Modern hayat ölüm düşüncesinden uzaklaşmayı emreder.
Hem ne oluyor kuzum, kendi hayatımızı mı yaşayacağız, yoksa ölüleri mi bekleyeceğiz?

51
(Asım Efendi) Hiç de Nuri Efendiye benzemiyordu. Saat hakkında hiçbir fikri ve felsefesi yoktu. Bir gün Nuri Eefendi'den öğrendiğim şeyleri şöyle bir tekrarlıyayım dedim, hiçbir şey anlamadı. Saat insana benzer, der demez, "Buraya bak, ben delilikten hoşlanmam!" cevabını verdi.

52
Halam neşesiz, somurtkan, son derece sofu, kibirli, alıngan, nefsine hakiki bir düşman muamelesi yapmaktan hoşlanan bir kadıncağızdı.

55
- Hoş geldin kardeşim... diye bir şeyler kekelemek istedi ve titreyen elleriyle ceplerine, koynuna doldurduklarının hepsini teker teker çıkardı. Beş dakika sonra küle basılmış sülük gibiydi. Bütün aldıklarını hattâ fazlasıyla vermişti. Fazlasiyle, çünkü istikbal için beslenen ümidi dahi orada bırakmıştı.

62
Fakat ben artık eski Hayri değildim. ... Seyit Lûfullah'ın mektebinden geçmiştim. Hayat kelimesi ile çalışma (o sırada iş arıyor) kelimesi arasında kafamda hiçbir münasebet kalmamıştı. Hayat benim için iki eli cebinde uydurulan bir masaldı. ... Üç gün sonra tuluat (perdeli orta oyunu. Sanatçılar oynadıkları eserin konusuna bağlıdırlar, ama oyundaki sözleri içlerinden geldiği gibi söylerler. Yazılı esere uymak mecburiyetleri yoktur.) kumpanyalarından birinde idim.

Tabiî bana hiçbir mühim rol vermediler. Yaptığımızın fevkalâde bir iş olduğunu da hiç zannetmiyordum. Buna rağmen bu 1913 yılı, hayatımın en harika devri oldu. Gün baştan aşağı benimdi. Akşama doğru bir suikast hazırlar gibi yavaş yavaş tiyatroda toplanıyorduk. Sonra bir hay huydur başlıyordu.

63
Üçüncü merhale (aşama, evre) yine Kadıköyünde, bu sefer bir operet oldu. Alaturka ile alafranga arasında sallanan bir musikide sesimi tecrübe ettim. Hüzzam, Hüseyni, babamla her perşembe akşamı ve Cuma günü devam ettiğimiz tekkelerde beraberce okuduğumuz makamların bütün programı bu musikiye sığabiliyordu.

69
Kitaplara bakarsanız, kendilerini dinlerseniz, insanoğlunun esas vasfı akıldır. Onun sayesinde diğer hayvanlardan ayrılır. Beylik söziyle, hayata hükmeder. Fakat kendi hayatlarına teker teker bakarsanız bu yapıcı unsurun zerre kadar müdahalesini göremezsiniz. Bütün telakkileri, hususi bağlanışları hep bu aklın varlığını yalanlar, ...

71
Emine, şimdiki sinema dilini hiç bilmeden, Abdüsselâm Beyin evindeki hayatımıza bakarak kendimize "muhabbet esiri" adını vermişti.

85
Daha o gün Doktor Ramiz'in bu tedavi sistemine (psikanaliz), hastası çıkınca tatbik edilecek bir usulden ziyade bütün dünyayı ıslah edecek tek vasıta, ancak dinlerde görülen o tek kurtuluş yolu gibi baktığını anladım.

Gençlik, memleket meseleleri, umumi terbiye, istihsal ve bilhassa hareket gibi kelimeler dilinden düşmüyordu.

iptidai: eskimiş, ilkel, primitif

95
(Doktor Ramiz) Bakın etrafa, hep maziden şikayet ediyoruz, hepimiz onunla meşgulüz. Onu içinden değiştirmek istiyoruz. Bunun mânası nedir. Bir baba kompleksi değil mi?... Büyük, küçük hepimiz onunla uğraşmıyor muyuz?... Şu Etilere, Frikyalılara bilmemne kavimlerine muhabbetimiz nedir? Baba kompleksinden başka birşey mi?

99
(Doktor Ramiz) - Size en yeni ve şahsi metodu, kendi bulduğum metodu tatbik ediyorum. Buna "Dirije rüya" metodu adını verdim. Evvelce görülmüş rüyalarla hastalığı teşhisten sonra hastanın rüyalarını sıkı bir kontrolla idare ederek onu tedavi etmek metodu...

... Doktor Ramiz'e göre irade, psikanalizin yanıbaşına konabilecek hayatı tıpkı bir kralın kraliçesi gibi onunla paylaşmağa layık tek şeydi. Bütün büyük filozoflar ondan bahsederlerdi. Ve tabiî hemen arkasından bir yığın isim geliyordu. Bir yığın isim ki iradenin ta kendisi idiler: Nietzsche, Schopenhauer...

Ve ben yalnız odada başım iki elimin arasında şaşkın ve budala "Beethoven, Nietzsche, irade, Schopenhauer, psikanaliz..." diye tekrarladım. Ah kelimeler, isimler ve onlara inanmanın saadeti...

101
(Doktor Ramiz) - Azizim, bizim bu eskiler, tükenmez hazine...
Niçin eskilerden bahsederken başımızı sallarız? Bu bir adet mi, gelenek mi, yoksa yeni bir hastalık mı?

108
Bu kahvede neler konuşulmazdı? Tarih, Bergson felsefesi, Aristo mantığı, Yunan şiiri, psikanaliz, ispritizma, alelade dedikodu, çıplak hikaye, korkunç veya meraklı macera, günlük siyasi hadise, birbiriyle sarmaş dolaş, biri öbürünü yarıda bırakarak, çok yüklü, beraberinde her rastgeldiğini taşıyan bir bahar seli gibi kabarık bu konuşmada beyhude ve şaşırtıcı akar giderdi. Tabii hiçbirinden tam bahsedilmezdi. Hepsi çok uzun bir uykudan, bir çeşit ölümden sonra hatırlanır gibi kahveye gelirdi. Büyük İskender veya Annibal, Kant'ın imperatif'leri, bu sayıklamaya benzer konuşmada sadece günlük hayatı uyuşturmak için icad edilmiş şeylerdi.

109
Zaten bu cins ciddi şeylerden bahsedenler, hususi bir isim altında tanınırlardı. Onlar Nizamıalemcilerdi. Dünyayı düzeltmek zahmetini üstlerine alan bu aristokratların altında daha geniş bir tabakaya "Esafili şark" adı verilmişti. Onlar kültürden, medeniyetten bu kahvedeki müşterek hayata yarayacak kadarını almakla yetinen günlük hazların ve geçim sıkıntısının veya çaresizliklerinin dışında yalnızca komiğin, aksayanın üzerinde zararsızca durmakla yetinirlerdi. Nihayet üçüncü bir tabaka, Şiş Taifesi gelirdi. Şiş, hiçbir inceliği olmıyan, şehir hayatına intibak etmemiş, yahut kaba insiyaklarını (içgüdülerini) yenememiş insanlardı.

111
(Halit Ayarcı) - Bana kalırsa bu çalışma hayatına tam intibak etmemekten gelen bir şeydir, demişti. Hayat, kendi şeklini yaratmazsa böyle olur. Bu kahve hakkında sizi dinlerken ben, çoğunu tanıdığım bu insanları hep bir çeşit aralıkta yaşıyorlarmış gibi düşündüm. İsterseniz onlara kapının dışında kalanlar da diyebiliriz. Muasır zamana girememiş olmanın şaşkınlığı içinde yarı ciddi, yarı şaka, tembel bir hayat! Öyle bir mazi falanla pek alakası olmasa gerek!

112
Şüphesiz işin içine menfaat girince her şey değişiyordu ve menfaat bu kahvede hiç de ikinci derecede kalan bir şey değildi. ... Ve bütün bu hesaplar, fiskoslar (gizli ve alçak sesle konuşma), bâzan çetin kavgalarda biten anlaşmazlıklar uysal dostlarımızı bile çok başka ışıklarda gösteren şeylerdi.

116
kollektif mimari

121
Mevsim yazdı. Odaya açık pencerelerden dalga dalga sıcak bir rüzgar giriyor, yüzlerimizi alazlıyor, bizi çok başka derinliklere çekip götürüyor ve sonra esniyerek, hatibin iyi niyetine teslim ediyordu. Bir arı, küçük cüssesinde birkaç dizel motörünün sesini bulmuş, durmadan başımızın üstünde vızıldıyor, havada üst üste çelik levhalar deliyor. Onların aralarından geçerek Doktor Ramiz'in sesine sarılıp, onu örtüyordu.

İlk önce Yangeldi Asaf Bey arka sırada seçtiği yerinde uyumağa başladı. Fahrî müdür sıfatiyle hatibin bir basamak aşağısında, iki elim dizimde, ayakkaplarımın söküğü görülmesin diye gayretler ederek, terbiyeli terbiyeli oturduğum sandalyeden -Avrupa'da böyle yapılırmış, tabiî müdür sıfatiyle oturmam için söylüyorum, ayakkapların eskiliği için değil- onun iki kolunu işgal ettiği iki sandalyeden çektiğini, sonra tam önündeki umacı şapkalı kadının ensesine doğru dikkatle baktığını bir lahza görür gibi oldum. Sonra birdenbire başı bu şapkanın arkasında kayboldu ve binlerce melek kemanlarını dinliyormuş gibi ilahî bir mışıltı başladı. Üçüncü sahifeye doğru bu mışıltıların, arının vızıltısiyle beraber teşkil ettikleri küçük, hafif ve serin çalkantılı körfezde bizim gruptan genç bir şairin rüyaları yelken açtı ve tek başına şiddetli bir geçmiş zaman deniz muharebesine girdi. Halatlar gıcırdıyor, ağızdan dolma toplar simsiyah gürlüyor, hücumlar (122) vaveylalar (çığlıklar) arasında yangınlar büyüyordu. En ön sırada oturan kırklık bir hanım bu karışıklıktan derhal istifade, etti ve şüphesiz gelirken cebine gizlediği bir düzine kadar ördek yavrusunu usulcacık yere bıraktı ve kendini onların vakvakları arkasında maskeledi. Onu biraz ötede bir başkası takip etti ve derhal bitmez tükenmez bir iştahla boşanan bir banyo oldu.

Onuncu sahifeye doğru evlerinde ve daha rahat şartlar altında uyumak için salonu terk edenler müstesna, hemen herkes uyudu. Hepsi uyur uyumaz hançeresinin müstait (kabiliyetli) olduğu yahut tercih ettiği sesi derhal buluyor, derhal o ses ve hareket oluyor, onu bütün rahatlığiyle yaşıyordu.

Doktor Ramiz, bu kollektif ihanetle elinden geldiği kadar mücadele etti. Hiçbir zaman onu bu kadar kahraman ve vaziyete hakim olma kararında görmemiştim. Sesi, Asaf Beyin mırıltılarının her lahza yeniden yetiştirdiği yumuşak otlar ve nebatlar arasından kükremiş bir aslan gibi fırlıyor, sağa sola en beklenmedik şekilde hücum ediyor, görünmez düşmanlariyle boğuşuyor, atılıyor, yakaladığını boğuyor, boğamadığını sindiriyordu.

Yüzü ter içindeydi, elleriyle durmadan işaretler yapıyor, sanki yirmi ağızdan birden üzerine hücum eden horlamaları iterek, kakarak kendisine yol açmağa çalışıyor, kelimeler, dudaklarından kırbaç şakırtılariyle çıkıyor, ateşli ökseler gibi dört yana fırlıyor, itfaiye hortumları gibi sağa sola uzanıyordu. Fakat, bir insan tek başına bu kadar çok, bu kadar terbiyeli, kaçmasını, değişmesini, sinmesini bu kadar iyi bilen bir düşmanla nasıl mücadele edebilirdi!

İki saniye evvel hakladığı, bir saniye sonra tekrar diriliyor, tekrar gölgede pusu başlıyor, ördek yavruları telaşlı telaşlı vaklıyorlar, delinmiş su borusu, bir kobra yılanı gibi ıslık çalıyor, banyo dünyanın bütün sularını döndüre döndüre boşaltıyor, imkansız yokuşlarda kamyonlar vites değiştiriyor, en gürültülü tren kazaları birbirini kovalıyordu.

Ve Doktor Ramiz'in sesi, her an uyanık, her an tetikte her hadiseyi anında karşılıyor, durmadan şekil değiştiriyor, yalvarıyor, örfi idareler ilan ediyordu.

Ben, ellerim dizimde, ikide bir ağırlaşan göz kapaklarımı parmaklarımla açarak, onun bu gayretini seyrediyor, gösterdiği cesarete, kudrete, her an biraz daha hayran oluyordum.

"Dahî bir avrat rüyasında azgın bir deli görse iyi niyet değildir. Hemen tövbe ve istiğfar eyleye..."

Yantarafta, üçüncü sırada o zamana kadar farkına varmadığım genç (123) kadın ağır uykusundan derin bir "Oh!" çekerek yerinde gerindi. Doktor Ramiz bu ilk ümit işaretine adeta bir kurtarıcıya yapışır gibi yapıştı ve en gür sesiyle devam etti.

"— Ve dahî bu mecnun er kişi ise ve çıplak ise ol avrat behemehal zina işler, zevci mukayyet ola..."

Kırklık hanımın boynu birdenbire iri bir kumru oldu ve dem çekmeğe (şakımaya) başladı. Ördek yavruları artık ortalıkta görünmüyordu. Hatip bu değişiklikten habersiz, devam ediyordu.

"-Ve dahî bir er kişi rüyasında kendisini cümlesi uyur bir taifenin arasında görse büyük beşarettir cümle ef'alinde faili mutlak olur ve kimesneye hesap verme zorunda bulunmaz."

Doktor Ramiz bu cümlenin verdiği hürriyetten istifade etti ve başını hemen oracıkta, boynunun üstünde eğerek o da uyumağa başladı.

126
Cemal Bey ise kollektif yalandan hoşlanacak adam değildi. (ruh çağırma cemiyeti)

138
Nasıl ilim, dünyamızı iyiden iyiye tanıdıktan sonra diğer yıldızları hedef almışsa, Sabriye Hanım da şimdi öbür dünya ile, oradaki hayatla meşguldü (İspritizma Cemiyeti)

140
- Hayır, ne münasebet! Şirket tasfiye edilir mi hiç! Bilakis eskisinden daha itibarda. Aksiyonlar yükseldi, daha da yükselecek!

174
- Garip şey, dedim. Birbirlerine de benziyorlar.
- Evet, benzerler. O benziyen şey yok mu, işte o hüviyetlerine sinen iktidardır. Dedim ya, bu bir hulûl (gelme, gelip çatma) hadisesidir, ben sende ve sen bende...

177
- Olur şey değil... diyordu. Böyle bir adam, aramızda bulunsun... Monşer, bu tam filozof, hem de muhtaç olduğumuz filozof... Zaman felsefesi... Anladınız mı? Zaman, yani çalışma felsefesi...

180
muganniye: şarkıcı kadın
- Aman beyefendi, dedim, hangi artist, hangi büyük... Arz ettim, sesi çirkin, sonra kabiliyetsiz... Sonra cahil. Daha İsfahanla Mahuru, Rastla Acemaşiranı birbirinden ayıramıyor.
- (Hayri Ayarcı) ... sanattan, bugünün sanatından anlamıyorsunuz. Evvela bu bir kalabalık işidir. Kalabalık neyi sever, neyi sevmez? Bunu kimse bilmez. Sonra bu mesele ümitsiz bir kalabalığın işidir. Siz de bilirsiniz ki zevk denen yüksek şeyin bizim içimizde içgüdüden kolaylığa kadar giden bir yığın karşılığı vardır. Zevkten ümit kesildi mi onlara kolayca teslim oluruz. İşler karışınca (181) zevkten ümit kesilir. Musiki denince herkes, evvela "Hangi musiki?" sualini kendisine soruyor. Bu sual bir kere soruldu mu sizin zevk üslup dediğiniz şeyler yoktur artık. Sonra kulağın herkeste ayarı bozuldu. Radyo devrindeyiz. Musikiyi nadir bir şey gibi dinlemiyoruz. O, romatizma, nezle para sıkıntısı harb ihtimali, çok geçimsizlik gibi günlerimizin tabiî arkadaşı oldu. Bu işe bir de kalabalığı ilave edin... Hayır, ben eminim ki bahsettiğimiz hanımefendi birkaç gün içinde yepyeni bir şöhret olarak İstanbul'u fethedebilir. Bakın! Vaziyet çok müşkül olurdu, şayet baldızınız hanımefendi Batı musikisine merak sarsaydı. Çünkü onu hakikaten yıllar boyu öğrenmek lazım.

Bir müddet yüzüme baktı. Hakikaten afallamıştım.

- Bu meselelerde herkes işin alayında... Farkında olmadan alayında.. Burasını anlamıyor musunuz?
- Hangi alay ? Çıldırıyorlar...
- Tabii... Hayatlarına biraz duygu, istisnaî zamanlar katmak istiyorlar. Herkes kendi boşluğunu bir parça duygu ile doldurmak, kendini süslemek istiyor, fakat musikiden o kadar anlamıyorlar ki, şarkıları güfteleri için seviyorlar. Zavallı Hayri Bey, siz garip bir adamsınız. Sizin bahsettiğiniz ölçüler geçmiş zamanda kaldı. Onlar, hani şu demin söylediğiniz, ustadan ustaya mektuplardı. Şimdi artık o klasik devirde değiliz. İsfahanla Acemaşiranı birbirinden ayırmak kimsenin aklından geçmez. Siz bana söyleyin, kimi taklit ediyor?
- Meşhurların hemen hepsini... Fakat hepsini aynı sesle, aynı makamdan, aynı şekilde söylüyor...
- Demek son derecede şahsî! Mesele halloldu. Orijinal ve yeni... Dikkat edin, yeni diyorum. En büyük harflerle yeni! Yeninin bulunduğu yerde başka meziyete lüzum yoktur. Şimdi seçilecek yol kaldı. Halk müsikisi mi, alaturka mı? Yoksa alafrangaya kaçan halk musikisi mi, yahut halk musikisine kaçan alafranga mı?... Amma, bunu burada, bu masa başında pek kesip atamayız. Fakat öyle sanıyorum ki sesin bahsettiğiniz meziyetlerine göre -Halit Ayarcı burada yüzünü buruşturdu ve parmaklariyle çok adi bir kumaşı yokluyormuş gibi bir hareket yaptı- daha ziyade alafrangaya kaçan bazı mahallî halk türkülerinde muvaffak olacaktır... Evet öyle tahmin ediyorum. Meğerki türkçe tangoyu tercih etsin! Yahut bazı yeni şarkıları...

Yüzüme dalgın dalgın baktı.

- Evet, bütün mesele burada. Siz teşebbüs fikrinden mahrumsunuz. Sonra idealistsiniz. Realiteyi görmüyorsunuz... Hulasa eski  adamsınız. . Yazık, çok yazık! Biraz realist olsanız bir parça, ufak bir miktarda, her şey değişirdi.

182
(Halit Ayarcı) Realist olmak hiç de hakikati olduğu gibi görmek değildir. Belki onunla en faydalı şekilde münasebetimizi tayin etmektir. Hahikati görmüşsün ne çıkar? Kendi başına hiçbir manası ve kıymeti olmıyan bir yığın hüküm vermekten başka neye yarar? İstediğin kadar uzatabileceğin bir eksikler ve ihtiyaçlar listesinden başka ne yapabilirsin? Bir şey değiştirir mi bu? Bilakis yolundan alıyor seni. Kötümser olursun, apışır kalırsın, ezilirsin. Hakikati olduğu gibi görmek... Yani bozguncu olmak... Evet bozgunculuk denen şey budur, bundan doğar. Siz kelimelerle zehirlenen adamsınız, onun için size eskisiniz, dedim. Yeni adamın realizmi başkadır. Elinde bulunan bu mal, bu nesne ile, onun bu vasıflariyle ben ne yapabilirim? İşte sorulacak sual.

183
(Halit Ayarcı) - ... Siz hakiki bir hazineye sahipsiniz, farkında değilsiniz. Toparlamaya çalışalım: Çirkin, diyorsunuz, binaenaleyh bugünün telakkilerine göre sempatik demektir. Sesi kötü, diyorsunuz, şu halde dokunaklı ve bazı havalara elverişli demektir. Kabiliyetsiz, diyorsunuz, o halde muhakkak orjinaldir. Yarın baldızınızla meşgul olurum...

184
- Evet, dedi, tahminim gibi... Hanımefendi hakikaten muvaffak olacak... Hayata inanmak lazım Hayri Bey. Siz hayata değil, Acemaşirana inanıyordunuz... Gördünüz mü nasıl beğenildi? Bu canlı insanın insanla karşılaşmasıdır. Sizin klasik makamlarınız böyle bir muvaffakiyeti dünyada elde edemezdi. Şimdiden sonra yolu açıktır. Göreceksiniz neler yapar.

186
... enstitünün teşkilatını hazırlamış olduğunu bir sabah bize müjdeledi. Ondan sonra esbabı mücibe lâyihasını yazmaya başladı. (gerekçe tasarısı)

188
- Fakat niye gelmiyor?
- Gelecek... Ama biraz işleri yoluna koyduktan sonra... Yarın Ankara'ya gidiyor. Bu işleri konuşacak!

İçimden "Bari anlatmasa, kimseye bir şey söylemese!" diye dua etmekten başka ne yapabilirdim?

189
(Derviş Efendi) Fakat onun da aklı bu işi almıyordu, benim akşama kadar sağdan soldan bulduğum saatleri tamir etmekliğim, Nermin Hanımın süveter örerek hayatını anlatması, kendisinin bizi seyretmesi için bütün bu işin kurulmuş olmasına şaşıyordu.
- Beyim, demişti, bu işe ben de şaşıyorum. İçime acayip şüpheler girmeye başladı. Acaba öldüm de cennette miyim diye düşünüyorum.

193
Fakat Halit Ayarcı dinlemiyordu. O, bu işteki muvaffakiyetin tamamiyle belediye reisine ait olduğuna kanidi. Ne çare ki karşısındaki de aynı şekilde ısrar ediyordu.
- Evet, dediğim gibi... Bizim vazifemiz çalışanlara yardımdır, asıl muvaffakiyet sizindir. Ben sadece elimden gelen imkânı hazırladım... Ve tepsi olduğu gibi yine bize geldi.
Demek usul bu idi. Evvela muvaffakiyet denen bir şey kabul edilecek, sonra sahibi aranıp bulunacak, o tebrik edilecek, bu sefer o, muvaffakiyetin asıl karşısındakinin olduğunu iddia ederek ona ayniyle devredecek, öteki çok manalı bir kelime ile kendi hissesini ayırdıktan sonra yine geriye verecekti. Böylece üzerinde bu kadar devrü teslim, iade ve tekrar iade muamelesi geçtikten sonra bu muvaffakiyetten artık kim şüphe edebilirdi? Enstitümüzün kurulması bir muvaffakiyetti (başarı). Bu resmen muamelesini görmüş bir vâkıa idi. Artık müsterih olabilirdim.

194
Böylece parça parça bir adamın muhayyilesinde yaratıldıktan sonra ayrıca da büyük bir teşkilatın mihveri (eksen) olmuştum.

196
Hayır efendim, hayır... Onlar alelade memuriyetler için lazım gelen şeylerdir. Halbuki bu hayatın bizatihi kendisi olan bir iş.

200
- Aman beyefendi, dedim, bu tam aksi olmuyor mu? Yani evvela incelemeler yapılır, rakamlar, yani neticeler elde edilir. Sonra onların ifadesi olan kolonlar tanzim edilir. Hiç olmazsa benim bildiğim böyle...
- Eski usul, dedi, eski ve manasız. Müthiş zaman yer. Sonra hiçbir neticeye götürmez. ... Saymak bizi daima aldatır. Gülünç ve eksik neticelere götürür. Zaten herhangi bir şeyi saymanın imkânı yoktur. İnsan tek bir hal olsa istatistik denen şeye inanırım. İnsan karışıktır, durmadan değişir.

201
- Niçin inanmıyorsunuz?
- Bana müsbet bir işimiz yok gibi geliyor...
- Müsbet işten kastınız nedir? Herkesin inandığı aklın bir lâhzada (bir anda, çarçabuk) kavradığı değil mi? Mesela hamallık! Eşya var, bir yerden bir yere gidecek, götürülecek.
- Sade bu kadar mı?
 
205
- Personelin muayyen üniforması olacak mı? diye sordum.
- Henüz düşünmedim.
- Biliyorsunuz ki ben tutacağına inanmıyorum. Fakat tutması için böyle bir üniforma bana şart görünüyor. Erkeklerde vücudun bütün güzelliğini gösterecek, kadın ve kızlarda icap ederse yaşı örtmeye ve bilhassa az çok cins dışına çıkarak güzelliği daha keskin, ısırıcı daha sinema yapmağa yarayacak bir üniforma... Hiç olmazsa bir nevi kasketimsi bir şey! Daha ziyade genç erkek hali verecek bir kıyafet!

215
Halit Ayarcı bütün bu konuşma boyunca adeta lâkayt kalmıştı. Masanın bir köşesine hafifçe yaslanmış, sakin ve alakasız, beyhude sözlerle israf edilen zamana pek fazla fark ettirmeden acır gibi etrafına bakıyordu. Hiçbir zaman can sıkıntısı denen şeyin bu kadar asil, bu kadar üstün şeklini görmemiştim. Etrafındaki konuşmanın bitmesini, birdenbire kabaran bir rüzgârın savurduğu bir toz dalgasının geçmesini bekler gibi bekliyordu. "Ben işe karışacağım zamanı biliyorum. Fakat siz bir kere aranızda anlaşın! Sizleri huyunuzdan vazgeçiremem ki... Çaresiz tahammül edeceğim. Nasıl olsa olduğum yere geleceksiniz". Bir insan karşısındakine o anda yalnız sabır ve tahammül olduğunu ancak bu kadar terbiyeli şekilde gösterebilirdi.

217
"Ah Yarabbim, ekmek paramı niçin bana doğrudan doğruya vermedin de beni başkalarının uydurduğu bir yalan yaptın!"

218
(Fakat nasıl oldu da Ahmet Zamanî Efendinin adı işitilmedi?) -Eskiler malum efendim... Şöhrete afet diye bakarlardı.

- Öyle ya niçin olmasın? ... Eskileri o kadar az biliyoruz ki...

Ben söyledikçe belediye reisinin de, salâhiyetli (yetkili) zatın da yüzleri tebessüme gark oluyordu. Ah, bu küçük teferruat... İki üç çizgi, birkaç konuşma parçası, işte size bütün bir hayat... Tevekkeli değil eskiler yalnız şiir söylemişler!

219
riyaziyeci: matematikçi

220
- Artık bundan sonra şüphe etmezsiniz zannederim... dedi.
- Hayır, dedim. Müessese kurulacak. Bir de işimizi bilsek!
- Hâlâ bilmiyor musunuz? Saatleri ayarlayacağız...
- Evet ama nasıl? Bu kadar kalabalık bir teşkilatla...

221
(Halit Ayarcı) - Adı olan her şey mevcuttur Hayri Bey! dedi. Binaenaleyh Ahmet Zamanî Efendi vardır. Biraz da ikimiz böyle istediğimiz için vardır.

222
(Halit Ayarcı) - Kim yazdıysa bunu, işi anlamış... Zeki adam! Evvelâ asrını biliyor. Bu asra birçok ad verilebilir. Fakat o her şeyden evvel bürokrasi asrıdır. Spingler'den Kayserling'e kadar bütün filozoflar bürokrasiden bahsederler.

227
(Halit Ayarcı) (Pakize'nin gazeteye verdiği röportaj)  - Sizi ıslah ediyor, tanzim ediyor, sevebileceği şekle sokuyor... Niçin ters tarafından alıyorsunuz hep? Bütün bunları da sizi sevdiği için yapıyor. Size hakiki çehrenizi veriyor.
- Baştan aşağı yalan ve hamakat!...

224
(Halit Ayarcı) Elli senede bir medeniyete bütün tarihiyle yetişmek kolay mı? İşin içine elbette biraz mübalağa girecek!

229
(Halit Ayarcı) Hayat yürüyor. Birgün kervanın dışında kalınca anlar! Bu dünyada yeni diye bir şey var! Onu inkâr edenin vay haline! Zorla değiştiremeyiz ya! Sağduyusu kendine mübarek olsun! Biz canlı hayatın peşindeyiz!

238
(Pakize'nin "Yine bu vakitlere kadar çalıştın, değil mi? Hayri, sen hiç kendine acımıyorsun!" sesi) Radyoda kadın sesiyle yapılan o reklâm özentileri bile bu kadar soğuk olamazdı.

244
(Hayri Ayarcı) - Onun (Ahmet Zamanî Efendi) Akd-ül-Mizaciî-Umur-il-İzdivaç adlı risalesini (küçük kitap, broşür) gençliğinizde okumuş olmanız hakikaten talih eseridir.
- Bir harekette başlangıçtaki hızı tutmak; onu yaratmak kadar mühimdir. Siz bizim hareketimizi maziye nakille hızlandırdınız. Ayrıca da cedlerimizin daima inkılapçı ve modern olduklarını gösterdiniz.

264
(Halit Ayarcı) Modern dünya, modern çalışma...

265
(Halit İrdal) Elimdeki viski kadehini ona tutuşturdum.

269
Fakat asıl dikkate değeri koltuğun tam karşısında, Naşit Beyin av tüfeklerinden sanki hakikaten karacalar, daha büyük ve tehlikeli hayvanlar avlıyormuş gibi her cins av bıçaklarından yapılmış armamsı süstü.

270
(Halit Ayarcı) - Koltuk rahattır. Biz çıkıyoruz, keyfinize bakın!
Yüzündeki tebessüme hayran oldum. İnsan bu istihzayı (ince alay) bulduktan sonra ebediyete kadar müsamahalı olurdu.

276
  - Amma bir yanlış yapabilirdim, her şey berbat olurdu.
(Halit Ayarcı) Bir kahkaha savurdu.
  - Yapsanız ne çıkardı? Hata denen şey yoktur ki zaten... İyi anlayın! Farz ediniz ki hakikaten bir yanlış yaptınız! Oradan yürürüz ve doğruya çıkarız. Hata denen şey tashih (düzeltmek) etmek budalalığında bulunanlar için mevcuttur. Bizim için değil... Bütün mesele bir vaziyeti iyi hazırlamaktır.

277
(Halit Ayarcı)  - Bilgi bizi geciktirir. Zaten ne sonu, ne de gayesi vardır. Mesele yapmak ve yaratmaktır. Bilselerdi, bilselerdi... Fakat bilselerdi bunu yapamazlardı. Bu heyecana, bu icada, bu kendiliğinden bulmaya erişemezlerdi. Bilgileri buna mani olurdu. Kızınız bu geceyi yarattı. Ne ile? ... Yaratma kabiliyetiyle... Çünkü yaratmak, yaşamanın ta kendisidir. Biz yaşayan, yaşamayı tercih eden insanlarız. Siz istediğiniz kadar somurtun.
(Halit Ayarcı) - ... Üstelik şöhreti, hatta abes telakki ettiğiniz işler içinde olsa bile hareketi seviyorsunuz.
- Onun içindirki eskiler insan tabiatını olduğu gibi kabul ederek söze başlarlardı. Hani şu: "Cümlenin malûmudur ki tabiat-i beşerriye..."

296
Yarın sabah ben kibrit kutularımı bir sepete tıkıp enstitüye gittiğim zaman başka adam olacaktım. Daha ertesi günü belki etrafımda müthiş bir alkış tufanı kopacaktı. Halit Ayarcı öldürdüğüm köpeği bana sürükletmiş olmanın kendisine bahşettiği memnuniyeti en cömert şekilde ödeyecekti.

297
Altıncı pavyonun her iki katına ayrı merdivenlerden ve o kadar görülmemiş şekilde çıkılması yenilik taraftarlarını sevinçten heyecandan çıldırtmıştı. Bir dostum, günlerce gazetesinde "Teni, baştan sonuna kadar, akıl almayacak kadar yeni! Yaşasın yenilik!" diye bağırdı. Bir başkası, "Kokmuş ve klasik şekillerden ayrıldığımız için" bahtiyar olduğumuzu söylüyordu. Bir üçüncüsü ise bu acayip merdivenleri, onları binaya bağlayan hiç lüzumsuz iki küçük köprüyü -çünkü üç pavyonun arasını sırf bu küçük köprücükler için açık bırakmıştım- bir yığın övdükten sonra, "İşte, diyordu, Türkçede yeni sentaksın başladığı devirde yeni mimari de feyzini verdi. Devrik cümle düşmanları Hayri İrdal'ın muvaffakiyeti karşısında bakalım ne yapacaklar?"

298
Gariptir ki bu parlak muvaffakiyete rağmen, Saat Elerini yaptırmağa başladığımız zaman bütün mahalle için yapılacak planların tarafımdan yapılmasını Halit Ayarcı teklif eder etmez beni o kadar alkışlayan arkadaşların hiçbiri bu işe razı olmadılar.

- Bunlar hususi evlerdir. Bizden sonra çoluk çocuğumuza kalacak! Fazla orjinal olmasına ihtiyaç yoktur. Sağlam, ucuz, emniyetli olması kafidir! diyorlardı.
- Karıştırma azizim! Ev başka, insan şuuru ve ilim başka! cevabını aldım.
Karım da bu fikirde idi. Maketin başı ucunda otuz beş defa resim çektiren Pakize, evimizin tarafımdan yapılması ihtimalini işitince küplere bindi. İlk defa karımla, kızımın ve damadımın aynı fikirde olduklarını gördüm.

302
Kaldı ki, artık eskisi gibi müesseseden şüphe de etmiyordum. Halit Ayarcı'nın itişleriyle yavaş yavaş müessesenin hakikaten lüzumlu bir iş gördüğüne, hakikaten modern bir teşekkül olduğuna inanmıştım.

Tekrar odama döndüğümüz zaman heyetin reisi kendisine ikram ettiğimi içkiyi kabul edeceği yerde doğruca telefona koştu ve 0135'i arayarak saatin kaç olduğunu sordu. Aldığı cevap üzerine evvela duvardaki saate, sonra yüzüme baktı.

- Böyle bir kolaylık varken bu müesseseye ne lüzum var? diye sordu.
...
Her azımı açışta:
-Böyle bir müesseseye ne lüzum var? diyordu.

303
Bu müessese belki bir gün bir işe yarayabilirdi. Halit Bey, "Fonksiyonunu kendisi yaratacak!" diyordu. Bu fırsatın verilmediğine üzülüyordum. Diğer taraftan vaziyeti hiç de bizler gibi olmayan üç yüze yakın müstahdemi, filan vardı.

307
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü
Berna Moran 
Birikim, sayı:37, Mart 1978

(Haldun Taner, Ha Bu Diyar'da kullandığı 'anachronisme' yolu) Evliya Çelebi bugünün Ankara'sına gelir ve kendisiyle konuşanlardan modern Türkiye'yi dinler.

311
(Hicivin etkili olması için) ... yazarın okurla paylaştığı rasyonel bir normlar sisteminin bulunması gerekir.

312
Tanpınar, en etkin mizahı elde etmek iççin İrdal'ı bir gereç gibi kullandığından, kişiliğinin tutarlı olmamasına aldırış etmez.

313
"Rönesansı ve onun hayata getirdiği fiziki değişiklikleri idrak eden (...) bir Avrupa karşısında, ilmi hayatı durmuş, iktisadi nizami ve istihsal kuvvetleri (...) altüst olmuş, bir çok sahalarda tekâmülün (yavaş yavaş, derece derece olgunlaşma) mucizesini unutmuş bir Osmanlı İmparatorluğu mevcuttu." Tanpınar, Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyatı. (Tanzimattan önce)

314
Biz tarihi ve coğrafi bir zorunluluk gereği Tanzimat ile Batı'ya yönelmişiz, fakat ne eskiyi bırakabilmiş, ne de yeniyi tam olarak alabilmişiz. Mimarimizde, ev eşyamızda, kıyafetimizde, hayat tarzımızda bir ikilik doğmuş.

(Tanzimattan sonra) "Bizi sadece yaptığımız işlerden değil onların hız aldıkları prensiplerden de şüphe ettiren, mühim ve hayati meselelerimiz yerine şaka denebilecek kadar hafif şeylerle uğraştıran, yahut bu mühim ve hayati meselelerin mahiyetini değiştirip bir şaka haline getiren bu buhranın sebebi, bir medeniyetten öbürüne geçmemizin getirdiği ikiliktir." Tanpınar, Medeniyet Değiştirmesi ve İç İnsan.

315
Tanpınar'a göre, yaptıklarımıza karşı beslediğimiz bu şüphe "bir neslin halledeceği davaları nesilden nesile havale eden, en basit meseleleri bir türlü atlanamayan eşikler haline" getirmişti. Tanpınar, İç İnsan

Yazarın bir makalesinde söylediği gibi "1923'de başlayan tasfiye eski ile yeni arasındaki bu denksiz mücadeleye son verir." Tanpınar, Yaşadığım Gibi

Saatleri Ayarlama Enstitüsü ne iş göreceği belli olmadan kurulmuş, yeni yeni kadrolarla şubeler açıp gittikçe genişleyen öylesine saçma bir kurumdur ki ...

316
Tanpınar, bildiğimiz gibi, kendi köklerimizden kopmadan yenileşmekten yana. Yeni hayat biçimlerini yine Türk toplumunun yaratmasını ister. Bunları yaratırken, kendi geçmişimiz ve Batı, vazgeçemeyeceğimiz iki kaynaktır. Cumhuriyet'te geçmişe sırt çevirerek Batı uygarlığını kopya edebileceğimize inanmakla aldandık.

318
absurdité

319
... komik bir Kafka durumunu hatırlatan "abes"e ulaşır.

320
Northrope Frye'ın dediği gibi felsefe sistemlerinin ve genellemelerin hicve yatkın olmalarının nedeni, açıklamak iddiasında oldukları hayatın karmaşıklığı, insan davranışlarının sonsuz çeşitliliği karşısındaki basitlikleridir. ... Hiciv yazarları bu dogmatizmin zayıf yanlarını yakalayarak büyük iddiaları gülünç duruma düşürmek için gerçek hayatla bu soyut teoriler arasındaki uyuşmazlığı meydana koyarlar.

321
(Türkiye'nin sorunlarını çözmek iddiasında olan bazı 19. yüzyıl aydınları) pozitivizm, hür teşebbüs, Anglo-Saxon tipi eğitim

325
Ahmet Mithat'ın, Recaizade Ekrem'in, Hüseyin Rahmi'nin züppe tipi...

326
Biri aklı, mantığı, sağduyuyu savunur, öteki yeniyi, yararlıyı, eylemi.

329
(Doktor Ramiz'in Hayri İrdal için yazdığı mektup) Tanpınar bu mektubu belki de romanda devrimleri eleştirdiği için başına bir iş açılabileceğini düşünerek kitabın başına ya da sonuna eklemek üzere kaleme almıştı. Ama sonra gerek görmemiş olacak ki romana eklemekten vazgeçmişti.

330
... oğlu Ahmet, saatçi Nuri Efendi... işin nizamından geçmiş olanlar.
... bu sorunların çözülmesi üretim sorununa bağlıdır.

(dipnot) Hilmi Yavuz, "Tanpınar'ın Solculuğu Efsanesi", Yeni a Dergisi, Mayıs 1973, sayı 14, s11.

331
tefekkür: düşünme, düşünüş

"Bizim için asıl olan miras, ne mazidedir, ne de Garp'tadır" Tanpınar, Yaşadığım Gibi

332
Tanpınar'ın Yalan Dünyası
Mustafa Kutlu
Yönelişler, sayı:22, Nisan 1983

Söz marifet tâcıdır
Sanma gayri tâc ola
Taklit ile tok olan
Hakikatte aç ola
Gaybi Sunullah

333
Hayri İrdal yaşayan hayatın, geçip giden zamanın içinde belli bir yere konulamayan, çünkü o belli bir yeri araştıran, sahteliklerin içinden gerçeği yakalamaya çalışan, peşin hükümlerin ve sihirli formüllerin karşısına şüpheyle çıkan bir konumdadır.

334
... H. İrdal'ın "iç dünyasını" ortaya koymaya çalışan, kendi medeniyetimizin "içe dönük" karakterine uyma istidadında olan bir romandır.

"... Hürriyetin ilanından sonra ayrı ayrı plânlarda bir benzeri olduğu imparatorluk gibi" yavaş yavaş dağılan Abdüsselam Bey konağı...

Bu insanların bir yalan dünyaya kapılmaları "Tanzimattan önce Batı'daki bilimsel ve ekonomik gelişmelerden habersiz, dine yönelik -hurafelere denmeliydi. M.K.- gerçekçi olmayan bir çağı simgeliyordu" diye değerlendirilebileceği gibi...

Tanzimattan itibaren devletin adım adım kendi gerçekleri yerine bir takım "mucizeli kelimeyi, formülü, duayı yahut amelyeyi (ameliye: belli bir maksatla ve belli şekil ve şartlarda yapılan iş)" aramış olması, hatta yorumu genişleterek, kanuna, hürriyete, meşrutiyete, Tûran'a (İslami kaynaklarda Turan kavramı genellikle Orta Asya Türkleriyle özdeşleştirilmiştir.), Cumhuriyete, bilimsel sosyalizme, İMF'ye bağlanması Tanpınar'ın "bütünlük ve devamlılık" düşüncesinin dışında kalan aldanışlar olarak değerlendirilemez mi?

335
"Neden kaçarlardı, niçin kaçarlardı? Hiçbir mukavemetleri yok muydu?" SAE134
"... Hayat kendi şeklini yaratamazsa böyle olur..." SAE133  

336
Eşik (Bütün şiirleri, 1976)

... Tanpınar'ın "hayatın kendi şeklini yaratması'nı arzu ettiğini...

menfaat - hakikat çelişkisi

337
"Saçma hayatın kendisinde vardır ve İrdal, hayatı boyunca buna sık sık tanık olur. ..." B. Moran

338
"... hareketi seviyorsunuz..." SAE339

340
'Saatleri Ayarlama Enstitüsü' Yahut Bir İnkıraz Felsefesi
Beşir Ayvazoğlu
Töre, sayı 169-170, Temmuz 1985

341
(Tanpınar) her an mazi ile hesaplaşma içindedir. Ne var ki bu hesaplaşmanın zaman zaman "Şarkla Garp arasında ölçüsüz mukayeselere SAE" girişmesi yüzünden, içinden çıkıp geldiği geçmiş aleyhine ağırlık kazanarak gerçekleştiği de görülür. Tanpınar, bütün samimiyetine rağmen, kendi neslinin bazı garip saplantılarından kurtulmuş değildir.

(Tanpınar'ın) 1932 yılına kadar "çok cezri (radikal)" bir batıcı olduğunu ve Doğu kültürüne karşı düşmanca bir tavır aldığını biliyoruz. Bu yıldan sonra "kendisi için tefsir (yorumlama) ettiği bir şarkta" yaşamaya başlar. Mahur Beste, Huzur, Beş Şehir gibi eserlerinde ve fikri yazılarının büyük bir kısmında Tanpınar, eğer hayatımızda bir devamlılık olsaydı nasıl bir yaşama üslûbuna sahip olurduk sorusuna cevap arayan bir aydın kimliğindedir.

... tashih (düzelti) ve 'tefsir' ederek yaşadığı şarkı, ...

342
... İrdal, eski kültürümüzün artıklarıyla geçinen biridir ve sahip olduğu değer hükümleri, içi boşalmış, asıl kaynağından uzaklaşmış, boşlukta yüzen alışkanlıklar seviyesindedir; onu bir yere sıkı bir şekilde bağlamazlar.

343
Romanın kahramanları, yekpare bir zamanı değil parçalanmış bir zamanı yaşamaktadırlar. Bilindiği gibi, Tanpınar'ın zaman konusundaki düşünceleri, Bergson'un "duree" anlayışına bağlı olarak gelişmiştir. Bergson'a göre, geçmiş sürekli olarak birbiri üzerine yığılmak suretiyle büyür. Başka bir deyişle, geçmiş kendini muhafaza ederek hayat hamleleriyle geleceğe uzanmaktadır. Sonra, önceye bağlı, fakat ondan daima yeni ve farklıdır.

344
Eserlerinin çoğunda ... geçmişle irtibatı kesilmiş bir hali anlatmaktadır.

... bu parmaklığın "yıldız benekli, lale motifleri arasından doğrudan doğruya maziye, o kadar yoksulluk içinde, fakat o kadar rüyalı ve ümitli geçen çocukluk günlerine" bakar gibi olmaktadır.

sürekli bir parçalanış

346
(Hayri İrdal) ... kendi kendisiyle tezat halindeki Türk aydınının prototipidir, hatta biraz da Tanpınar'ın kendisi.

Mephistopheles'e benzettiğimiz Halit Ayarcı...

Tanpınar, Osmanlı medeniyetinin inkırazı üzerinde ciddi bir şekilde kafa yoran tek Türk aydınıdır, denilebilir.

347
Bu realite dışılık, hayatın "kendi şeklini yaratamamasından ileri gelmektedir."

(kapının içi) ... bizim cemiyet olarak şimdiye kadar varmış olmamız gereken noktayı, başka bir deyişle, kültür ikiliğinin yaşanmadığı, geçmişimizin kendi içinde gelişerek 'muasır' gelişmelerle bütünleştiği kuvvetli bir sentezi anlatmaya çalışmaktadır.
Devam zinciri kopmuştur. Tanpınar ise, milli hayatın "devam ederek değişmek, değişerek devam etmek" olduğuna inanır. "Çünkü yaratmanın ilk şartı devamdır, hakiki kırılışlar ve kopuşlar ancak yaratış ucubeleri meydana getirir" Tanpınar, Yahya Kemal 1962 s14

350
yaratış ucubesi

354
Kitlelere gelince, onlar her zaman hayatlarında emniyetli ve sağlam olmayı tercih etmişlerdir.


.
.
.
.

26 Kasım 2013

Ahmet Hamdi Tanpınar - Huzur

.
.
.




.
.


Huzur (1949)

Ahmet Hamdi Tanpınar
Dergah Yayınları, 1986 İstanbul



Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962)


1943   Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdullah Efendi'nin Rüyaları (hikaye) 1943
1946   Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir (deneme) 1946 (Dergâh Yay. 2004)
1949   Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi (monografi) 1949
1949   Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur (roman) 1949 (Dergâh Yay. 2004)
1955   Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaz Yağmuru (hikaye) 1955
1961   Ahmet Hamdi Tanpınar, Şiirler 1961
1962   Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü (roman) 1962 (Dergâh Yay. 2004)
1967   Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal (deneme) 1967
1969   Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler (deneme) 1969
1970   Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi (deneme) 1970
1973   Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler (roman) 1973
1975   Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahur Beste (roman) 1975 (Dergâh Yay. 2003)
1976   Ahmet Hamdi Tanpınar, Bütün Şiirleri 1976 (YKY 1999)
1983   Ahmet Hamdi Tanpınar, Hikayeler (1983) (Dergah 2002)
1986   Ahmet Hamdi Tanpınar, Aydaki Kadın (roman) d1986
 


5
(Tanpınar Hakkında Birkaç Söz) … Edebiyatta değer … insanı ve hayatı derinlik ve bütün zenginliği ile ifade etmesi … edebiyatın politik ve sosyal gayelerin emrinde bir propaganda vasıtası olmasına karşı çıkmışlardır. … edebiyat, tıpkı resim ve musiki gibi “güzel sanat”tır. … boya ve ses yerine dil.

Yahya Kemal (hocası), Ahmet Haşim, Halit Ziya Uşaklıgil

29
Annesi biraz geriye çekilerek ona yer açtı. Mümtaz bu genç kızı yalnız birkaç saat gördü. Fakat o geceden sonraki uykularında, onun, bütün gece vücudunda duyduğu yakınlığının verdiği duyguyu duydu. Uzun zaman, o gece birkaç kere olduğu gibi, onun kolları arasında, onun göğsünde ve saçları yüzünü örtmüş, yahut alnı nefesiyle buğulu uyandı. Genç kız ikide bir teheyyüçle uyanıyordu. O zaman kesik, adeta insan dışı hıçkırıklarla inliyordu. Bu, belki annesinin dalgın sükutu kadar acı birşeydi. Fakat uykuya dalar dalmaz, bacakları ve kollarıyle Mümtaz'ı kavrıyor, sanki annesinin koynundan zorla çekiyor, yüzü bütün bir saç ve nefes kalabalığıyle yüzüne geçiyor, yahut onu göğsünün tam ortasına çekip bastırıyordu. Mümtaz sık sık bir kucaklayıştan veya iniltilerden uyandıkça, bu yabancı ve bilinmedik iştihalarla dolu vücudu bu kadar kendisiyle iç içe görmekten şaşırıyor, bütün vücuduyla, bir akşam evvel ilk tecrübesini yaptığı ölümden başka türlü ölmeye hazır bu vücut, yaklaştığı her şeyi adeta nefesinde yumuşak bir maden gibi eriten bu nefes bu acayip ve gergin yüz onu korkutuyor, hala yanmakta devam eden gaz lambasının ışığında gözlerinin kendinde olmayan pırıltısını görmemek için gözlerini yumuyordu.

30
Sanki kendi başına işleyen bu ten iştihasının, bu sıcak sokuluşun ve onların boşluğunu tam zıddıyle dolduran iniltilerin hiç tatmadığı cinsten bir büyüsü vardı. Onun için bir türlü bu kucaklayıştan kendisini kurtaramıyor, ılık ve kokulu bir suda uyumuş yorgun bir insanın hem boğulmaktan korkan, hem de uykunun uyuşukluğundan kendisini bir türlü kurtaramayan o garip ve ikizli haliyle onlara kendisini terkediveriyordu. Bu, o zamana kadar tatmadığı bir duyguydu. O zamana kadar muayyen duyumların ötesine geçmeyen vücudu, sanki yepyeni bir dünyaya açılmıştı; bir nevi sarhoşluk içinde vücudunun hiç bilmediği ve tanımadığı noktalarına, sade lezzet anları taşınıp duruyordu, içinde bazı uyku sonlarını andıran çok lezzetli bir tükenme duygusu, hatta bu sıcak, kavrayış ve sokuluşların içinde bir tükenme arzusu vardı. Ve bu arzu en son haddine, şuurun kaybına vardığı, insan ve etrafının adeta birleştiği anda bütün o yorgunluk ve acıların harap ettiği beden birden bire uykuya geçiyordu.

behemahal: ne yapıp edip, her durumda, kesinlikle, mutlaka.

el kasibu habibullah: "kazanan, allah'ın sevgili kuludur.", “Çalışıp kazanan Allah’ın dostudur.”  manasına gelen hadis; islam'ın kapitalist görüşlü bir din olduğuna kanıt hadis. (ekşi)

tecessüs: Belli etmeden kendini ilgilendirmeyen şeyleri öğrenmeye çalışma…

35
… pencerelerden bir fütürist tablo gibi sade göz, sade kulak ve tecessüs, yahut arzulu kadın başları uzanıyor, …

… dünyanın en sulhperver hayvanlarına, iri develere güreş yaptırıyor, tabiatın bu ölçüsüz ve sakin mahluklarını insan aklına uymuş görmekle herkes mesut oluyordu.

munis: alışılan, cana yakın, uygun

36
… tabiatın bize her taraftan “ne diye ayrıldın, sefil ıstırapların oyuncağı oldun, gel, bana dön, terkibine karış, her şeyi unutur, eşyanın rahat ve mesut uykusunu uyursun” dediği saatti.

43
… çocukların güneşte kırılmış ayna gibi insana batan berrak çığlıklarla gülüp konuşmadıkları bir yer …

47
Sonra memlekete dönünce birdenbire hepsini, en sevdiği şairleri bile bırakmıştı. Garip bir şekilde yalnız kendimize ait olan şeylerle uğraşıyor, yalnız onları sevmeğe çalışıyordu. Baki’yi, Nef’i’yi, Naili’yi, Nedim’i, Galip’i Dede ile, Itri ile beraber Mümtaz’a o aşılamıştı.

51
Mümtaz: “… Bunlar sonu cemiyete dayanan realiteler olsa bile, bizi kendimizi inkara değil, şartları değiştirmeye götürmelidir. Elbette ki bizden mesut memleketler ve vatandaşları vardır; elbette ki iki asırlık hezimetlerin, çöküntülerin, henüz kendi şartlarını bulamamış bir imparatorluk artığı olmamızın bir yığın neticesini hayatımızda, hatta etimizde duyacağız. Fakat bu ıztırabın bizi inkara götürmesi, daha büyük bir hezimeti kabul değil midir? Vatan ve millet, vatan ve millet oldukları için sevilir; bir din, din olarak münakaşa edilir, red veya kabul edilir, yoksa hayatımıza getirecekleri kolaylıklar için değil…”

52
Bununla beraber yine ayaklarının dibinde otlayan ve hareketleriyle bir Dufy (Raoul Dufy 1877-1953) fırçasının o her teferruatı ayrı ayrı ve müstakil form olarak sayan denizleri gibi küçük bir rüya sürüsü toplanmıştı.

56
halita: alaşım

64
ledün: tanrı katı

67
Mümtaz'a göre Mahûr Beste Dede'nin bazı beste ve semaileri gibi, Tab'i Efendinin Beyati yürük semaisi gibi hususi yürüyüşü olan, insanı büyük manasında kaderle karşılaştıran bir parçaydı.

68
Çarşı kalabalık, serin ve uğultuluydu. Küçük dükkanların hemen her tarafına bir yığın insan elbisesi, hazır hayat şekilleri, müstakil, dört tarafı kilitli talihler gibi asılıydı. Bir tanemizi al ve giyin ve öbür kapıdan başka bir insan olarak çık!

69
Şu dakikada iyi bir Bonnard'ın (1867-1947) karşısında bulunsa, yahut Beylerbeyi sarayının üst katında denize baksa, Tab'i Mustafa Efendiden bir beste dinlese veya çok sevdiği Sihirli Flüt'ü çalsalar, yine buna benzer şeyler duyacaktı. Kafası, üstüvanesi altından geçen her şeye kendi içindeki ufuneti basan, böylece manasını ve şeklini örtüp kaybeden bir küçük el tezgahına benziyordu. Mümtaz buna "soğuk baskı" derdi.

70
ulviyet: yücelik
vuzuh: açık olma durumu, açıklık
sanem: put, çok güzel kadın

80
"... ölüm muhakkak bir akıbet... Fakat madem ki hayat denen piyango beni teşkil eden adem parçasına isabet etmiş. Madem ki kainat, her zerresiyle benim için canlanmış, o halde duyguların ve duyumların cennetinde, bu acayip Walt Disney oyununda sonuna kadar payımı almalıyım!"

üstüvane: silindir
ufunet: pis koku, cerahat

82
aksülamel: tepki, reaksiyon

85
Hakikaten bu kızda (Muazzez) hoşuna giden bir taraf vardı. Zalim, şımarık, hodbin, beyinsiz, fakat güzeldi. Bir meyva gibi tatlı ve çekiciydi. Onu beğenmek, sevmek, arzu etmek için hiçbir hazırlığa ihtiyaç yoktu. Kumral saçların daima değişen, daima dalgalı çerçevesinden bu yüzü kendine doğru çekmek, bu dişlerin parıltısını öperek, ısırarak kapatmak yetişirdi. Kuyu gibi, fakat aydınlık, lezzetli bir an. Ondan ötesini düşünmek, bir ufuk aramak manasızdı. O, kendisinde başlar, kendisinde biterdi. O kadar ki, doğrudan doğruya telkin ettiği şeyleri bile, bir an düşündükten sonra insan vazgeçebilir, yoluna gidebilirdi.

87
Biraz ileride arkasına dönüp baktı. Sarı kostüm ve kırmızı emprime, yine yan yana idiler, yine Muazzez'in etekleri İclal'in elbisesini küçük çarpışlarla okşuyordu. Fakat artık kol kola değildiler ve adımları, aynı düşüncenin ritmini dokumuyordu.

90
teganni: şarkı söyleme

93
Sonra kalktım; balkona çıktım. İsveç usulü üç-dört derin nefes aldım. Şimdi de Büyükada'ya gidiyorum. Utanmasa, yaşım yirmialtı, Emirgân'da, tepede güzel bir evde oturuyorum, kötü dansederim; balıkta sabırsızlık yüzünden şansım yoktur, fakat iyi yelken kullanırım. Hiç olmazsa deniz kazalarından kurtulmakta birinciyim. Hatırınız için her gün iki tabak semizotu yiyebilir, hatta içtiğim sigaraları bir pakete indirebilirim, diye tamamlayacaktı.

95
- Plakları buldun mu?
- Buldum. Ama biraz eski. Fakat asıl bilmediklerimiz, hiç tanımadığımız parçalar var! İhsan ki bu işe o kadar meraklıdır, o halde mevcudun yüzde birini bilmiyoruz, diyor. Biri çıksa da şunları tanıtsa, notaları neşredilse, diskleri yapılsa, hülasa, şu piyasa musikisinden bir parça kurtulsak! Düşün bir kere, Dede gibi bir adamı yetiştirmişsin. Seyid Nuh, Ebubekir Ağa, Hafız Post gibi adamlar gelmiş, muazzam eserler vermişler. Benliğimizin bir tarafı yapılmış. Sen farkında değilsin; ruh açlığı içindesin... Felaket şurada; bugünkü nesil ortadan çekildi mi, çoğu ezbere olan bu eserler kaybolacak. Meselâ tek başına Münir Nurettin'in bildiklerini düşün.

109
haşiye: dipnot

Mesele, okuduklarımızın bizi bir yere götürmemesinde. Kendimizi okuduğumuz zaman hayatın haşiyesinde dolaştığımızı biliyoruz. Garplı, bizi, ancak dünya vatandaşı olduğumuzu hatırladığımız zaman tatmin ediyor. Hülasa (sözün kısası), çoğumuz seyahat eder gibi, benliğimizden kaçar gibi okuyoruz. Mesele burada. Halbuki kendimize mahsus yeni bir hayat şekli yaratmak devrindeyiz.

110
Sonra da kendimize mahsus, şartlarımıza uygun yeni bir hayat kurmağa çalışacağız. Hayat bizimdir; ona istediğimiz şekli vereceğiz. Ve o şeklini alırken, kendi şarkısını yapacak. Fakat fikre, sanata hiç karışmayacağız! Onları hür bırakacağız. Çünkü, onlar hürriyet, mutlak hürriyet isterler. Masal bir anda, biz istiyoruz diye teşekkül etmez. O hayatın içinden fışkırır. Hele mazi ile bağlarımızı kesmek,

Garba kendimizi kapatmak! Asla! ne zannediyorsunuz bizi! Biz Şark'ın en klasik zevkli milletiyiz. Herşey bizden bir devam istiyor.

- Eskiyi devam ettirdikten sonra, yeni hayat şekli aramak ne için?
- Hayatımızın henüz şekli yok da onun için! Zaten hayat tanzim edilmeye daima muhtaçtır. Hele asrımızda.
- O halde maziyi tasfiye ediyoruz?..
- Elbette... Fakat icabeden yerlerde. Ölü kökleri atacağız; yeni bir istihsale gireceğiz: Onun insanını yetiştireceğiz.

istihsal: üretme, üretim

113
Hangimiz yıldızlı bir gecede kainatı bütün ağırlığıyla sırtımızda taşımayız. Hiç bir şey insanoğlunun cesareti kadar güzel olamaz.

118
Fâhir bu sefer hakikaten gafil avlandı ve karşısındakine bir saniye için hayretle baktı. Fakat Emma, uzakta ilk mimozaların arasında tropikal bir lacivertlikle uzanan denize dalmıştı.

119
mukaddime: önsöz, bir olayın başlangıcı

127
istihza: gizli veya ince alay
istihfaf: küçümseme, hor görme, hafifseme

133
füsun: sihirli, büyülü, afsunlu

150
Herkesin bir talihi var. Ne bileyim, ben, bu talihi kendinden iç dünyasından bir şeyler katarak yaşamayı seviyorum. Yani sanatı seviyorum. Belki o bizi ölümün en iyi, en rahatça kabul edebileceğimiz çehreleriyle karşılaştırıyor. Şurası muhakkak ki, bir insanın hayatı bazan bir sanat eseri kadar güzel olabiliyor.

153
Nuran duvarlardaki yazıları okumağa çalışarak, eski aynalarda kendi hayalini seyrederek dolaşıyordu. Herşeyde garip bir mazi kokusu vardı. Bu, tarih içinde kendi kokumuzdu, ne kadar bizdik.

... Ben Nuran'ın. Kandilli'de otururum. 1937 senesinde yaşıyor, aşağı yukarı zamanımın elbisesini giyiyorum. Hiçbir elbise ve hüviyet değiştirmeye hevesim yok. Hiçbir ümitsizlik içinde değilim ve bu aynalar beni korkutuyor.

154
Tıpkı babasının kendisine öğrettiği o Hint şalı renkli, ağır, işlenmemiş mücevher parıltılı besteler gibi...

157
Hûlasa uzviyetinin ve muhayyilesinin yaptığı bir büyü içinde idi.

164
ferace: kadınların sokakta giydikleri, mantoya benzer, arkası bol, yakasız, çoğu kez eteklere kadar uzayan üst giysisi.
yaşmak: kadınların ferace ile birlikte kullandıkları, gözleri açıkta bırakan, ince yüz örtüsü.

Bu üç günde büyükannesinin hayali onu hiç bırakmamıştı. Tâ çocukken eski bir sandıkta bulduğu çok soluk dakarotip resmin sahibi, beyaz ferace ve yaşmağı, solgun ay ışığı yüzü ve bir uçurumun başında uyanmış ceylan bakışlarıyla kendisine o kadar meçhul iştihalar ilham eden, eski şeylerin zevkini
veren, eski beste ve şarkıları onun için bir yaşama iklimi yapan kadın, şimdi Nuran'a bütün iç hayatını inkâr ettirmeye çalışıyordu. Sanki bu soluk resim her lahzada canlanıyor, "ben diyordu, çok sevildim, onun için bana muhtaç olanların hepsi bedbaht oldular. Kendi yakınında bu kadar canlı bir örnek varken, nasıl cesaret edebiliyorsun?..."

166
"Kim bilir, demişti, belki de çocukluğumda maziden gelen her şeyi inkâr ettiğim için eskiyi bu kadar seviyorum. Yahut da büsbütün başka bir şey olabilir. Biz üç batın evvel köylü idik. İntibakımızı tamamlıyoruz. Annem eski musikiyi severdi. Babam ise hiç anlamazdı. İhsan için bir nevi musikişinastır, diyebilirim. Ben ise onu hayatıma naklettim. Bütün tarih boyunca böyle olmadı mı? Evet, belki de kollektif bir kaderi yaşıyorum.

169
"Yeni Debussy'ler aldım. Behemehal gelin..." Telefonda böyle söylemişti. Debussy'yi, Wagner'i sevmek ve Mahur Beste'yi yaşamak, bu bizim talihimizdi.

172
Hiçbir meselede Nuran, Mümtaz'ın hayatını tasarrufa kalkmamıştı. Sevginin insan hüriyetine bir tecavüz olmamasını istiyordu.

176
Sabih'in fikri olmasına lüzum yoktur, çünkü gazete vardır. Her cinsten gazete, onun hem okyanusu, hem gemisi, hem pusulası ve kaptanıdır. Onun için bazı mizaç değişiklikleri hariç, o gün okuduğu gazete ile beraber tabedilmişe benzer.

178
İkisi de alaturka musikiyi çok sevmekle beraber, muayyen makamlardan öteye pek az geçerlerdi.

Ferahfeza'yı, Acemaşıran'ı, Beyati'yi, Sultani Yegâh'ı, Nühüft'ü, Mahur'u tercih ederlerdi. Bunlar asıl ruh iklimleriydi... Fakat bunlarda da her eseri olduğu gibi kabul etmezlerdi. Çünkü Mümtaz'a göre alaturka musiki eski şiirimize benzerdi. Orada da asıl sanat addedilen ve öyle yapılandan şüphe etmek gerekirdi. Daha ziyade bugünün muayyen seviyede zevkiyle, garplı terbiyenin zevkiyle seçilen eserler güzel olabilirdi. Bunların dışında Hüseyni'yi ancak Tab'i Mustafa Efendi'nin bestesi cinsinden birkaç eserinde ve Dede'nin bazı eserlerinde beğenirler, Hicazdan Hacı Halil Efendi'nin meşhur semayisini bilirler, Uşakî Hacı Arif Bey'in meşhur iki şarkısıyle, Suzidilârâyı Selim-i Salis'in kaderiyle birleşmiş hususi bir zaman addederlerdi.

179
Mecit ve Aziz devirlerinde çok başka cûcişli bir kaç ağır şarkı ile, Emin Bey gibi zamanımızda klasik zevki en halis tarafından toprağını sevmiş bir egzotik nebat veya gecikmiş bir bahar gibi devam ettiren ustaların eserleri, saz semaileri ve  kârınâtıklar (kâr-ı-natık) bu sevgileri tamamlardı. Mümtaz'a göre bunlar eski musikimizin modern duygu ve anlayışla birleştiği taraflardı. Elli altmış seneden beri modern adı verilen resim cereyanlarının bir dört yüzle bin beş yüz arasında yetişmiş eski ustalarda bulduğu şeyi, asıl sanat ve duygu yeniliğini, o, bu bestelerde, semai ve şarkılarda, bu ağır ve yaldızlı, renkli oymalı tavanlara, mücevherlere gark olmuş sekiz çifteli kayıklarından seyredilen Boğaz manzaralarına benziyen kârlarda bulurdu.

cûciş: coşkun

180
Seyit Nuh'un Nühüft bestesi, Mümtaz için bizim şarkımızın en kendisi olan tarafıydı.

181
Dede'nin Acemaşiran Yürük Semaisi Nühüft'den çok başka türlü zengindi. O bir yığın ölümden sonra bir hatırlamaya benziyordu. Sanki yüzbinlerce ruh bir arafta bekleşiyordu.

182
Hayat, nasıl iki kutbun arasında çalışıyordu? Bir tarafta insan için bir yığın yükseltici şey, öbür tarafta da sanki bütün bu yükseltici şeylerle aramızı kesmek, bizi onlardan ayırmak isteyen küçük endişeler, hesaplar, bedava düşmanlıklar vardı.

Adile Hanım eski musikimizi sever ve haz alırdı. Fakat sanat bile bazı tabiatları yumuşatamıyordu.

184
Meselâ Nuran, "o anda" kelimesini "o ânde" diye söyler, böylece Türkçe için çok uzun bir çekişten sonra en hafif üstünü getirebilirdi. Bu İstanbul şivesi dediğimiz, Nedim'in ve Nabi'nin hayran oldukları terbiye ve zevkin içinde yetişme idi. Çocuklarını kendi aralarında evlendiren eski orta halli evlerin ve konakların cazibesini biraz da bu yapardı.

185
Mümtaz, zevkimizin bu son ve karışık rönesansının bu kadar gizli kalmasına şaşıyordu. ... Şüphesiz bunlarda da bir alafrangalık vardı. Fakat ötekilerden çok ayrıydı.

188
Tevfik Beyin sofra zevki bir tarih felsefesine kadar uzanırdı.

Tevfik Bey küçük bir hüsnüniyetle işe başlayıp küçük zevk düşkünlüğünde çehresini tamamlıyan Tanzimattı.

hüsnüniyet: temiz yüreklilik, iyi niyet

192
maroken taklidi cüzdan

195
cam evâni

202
Tab'i Mustafa Efendi'nin Bayâti'den Aksak semâisi ... "Çıkmaz Derûn-i dilden efendim muhabbetin"

203
Eski musikimiz bunlardan biriydi. Nuran'la tanıştıktan sonra bu sanat onun için bütün kapılarını açmış gibiydi. Şimdi onda insan ruhunun en saf ve diriltici kaynaklarından birini buluyordu.

205
Nuran tarikatleri çok merak ediyor, fakat ikisi de mistik yaratılışta olmadıklarından üzerinde durmuyorlardı.

- (Nuran) Ben o zamanlar gelseydim... muhakkak Celveti olurdum, dedi.
- (Mümtaz) Şark bu, güzelliği de burada. Tembel, değişmekten hoşlanmaz, geleneklerinde adeta mumyalanmış bir dünya, fakat bir şeyi, çok büyük bir şeyi keşfetmiş. Belki vaktinden çok evvel bulduğu için kendine zararı dokunmuş.
- Nedir o?...
- Kendisini ve bütün alemi tek bir varlık halinde görebilmenin sırrını. Belki de gelecek ızdıraplarını hissettiği için bu panzehiri bulmuş. Ama unutmayalım ki dünya ancak bu noktadan kurtulur.
- Bulduğu şeyin ahlakını yapabilmiş mi?...
- Zannetmem, fakat bu buluşta kendisini avuttuğu için hareket imkanlarını az çok azaltmış... Yarı şiir bir hülyada, realitenin sınırlarında yaşamış.. Mamafih bu hali benim hoşuma gitmiyor, deve kervanı ile seyahat gibi ağır ve yorucu geliyor...

206
- (Nuran) Niçin eskiye bu kadar bağlıyız?
- İster istemez onların parçasıyız. Eski musikimizi seviyoruz, iyi kötü anlıyoruz. Elimizde iyi kötü bize maziyi açacak bir anahtar var... O bize üst üste zamanlarını veriyor, bütün isimleri giydiriyor, içimizde bir hazine bulunduğu, Ferahfeza yahut Sultani Yegah'ın arasından etrafımıza baktığımız için.

Mümtaz'a göre İstanbul peyzajı (kır resmi), bütün medeniyetimiz, kirimiz, pasımız, güzel taraflarımız, hepsi musikideydi. Garbın bizi anlamaması, aramızda yabancı olarak gezmesi de yine onu anlamamaktan geliyordu.
 (Üsküdar) Birşeyler yapmak, bu hasta insanları tedavi etmek, bu işsizlere iş bulmak, mahzun yüzleri güldürmek, bir mazi artığı halinden çıkarmak...

207
- (Mümtaz) Yeni bir hayat lazım. ... Fakat sıçrayabilmek, ufuk değiştirmek için dahi bir yere basmak lazım. Bir hüviyet lazım... Bu hüviyeti her millet mazisinden alıyor.

208
(Mümtaz) ... bu çöküşte yaşayan şeyler arıyorum. Onları değerlendiriyorum.

Mezarında bütün sevdiği şeylerle, mücevherleri, altın süsleriyle, sevdiklerinin tasviriyle yatan bir eski zaman ölüsü gibi bir şey... Kapılar kapanınca uyanıyor ve eski hayat başlıyor... Yıldızlar parlıyor, sazlar çalınıyor, renkler konuşuyor, mevsimler doğuruyor... Fakat hep ölümün ötesinde. Hep bir tasavvur, bir başkasına ait rüya gibi...

209
- Dünyanın her tarafında aşk aynı değil midir?
- Hayır ve evet... yani fizyolojik iş olarak pek değil! Böceklerle memeli hayvanlar arasındaki farkı düşün. Deniz hayvanlarının biçare üreyişlerini düşün, insanlarla öbür memeliler arasındaki farklar, sonra kavim, kabile, cemaat, medeniyet arasındaki farklar... Mesela sen rahip böceği olsaydın, Emirgan'a ilk geldiğin gün beni yemiş olurdun...

210
- (Mümtaz) Benim kafamdaki ölülere gelince, onlar benim kadar sende de mevcut şeyler. Asıl hazini nedir bilir misin? Onların tek sahibi bizleriz. Onlara hayatımızda bir pay vermezsek tek yaşama haklarını kaybedecekler... Zavallı dedelerimiz, musikişinaslarımız, şairlerimiz, adı bize kadar gelen herkes hayatımızı süslememizi o kadar iştiyakla (özlemle) bekliyorlar ki... en umulmadık yerde karşımıza çıkıyorlar.

214
Renoir'in Okuyan kadını...

215
... Nuran daha ziyade Ghirlandajo'nun (Domenico Ghirlandaio Mabed'e Takdimindeki Floransalı kadını, sol eli kalçasında, başı şakak kemiğinin küçük çıkıntısını ve çenenin çukurunu daha ziyade belirten latif bir yana eğişte adeta omuzla birleşmiş, biraz ilerisinde geçen manzaraya bütün hüviyetiyle akan o yarı kadim dünya ihtişamını hatırlatıyordu.

217
- (Nalan) Niçin bugünü yaşamıyorsun Mümtaz? Neden ya mazidesin, ya istikbaldesin. Bu saat de var.

219
Sanki kainat, Shelley'in dediği gibi akıcı bir ihtişam olmuştu.

220
... Dede'nin ferahfeza Peşrevi...
rahmani: tanrı ile ilgili, tanrısal

Neşati'nin beyti
Ettik o kadar ref-i taayyün ki Neşati
Ayine-i-pür tab-ı tecellada nihanız!

223
(Mümtaz, yazmakta olduğu kitap hakkında) hepsini tekrar değiştirmek lazımdı. Hamlelerle değil, sağlam bir düşünce ile çalışmak istiyordu.

226
- (Nuran) Kuzum, senin yaşın bu kadar genç. Öyle olduğu halde bütün bu eski şeyleri nerden seviyorsun?
227
Cerrahpaşa'yı gezmişlerdi. Nuran, avlularında ot bitmiş, damı çökük, fukara yatağı medreselere, harap Tabhaneye Hekimoğlu Alipaşa Camiinin yüzük taşı biçimine hayran oldu. İstanbul'un bu semtleri bu ağustos gününde, pislikten, tozdan, sıcaktan bitaptı. Her yerde harabe çeşnisi, sıcağın arttırdığı bezginlik, bir yığın hasta ve yorgun çehre, fizyolojik çöküş göze çarpıyordu. Şehir ve içinde oturanlar, o kadar birbirlerine benziyorlardı. Yorgun göz veya vücutla dört, beş metre murabbaına sığdırılmış, tahtaları morarmış, kiremitleri kırık, cüssesi yana doğru yatmış evler birbirini tamamlıyorlardı; ikisi de içinde doğdukları şehri tanımasa, bir senaryo için hazırlanmış sanabilirlerdi.
Arasıra tıpkı caddedeki insanları ite-kaka geçen hususi otomobiller, lüks arabalar gibi, bu yıkık, bir tarafı çarpılmış, pencereleri süsleyen sardunyalara varıncaya kadar sefaletin kemirdiği evlerin yanıbaşında beyaz ve tahini boyalı eski bir konak yavrusu, mazideki zenginliğin, hayatın çiçeği lüksün, hala şaşırtıcı bir artığı gibi görünüyordu. Onların da çoğu boyasızdı. Açık, perdesiz pencerelerden bu mazi artıklarıyla hiç de uyuşamayan biçare başlar uzanıyordu.
Onların yanıbaşlarında mimarisi meçhul, her hangi hayat standardına girmesi imkansız, upuzun veya tıknaz, biri öbürünü hiç tutmayan, semtin havasına sırtını çevirmiş, duvarları çivit boyalı kireçle örtülmüş yirmi sene evvelki kargir evlere tesadüf ediyorlardı.

228
İşte bu sefaletin, kirin, bakımsızlığın içinde, tıpkı yolları dolduran, üstü başı perişan, sakat, yorgun, iyi tıraş olmamış ve saçlarını düzeltmeğe vakit bulmadan sokağa fırlamış kadın ve erkeklerin arasında, kıyafetinin perişanlığını bakışlarıyla, endamıyla, şahsiyetinin kudretiyle yenen ve çehreden başka bir şeye dikkat imkanını insanda bırakmayan kadınlar gibi birdenbire umulmadık yerde yaldızlı taşı kırık, bir geçmiş zaman çeşmesi parlıyor, biraz ötede kubbesi yıkılmış bir türbe düzgün ve vakur cephesiyle kendisini gösteriyor, daha sonra içinde bir yığın çocuk cıvıltıcı ile beyaz mermer sütunları yere devrilmiş, damında incir ağacı veya selvi bitmiş bir medrese meydana çıkıyor, nasılsa ayakta kalmış bir cami, geniş avlusuyla, sükünetiyle sizi dünya nimetlerinin ötesine davet ediyordu.

Kocamustafapaşa'ya vardıkları zaman, epeyce yorgundular. Evvela camiin önündeki kahveye oturup çay içtiler. Sonra türbeyi gezdiler. Nuran kurumuş çınarı muhafaza için etrafına çekilen parmaklığa, Yesavi yazısıyla fırdolayı yazılan bu çınarın ve yerin hikayesine bayıldı.

Ona öyle geldi ki, Sünbül Sinan hala bu çınarın altında oturmaktadır. Bu kurumuş ağacın muhafazasına gösterilen itina, bu ölüm bahçesine, büyük sanat eserlerine has bir derinlik veriyordu.

Buna mukabil türbe mimarisizdi ve içinde dört asır hayata yattığı yerden tesir etmiş bir ölü vardı. Duvarlarına, parmaklıklarına ellr sürülüyor, dualar ediliyordu. Hastalar iyileştiriyor, ümidi olmayanlara ümit kapıları açıyor, dünyaları yıkılmış olanlara ölümün ötesinde ışıklar gösteriyor, sabır, feragat, tahammül öğretiyordu.
- Nasıl bir adamdı bu?

229
Bunların hepsi manevî vazifelerine inanmış, muayyen bir ruh nizamından geçmiş, nefisîerini terbiye etmiş insanlardı. Onun için şahsiyetlerini ölümden ötede bile kabul ettirdiler. Sünbül Sinan öbürlerinden biraz daha başkadır. Evvela büyük bir alimdi. Sonra da şakacı ve hazır cevaptı.

Bir müddet durdu, sonra gülerek ilave etti:
— Hepsinin bir yığın ince tarafı vardır. Burada yatan adamın, bilir misin Sünbül lakabı nereden gelir? Sarığına mevsiminde sünbül takarmış. İstanbul mevsimlerini sevebilecek kadar bize yakın.
— Ya Merkez Efendi? O nasıldı?
— O büsbütün başka türlü idi. Hatta en muzır hayvanlara bile fenalık edemezdi. Kediyi çok sevdiği halde «Komşumuz fareleri ızrar eder (zarar verir)» diye evinde kedi bulundurmamış. Sen bir ruh saltanatının kolay kolay kurulacağına inanır mısın?
Nuran düşünüyordu: "Acaba şimdi böyle adamlar var mı?"
— Ne kurtarıcı düşüncenin, ne de ermenin kapısı kapanmayacağına, Allaha giden yollar daima açık olduğuna göre, olması lazım. Nuran, dostunun bir tarafını keşfetmiş gibi ona bakıyordu. Genç

adamdan biraz şüphe, hatta istihfaf (küçümseme, hor görme), inkar gibi şeyler bekliyordu. Halbuki Mümtaz çok başka dille konuşuyordu. Mümtaz kendisini anlatmak ihtiyacını duydu.
— Bilmem, tam dindar mıyım? Her halde şu anda dünyaya çok bağlıyım. Fakat ne Allah ile kulunun arasına girmek isterim, ne de insan ruhunun büyüklüğünden. imkanlarından şüphe ederim. Kaldı ki, bunlar millî hayatın kökleridir. Bak, kaç gündür İstanbul'da, Üsküdar'da geziyoruz, sen Süleymaniye'de doğmuşsun, ben Aksaray'la, Şehzade arasında küçük bir mahallede doğdum. Hepsinin insanlarını, içinde yaşadıkları şartları biliyoruz. hepsi bir medeniyet çöküntüsünün yetimleridir. Bu insanlara yeni hayat şekilleri hazırlamadan evvel, onlara hayata tahammül etmek kudretini veren eskilerini bozmak neye yarar.

230
- (Nuran) İyi bir dispanser, birkaç hastahane, biraz teşkilat...

231
(Mümtaz) ... senin iyi dispanserler, hastahaneler dediğin şeyler kolay iş değil. Hepsi, arkalarında tam bir istihsal (üretim), refaha yakın bir hayat, çalışma hızının, yalnız onun getirebileceği bir ahlak ister. Benim, şartların değişmesi dediğim de budur.
... Mümtaz daha onsekiz yaşında bakaloryasını vermeğe hazırlanan lise talebesi iken, bu fikirlerin ocağına atılmıştı.

238
... velhâsıl döşemeleri çok cilalı renkli ve ışıklı bir sarayda yalnız akisten, parıltıdan, ışık sarsıntılarından ibaret, onların küçük nağmeden, musiki cümlelerinden büyük ve müstakil variation'lara kadar yükselişinden bir dünyada yaşanıyormuş hissini veren bu lüfer gecelerine çocukluğundan beri bayılırdı.

taaccüp: şaşma
muvazene: denge
tahdid: sınırlama

251
Kaldı ki, eski musikimiz insanı yok eden, yahut bir hayranlık duygusunda tüketen sanatlardan değildir. Bütün o evliya ruhlu ve tevazulu ustalar, sanatlarının zirvesi ne kadar yüksek olursa olsun, insan hayatının içinde kalıyorlar ve onu bizimle beraber yaşamaktan hoşlanıyorlardı.

Mümtaz, Nuran'ın aşkıyla bir kültürün mirasını yaşadığını, Nevakârın nakış ve çizgisi daima değişen arabeskinde, Hafız Post'un rast semai ve bestelerinde, Dede'nin uğultusu ömründen hiç eksilmeyecek büyük rüzgârında onun ayrı ayrı çehrelerini, aynı Tanrı düşüncesinin büründüğü değişiklikler gibi gördüğünü söylediği zaman, hakikaten bu toprağın ve kültürün asıl yapıcılarına bir bakımdan yaklaşıyor ve Nuran'ın fâni varlığı gerçekten, bir yeniden doğuşun mucizesi oluyordu. Çünkü bize mahsus, tâ cedlerimizden beri gelen ve terbiyesi en tene bağlı türkülerimizde bile hiç olmazsa kanlı bir şehvet rüyası halinde tekrarlanan sevme tarzı, sevgilide bütün kainatın toplanmasını isterdi.

254
teşrin: yılın onuncu ve onbirinci aylarına verilen ortak ad.

Bu lacivert rengi, sanki bir Fra Angelico tablosu hazırlanıyormuş gibi koyu yaldız ve mücevher tozu ile birleştiren...

256
Günler kısaldı. Kanlıca'nın ihtiyarları
Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları.
Yahya Kemal

Bir insanın bir şehri böyle zaptetmesi beni hayran ediyor. Bu beyti her işittikçe hatırıma Rodin'in Calais burjuvaları geliyor...

262
Mümtaz'ın fikri basitti. Gizli olarak derhal evlenmeliydiler. Müddet biter bitmez -daha bir ay vardı;- müracaat ederlerdi.

276
And dağlarının, Panama kanalının, Singapur gemicilerinin, Şanghay balıkçılarının ...
280
Ölecekti. Allah rızası için. Ölecekti, yarın akşam. Yine o acayip rotation başlamıştı.

285
Mümtaz, Emin Beyi de çağırmış. Ressam Cemil ile beraber...

291
... onların bahar kasırgası olan "nocturne"u hatırladı. Debussy'nin musikisinden hatırladığı kadın sesleri...

292
Fatih yirmi sene yaşasaydı biz şimdi belki de rönesansı vaktinde idrak etmiş bir millet olurduk.

294
Nevakâr
Gülbünî ayş mîdemed sâki-i gülizarkû!
Bu Itrî'nin dehası idi.

Mahur beste
Gittin emmâ ki kodun hasret ile cânı bile...

295
uzlet: Toplum yaşayışından kaçıp tek başına yaşama

296
Benim şaşırdığım şey bir taraftan insanın ve manevi kıymetlerin etrafında ısrar ederken, öbür taraftan cemiyet içinde bir kalkınma işi ile uğraşmanız, her şeyin başında iş hayatının tanzimini istemenizdir... Bu çok maddede kalmak olmuyor mu?

297
On gün sonra mühlet bitiyor. Nuran serbest kalıyordu.

— Evet, basit dediniz?
İhsan kadehini salladı:
— Basit çünkü realitede mevcut... Bu ihtiyaç da öbürüyle beraber geliyor. Hatta ayrı değiller. Aynı vakıanın iki yüzü. Biz bir taraftan bir medeniyet ve kültür buhranı içindeyiz; diğer taraftan bir iktisadî reforma ihtiyacımız var. İş hayatına açılmamız lazım.

Bunların birini öbürüne tercih edecek vaziyette değiliz. Buna hakkımız da yok. İnsan birdir. Çalıştıkça ve bir şey yarattıkça kendisini bulur, iş mesuliyeti, mesuliyet düşüncesi insanı doğurur.

Mümtaz düşündü:
-O halde iş, kendi medeniyetini ve kültürünü de yapar; insanını yetiştirir demektir. Bize sadece maddî hayatımızı tanzim etmek kalıyor.

- Zanneder misin? Evvela bunu yapabilmemiz için işin açılması, genişlemesi, cemiyetin ve hayatın yaratıcı vasıflarını tekrar kazanması lazım. Sonra böyle de olsa hayatı yine serbest bırakamazsın. Tehlikeli olur. Eski her zaman yanıbaşımızda duruyor. Bir yığın Ölü şekiller hayata müdahaleye hazır bekliyor. Diğer taraftan yeni ile, garp ile münasebetimiz sadece akan bir nehre sonradan eklenmekle kalıyor. Halbuki su değiliz; insan cemaatıyız; ve bir nehre katılmıyoruz; bir medeniyeti kültürüyle benimsiyoruz; onun içinde bir hususî hüviyet olmamız lazım. Halbuki bugün ondan dışa ait icapları kabulden ileriye gidemiyor, insanı ihmal ediyoruz. Yeniye başından itibaren bizim olmadığı için şüphe ile, eskiye eski olduğu için işe yaramaz gözüyle bakıyoruz. Hayat kendi (298) ihtiyaçlarımızın seviyesine dahi gelmemiş; o bolluk, yaratıcılık içinde değil ki bize kendiliğinden şekiller ve kıymetler teklif etsin! Sanatımızda, eğlencemizde. ahlakımızda, muaşeretimizde, istikbal tasavvurlarımızda daima bu ikilik karşımıza çıkıyor. Satıhta yaşarken mesut oluyoruz. Derine iner inmez kayıtsızlık ve kötümserlik başlıyor. Hiç bir kabile tanrısız olmaz; biz tanrılarımızı yaratmak, yahut yeniden bulmak mecburiyetindeyiz. Her milletten fazla şuurlu ve iradeli olmamız lazım...

Orhan, Nuran'ı tetkikten vazgeçti:
- O halde size göre bir kriz zarurî ve muhakkak...
- Sade muhakkak görmüyorum. Onu yaşadığımıza inanıyorum. İhsan bardağını eline aldı ve yudum yudum içti. Nereye baksam düşüncem kendisine mukavemet eden bir şeyle karşılaşmıyor. Çok yumuşak bir toprakta yuva yapmağa çalışan bir hayvan gibi istediğim yere hızımı götürebiliyorum. Fakat bu kolaylık zararlı oluyor. Her istediğimiz yere gidiyoruz gibi geliyor bize, halbuki ölmüş köklerin arasından daima aynı boşluğa, imkansızlığın ta, kendisi olan bir imkan kalabalığına çıkıyoruz. Bu bizi elbette şaşırtır. Bugün bir insan Türkiye'yi her şey olabilir, sanabilir. Halbuki Türkiye yalnız bir şey olmalıdır; o da Türkiye. Bu ancak kendi şartları içinde yürümesiyle kabildir. Bizim ise elimizde adetten ve isimden başka bir şey, müsbet bir şey yok. Cemaatımızın adını  biliyoruz, bir de nüfus ve vatan genişliğini... - Tabii herkes için söylemiyorum ve müphem duygulardan da bahsetmiyorum. Sarih bilgi ve kıymet halinde kültürden bahsediyorum. - Fakat şartlar, imkanlar?. Bir imparatorluğun tasfiyesinden doğduk. Bu imparatorluk eski bir çiftçi imparatorluğuydu. Hala onun (299) iktisadî şartları içinde bocalıyoruz. Nüfusumuzun yarısından fazlası istihsale (üretim, üretme) açılmamış. Müstahsil (üretici) olan da faydalı şekilde yapamıyor. Sadece çalışıyor, emek sarfediyor. Fakat insan beyhude çalışırsa çabuk yorulur. Bakın, hepimiz yorgunuz! Ne insan, ne toprak geniş manasında ekonomimize, hayatımıza girmiş. Münferit teşebbüslerin ötesine bir türlü geçemiyoruz. Bugünün çalışması yarının hızını arttırabilmelidir. Çok hareketli, meselelerle dolu bir coğrafyada yaşıyoruz; dünya her an sıkı bir birliğe gidiyor; buhran, buhran üstüne geliyor. Vakıa bugün nisbî bir rahat içindeyiz. Orta Avrupa'ya iktisaden kendimizi bağlamışız; kliring hesabıyla, şununla, bununla geçinip gidiyoruz. Fakat bu muvazaa yıkılabilir, o zaman ne yapacağız?.. Fakat asıl mesele bu değil, asıl mesele toprağı ve insanı hayatımıza sokamamakta. Kırk üç bin köyümüz var; bir kaç yüz kasabamız var. İzmit'ten öteye Anadolu'ya açılın; Hadımköy'den öteye Trakya ya gidin. Bir kaç kombinenin dışında hep eski şartların devamını görürsünüz. Coğrafya yer yer esniyor. Sıkı bir nüfus siyasetine, sıkı bir istihsal siyasetine başlamamız lazım, öğretme ve yetiştirme işleri için de aynı zaruretlerle karşı karşıyayız. Bir takım mekteplerimiz var; bir çok şeyler öğretiyoruz. Fakat hep eksik olan bir memur kadrosunu doldurmak için çalışıyoruz. Bu kadro dolduğu gün ne yapacağız? Çocuklanmızı muayyen yaşlara kadar okutmağı adet edindik. Bu çok güzel şey! Fakat günün birinde bu mektepler sadece işsiz adam çıkaracak, bir yığın yan münevver hayatı kaplayacak... O zaman ne olacak? kriz... Halbuki maarifi istihsalin yardımcısı yapabiliriz ve dahilî eşanjı arttırabiliriz. Bütün mesele burada. Dahilî piyasayı genişletmekte. Yarı iraî, yarı sınaî bir iş hayatı temin edebiliriz. O kadar (300) hususî istihsal kaynaklarımız var ki... İşte İstanbul. Daha dün bir yüksek müstehlikler şehriydi (müstehlik: tüketici). Bütün yakın şark buraya akardı. O kadar ki, otuz senede bir şehir yanar ve köşkleri, konakları, yalılarıyla, çarşılarıyla, pazarlarıyla adeta yeni baştan, yapılırdı. Yanya'nın çiftliği, Yenice'nin tütünü, Mısır'ın pamuğu, hulasa İslam dünyasının yarısının istihsali bu şehirde harcanırdı. Şimdi nüfusunun onda sekizi küçük müstahsilden ibaret. Adım başında küçük bir tezgah, tütün işletmesi, şu bu, fabrika var.. ve bütün bunlar ne ile geçiniyor biliyor musunuz? Çok defa toprağın üstündekini toplayarak. Halbuki Istanbul'da planlı bir çalışma, cemiyetimizin yüzünü yirmi senede değiştirebilir. Al Şarkî Anadolu'yu. Ziraatle, hayvancılıkla muazzam imkanlar hazinesi görürsün!. Tortum şelalesinden işe başla. Kademe kademe Akdeniz'e kadar elektriği indir... Marmara serveti içine gömülmüş uyuyor.
- Peki ama, bununla temin bahsettiğiniz insan mefhumu, manevi insan arasındaki münasebet ne?... Bu hayatın maddi şartlarını değiştirmekten ibaret.
- İnsan da hayatın maddi bir tarafıdır. Péguy'u okumadın mı? O ne cümledir? Ateş gibi; fakirlik insanı güzelleştirir ve asileştirir. Fakat sefalet hoyratlaştırır; ruhen sefil eder. İnsan da insanı öldürür. İnsanlık şerefi ancak muayyen bir refah içinde mümkündür.

301
- Bir şairimiz, Selim-i Salis hendese öğreneceği yerde, biraz siyasi tarih öğrenseydi ne iyi olurdu, diyor. Buna Tanzimat biraz ekonomi politik bilseydi, diye ilave edebiliriz.

- Peki, bütün bunlar zamanla kendiliğinden olmaz mı? Hatta zamanla olacak şeyler değil mi?

- Olamaz... Çünkü zaman şarta göre değişir. Büyümekte olan bir çocuğun zamanı başkadır, bir hastanın zamanı başka.. Biz umumî zamanın dışındayız.. Yani zaman tempomuzu değiştirmek mecburiyetindeyiz, demek istiyorum. Biz dünyaya yetişeceğiz. Benim söylediğim, kafilenin en sonunda olsak bile ona katılmak, onunla yürümek, hususî patikadan umumî caddeye çıkmak içindir. Zaman şüphesiz bir amildir (etken, sebep), fakat dünya için başkadır; çalışmasının hızıyla dünyaya katılmış milletler için başkadır; bugünkü halimizde bizim için ise büsbütün başkadır. Kendi başına bırakırsak, lehimizde çalışmaz; bizim gibilerde her şey derine doğru çeker. Kanaat değil ayaktaki demirdir. Hayır biz Shakespeare'in dediği gibi zamana doğru koşmağa mecburuz. Onunla mücadele edeceğiz. Biz her şeyi irademizle yapacağız. Evvela şartlarımızı (302) tanıyacağız. Sonra işlerimizi sıralıyacağız. Yavaş yavaş cihan piyasasına çıkmağa başlıyacağız. Kendi piyasamızı kendi istihsalimize (üretim, üretme) açacağız. Aileyi, evi, şehri ve köyü tekrar kuracağız... Bunları yaparken insanı da yapmış olacağız. Şimdiye kadar insanla yapıcı olarak meşgul olamadık, bir yığın inkılabın peşinde idik. İçimizde kendimize karşı bir hareket hürriyetini elde etmeğe çalışıyorduk. Bu zaruretten şimdi daha büyük ve esaslı zaruretlere uyanmamız lazım. Her zaman saha düzeltilmez ki.. Şimdi o düzlüğe bir bina kurmamız lazım. Bu bina ne olacak? Yeni Türk insaninin ölçülerini kim biliyor? Yalnız bir şeyi biliyoruz. O da birtakım köklere dayanmak zarureti. Tarihimize bütünlüğünü iade etmek zarureti. Bunu yapmazsak ikiliğin önüne geçemeyiz. Muvazaalar (danışıklık, danışık; olmayan bir durumu varmış gibi göstermek veya olduğundan başka anlatmak için önceden yapılan anlaşma) daima tehlikelidir. Bu güne getirdikleri kolaylığı yarın çıkaracakları imkansızlıklarla bize ödetebilirler. Onun için son derecede vazıh (açık, aydın, belli) olmalıyız.

Nuri dayanamadı:
- Vuzuhtan kastiniz nedir? Bana vaziyet o kadar garip geliyor ki...

Bir taraftan iyi kötü bir tekniği almağa, onun adamı olmağa çalışıyoruz. Onun zihniyetini benimserken zaruri olarak eski kıymetleri atıyoruz. Muaşeret (birbiriyle toplumsal ilişkiler içinde bulunma) şeklimizi değiştiriyoruz. Diğer taraftan istiyoruz ki, eskiyi unutmayalım! Bugünkü realitelerimizde bu eskinin yeri nedir? Bu sadece bir hatıra, bizim için bir özleyiş.. Belki sizin, benim hayatımızı süsleyebilir! Fakat yapıcı olarak ne kıymeti olabilir!

- Vuzuhtan kastım.. düşündü. Sonra başını kaldırdı. Bilmiyorum, dedi. Zaten yapılacak şeyin ne olduğunu bilsem burada sizinle konuşmam. O zaman şehre inerim; etrafıma herkesi toplarım. Yunus gibi bağırırım, size hakikatınızı getirdim, derim. Hakikatte (303) bu üzerinde ilk düşünecek olanın halledeceği bir şey değildir. Fakat burada da yapılacak bir kaç şey bulabiliriz. Evvela insanı birleştirmek. Varsın aralarında hayat standardı yine ayrı olsun; fakat aynı hayatın ihtiyaçlarını duysunlar... Birisi eski medeniyetin enkazı, öbürü yeni bir medeniyetin henüz taşınmış kiracısı olmasınlar. İkisinin arasında bir kaynaşma lazım.

Sonra, mazi ile alakamızı yeni baştan kurmamız lazım. Birincisi nisbeten kolaydır; hayatın maddi şartlarını az çok değiştirmekle bunu elde edebiliriz. Fakat ikincisi ancak nesillerin çalışmasıyla elde edilebilir.

Maziyi ihmal edersek hayatımızda ecnebi bir cisim gibi bizi rahatsız eder, terkibin içine ister istemez sokacağız. O, kendisinden gelmemiz lazım gelen bir şeydir. Bu devam fikrine bir vehim (kuruntu) de olsa muhtacız. Kaldı ki, dün doğmadık. En çetin realitemiz budur. Sonra hangi köklere gideceğiz? Halk ve halkın hayatı bazan bir hazine, bazen da bir seraptır. Uzaktan namütenahî (sonsuz, ucu bucağı olmayan) bir şey gibi görünür. Fakat, yaklaştın mı beş on motifin ve modanın içinde kalırsın; yahut doğrudan doğruya bazı hayat şekillerine girersin. Klasik, yahut yüksek tabaka kültürü, ondan bir çok yerlerde kopmuşsun... ve zaten sıkı sıkıya bağlı olduğu medeniyet yıkılmış.

Mümtaz:
- İşte ben bunu imkansız görüyorum, dedi. Çünkü dediğiniz gibi dizi koptu bir kere. Bugün Türkiye'de nesillerin beraberce okuduğu beş kitap bulamayız. Dar muhitlerin dışında, eskilerden, zevk alan gittikçe, azalıyor. Biz galiba son halkayız. Yarın bir Nedim. bir Nef'i, hatta bize o kadar çekici gelen eski (304) musiki ebediyen yabancısı olacağımız şeyler arasına girecek!

- Güçlük var. Fakat imkansız değil. Biz şimdi bir aksülamel (tepki, reaksiyon) devrinde yaşıyoruz. Kendimizi sevmiyoruz. Kafamız bir yığın mukayeselerle dolu; Dede'yi, Wagner olmadığı için, Yunus'u, Verlaine, Baki'yi, Goethe ve Gide yapamadığımız için beğenmiyoruz. Uçsuz bucaksız Asya'nın o kadar zenginliği içinde, dünyanın en iyi giyinmiş milleti olduğumuz halde çırçıplak yaşıyoruz. Coğrafya, kültür, her şey, bizden bir yeni terkip bekliyor; biz misyonlarımızın farkında değiliz. Başka milletlerin tecrübesini yaşamağa çalışıyoruz.

Şu tefsir yok mu, bu eserin üzerinde durmak ve onu sende yaşayan insan tecrübesine maletmek; bir ona başlasak. işte onu yapamıyoruz. Demin sevmek dedim, fakat sevmek de kafi değil; daha öteye geçmek lazım. Fikri ve duyguyu canlı bir şey gibi yaşamayı bilmiyoruz. Halbuki halkımız bunu istiyor.

Orhan şüpheliydi:
- Hakikaten istiyor mu? Bana öyle geliyor ki, halkımız bütün bunlara başından itibaren kayıtsızdır. Bütün mazi boyunca bizden o kadar uzak kalmış ki.. bu işlerde adeta ümitsiz. Yahut hiç olmazsa şüphede.

- Evet, halk istiyor. Tarihe bugünün hesapları arasından bakmazsan bu memleketin de herhangi bir memleket gibi yaşadığını kabul edersin. Aradaki fark bizde orta sınıfın teşekkül edememesidir. Her an doğmak için hadiseleri zorlamıştır. Fakat doğamamıştır. Ayrılık manzarası buradan gelir. Halkın kayıtsızlığı veya bizden şüphesi bizim uydurduğumuz bir masal olsa gerektir. Aramızdaki ideoloji kavgalarında karşımızdakini yenmek için bulduğumuz bir tâbiye. Hani o kısa ve yalnız okuyanın kafasında bir an için parlayan (305) veya okunan gazete sahifelerinde kalan zaferler yok mu? Onları kazanmak için!. Hakikatte halkımız münevverine inanır. Onu benimser. Zaten başka türlüsüne imkan yoktur. İki asırdır siyasî hadiseler bizi bir nevi gemi nizamı altında yaşatıyor. Mutlak olan tehlikeler bize bu terbiyeyi verdi. Halkımız münevverine daima inandı ve gösterdiği yolda gitti.

- Ve daima da aldandı?..

- Hayır, daha doğrusu biz aldanınca o da aldandı. Yani her millette olduğu gibi. Sen tarihte akli bir yürüyüş kabul eder misin? Böyle bir şey elbette imkansız. Fakat cemiyetlerin birikmiş kudretleri nesillerin hatası üzerinden atlar. Bize her şeyin iyi gittiği vehmini (kuruntu) verir. Emin olun biz de her millet kadar aldandık, her millet kadar hata ettik...

- Halkı sever misiniz?..
- Hayatı seven herkes halkı sever...
- Hayatı mı, halkı mı?.. Bana öyle geliyor ki, hayatı daha çok seversiniz, yahut mefhumları?

- Halk hayatın kendisidir. Hem manzarası, hem tek kaynağıdır. Halkı hem sever, hem tadarım. Bazen bir fikir kadar güzel, bazan tabiat kadar haşindir. Orada her şey büyük ölçüdedir. Çok defa büyük denizler gibi susar. Fakat konuşacağı ağzı bulunca da...

- Fakat ona gitmek, ona gidemiyorsunuz! Sefaletleri, ıztırapları, endişeleri, hatta zevki size kapalı kalıyor. Yani hepimize demek istiyorum. Ben Adana'da çalışırken bunu çok iyi duydum. Daima kapının dışındaydım.

- Kim bilir? Bazı kapıların bize kapalı görünmesi, önünde değil, arkasında bulunduğumuz içindir. Büyük şeylerin hepsi böyledir. …

306
(İhsan) Eski talebelerinin karşısında yenilmemek için kelimelerle oynadığını sanıyordu, fakat hayır, asıl düşüncesi buydu. Fert kendisini muhafaza etmeliydi. Kainat içinde erimeğe hiç kimsenin hakkı yoktu. Fert, fert olarak kalmalı, fakat bütün hayatla kendisini doldurmasını bilmeliydi, ...

307
Bu demektir ki, ben hayata muhafaza'sını istediğim çerçeveler içinden bakarım. Bu çerçeveler benim
şahsiyetimdir, tarihî benliğimdir.. Ben milliyetçiyim, bir mefhuma çok yakın bir realitenin adamıyım. Fakat bu demek değildir ki, halka yabancıyım., bilakis onun emrindeyim.

- Fakat ıztırabı görmüyorsunuz?
- Görüyorum. Fakat oradan hareket etmek istemiyorum. Onu mazlum gördükçe bir gün zalim olmasını hazırlayacağımı biliyorum. Niçin o kadar çok ıztırap çekiyoruz; yani bütün dünya. Çünkü hürriyetin uğrundaki her mücadele yeni bir adaletsizliği doğuruyor. Ben aynı silahlarla mukabeleyi bırakmak istiyorum. Ben içinde yoğrulduğumuz tekneden işe başlamak istiyorum. Ben Türkiye'yim. Türkiye benim adesem (mercek, görüş derecesi, inceliği), ölçüm ve realitemdir. Kainata, insana, her şeye oradan, onun arasından bakmak isterim.

308
- Peki. nedir bu Türkiye?
İhsan içini çekti:
- İşte mesele burada. Onu bulmakta.
Ben bu suale bazan cevap verir gibi oluyorum. Kendi kendime biz gurbetin insanlarıyız diyorum..
Mesafelerin terbiye ettiği insanlar. Onun aşkı, ıztırabı, hürriyeti. Tarihimiz, sanatımız; hiç olmazsa halkta böyle. Mümtaz bir an düşündü. - Hatta klasik musiki bile:

Bir mübarek sefer olsa da gitsem,
Kâbe yollarında kumlara batsam...

murakabe: denetleme, denetim
içtimai: toplumla ilgili, toplumsal

312
Alemşümul: dünya ölçüsünde, evrensel, üniversel

O kadar asırlık Mevlevi terbiyesi onda ferde ait her şeyi silmiş, sanki bu halim, ilhamlı ve sabırlı
adamı, -Aziz Dededen bir gün dinlediği yedi sekiz notalık bir cümleyi aynen tekrarlayabilmek için eve
dönüşünde sekiz on saat üstüste çalışmış, o modulasyona yükselmişti; bunu sık sık üstadını medh için anlatırdı- bir nevi hüviyetsizliğin içinde eritmişti. O kadar ki bu küçük ve kim bilir nasıl bir iç güneşinin sıcağında yarı erimiş maddesinden başka bir ferdî tarafı yok gibiydi. Bu madde de bir yığın adabın, teşrifatın (kurallara göre davranma, protokol), kendini herkesle bir görmek, bize garip gelecek bir hicapta şahsî her şeyi inkar etmek terbiyesinin altında her an gizleniyor, kayboluyordu. Mümtaz ona baktıkça Neşati'nin:

Ettik o kadar ref-i taayyün ki Neşati
Âyîne-i pürtâb-ı tecellâda nihânız!

beytini hatırlıyordu.

313
Bir Beethoven, bir Wagner, bir Debussy, bir Liszt, bir Borodine bu gördüğü ebediyet yıldızından ne kadar ayrı insanlardı. Onların çılgın hiddet ve kinleri, bütün hayatı kendisi için hazırlanmış bir sofra zanneden iştihaları, ve bunları tel başına yüklenebilmek için imkansız bir Atlas gayretiyle gerilmiş gururları, hiç olmazsa şahsiyetlerini değişik planda göz önüne koyan bir yığın nazariyeleri, garabetleri (gariplikleri, yadırganacak yanları), yumuşaklığı bile etrafındaki her şeye bir aslan pençesi gibi geçen mizaçları vardı. Halbuki bu şöhretsiz dervişin (Emin Dede) hayatı üsüste kendi şahsını inkârdan ibaretti.

314
… oradan bir Aziz Dede, bir Zekâi Dede, bir İsmail Dede, bir Hafız Post bir Itrî, bir Sadullah Ağa, bir Basmacızade, bir Kömürcü Hafız, bir Murat Ağa, hatta bir Abdülkadiri Müragî, hülasa bizim bir tarafımızı, belki en zengin his tarafımızı yapan insanların hepsini çıkarmak mümkündü.

… sanatlarını bir benliğin behemahal ikrar (açıkça söyleme, onama, tasdik) vasıtası olarak değil, büyük bütünde kaybolmanın tek yolu tanımışlardı.

- Erenler, yanlış kapı çalıyorsun.. demişti. Ötekiler sanat yapıyor. Biz sadece duadayız. Bilirsin, bazı tarikatlarda değil eser vermek, kabrinin üzerine adını yazdırmak bile iyi sayılmazdı. İşte bu şarktı. 
Mümtaz'a göre hem şifasız hastalığımız, hem de tükenmez kudretimiz olan şark!

317
Sanat eserlerinden hiçbir hususî ıstılah (terim, herkesin anlamadığı özel anlamda kullanılan söz) kullanmadan iyi işçi dikkatiyle, bahsediyor, iyi ve müstesna işçi hüviyetinin prestijiyle sofraya ve meclise hiç istemediği halde hakim oluyordu.

320
Fakat asıl mucize ayinin kendiyle başladı.

Dede'nin Ferahfeza ayini sadece bir dua, inanan ruhun Allahını aradığı bir çırpınış değildi. Mistik ilhamın vasfı olan geniş hamleyi, sırrı, doğrudan doğruya zorlayan büyük ve dinmez hasreti, hiç kaybetmeden eski musikinin belki en oyunlu eserlerinden biriydi. Dede alaturka musikinin makamlar arasında küçük gösterişler, değişmeler ve kararlarla dolaşmaktan ibaret olan gelişmesini o şekilde ifade etmişti ki, ayin kendiliğinden bir sembol oluyordu.

321
Ferahfeza makamını adeta bir nevi irşat (uyarı, doğru yol gösterme) gibi kendisine sunan Acem perdesinden Dügâha, Kürdî'ye, Rast'a, Çârgâh'a, Gerdaniye'ye, Saba'ya, Nevâ'ya geçiyor, her şey birbirinden kayboluyor, birbirinde arıyor, birbirinde buluyordu.

322
Fakat Mevlana'nın hakkı vardı; neyin biricik sırrı hasrettir. Bir gün Rimbaut'nun Voyelles'ler için yaptığı o cesur tahlilin benzerini biri sazlar için yaparsa, şüphesiz alaturkanın bu en basit çalgısında bir akşam ten rengi hasretini bulacaktır.

324
Fakat bu dağılış da tam değildi. Eserin kumaşı dalga dalga açıldıkça Mümtaz bu inkıraz (çöküş, yok olma) dehasının ne olduğunu anladı. Ne Abdülkadir-i Merâgi'nin Segâhkârında, ne Itrî'nin naatında, ne de bir akşam Ahmet Bey'in evinde bir tesadüfle kendi ağzından dinlediği Isfahan bestede -yine Itrî'nin- bu âyinin içten yakalayan kudretiyle, ve sağlam mimarileri içinde, hiç şaşırmadan Allahı veya ideali arayan, veya ruh macerasını nakleden eserlerdi.

325
Halbuki neyin sesi ve üslûbu eski ve yeni diye hiçbir şey tanımıyor, zamansız zamanın, yani cevher halinde insanın ve kaderin peşinde koşuyordu.

Çünkü kûdüm (mehter takımlarında ve tekkelerde kullanılmış olan, metal kaseli, küçük iki davuldan oluşmuş usul vurma aracı) sesinde daima kadim dinlerin büyülü dâveti vardı; onun ıttıradı (birbirini izleme, düzenli sıralanma), bu semâvi yolculuğa âdeta toprağa ait bir oluşun nizamını katıyordu.

327
Hepsi bu yeni âyini, Sermüezzin-i Hazret-i Şehriyâri Hamamizâde İsmail Dede Efendinin hazırladığı âyini dinlemeğe gelmişti.

Üçüncü selâm Mümtaz'ı büsbütün başka ufuklara taşıdı. Burada yörüğe giriliyordu. Burada gittikçe artan bir süratle masivâ'dan (âlem, tâbiat, mahluklar; dünyevi bir biliştir, külliyen bir dünya tasviridir; mevla'yı bulma yolu halinde olan birinin kendinden geçmesinin tek yolu, "terk-i masiva" ile olur ancak) sıyrılmak lazımdı. Fakat öyle olmuyordu. Müslüman litürjisinde sembol yoktu; hatta sade cemaatle dua ve ibadet vardı. (328) ... Fakat ne garipti, Mevlevî ayini vecde yaklaştıkça mahzun ve yüklü aristokrat edasını bırakıyor, bir halk neşesi kazanıyordu.

Bu kadar ölüyü birden diriltmek doğru muydu? Bu neşenin sonunda Allaha mı varılıyordu? Yoksa hayata mı?

329
Birbirine bizim nesillerin tatmadığı bir sevgiyle baktılar.

334
Okuduğu ve beğendiği şairler, başta Poe ve Baudelaire olmak üzere hepsi "asla..."nın prensi değil miydiler? Onların beşikleri hep "olamaz..." burçlarında sallanmış, ömürleri "imkansız..."ın ülkesinde geçmişti.

336
Acaba öbürlerinde ne duyuyordu? Bach'ı, Beethoven'i dinlerken de böyle mi olmuştu? "Huxley, Allah var ve görünüyor; fakat sade kemanlar çalarken... diyor" Bunu çok sevdiği romancı La Mineur kuvarteti için söylemişti.
Birden bire olduğu yerde irkildi. Nuran'ın sesi Dede'nin Acemaşiran Yörük semaisi arasından:

Tü beher gücâ ki bâşi
Büved ân bihişt-i-mârâ!
diye ağlıyordu.

341
- Bilmiyorum, bir 'fiction'un yokluğuna üzülmek ne dereceye kadar doğrudur? Fakat mülümanlıkta başlangıç günah fikrinin bulunmaması, şu cennetten kovulma hâdisesi üzerinde hıristiyanlıkta olduğu gibi durulmaması, bence teolojiden sanata kadar her sahada tesir yapmış bir keyfiyettir. Bilhassa ruhi tahaffuza (barınma, korunma) pek az yer vermişiz.

342
Fıkıh (İslam hukukunda din ve dünya işleri ile ilgili ana kaynaklardan yararlanarak konulmuş olan kuralların bütünü) insanın hürriyeti üzerinde ısrar ediyor.

344
Düşünün bir kere... yahut Mümtaz düşünsün, bu onun genre'ı.

347
Herkese benzeyen adamı niçin öldürsün, herkes az çok bir, veya birkaç insanın yüzünden kötüdür.

348
- Bana hürrüyeti tarif edebilir misin? (Suat)
- (349) Ederim. Başkaları için istediğimiz nimet. (Mümtaz)
- Ya kendin, kendin ne oluyorsun?
- Onu başkaları için istemekle ben de nefsime karşı hür oluyorum.
- Esaretin başka bir nevi. Hepimiz ayrı ayrı varız.
- Bir bakıma öyle, yani inanarak istemezsem... fakat herkesle beraber olduğunu düşün, tam hürriyettir. Sen hepimiz ayrı ayrı varız dediğin anda her şeyi kaybedersin. Varlık tektir ve biz onun parçalarıyız!

354
(Suat) Hepinizin kafasında sevgi, ıztırap diye bir yığın kelime var. Kelimelerde yaşıyorsunuz. Ben kelimelerin manasını öğrenmek istiyorum. Onun için yaptım. Mesela öldürecek derecede sevmediğini öğrenmek için yazmalısın. Fakat sen  ölümü de bilmezsin... Kahkahalarla gülüyordu: Eminim ki senin için ölüm bir fırında iyice piştikten sonra, tıpkı bir müzede muhafaza edilen eşya gibi ebediyette daha parlak, daha kendisi olarak beklemektir. öyle değil mi? Ve sen ölümden iğrenmezsin, onu güzelin ve aşkın kardeşi görürsün. Hiç ölümün iğrenç birşey olduğunu düşündün mü? İğrenç bir çürüme ve kokma!.. -içimizde Allaha inanan var mı, bilmiyorum. Fakat eminim ki hepiniz müphem bir sükutta bu bahsi kapatmışsınızdır. Çünkü kelimelerde yaşıyorsunuz! Bir kere olsun, Allahla konuşmak istediniz mi? Ben dindar olsaydım onunla konuşmak, onu tecrübe etmek isterdim.

356
İlk önce çok güldüm. Fakat sonra gülmedim. Şimdi her metafizik sistem bana onun (romatizmalarından kurtulsun diye tavana asılmış eşek) halini, tepemizden o hazin bakışını hatırlatır.

Fakat benim için hakikat budur. Anlıyor musunuz! Benim için Allah ölmüştür. Ben hürriyetimi tadıyorum. Ben Allah'ı kendimde öldürdüm.

359
— Sen, garip ve münasebetsizin, bazan bizi nasıl istilâ ettiğini anlamazsın. Belki hiç anlamıyacaksın.
Çünkü hareketlerinin üzerinde ısrar eden, onların behemehal bir devamı ve neticesi olmasını isteyen takımdansın... Onun için her şeyde bir mantık görmek istersin! Ne ise oldu! Seni beyhude tutmayayım. Ben sadece bir münasebetsizlik olsa bile, bunu bilmeni istemiştim... Allaha ısmarladık. Ve yokuştan aşağı acele acele inmeğe başladı. Mümtaz arkasından bağırdı:
— Herkes de böyledir; onun için engaje olmamaya dikkat et!


362
Suat'a kızmıyordu. Yaptığı şeyin kötü olduğunu biliyordu. Fakat hüküm vermek istemiyordu. Artık insanlar hakkında hüküm vermekten vazgeçmişti. O, içindeki sefaleti teşhir ederek ağızlarının tadını bozmuştu. Mümtaz'ı şaşırtan, bu sefaletin derinliği, daha doğrusu onu bu kadar sefil yapan hayatının istikrarsızlığıydı. <>

363
— Hazin tarafı şu ki, bu cins azapları bütün dünya bir asır evvel yaşadı, bitirdi. Hegel, Nietszche, Marx geldiler, geçtiler. Dostoyevski Suat'tan seksen sene evvel bu azabı çekti. Bizim için yeni nedir bilir misiniz? Ne Eluard'ın şiiri, ne de Comte Stravoguine'in azabıdır. Bizim için yeni, en ufak Türk köyünde, Anadolu'nun en ücra köşesinde bu akşam olan cinayet, arazi kavgası veya boşanma hadisesidir, Bilmem, fikrimi anlıyor musunuz? Suat'ı itham etmiyorum. Fakat onun meselelerinin bugünümüzün, kendi günümüzün çerçevesine giremeyeceğini söylüyorum.

Mümtaz kadehini boşalttı.
— Ama bir noktayı unutuyorsunuz! Suat hakikaten azap çekiyor...

İhsan eliyle birşeyi kendinden uzaklaştırdı:
- Çekebilir... ama bana ne?.. Benim ferdin peşinde koşacak vaktim yok. Ben cemaat ile meşgulüm.
Sürüden ayrılanın arkasından anası ağlasın!  ... Suat'ın meseleleri benim üzerimde bu tesiri yapıyor. Gecikmiş şeyler... Herkes bir düşünceyi böyle dönülmez yere taşıyabilir ve orada azdırabilir. Fakat niçin yapmalı? Zorla kendimize baş dönmesi yaratmaktan birşey çıkmaz ki. Biz yapacağı birtakım işi, mesuliyetleri olan insanlarız...

364
— Ama, Allah ebedî meselemizdir.
— İnsan ve talihi de ebedî meselelerdir. Ve birbirine bağlıdır. Ayrıca halli imkansız meselelerdir. Tabiî iman edilmezse... -İhsan bir müddet düşündü.- Biliyorum, bu tarzda konuşmağa hakkım yok. Elbette bütün ahlakımız ve iç hayatımız Allah fikrine bağlıdır. Bu satranç onsuz oynanmaz. Belki Suat'a biraz da bunun için kızıyorum..

365
Tanburacı Osman Pelvanın yaydığı Rumeli türküsü

Bulut gelir pâre pâre
Dördü aktır, dördü kâre
Sen açtın kalbime yâre
Yağma yağmur, esme deli rüzgâr
Yarim yoldadır!

Bulut gelir yer yaş olur
İçer bâde sarhoş olur
Yar kokusu bir hoş olur.

Bulut gelir seher ile
Çiçek açmış bahar ile
Herkes kavuşmuş yar ile

- İşte bunu sevmeliyiz. İhsan hakikaten mesuttu. Bütün hakikatler burada, bu engin ummanda (ana deniz, okyanus). Halkımıza ve hayatımıza ne kadar yaklaşırsak o kadar mesut olacağız. Biz bu türkülerin milletiyiz. Sonra birden bire Yahya Kemal'in mısraını hatırladı:
Duydumsa da zevk almadım İslav kederinden...

Mümtaz birden bire Fra Filippo Lippi'nin (1406-1469) Güller İçinde Çocuk İsa tablosunu andıran bir kainat içinde kaldı. Sanki Ferahfezâ'nın o hasret kasırgasında savurduğu bütün güller, bu eski ilahide toplanmıştı:

Güllerden kurulmuş bir pazar
Gül alırlar, gül satarlar
Gülden terazi tutarlar
Alanlar gül, satanlar gül...

381
Tıpkı köşkün sofrasında olduğu gibi, Platon'u koltuğun altında Repuplica'sı ile, gurbet yollarında gördü.

385
- (Nuran) Ninelerimizin hayatı hiç de kötü değilmiş. Bir kere, gayet iyi süsleniyorlarmış! Baksana şu elbiselere...
Ve Nuran, bir türlü önünden ayrılamadığı aynada kendi hayalini seyretti:
- Tam Pisanello! Yahut bizim minyatürler...

388
Ben dram muharriri (yazar) olsaydım, Rienzi'yi tekrar yazardım.

Dünyada Fransa İhtilali kadar büyük ve güzel epope (destan) azdır. Yirmi, otuz sene içinde beşeriyet, iki bin yıl kendisini idare edecek düsturların hepsini bulmuştur. Fakat başladığı zaman, neticenin sadece bir burjuvazi hakimiyeti ile biteceğini kim bilirdi.

389
Orta yaşlı mebus sözünü kesti:
- İhsan bey, diyordu, siz ki o kadar yeni görünüyorsunuz; bana öyle geliyor ki, devrinizi sevmiyorsunuz?

— Hayır, sevmiyorum. Yahut, kelimeyi bulamadım; devrime hayran değilim. Fakat yeni miyim, hakikaten? Yeni olabilmekliğim için, yaşadığım saatin adamı olmam lazım. Bense daha başka şeylerin iştiyakındayım (arzu, güçlü istek)! Yeni olmak için, devrimle beraber her an değişmeyi kabul etmeliyim. Bense bir yerde, bir düşüncede istikrarı sevenlerdenim.

- Fakat her ihtilal böyle değil ki. Mesela bizimki?...

— Bizimki de başka türlü. Tabiî şekilde ihtilal, halkın veya hayatın, devleti geride bırakmasıyla olur. Bizde ise hayat ve halk, yani asıl kütle, devlete yetişmek mecburiyetinde. Hatta, çok defa münevver ve
devlet adamı bile... Düşüncenin evvelden hazırlanmış yolunda yürümek! En aşağı 1839'dan beri bu böyle... Onun için hayatımız o kadar yorucu oluyor. Kaldı ki, üzerimizde asırlardan gelen büyük bir terbiye de var. Herşeyi bozan, bizi adeta mahkum eden bir itiyat (alışkanlık, huy) ... Çabuk vazgeçiyoruz. Müslüman şarkın en büyük hususiyeti budur. Şark vazgeçer. Sade güçlüğün karşısında değil, zamanın, tabiî zamanın karşısında vazgeçer... Fakat nelerden konuşuyoruz?

390
Nuran, karlı havada Boğaz'ı çok severdi.

391
- (Nuran) Sen sobayı yak. Yemek kolay. Ondan zevk alıyorum, aile mirasıdır.

392
Geldiklerinin üçüncü günü Nuran'a:
- Kitabı artık vazıh olarak görüyorum! dedi.
- Ben de ceketindeki düğmenin boş yerini.
- Mahsus mu yapıyorsun, Allah aşkına?
- Neden mahsus yapayım? Evlilik hayatıma hazırlanıyorum. İş bölümü yapmadık mı?

404
- İhsan'ın hakkı var? Hayat benden fikir ve belki de mücadele istiyor. Hissî duruşlar değil!

408
"İnsandaki ölüm terbiyesinin verdiği bir şey olsa gerek!"

409
Puget'in Cariatide'leri ... devleri...

410
... birkaç sene evvel çıkan, insan sırtında yük taşınmasını meneden o çok iyi niyetli kanunu düşündü.

413
(Suat) "Talihimizin en hazin tarafı neresidir, biliyor musun Mümtaz? İnsanın yalnız insanla meşgul olması. Bütün bina onun üzerine kuruluyor; dışarıda ve içeride. ... insan insanla meşgul. İnsanoğlu insana yüklenerek yaşıyor. Hatta sanatkârlar bile; senin o evliya ruhlu dediğin insanlar bile.

414
"Zavallı insanlık! Hangi mesuliyet fikri? James Joyce'in M. Bloom'u gibi, kendi korkularımızın üstüne oturmuş, felsefe ve şiir yapıyoruz."

417
"Milli olan herşey güzel ve iyidir. Ve sonuna kadar devam etmesi lazımdır."

418
Homerique

426
- (Doktor) Biliyor musunuz ben ne vakit vaziyetten ümit kestim. Rus-Alman ademitecavüz paktı imzalandığı gün.
- Ama, solcular pek beğeniyor. Bir dinlesen! Hepsi şimdi Hitler'i övüyorlar. Sanki Rayiştag yangını mahkemesi olmamış gibi. Nuri'nin yüzü hiddetten sapsarıydı. - Sanki o kadar cinayet yapılmamış gibi.
- Tabiî överler. Fakat iş'ar-ı ahire kadar (sonra bildirilecek bir zaman kadar). Anlıyorsunuz ya, kıymet hükümlerini insan bir kere kaybetmesin! Onun için, harbi sevmemekle beraber, harpten korkmuyorum ve bekliyorum.

"Neden böyle oldu; niçin herkes bana böyle yükleniyor? Huzurdan bahsediyordu. Peki benim huzurum nerede kaldı? Ben yok muyum? Bu kadar yalnız ne yapacağım?"

434
Tekrar (İhsan'ın) ayakkabılarına baktı; "şu dünyada etrafımızdaki şeylere ne kadar az sahip olabiliyoruz."

Hepsi onun olmaktan çıkacaklardı. Meğer ki hatırlayan bir insan, bir hafıza bulunsun. Hakiki tasarrufumuz yalnız insanla ve insanda idi. İnsan zekâsı, insan kalbi, insan ruhu, insan hafızası... İnsan çekilince orta yerde hiçbir şey kalmıyordu. "Vâkıa bazı hayvanlar da sahiplerini ve yaşadıkları yeri unutmazlar..."

437
Rembrandt'ın tablolarını hatırlatan bir gölge ve ışık oyunu içinde rayları tamir ediyorlardı.

439
Viyolon konserto sonuna yaklaşıyordu.

444
- Galiba musikiyi seviyorsunuz! Yalnızca alafranga mı?
- Hayır, alaturkayı da. Fakat galiba, aynı adam olarak değil.
- Oğlum, çok doğru bir şey söyledin, dedi. O kadar doğru ki. Mesele musikiden çok ötede. Şarkla garp birbirinden ayrı. Biz ikisini birleştirmek istedik. Hatta bunda yeni bir fikir bulduğumuzu bile sandık. Halbuki tecrübe daima yapılmış, daima iki çehreli insanlar vermişti.

448
Böyle her şeyin birbirine karıştığı, her sualin birbirine muvazi olarak yürüdüğü, ümitle çalınan her kapıdan bir ejderha ağzının açıldığı bir devirde insanlığın mukadderatının birtakım yarı deli meczupların, mesuliyetsiz peygamberlerin, production, surproduction deterministlerinin, hüsnüniyetleri (saflık hali) ancak silah seslerinde vuzuhla (anlam açıklığı) konuşan, idam hükümlerinde kıvamını bulan gerçek çehresini takınan utopyacıların elinde bulunmasının felaketini düşünün. Alın size Stalin'in jesti. Hadiseler nasıl sıralanıyor. Hitler'de paranoyak olan hadise bu sonuncusunda, tam suikast oluyor. Lenin'in mongolit peygamber çehresi, nasıl birdenbire tasavvuru imkansız bir Makyavel'e değişti. Nasıl bir polis romanı entrikası oldu.

Stalin kendi çehresinin ve resimlerdeki bakışının sözünü nasıl tuttu?...

Dünyayı cennet yapacak bir ideal namına, bir gün kendisine çevrilmek ihtimali olan silahı bütün insanlığa nasıl çevirdi. Açıkça harbi teşvik ediyor; olması imkanını hazırlıyor.

450
onun hassalarıyla (özgülük, özellik) duyduğunu...

452
mücerret: yalın, soyut

454
Gaiple konuşurdu. Duvara yüzünü döndürür, orada tıpkı telefonla konuşuyormuş gibi mevcut olmayanla, kendi ruhunun sakatlığıyla konuşurdu.

467
fecir: tan kızıllığı

468
Bilir misin neye benziyorsun? Botticelli'nin meleklerine... Hani o Passion'da İsa'ya üç çiviyi verene...

470
istihza: gizli veya ince alay
.
.
.




100 Soruda Türkiye'de Roman ve Toplumsal Değişme

Fethi Naci

Gerçek Yayınevi, 1981 İstanbul


70
(Soru 15: Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur'da, "Doğu-Batı bileşimi" adı altında yapmaya çalıştığı şey nedir)

Tanpınar'ın roman kişileri aydınlar, eski konaklardan, yalılardan kalan döküntüler; büyük şehrin yalnızlığı içinde yaşayan insan tekleridir; halkla en küçük bir ilişkileri yoktur. Halktan kişiler, romana, Mümtaz'ı sandalla gezdirmek için girebilirler ancak. Mümtaz'ın gözünde halk "Hayatlarını hiçbir zaman öğrenemeyeceği insanlardı". Bunun için, onları tanımak yerine onlara gönlünce biçimler vermeyi yeğler…

Huzur'da, Cumhuriyet aydınları, yaşama koşullarının değiştirilmesi yolunda Cumhuriyet döneminin uğradığı başarısızlıklar karşısında, bu başarısızlıkların nedenlerini tartışıyorlar, bir çıkış yolu arıyorlar.

71
(İhsan) "Tabii şekilde ihtilal, halkın veya hayatın, devleti geride bırakmasıyle olur. Bizde ise hayat ve halk, yani asıl kütle, devlete yetişmek mecburiyetinde."

Görülüyor ki İhsan toplumun bağımsız bireyleri olarak bakıyor insana. Su nelerden meydana gelir? Oksijen ve hidrojenden. Toplum? İnsanlardan. Budur İhsan'ın topluma ve insana bakışı. Bunun için insanlar arasında sadece "hayat standardı" farkı görüyor.

Tanpınar'ın Doğu-Batı bileşimi adı altında yapmaya çalıştığı şey, geçmişimizi toptan yadsıyan küçük burjuva bürokrat görüşü ile geçmişin kültürünü tanımış ve sevmiş, "kökü mazide olan atî (gelecek)" (Yahya Kemal) olmak isteyen aydının görüşünü uzlaştırmaya çalışmak gibi görünüyor ilk bakışta. Ama "uzlaştırmak" bile denemez buna; küçük burjuva bürokrat görüşünün özüne hiç dokunmadan, bu görüşün halkı yönetimin dışında bir "nesne" gibi gören anlayışını olduğu gibi alarak, sosyal sınıfların varlığını yadsıyan görüşünü olduğu gibi alarak, "devlet"i küçük burjuva bürokratıyla özdeşleştiren görüşünü olduğu gibi alarak, "mazi"yi bu görüşe bir pudra gibi, bir allım gibi sürmek, böylece bu görüşü (Türkiye gerçeklerini görebilmek ve doğru düşünebilmek için yanılgıları ve gerçek niteliği gösterilerek tarihin çöp kutusuna atılması gereken bu görüşü) daha sevimli hale getirme çabasına girişmek… Nesnel açıdan değerlendirince, Tanpınar'ın yaptığının bundan başka bir şey olmadığı görülüyor. Tanpınar, bir ekonomik kalkınma meselemiz olduğunu biliyor, ama ekonomik kalkınmanın sadece teknik - ekonomik bir mesele olmadığını, her şeyden önce bir siyasi iktidar meselesi olduğunu, bu iktidarın iç sosyal güçlerle ve dünya ile ilişkilerini anlamaktan çok uzak. Bunun için de, genellikle, meseleleri "baş aşağı" koyuyor; temeldeki bozuklukların yüzeydeki belirtilerine gene yüzeysel (daha doğrusu üst-yapısal) çözüm yolları arıyor. Ve bu çözüm yollarını da sadece sohbetler içinde arıyor; memleketin bunca meselesini tartışan aydınların en küçük bir eylem niyetleri yoktur. Mümtaz, "dünyayı ıslaha kalkmamayı" bir erdem olarak görür; böylesi insanlar "nefislerine sadık olarak yaşamanın sırrını bulmuşlar. Öbürleri (Yani dünyayı ıslaha kalkanlar) kendilerini aldatıyorlar gibi geliyor bana…" der.

72
Bir romanda bir mesele konmak isteniyorsa, bu meselenin doğru konması bile başlı başına önemli bir şeydir; çözüm yanlış olabilir, o başka mesele. Ama Tanpınar, meseleleri, çözmek bir yana, doğru da koyamıyor. Bunun için o sayfalar boyu tartışmalardan bizde kalan tel şey şu oluyor: Cumhuriyet aydınlarının Cumhuriyet döneminin başarısızlıkları karşısında soyut düşünce düzeyinde kalan tedirginlikleri, tepkileri, arayışları, "huzur"suzlukları… Ama bu tedirginliklerin, bu arayışların bir "kaçış"la iç içe olduğu da pek açık: Tarihe kaçış, musikiye kaçış, İstanbul'un güzelliklerine kaçış…

(Soru 16: Söz, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur'undan açılmışken, bu roman hakkında düşündüklerinizi burada açıklar mısınız?)

Huzur, Türkçede okuduğum en güzel aşk romanı.

76
Tanpınar, aşkı, çoğu romancının yaptığı gibi, günlük hayatın ayrıntılarından, çevreden soyutlayarak, sadece bir kadınla bir erkeğin bağımsız ilişkisi olarak anlatmaz. Aşk, Tanpınar'da soyutlanmış bir duygu değil, günlük yaşamanın bir parçasıdır.

77
Tanpınar'ın bu alabildiğine usta işi tespitlerini okurken hep sinemadaki "optik kaydırma"yı düşünüyorum; kalemiyle yapıyor Tanpınar bu işi: "Uzaktan gözle ayırt edilemeyecek bir varlık, bir durum, bir ayrıntı üzerine hızlı bir optik kaydırma bu varlık, durum ya da ayrıntıyı bir anda seyircinin gözü önüne serer ve çarpıcı bir etki yaratır." (Nijat Özön). Tanpınar bilincindedir yaptığı işin: "Ah, bu küçük teferruat… İki üç çizgi, birkaç konuşma parçası, işte size bütün bir hayat…" (SAE, s266)

79
Tanpınar'ın kendine özgü bir anlatımı, bir üslubu var. Bu kendine özgülük belki gereğinden de fazla belirgin; çünkü giderek roman diliyle çelişir duruma düşüyor. Romanda dil, okurla roman arasına girmemeli. Oysa Tanpınar'daki üslûp kaygısının sahnede "rol çalan" bir oyuncunun bir anlık beğenilme uğruna oyunun bütününe zarar vermesi gibi bir etkisi oluyor. Üslûp kaygısı, kişileri, olayları izlemeyi güçleştiriyor.

"Anları birleştirip düz ve yekpare zaman kurabildiğim için!" (s.217)

80
Bir de felsefe yapmak ya da büyük bir laf etmek merakı var Tanpınar'ın, felaket!

81
… Huzur'u okurken, Tanpınar'ı yazı yazarken değil de elinde kamera çalışırken düşündüm; dikkati özellikle "ayrıntı çekimi"ne yönelik bir sinemacı…



 



.
.
.
.