08 Ocak 2018

Giorgio Agamben

.
.


.
.
Giorgio Agamben

1942 Roma
1970 The Man without Content
           İçeriksiz Adam. (Çev. Kemal Atakay), Monokl Yayınları, 2019 İstanbul (1)
1977 Stanzas: Word and Phantasm in Western Culture / Stanze (Dörtlükler)
1978 Infancy and History: The Destruction of Experience
           Çocukluk ve Tarih: Deneyimin Yıkımı Üzerine Bir Deneme. (Çev. Betül Parlak), Kanat Kitabevi, 2010 İstanbul (2)
1982 Language and Death: The Place of Negativity
1985 Idea della prosa [İt.]. Idea of Prose
            Nesir Fikri. (Çev. Fırat Genç), Metis Yayınları, 2009 İstanbul (3)
1990 The Coming Community / La communita che viene
           Gelmekte Olan Ortaklık. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul (4)
1993 Potentialities [1999 - Collected Essays in Philosophy]
1995 Homo Sacer: Sovereign Power and Bare Life. Homo sacer, I
           Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat. (Çev. İsmail Türkmen), Ayrıntı Yayınları, 2001 İstanbul (5)
1996 Means Without End: Notes of Politics
1996 The End of the Poem: Studies in Poetics
1996 Mezzi sensa fine (Amaçsız Araçlar)
1998 Remnants of Auschwitz: The Witness and the Archive. Homo Sacer III
           Tanık ve Arşiv: Auschwitz'den Artakalanlar. (Çev. Ali İhsan Başgül), Dipnot Yayınları, 2017 Ankara (6)
2000 The Time that Remains: A Commentary on the Letter to the Romans
2002 The Open: Man and Animal
           Açıklık: İnsan ve Hayvan. (Çev. Meryem Mine Çilingiroğlu), Yapıkredi Yayınları, 2009 İstanbul (7)
2003 State of Exception [İstisna Hali/Olağanüstü Hal]. Homo Sacer II, 1
           Olağanüstü Hal. (Çev. Kemal Atakay). Varlık Yayınları, 2008 İstanbul (8)
           İstisna Hali. (Çev. Kemal Atakay). Otonom Yayıncılık 2006? İstanbul (8)
2005 Profanazioni [İt.]. Profanations
        Dünyevileştirmeler. (Çev. Betül Parlak). Monokl Yayınları, 2011 İstanbul (9)
2006 Che cos'è un dispositivo? What is an Apparatus? and Other Essays (2007 + L'amico [Dost], +
Che cos'è il contemporaneo? [Çağdaş Nedir? (Çıplaklıklar içerisinde yer alan yazı mı?)])
Dispozitif Nedir? / Dost. (Çev. Ekin Dedeoğlu), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul (10)
2007 “Nymphs" in Releasing the Image: From Literature to New Media
2007 The Kingdom and the Glory: For a Theological Genealogy of Economy and Government. Homo Sacer II, 4
2008 The Signature of All Things: On Method
           Şeylerin İşareti: Yöntem Üstüne. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul (11)
2008 The Sacrament of Language: An Archaeology of the Oath. Homo Sacer II, 3
           Yeminin Arkeolojisi: Dilin Kutsal Ayini. (Çev. Önder Özden), Nika Yayınevi, 2020 İstanbul (12)
2009 Nudities
           Çıplaklıklar. (Çev. Suna Kılıç), Alef Yayınevi, 2017 İstanbul (13)
2009 Angeli. Ebraismo Cristianesimo Islam [Angeli. Yahudilik Hıristiyanlık İslam?]
2010 The Church and the Kingdom
2010 The Unspeakable Girl: The Myth and Mystery of Kore
2011 The Highest Poverty: Monastic Rules and Forms-of-Life. Homo Sacer IV, 1
2012 Opus Dei: An Archeology of Duty. Homo Sacer II, 5 [Tanrı'nın İşi: Bir Arkeoloji Görevi(?)]
2013 Pilato e Gesú
2013 Il mistero del male: Benedetto XVI e la fine dei tempi [Kötülüğün gizemi: Benedikt XVI ve zamanın sonu(?)]
2013 Qu'est-ce que le commandement? [Emir Nedir?]
2013 'Leviathans Riddle'
2014 Il fuoco e il racconto [Ateş ve Hikâye]
2014 The Use of Bodies. Homo Sacer IV, 2
2015 L'avventura [Macera]
2015 Stasis: Civil War as a Political Paradigm. Homo Sacer II, 2
2015 Pulcinella ovvero Divertimento per li regazzi in quattro scene
2016 Che cos'è la filosofia? [Felsefe Nedir?]
2016 Che cos'è reale? La scomparsa di Majorana [Gerçek nedir? Majorana'nın Ortadan Kaybolması]

.
.

08 Ekim 2017

Claire Parnet - Gilles Deleuze ile söyleşi - A'dan Z'ye

.
.
.
.

.
.

Deleuze A'dan Z'ye

Claire Parnet
https://www.youtube.com/watch?v=Cy84iU76-ss
1988-89
[Gilles Deleuze’ün ölümü, 1995; filmin gösterimi, 1996]

“A”
Animal [Hayvan]

Bir hayvanda beni etkileyen şey nedir? Beni etkileyen şey, evvela her hayvanın bir dünyaya sahip olması, bu çok merak uyandırıcı, çünkü öyle çok insan var ki, bir dünyası bile yok; bir dünyası olmayan bir sürü insan. Bunlar herkesin hayatını yaşar, yani herhangi birinin ve herhangi bir şeyin. Oysa hayvanlar, onların dünyaları var. Bir hayvan dünyası nedir? Bu bazen olağanüstü sınırlıdır, ki beni etkileyen şey de bu. Sonuç olarak, hayvanlar çok az şeye tepki gösterir...

Evet, hayvanın ilk özelliği hikayesinde, mesele gerçekten de spesifik, özel hayvan dünyalarının varlığıdır. Belki de bazen, bu dünyaların yoksulluğu, bu dünyaların indirgenmiş karakteri, beni bu kadar etkiliyor.

Parnet – Peki senin yaşam hayalin bu mu? Seni hayvanlara çeken şey bu mu?

Bir hayvan olmak için bir dünyaya sahip olmak yeterli değil. Beni asıl büyüleyen şey yeryurt meseleleri. ... Yeryurdu olan hayvanlar -kabul, yeryurdu olmayan hayvanlar da var- ama yeryurdu olan hayvanlar, işte bunlar hayret vericidir, çünkü yeryurt oluşturmak, benim için, neredeyse sanatın doğuşu gibi bir şey. Bir hayvanın yeryurdunu nasıl işaretlediğini herkes bilir, hayvanın kendi yeryurdunun sınırlarını belirlemesini sağlayan, anal salgı bezleri, idrar vs. hikayeleri anlatılır durur. Ama bununla bitmez: Bir yeryurt işaretlenirken işe bir dizi duruş da müdahil olur, örneğin, alçalmak/kendini yukarı kaldırmak; bir renk dizisi, babunlar mesela, babunların popolarının rengi, tüm bunları yeryurtların sınırlarında gösterirler. Renk, şarkı, duruş: Bunlar sanatın üç belirleyicisidir. Yani renk ve çizgiler -hayvan duruşları bazen gerçek çizgiler oluşturur, renk, çizgi, şarkı -saf haliyle sanat işte budur. Öyleyse yeryurtlarını terk ettiklerinde ya da buralara geri döndüklerinde, tüm bunlar mülkiyet ve sahiplik alanında gerçekleşiyor diye düşünüyorum. Mülkiyet ve sahiplik alanında gerçekleşmesi çok şaşırtıcı, yani Beckett veya Michaux gibi söylersek “benim mülklerim”. Yeryurt hayvanın mülklerini oluşturur ve burayı terk ettiklerinde bunları tehlikeye atarlar; eşlerini tanıyan hayvanlar var, onları ancak yeryurdun içinde tanıyabilirler. İşte mucize buna denir.

... ben yeryurt mefhumuyla ilgileniyorum ve şöyle diyorum, bir yeryurt, yeryurdu terketme hareketine istinaden tanımlanır. O yüzden, bunu ifade edebilmek için, “barbarca” gelebilecek bir kelimeye ihtiyacım var: ... “yersizyurtsuzlaşma” kavramı. ... O yüzden şöyle diyorum, felsefe için -hayvanlara geri dönmeden önce- felsefe için bu oldukça çarpıcıdır: ... yeryurttan çıkma vektörü olmayan bir yeryurt olmaz... Ve aynı zamanda başka bir yerde, başka bir şey üzerinde yeniden yerliyurtlulaşma çabası olmadan bir yeryurttan çıkmak, yani yersizyurtsuzlaşmak da olamaz. Tüm bunlar hayvanlarda işler, beni etkileyen şey de bu. Genel olarak etkileyici olansa tüm bir göstergeler alanıdır. Hayvanlar göstergeler yayar, durmaksızın göstergeler yayar, göstergeler üretirler. Yani çifte anlamıyla, göstergelere tepki verirler. Örneğin, bir örümcek, ağına değen her şeye, herhangi bir şeye tepki verir, göstergelere tepki verir ve göstergeler üretir. Örneğin, şu ünlü gösterge, bu bir kurt göstergesi mi, bir kurdun izi veya başka bir şey mi? İzleri tanımayı bilen insanlara büyük bir hayranlık duyuyorum. ... O noktada, işte onlar da hayvandır, hayvanla hayvani bir ilişkileri vardır.

Parnet: ... yazmak ve yazarla hayvan arasında bir bağlantı var mı?

Elbette. Eğer biri bana hayvan olmak ne demektir diye sorsa, ... Hayvan olmak tetikte olmaktır. Hayvan esasen tetikte olan varlıktır. [Yazar tetiktedir, filozof tetiktedir]

[Yazar, okurlarına yönelik, okurlarına doğru, okurlar 'için' yazar. Ama bu 'için' ne demektir?] ... yazarın okur olmayanlar için de yazdığını söylemek gerekir, yani onlara yönelik olarak değil de “onların yerine”. O yüzden, 'için' iki anlama gelir: onlara yönelik olarak ve onların yerine. [(Artaud, Faulkner, vb.) aptalların, okuma-yazma bilmeyenlerin, barbarların, hayvanların 'yerine' yazmak...] İnsan yazarken, özel bir meselenin peşinde değildir. Onlar gerçekten aptal ahmaklar; gerçekten, bu edebi sıradanlığın iğrençliği, her çağda ama özellikle son zamanlarda, insanları, bir roman yaratmak için mesela, kendine ait özel bir meseleye, küçük bir kişisel hikayeye sahip olmanın yeteceğine inandırıyor -kanserden ölen bir büyükanne, veya birinin özel aşk ilişkisi- ve işte bu kadar, bunun üzerine bir roman yazabilirsin artık. Böyle şeyler düşünmek utanç verici. Yazmak bir kimsenin özel meselesi değildir, aksine, insanın kendini evrensel bir meselenin içine atması anlamına gelir, roman olsun, felsefe olsun. Ne demek bu?

Parnet: ['yerine' yazmak konusu, Bin Yayla'da ifade ettiğin alıntıya götürüyor bizi. “Yazar büyücüdür, çünkü hayvanı kendisine karşı sorumlu olduğu tek nüfus olarak görür.” Hofmannstahl.]

Yazmak zorunlu olarak dili -ve dil sözdizimi olduğu için- sözdizimini belli bir sınıra kadar zorlamak demektir, çeşitli yollardan ifade edilebilecek bir sınır: Bu, dili sessizlikten ayıran sınır da olabilir veya dili müzikten ayıran sınır da olabilir, veya dili, şeyden ayıran sınır da olabilir, mesela ne? İnlemeden diyelim, acı dolu inlemeden... [İnsan ölmekte olan sıçan sürüsü için yazar. Çünkü söylenenin aksine, nasıl ölüneceğini bilen insanlar değil, hayvanlardır, ve insanlar öldüğünde, hayvanlar gibi ölürler.] [ölen küçük bir kedi gördüm, bir hayvanın nasıl öleceği bir köşe aradığını gördüm...] Ölümün de bir yeryurdu vardır, bir ölüm yeryurdu arayışı, ölünecek bir yer. Küçük kedinin kendini nasıl da daracık bir köşeye, bir açıya sıkıştırdığını gördük, sanki orası ölmesi için iyi bir noktaymış gibi.

O halde, bir anlamda, yazar gerçekten dili sınıra doğru zorlayan kişiyse, yani dili hayvanlıktan ayıran, dili ağlamaktan ayıran, dili şarkıdan ayıran sınıra doğru zorlayan kişiyse, o zaman evet, yazar ölen hayvanlara karşı sorumludur demeliyiz, yani, yazar ölen hayvanlara hesap verir, harfiyen '... için' yazmak değildir bu, köpeğim ya da kedim için yazmıyorum ama ölen hayvanların vs. 'yerine' yazmak, dili bu sınıra taşımaktır. Dili ve söz dizimini, insanı hayvandan ayıran bu sınıra taşımayan bir ebediyet yoktur... İnsan bu sınırda olmak zorundadır.

[Felsefe için de geçerlidir bu] İnsan düşünceyi düşünce olmayandan ayıran sınırdadır. Her zaman seni hayvanlıktan ayıran sınırda olmak zorundasın, ama bunu öyle bir biçimde yapmalısın ki artık ondan ayrı olmamalısın. İnsan bedenine ve insan zihnine özgü bir insan dışılık vardır, hayvanla kurulan hayvani ilişkiler vardır...

“B”
“Boire” [İçki içmek]
23:36

...
...

“C”
“Culture”
35:27   kültür

[Kültürlü insanlar karşısında dehşete kapılıyorum. Her şeyi biliyorlar, her şey hakkında konuşabiliyorlar. Bu tiksindirici bir şey. Ne entelektüel ne de kültürlü bir olmadığımı söylediğimde, aslında çok basit bir şeyden, “rezerv bilgi”ye sahip olmadığımdan bahsediyorum.] ... herhangi bir rezervim, tedarikim, hazırlık kabilinden bilgilerim yok benim. Öğrendiğim her şeyi, belli bir iş için öğreniyorum, iş bittiğinde hemen unutuyorum, böylece on yıl sonra -ki bu bana büyük zevk veriyor- aynı konuya yakın ... bir şeyle ilgilenmem gerekirse, tekrar sıfırdan başlamam gerekiyor... [Tabi kalbimde taşıdığım Spinoza üzerine bilgiler hariç] [Kültür bir dolu konuşmaktan ibaret. Konuşmak kirli, oysa yazmak temiz. Konuşmak kirli, çünkü ayartıcı olabilmek demek bu. Entelektüeller seyahat falan etmiyorlar, onların seyahat dediği şey şaka gibi. Yaptıkları, konuşmaya gitmek için oradan oraya dolaşmak. Konuştukları bir yerden kalkıp, konuşacakları bir başka yere gidiyorlar. Konuşmalara dayanamıyorum] [Sergilere, sinemaya kültürlü olmak için değil, tetikte olmak için gidiyorum. Kültüre değil, karşılaşmalara inanıyorum, bu faaliyetlerimi tetikte olmaya yaptığım bir yatırımın parçası olarak görüyorum] [Karşılaşmaların insanlarla olduğuna inanılıyor, oysa bu korkunç bir şey. Çünkü karşılaşmalar insanlarla değil, şeylerle olur. Bir esim, bir müzik, vb.] [Tabi karşılaşma olacağı kesin değildir. Biri bir şey yaptığında, bu aslında ondan çıkıp gitmekle de ilgilidir, felsefenin içinde kalmak, bize ondan nasıl çıkılacağını da verir. Ben felsefeden felsefe yoluyla çıkmak istiyorum. Beni ilgilendiren asıl şey bu.] [Tiyatronun bizim çağımıza pek dokunduğunu hissetmiyorum] [Minelli veya Losey gibi sinemacılar]

Parnet: Kültürel olarak zengin ve yoksul dönemleri düşünelim. [Şu an ne durumdayız?]

[Yoksul bir dönem, ama endişe verici de değil.]
[beni daha çok rahatsız eden] yoksul dönemlerde yaşayan insanların küstahlığı veya cüreti.

Parajanov (bir film)

[Yakınlarda bir filme gittim: Komiser] Film çok. Çok iyiydi, daha iyisi olamazdı... mükemmel. Ama bir tür dehşetle veya bir tür acımayla fark ettik ki bu film Rusların savaştan önce çektiği filmlere benziyor. ... O zamana ait her şey vardı, özellikle paralel montaj... Sanki savaştan bu yana hiçbir şey olmamış gibi. ... film kesinlikle iyi, ama tam da aynı nedenden dolayı, ... o kadar iyi değilse, nedeni yine buydu. Bu gerçekten de işinde son derece soyutlanmış olan birinin elinden çıkmış bir filmdi, o kadar ki 20 yıl önce çekilen filmler gibi film çekmiş. ... Arada olup bitenlerden hiç haberi olmamış yani... çünkü bir çölde büyümüş. Bu korkunç. Bir çölü geçmek...  bir çölde çalışmak ... o kadar kötü bir şey değil. Korkunç olan, bu çölün içine doğmak, onun içinde büyümek. ... Yalnızlık hakkında bir intibanız olmalı.

Yoksul dönemlerde olan budur. Şeyler ortadan kaybolduğunda, ... kimse bunu fark etmez. Bir şey kaybolduğunda, kimse eksikliğini çekmez. Stalin dönemi Rus edebiyatının [Rus resminin] kaybolmasına yol açtı ve ... Rusların çoğunluğu bunu fark etmedi.

Bugünün yeni Beckett'leri, mevcut yayıncılık sistemi yüzünden yayımlanmıyorsa, kimse “onun gerçekten eksikliğini çekiyoruz!” falan diyemez.

Birisi bir beyanat vermiş, şimdiye kadar duyduğum en küstah beyanat. Yayıncılık alanndan biri şunu söyleme cüretini göstermiş: “En başta Proust'u yayımlamayı reddeden Gallimard'ın yaptığı hatayı bir daha yapma riski kalmadı artık, çünkü bugün bunun için gereken bütün araçlara sahibiz...”

Parnet: Beyin avcıları...

Sanki ellerinde bir Geiger sayacı var da [yeni Beckettleri, Proustları tespit edebileceğiz! Kaldı ki yeni bir Beckett'ın karşımıza nasıl çıkacağını bile bilmiyoruz.]

Bugünün krizini üç şeye bağlıyorum. Bir çöl dönemi şöyle tanımlanabilir: Öncelikle gazeteciler kitap formunu ele geçirmiş durumda. ... ama gazeteciler bir kitaba giriştiklerinde, başka bir yazma formuna geçtiklerine inanırlardı. ... Gazeteci olarak gazeteci, kitap formunu ele geçirdi, yani bir gazete yazısından farklı olmayan bir kitap yazmayı gayet normal buluyor, o kadar basit yani. Bu da hiç iyi bir şey değil. İkinci sebepse, şöyle genel bir fikrin egemen olması: Herkes yazabilir çünkü yazmak, bireyin küçük özel meselesi haline geldi. Mesela aile arşivlerine dayanarak, yazılı arşivlere veya kafanın içindeki arşivlere dayanarak. Herkesin bir aşk hikayesi var, herkesin hasta bir büyükkannesi var, herkesin korkunç koşullarda can çekişen bir annesi var. Öyleyse bu konuda ben de bir roman yazabilirim, diyorlar. Bu kesinlikle roman değil, gerçekten değil.
Üçüncü sebep de şu: biliyorsun, gerçek müşteriler değişti. Demek istediğim, kimdir televizyon müşterileri? Dinleyenler insanlar değil, daha ziyade reklamcılar, gerçek müşteriler onlar.

1.2

Parnet: O zaman üçüncü sebep ne?

Dediğim gibi, gerçek müşteriler reklamcılardır. Ve artık şöyle bir şey yok, demiştim ya, yayıncılıkta, editörlerin gerçek müşterilerinin potansiyel okuyucular değil de, dağıtımcılar olması tehlikesi var. Dağıtımcılar, editörlerin gerçek müşterileri haline gelirse ne olur? Dağıtımcıları ilgilendiren şey, hızlı geri dönüştür, bu da kitle tüketim ürünleriyle sonuçlanır, çok satanlar sisteminde hızlı geri dönüş vs. Söylemesi güç ama, bu tüm edebiyatın, Beckett tarzındaki tüm yaratıcı edebiyatın, bu sistem tarafından doğal olarak ezileceği anlamına gelir.

Parnet: Şimdilerde olan da bu zaten, toplumun ihtiyaçlarına göre önceden şekillendiriliyorlar.

Evet, kuraklık dönemi işte bununla tanımlanır. ... [durum o kadar da kötü değil tabi, korsan hareketler hep olacak] Ruslar edebiyatlarını kaybettiler, ama onu bir şekilde geri kazanmayı başaracaklar. ... yoksul dönemleri zengin dönemler izliyor.


“D”
“Desire” [Arzu]
3:30

Parnet: [Seni sözlüklerde arzunun filozofu olarak tanımlıyorlar. Arzu nedir?

[Anti-Odipus kitabında çok basit bir çıkış noktamız vardı. Arzu hakkında o güne kadar çok soyut konuşuldu. Biz bu kitapta arzuyu somut bir biçimde ele almak istedik.] Çünkü, arzunun nesnesi olduğu varsayılan bir nesne çekip çıkardınız. Böylece artık şöyle denilebilirdi: Bir kadını arzuluyorum, bir yolculuğa çıkmayı arzuluyorum, bunu arzuluyorum, şunu arzuluyorum. Biz ise gerçekten çok ama çok basit bir şey diyorduk: Birini ya da bir şeyi asla arzulamazsınız. Her zaman bir yığışımı arzularsınız. Hiç de karışık değil. ... Sorumuz şuydu: Arzunun var olması ve öğelerin arzulanabilir olması için, bu öğeler arasındaki ilişkilerin doğası o zaman ne olmalı? Demeye çalıştığım, ben bir kadını arzuluyorum, ... [Proust bunu çok güzel açıklamıştı]. Bir kadını arzulamıyorum, bu kadında kuşatılmış olan manzarayı da arzuluyorum, öyle bir manzara ki gerekirse -ne bileyim- hissettiğim bir manzara. Onu kuşatan manzarayı kat kat açmadıkça, mutlu olamayacağım, yani arzuma ulaşamamış olacağım, arzum doyurulmadan kalacak. ... Bir kadın “bir elbise istiyorum” ... dediğinde ... O bütün bağlamıyla onu arzular; bizzat kendisinin örgütleyeceği, kendi yaşamına dair bir bağlamla. Sadece manzarayla değil, aynı zamanda arkadaşlarıyla, arkadaş olmadıklarıyla, kendi mesleğiyle birlikte arzular. Bir şeyi asla kendi başına arzulamam. Bir yığışımı da arzulamam, bir yığışımın içinden arzularım. [Bir içki içmeyi arzuluyorum, dediğimde] ... bir asamblaj içerisinde akmayan -tam anlamıyla akışı kastediyorum- arzu yoktur. Öyle ki arzu benim için her zaman -arzuya karşılık gelebilecek soyut bir terim arıyorum- her zaman kostrüktivizm olmuştur. Arzulamak bir asamblaj inşa etmektir: bir etek yığışımı, bir güneş ışını yığışımı, ... bir manzara, bir renk. Arzu bir asamblaj kurmaktır, bir bölge inşa etmek, gerçekten bir araya toplamak. ... Yani bunların hepsi, fiziki fenomenlerle alakalıdır. Bir olayın meydana gelebilmesi için, bir potansiyel farkı zorunludur, potansiyel farkının olabilmesi için de iki düzeye ihtiyaç vardır. ... Her birimiz zamanımızı inşa ederek geçiririz... psikanalistler arzudan gerçekten de rahiplerin bahsettiği gibi bahsediyorlar... Bunu da hadım edilmeye yakılan o büyük ağıtın kisvesi altında yapıyorlar; hadım edilme, ilk günahtan bile beterdir. Hadım edilme... arzunun üzerindeki, aşırı korkutucu, bir nevi büyük bir lanet.

Anti-Ödipusta ne yapmaya çalıştık? Psikanalize doğrudan karşıt olan üç temel nokta vardı...: 1) Bilinçdışının bir tiyatro olmadığına, Hamlet ve Ödipus'un sahnelerini sonsuzca oynadığı bir yer olmadığına inanıyoruz. Bilinçdışı bir tiyatro değil, bir fabrikadır, üretimdir. Bilinçdışı orada üretir, durmaksızın üretir... 2) sabuklama... sabuklama arzuyla çok yakından ilişkilidir. Arzulamak, bir ölçüde sabuklamak anlamına gelir. Sabuklamanın neresinden bakarsanız bakın, onun psikanalistlerin ona yapıştırdıkları şeyin tam tersi olduğunu görürsünüz, yani baba ya da anneyle ilgili sabuklamayız. Bunun yerine tamamen farklı bir şey için sabuklarız: Tüm dünya hakkında sabuklarız. Tarih, coğrafya, kabileler, çöller, insanlar, iklimler, vb. ... Sabuklamanın dünyası şudur. “Ben bir hayvanım, bir zenci” der Rimbaud. Yani: Benim kabilelerim nerede, nasıl düzenlendiler, çölde nasıl hayatta kalıyorlar vs. Çöl sabuklama coğrafi-politiktir; psikanalistler ise onu her zaman ailevi belirleyenlere bağladılar, “Anti-Ödipus”tan onca yıl sonra bile, psikanalistlerin sabuklamadan hiçbir şey anlamadıklarını düşünüyorum. Herkes, o küçük ailesini değil, dünyayı sabuklar. ... Edebiyatın birisinin küçük özel meselesi olmadığını söylediğimde de aynı şeyi söylüyorum aslında... 3) Arzu her zaman kendisini kurar, ... daima çeşitli öğeleri oyuna dahil eder; psikanaliz ise bizi her zaman tek bir etmene, bazen babaya, bazen anneye, bazen fallusa vs. Çokluğu görmezden gelir.

Uzun bir işbirliğinden sonra Freud'dan kopan Jung'un sevdiği bir metninde çok hoşuma giden bir olay vardır. Jung Freud'a rüyasında ölü kemiklerinin toplandığı bir yer gördüğünü anlatıyor ve Freud gerçekten de hiçbir şey anlamıyor. Jung'a ikide bir “kemik gördüysen, bu birinin ölümü anlamına gelir” diyor. Fakan Jung ona anlatmaktan asla vazgeçmiyor: “Kemik demedim, ölü kemiklerinin toplandığı yeri gördüm” dedim. Freud bunu anlamıyor. Kemiklerin toplandığı yerle kemik arasındaki farkı yakalayamıyor. Şöyle ki: Bir kemik yığını yüzlerce, binlerce, on binlerce kemik demektir... Çokluk budur işte, asamblaj budur... Bir kemik yığını içinde yürüyorum... Bu ne anlama gelir? Arzu nereden “geçer”? Bir asamblajda, daima kolektif türden bir konstrüktivizm vardır vs., arzu budur. Bu binlerce kafatası, binlerce kemiğin arasında benim arzum nereden “geçmektedir?” Sürü içinde benim arzum nereden “geçmektedir?” Sürü içinde konumum nedir? Sürünün dışında mıyım, yanında mı, içinde mi, merkezinde mi? Tüm bunlar arzu fenomenleridir. Arzu budur.

Parnet: Bu kolektif asamblaj tam da... “Anti-Ödipus”. 1972'de yazılan bir kitap olduğundan, kolektif asamblaj Mayıs 68'in ardından tam da uygun bir anda ortaya çıktı, yani bir tür yansımaydı...

Deleuze: Kesinlikle.

Parnet: ... belli bir dönemin yansımasıydı, ve kendi küçük meselesini sürdüren psikanalize karşıydı.

Deleuze: Sadece şöyle denilebilir: Sabuklama ırkları ve kabileleri sabuklar, halkları, tarihi, coğrafyayı sabuklar. Bana göre tüm bunlar Mayıs 68'le örtüşüyor. Bence, [Mayıs 68] ailevi sabuklamaların pis, boğucu atmosferine biraz temiz hava getirme çabasıydı. İnsanlar sabuklamanın tam da bu olduğunu açıkça gördüler... Eğer sabuklayacaksam, bu çocukluğumla, benim küçük özel meselemle alakalı olamaz. “Sabukluyoruz”... Sabuklama kozmiktir. Dünyanın amaçları hakkında, parçacıklar, elektronlar hakkında “sabuklanır”. Kesinlikle anne baba hakkında değil.

Parnet: Evet, doğrusu bu kolektif arzu asamblajıyla ilgili bazı yanlış anlamalar olduğunu hatırlıyorum... 1970'lerde, Vincennes'de üniversitede, bu “arzu”yu pratiğe geçirmek isteyip de, sanki gerçekten pek de anlamamışlar gibi, topluca karasevdalara düşen insanlar vardı. Yani demek istediğim ya da daha doğrusu tam da Nincennes'de bir sürü “deli” olduğu için... Psikanalizle savaşmaya şizoanalizden başladığın için, herkes deli olmanın, şizo olmanın iyi bir şey olduğunu düşünüyordu... Bu yüzden öğrenciler arasında inanılmaz şeylere şahit olduk. Bana arzuyla ilgili bu yanlış anlamalar hakkında bazı komik hikayeler, belki de o kadar da komik olmayan hikayeler anlatmanı istesem.

Deleuze: Sanırım yanlış anlamaları daha soyut olarak ele alabilirim. Yanlış anlamalar genellikle iki noktayla, az çok aynı kapıya çıkan iki durumla ilintiliydi. Bazı insanlar arzunun bir kendiliğindenlik biçimi olduğunu düşündüler. Dolayısıyla o binbir türlü “kendiliğindenlik” hareketleri ortaya çıktı; ve diğerleri arzuyu bir parti yapma vesilesi olarak gördü. Bizim için her ikisi de değildi, ama bunun pek önemi yoktu, çünkü asamblajlar oluşturdu, hatta deliler de, deliler, deliler... O kadar çoktular ki, her türlüsü vardı. O sırada Vincennes'de olup bitenlerin parçasıydılar onlar da. Fakat delilerin kendi disiplinleri, kendi yordamları vardı... kendi konuşmalarını, kendi müdahalelerini yapıyorlardı. Onlar da bir asamblaja girdiler, kendi asamblajlarını inşa ettiler. Asamblaj içinde çok başarılıydılar. Delilerde bir tür hinlik, kavrayış ve genel olarak iyi niyet vardı. Ama teori düzeyine gelirsek, pratik olarak bunlar kurulan ve ardından dağılan asamblajlardı. Teorik olarak, yanlış anlama şunun gibi bir şeydi: Tamam, arzu kendiliğindenliktir, bu yüzden onlara kendiliğindenciler dendi; ya da parti yapmaktı, oysa bu demek değildi.

Arzu felsefesi denen şey aslında insanlara sadece şunu söylüyordu: Gidip psikanalize girme, asla yorumlama, asamblajları deneyimle/deneyle, sana uygun olan asamblajları ara ve ortaya çıkar, herkesin aramasına izin ver... O halde asamblaj nedir? Benim için bir asamblaj -Félix için değil, o başka türlü düşünüyordu belki de... bilmiyorum- benim için, şöyle diyebilirim, bir asamblajın dört bileşeni vardı... Bu çok çok kabaca böyledir tabii, kendimi bağlamıyorum, belki de altı tanedir... 1) Asmblaj “şey durumları”nı kasteder, böylece her birimiz kendimize uygun olan “şey durmu”nu bulabiliriz. Daha önce içmekle ilgili konuşurken örneğin, bu kafeyi seviyorum, şu kafeyi sevmiyorum, belli bir kafedeki insanları seviyorum vs. demiştik. İşte bu bir “şey durumu”dur. 2) Asamblajın başka bir boyutu ise, “les énoncés”, yani sözce türleridir, her insanın bir üslubu, bir konuşma tarzı vardır. Dolayısıyla, o iki şey arasındadır. Örneğin, kafede arkadaşlar vardır ve herkesin arkadaşlarıyla belli bir konuşma tarzı vardır, her kafenin de kendi tarzı vardı -kafe diyorum ama bu diğer her şey için de geçerlidir. Yani dolayısıyla asamblaj “şey durumları”nı kapsar ve sonra sözceleri, sözceleme tarzlarını... Bu gerçekten ilginçtir... Tarih bundan üretilir. Yeni bir sözce türü ortaya çıktığında, örneğin Rus devriminde, Leninst türden sözceler ne zaman, nasıl, hangi biçimde ortaya çıktı? Mayıs 68'de, 68 sözcelerinin ilk biçimleri ne zaman görüldü? Bu çok karmaşıktır. Her durumda, her asamblaj sözcelem tarzlarına işaret eder. 3) Asamblaj, yeryurda işaret eder, her birimiz bir yeryurt seçer ya da yaratırız. Bir odada sadece yürürken bile bir yeryurt seçeriz. Tanımadığım bir odaya girerim, odanın içinde kendimi en iyi hissedeceğim noktayı, yeryurdu ararım. 4) Ve sonra yersiyurtsuzlaşma dememiz gereken süreçler vardır, yani yeryurdu terk edişlerimiz.

Bir asamblajın bu dört boyutu, şey durumlarını, sözcelemleri, yeryurtları, yersiyurtsuzlaşma hareketlerini kapsadığını söyleyebilirim. Arzu bu [bileşenler] içinde akar.

O zaman... deliler...

Parnet: “Anti-Öidipus”u bir şekilde fazlasıyla motomot okuyup uyuşturucu kullanan insanlar yüzünden, kendinizi sorumlu hissediyor musunuz? Çünkü demek istediğim, bu bir sorun değil, bu genç insanları aptalca şeyler yapmaya kışkırtmak gibi bir şey değil.

Deleuze: Birisi için bazı şeyler kötü gittiğinde, elbette daima sorumluluk hissederiz...

Parnet: “Anti-Ödipus”un ne gibi etkileri oldu?

Deleuze: ... ve her zaman bir şeylerin iyi gitmesi için bir şeyler yapmaya çalıştım. Ne olursa olsun, ve bundan onur duyuyorum- Bu gibi meselelerde asla kurnazlık yapmaya çalışmadığıma inanıyorum. Bir öğrenciye asla, hadi git, git ve kafayı bul demedim, bunun üstesinden gelmelerine yardımcı olmak için elimden geleni yapmaya çalıştım. Çünkü en hafif bir şeyin bile aniden bir insanı devirebileceğinin ve onu pelteye çevirebileceğinin kesinlikle farkındayım. İçiyorlarsa, peki tamam... Kimseyi asla suçlayamam... Ne yaparlarsa yapsınlar, hiç suçlamak istemem... Bir insanın uyuşturucu almasına katlanabilirim, ama bir insanın, ne bileyim, vahşiye dönecek kadar uyuşturucu almasına katlanamam, demek istediğim bu.

[Anti-Ödipus'un etkisi, pelteye dönmeyi önlemek oldu] ... şizofreninin başlangıç aşamalarında olan birinin, baskıcı bir hastaneye atılıvereceği bir duruma gelmesini [önlemek], hepsi bu..

[Anti-Ödipus kitabının amacı şuydu:] Lime lime edilmiş bir paçavraya dönüşmeyin. Şizofrenik süreci baskıcı hastane sürecinin karşısına koymaktan hiç vazgeçmedik ve bize göre Terör, bir “hastane yaratığı” üretmekten kaynaklanıyordu.

[Anti-Ödipus kitabını bugün de değerli kılan, bilinçdışı kavramına sahip hala tek kitap oluşu.] 1) Bilinçdışının çocukları, 2) Dünya sabuklaması olarak sabuklama, yani aile sabuklaması değil, kozmik sabuklama, ırkların sabuklaması, kabilelerin sabuklaması, bunlar iyidir, ve 3) bir makine ve bir fabrika olarak bilinçdışı, bir tiyatro olarak değil.


“E”
“Enfance”   [Çocukluk]
30:58

Çocukluğumdan çok az anım var, çünkü bellek bana göre geçmişi hatırlamaktansa reddetmesi gereken bir yetidir. Bellek, onu reddetmek için birçok anı gerekir. Bunun nedeni tam da belleğin bir arşiv olmamasıdır. Şöyle bir şey hatırlıyorum...

Gerçekten de yazma işinin, kişinin bireysel durumuyla hiç ilgisi olmadığını düşünüyorum. Bu kişinin bütün ruhunu buna katmadığı anlamına gelmez. Edebiyat ve yazmak, yaşamla derinden bağlantılıdır. Ama yaşam, kişisel olandan öte bir şeydir. Kişinin hayatıyla, yazarın kişisel hayatıyla ilgili bir şeyi edebiyata sokan her şey, doğası gereği talihsizdir, doğası gereği acıklıdır, çünkü bu kişiyi görmekten alıkoyar, onu engeller. O küçük özel meselesine başvurmasına neden olur. ... Nasıl insanların kuşattığı hayvan-oluşlar varsa çocuk-oluşlar da vardır. Yazmanın her zaman bir şey-oluş demek olduğuna inanıyorum, sadece yazmak için yazılmamasının sebebi de budur. İnsanın, yaşama ait bir şey içinden geçtiği için, bu şey her ne ise, onun için yazdığını düşünüyorum. ... İnsan hayat için yazar, bu budur. Ve o insan bir şey haline gelir. Yazmak oluştur; bir yazar haricinde, istediği her ne ise o haline gelmektir ve bir arşiv oluşturmak haricinde istediği her şeyi yapmaktır. Arşive saygı duysam da yaptığımız şeyde bir sorun yok. Arşiv yaratıyoruz ama bunun sadece başka bir şeyle ilgisi olduğu için anlamı var. Bir arşiv yaratmak için sebep varsa, bunun nedeni, başka bir şeyle ilgisi olmasıdır.

[Deleuze, bir şairin şiirinden alıntı yapıyor:] “Şanslı kuşaklarda, epik şiir altı uyaklı dizelerle ve vakayinamelerde söylenirken benim için bir boşluk işareti var, benimle yüzyıl arasında bir uçurum uzanıyor, mırıldanan zamanla doldurulmuş bir hendek.

Ailem ne söylemek isterdi? Bilmiyorum. Doğumdan beri geveliyor, yine de söyleyecekleri var. Bu anadan doğma geveleme bana ağır geliyor ve benim kuşağımdakilerin çoğuna da. Bize konuşmak değil kekelemek öğretildi ve sadece yüzyılın kabaran gürültüsünü dinleyerek ve dalgasının çıkardığı köpükle aklanıp paklanarak bir dil edindik.”

[Bu şiirin benim için anlamı] … yazmanın hayata tanık olmak, hayata tanıklık etmek olduğu anlamına geliyor. Daha önce de ölen hayvanlar için konuştuğumuz anlamda. Dildeki kekelemedir bu. Çocukluğu çağırarak edebiyat yapmak, edebiyatı o küçük özel meselenin içine sokmaktır. Bu tamamen iğrençtir. K-mart edebiyatı, Pazar edebiyatı çok satanları, hepsi boktandır. Dili, bu kekelediği noktaya kadar itmezseniz -hiç kolay değildir bu, kekelemek yeterli değildir, bı bı bı, falan… O noktaya erişemezseniz, o zaman Edebiyatta, dilin bir sınıra doğru zorlanmasıyla, nasıl bizzat dilin ve yazarın bir hayvan-oluşu söz konusu oluyorsa, belki bir çocuk-oluş da vardır, ama bu artık onun çocukluğu değildir. Evet, çocuk olur ama bu kendisinin ya da başkasının değil dünyanın çocukluğudur, bir dünyanın çocukluğudur. Bu yüzden çocukluğuyla ilgilenen yazarların canı cehenneme, böyle devam edebilir, ne ala, hak ettikleri edebiyatı üretirler.

Çocukluğuyla ilgilenmeyen biri varsa, bu kesinlikle Proust’tur, örneğin… Güzel, o zaman, yazarın görevi gidip aile arşivlerini kazmak değildir, bir kimsenin çocukluğu kimse için ilginç değildir, kimse ilgilenmez. … Bizim görevimiz yazmak yoluyla çocuk olmaktır, dünyanın çocukluğuna ulaşmaktır, dünyanın çocukluğunu yeniden tesis etmektir. Edebiyatın görevi budur.

Yazmak oluştur, ama ne yazar olmak ne de kendi kendinin hatırat yazarı olmaktır. Bir roman yazacaksam bunun nedeni aşk hikayemin olması değildir, böyle şeyler düşünmek adiliktir. Bu sadece vasat değil, adicedir. [İnsan kendi çocukluğu üzerine bir yazı yazsa bile, buradan bir dünya dili çıkarmak zorundadır, dilin kendi üzerinde çoğalmasını sağlaması gerekiyor.]

“Bir zamanlar olduğum çocuğun hiçbir önemi yok. “Ama ben sadece olduğum o çocuk da değilim, diğerlerinin arasında bir çocuk, diğerleri gibi bir çocuktum” demek gerekir. Ben herhangi olan o çocuk fikrinde, ilginç bir şeyler bulmuşumdur hep, yoksa “ben o özel çocuktum” fikrinde değil… … Her zaman şunu savundum, yani insanların belgisiz sıfatın önemini anlayamadıklarını. … ben, ben, ben… belgisiz sıfat son derece zengindir.

Parnet: Bu çokluktur, buna döneceğiz.


“F”
Fidélité [Sadakat] [xDost?]
1:07:27

Sadakat diye bir şey yok. [Dosluk sadakatten farklı bir şey] Birinin dostu olmak, bir algı meselesidir. … aynı fikirlere sahip olmak demek değildir. Ama biriyle ortak bir yanı olmak ne demektir? Kendinizi anlatmanız gerekmeksizin birbirinizi anlarsınız. [Ortak konularda anlaşmaktan bahsetmiyorum, fikirler ortak olmayabilir ama ortak bir dil ya da bir dil-öncesi ilişkisinden söz ediyorum. Fikirleriniz, konularınız ortak değil, ama anlıyorsunuz.] [Bir jest, bir alçakgönüllülük, anlamlı olmasa bile sahip olduğu bir düşünce,…] Tüm yaşama, onun dirimsel köklerine kadar uzanan cazibe türleri işte bunlardır ve birisi bir başkasıyla böyle dost olur.

Her birimiz için sözceler vardır, o sözceyi duyduğunuzda, “ne diyor bu allahaşkına” “nasıl boş laflar bunlar?” dersiniz. Geri alınamayacak sözceler vardır. Oysa cazibe, tersine, öyle bir cazibesi olan, öyle bir zarafeti olan önemsiz sözceler vardır ki, hemen şöyle dersiniz, “Bu insan, benim” -tam benlik anlamında, benim-. Ve benim de tam onluk olabilmeyi ummam anlamında. Buradan dostluk doğar. Bu yüzden ortada bir algı meselesi vardır. [Sürekli göstergeler yayan, göstergeler çözen ikili anlaşmalar…] Yani böyle olunca, tek kelime etmeden biriyle saatler geçirebilirsiniz. Ya da tamamen anlamsız şeyler söyleyerek.

… filozof bir bilge değildir, … bilgeliğin dostu, bir dost’tur. Yunan olgusu özgür insanların rekabetidir. [Bu yüzden bu kadar münakaşacıdırlar]


2.1


“G”
“Gaouche” [Sol]
01:46

FKP Fransız Komünist Partisi. [Partiye girmedim, çünkü çok çalışkandım ve toplantıları sevmiyordum. Çok yetenekli arkadaşlarım vardı ve vakitlerini tezlerine verseler partiye daha yararlı olacaklardı. Oysa onlar zamanlarını Stocholm Bildirisi için imza kampanyasıyla geçiriyorlardı.] [Stalin'in daha yeni keşfettikleri o canavarlıkları...] [Tüm devrimler hazin bir sonuçla bitti. Ama sorun bir devrimin başarısı ya da başarısızlığı değil, insanın devrimcileşmekten asla vazgeçmeyişidir.] [Güney Afrikalılar, Filistinliler bir devrimci-oluşa yakalanmışlardır.] Tiranlık koşullarında, zulüm koşullarında insanların işi etkin olarak devrimci-oluşlara girmektir çünkü yapacak başka hiçbir şey yoktur.

[“İnsan hakları” tamamen soyut, bomboş bir şeydir.] Arzu bir nesne inşa edip bunu arzuluyorum demek değildir. Örneğin, özgürlüğü arzulamayız. Boştur bu. Daha ziyade şunu arzularız... kendimizi durumlar içinde buluruz. [Örneğin Ermenistanla ilgili durum] Sovyet Cumhuriyeti anklavı içinde başka bir anklav. ... Ama Ermenilerin katli ortada. Sonra Ermeniler bir deprem yaşıyor] İnsanlar “insan hakları” dediklerinde bu entelektüel bir söylemdir sadece. [Ermenilerin sorunu “insan hakları” değil ki. Asamblaj dediğimi işte bu. Yani arzu daima asamblajlarda gelir. Tüm bunların içinde bu anklav nedir? -Anklav   bir ülkenin başka bir ülke tarafından kuşatılmış toprağı-  Yeryurt meselesidir işte bu, insan hakları değil, yeryurdun düzenlenmesi ile ilgilidir. [Ermeniler her yönden kuşatılmış. Peki ne yapacaklar? Bu bir insan hakları ya da adaletle ilgili bir mesele değil, daha ziyade içtihatla ilgili bir meseledir. Bu durumların soyut haklarla hiç ilgisi yoktur. Bunlar menfur vakalardır. İnsanların maruz kaldığı menfur şeylerin hepsi bir vakadır. Ermeni sorunu olağanüstü karmaşık bir içtihat probleminin çok tipik bir örneğidir.] Özgürlük adına harekete geçmek, devrimcileşmek, adalet sistemine gelindiğinde, içtihatla hareket etmek demektir. Hukukun icadı işte tam bu demektir. ... mesele insan haklarını uygulamak değil, yeni içtihat biçimleri icat edebilmektir ki böyle bir vaka bir daha mümkün olmasın. İşte bu tamamen farklı bir şeydir. [İçtihadın ne olduğuna bir örnek vermek gerekirse...] İnsanlar eskiden takside sigara içerdi. [“insan hakları” yoktur, sadece yaşam hakları vardır ve yaşam kendini vaka vaka açar] [Bir adam taksiciye dava açıyor ve kazanıyor -bugün olsa bu böyle olmaz tabi. Taksici hangi gerekçeyle kaybetmişti? Birisi bir taksiye bindiğinde onu kiralıyor demektir. Kiracı statüsü: kiracı kiraladığı meskende sigara içme hakkına sahiptir. Ama on yıl sonra bir daire gibi kiralanan taksi durumu yok artık, gerekçe taksinin bir kamusal hizmet biçimini alması.] ... işte özgürlük için savaşmak, gerçekten de içtihada girmektir. [insan hakları felsefi açıdan tamamen boş bir meseledir] Solda olmak bence bu demektir, hukuk yaratmaktır, hukuku yaratmak.

68 oluşun çıkagelmesidir. ... 68 saf haldeki gerçekti. Bir anda başımıza gelen gerçekti. İnsanlar bunu anlamadılar, “Bu da nesi?” dediler. Gerçek insanlar, gerçeklikleri içindeki insanlar. Bu müthiş bir şeydi. ... Bir oluştu bu. Bir kere, oluşlar kötü de olabilir, tarihçilerin onu anlayamamış olması zaten neredeyse zorunluydu. Tarih ve oluş arasındaki farka öylesine inanıyorum ki... 68, devrim geleceği olmayan bir devrimci-oluştu. ... Saf oluş fenomenleri insanları her yanlarından sarmıştı, hayvan-oluşlar, çocuk-oluşlar, erkekler için kadın-oluşlar, kadınlar için erkek-oluşlar. ... Her durumda, Mayıs 68 oluşun çıkagelmesidir.

Bence solcu hükümet diye bir şey yoktur, ... hükümetler arasında hiçbir fark yoktur demek anlamına gelmez bu. Umabileceğimiz en iyi şey, bir hükümetin soldan olan belli taleplere ve hak iddialarına olumlu yaklaşmasıdır. Ama solda olan bir hükümet yoktur, çünkü solda olmanın hükümetlerle hiç ilgisi yoktur. [Solcu olmanın anlamı nedir? Bu bir algı meselesidir: Solda olmamak ne anlama gelir? Çin çok uzaktır, öyleyse Avrupa için ne yapabiliriz denir.] Solda olmak ise bunun tam tersidir: O algılamaktır... [Japonların böyle algıladıkları söylenir. Onlar önce dünyayı algılarlar, sonra kıtaları, sonra ülkeleri ve en son beni] Bu bir algı fenomenidir, ufku algılamaktır. Solcu gibi algılarlar.] Bu bir ahlak meselesi değil, bizzat algı meselesidir. [Öyleyse kenarlardan başlıyoruz. Bunların çözülmesi gereken sorunlar olduğunu bilmek, bir anlamda savunmak ve düşünmek. Solda olmak, gerçekten de düzenlemeler bulmaktır, dünya çapında asamblajlar bulmaktır.] Solda olmak Üçüncü Dünya sorunlarının bize mahallelerimizdeki sorunlardan daha yakın olduğunu bilmektir. İkincisi, solda olmak doğası itibariyle [şu] olmaktır ya da daha ziyade bir oluştur, -bir oluşlar sorunudur-, azınlık-oluşu hiç bırakmamak demektir. Yani sol asla sol olarak çoğunluk değildir. Çoğunluk daima [bir şeyi] önvarsayar. ... çoğunluk daima bir standardı önvarsayar. Batı'da her çoğunluğun önvarsaydığı standart şudur: 1) erkek 2) yetişkin 3) heteroseksüel, 4) şehirde yaşayan... [Dolayısıyla çoğunluk bu standartlardan oluşan yığışımı kim ya da ne oluşturuyorsa o yığışıma yönelir.] ... bir çoğunluk, nihayetinde, aslında hiç kimse değildir, boş bir standarttır. İnsanların çoğu kendilerini bu standart içinde tanırlar, ama kendi içinde bu standardın içi boştur.

... kadınlar, kadın verili değildir, doğaları gereği kadın değildirler. Kadınların bir kadın-oluşları vardır, dolayısıyla kadınların bir kadın-oluşu varsa, erkeklerin de kadın-oluşu olacaktır. ... Çocukların kendi çocuk-oluşları vardır. Doğaları gereği çocuk değildirler. Tüm bu oluşlar, işte azınlıklar bunlardır.

Parnet: Yani erkeklerin erkek-oluşu olamaz, çok talihsiz!

Hayır, bu çoğunlukçu bir standarttır, heteroseksüel, yetişkin, erkek. Onun oluşu yoktur. Bir kadın haline gelebilir ve sonra azınlıkçı süreçlere girer. Sol, azınlıkçı oluş süreçlerinin yığışımıdır. Yani epey birebir anlamıyla şöyle diyebilirim: Çoğunluk hiç kimsedir, azınlık herkestir. [Azınlığın herkes olduğunu bilmek, solda olmak budur.]


“H”
[Felsefe Tarihi]
27:14

Bir beden ne yapabilir? - Spinoza

Filozof temaşa eden ya da hatta düşünümleyen biri değildir.  Filozof yaratandır ve çok özel bir şey yaratır: kavramlar... [Örneğin Platon'un 'idea' dediği şey...] ... başka bir şey olmayan şeydir, yani ancak ne ise o olan.. [şimdi bu oldukça soyut görünüyor, oysa daha önce değilim gibi soyut olmamalı.] Sadece ne ise o olan bir şey; işte bu soyuttur. ... Yalnızca anne olan bir anne düşünelim... [onun aynı zamanda bir eş, başka bir annenin kızı olduğunu unutalım] ... kendisi de başka bir annenin kızı olmayan bir anne... işte “anne İdeası” dememiz gereken şey budur. ... [İşte Platon'un yarattığı bir kavram olarak İdea budur] saf olarak şeyin ideası... İdeayı tanımlayan, saflıktır. [Ama bu hala soyut kalıyor, neden?]

Bugün bu kavram yaratımı fikri medya ve reklamcılık tarafından ele geçirildi; bilgisayarlarla kavramlar yaratabileceğinizi söylüyorlar, “iletişim” için felsefenin bütün bir dilini çalarak, “yaratıcı” olmak ve kavramlar yaratmak” gerektiğini söylüyorlar.

58:37    hata (17. yy) X yanılsama (18. yy) X aptallıktan kaçınmak (19.yy) ... [bunları toplumsal olaylara bağlayabiliriz, ama aslında problemlerin kuruluşu olarak da görebiliriz] [Felsefede doğru ile yanlışı aramanın -daha çok bir anlam meselesidir-, hakikati aramanın bir faydası yoktur]

... tüm aşkınlığı reddeden filozoflar: Spinoza, Nietzsche. Onlar içkinliğin yazarlarıdır.

[Felix'le aradığımız şey bilinçdışının içkin olan boyutuydu. Psikanaliz tam anlamıyla aşkın kavramlarla, yasa, baba, anne, vb. uğraşırken...]


“İ”
[İdée]
1:10:10

Yaratmak bir fikre sahip olmaktır. [Her faaliyette vardır bu. Ama binde bir olan bir şeydir, her gün başımıza gelmez.] Felsefede fikir kavramlar biçiminde oluşur. [Yönetmen Minelli'nin yarattığı bütün eserlerde bana sanki kendine şunu soran biri var gibi geliyor: “İnsanların rüya görmesi tam olarak ne anlama gelir?”, sadece Minelli'ye ait olan bir soru: “Bir başkasının rüyasının içine düşmek ne demektir?”]

Bence sanatçı algılamlar yaratan kişidir. [Neden algılama değil de şu tuhaf algılam kavramını kullanıyoruz?] Tam da algılamların, algılar olmamasından ötürü... Bir edebiyatçı... ne ister? Bence onun istediği; kendilerini yaşayanlardan daha uzun yaşayan algıların ve duyumların bir yığışımını kurabilmektir. İşte bir algılam tamı tamına budur: kendilerini yaşayanlardan daha uzun yaşayan algıların ve duyumların bir yığışımı. [Tolstoy'un Çehov'un bir ressamın bile tasvir edemeyeceği bazı tasvirler...] Yani duyumsamaların, görsel duyumsamaların, işitsel ve hatta neredeyse tat almaya ilişkin duyumsamaların, ağza giren bir şeyin duyumsanmasının, tüm bunların karmaşık bir ağı... İşte bu karmaşık duyumsamalar ağına, onları yaşayan kişiden radikal bir bağımsızlık kazandırmayı deneyelim... Peki ama bunu yaşayan kişi ölüp gittikten sonra ya da başka bir şey yapmaya geçtiğinde ne olur? Bu duyumsamalar ağı neye dönüşür? [Buna sanat yanıt verir] Bu karmaşık duyumsamalar ağına bir süre ya da bir sonsuzluk vermektir bu, ki artık bu duyumsamalar, biri tarafından yaşanmış şeyler gibi anlaşılmaz, ya da en fazla, romandaki bir karakter, kurgusal bir karakter tarafından yaşanmış şeyler olarak anlaşılır. Kurgusalı meydana getiren şey tam da budur. [Bir ressamsa algılamlara tutarlılık verir] Ressam algılamı algının içinden çekip çıkarır.

Duygulam [affect]... Tabii ki duygulamsız algılamlar yoktur, ama duygulamlar şuna benzemez.. Algılamı, duyumların ve algıların onları yaşayanlardan bağımsızlaşan bir yığışımı olarak tanımlamaya çalışmıştım. Duygulamlar ise bence oluşlardır, kendilerini yaşayanlardan taşan oluşlar. Kendilerini yaşayanların kuvvetini aşan oluşlar. İşte duygulam budur. Hatta neredeyse şöyle diyebilirim, müzik duygulamın büyük yaratıcısı değil midir?

Spinoza, Nietzsche “görmemizi” sağlar. Onlar ayrıca önümüze olağanüstü duygulamlar yağdırırlar. ... müzik bazen renklerin “görünmesine” neden olur.

“J”
[Neşe]
1:25:05

Neşe ve keder... 

Bir eyleme gücünü doldurmaktan ibaret olan her şeyin neşe olduğunu söylemektir bu aslında. Onu doldurduğunuzda, eyleme güçlerinizden birini gerçekleştirdiğinizde neşe duyarsınız. ... Fakat 1güç” sözcüğü ikirciklidir. Keder, doğru ya da yanlış, muktedir olduğuma inandığım bir eyleme gücünden koparıldığımda ortaya çıkar. Bunu yapabilirdim, ama koşullar izin vermedi veya yasaklandı vesaire...

1:41:38


“K”
“Kant”
1:44:55

Pek çok dönüm noktasına baktığımızda Kant’ı görürüz. Kant, bir şeyi başlatır, o zamana kadar felsefede hiç ileri sürülmemiş bir şeyi ve sonra onu sınırlarına kadar zorlar. … Kant’tan önce, 18.yy’da soruşturmacı olarak sunulan yeni bir filozof tipi vardır, soruşturma, insanın anlama yetisinin soruşturulması, şunun soruşturulması, bunun soruşturulması. [Bu eğilimin son temsilcisi Leibniz] … Kant’ın icat etmiş olduğu kavramlar arasında, … aklın mahkemesi kavramının eleştirel yönteminden ayrılamayacağını düşünüyorum. … Artık Tanrı’ya ihtiyacı olmayan bir yargı sistemi, … akla dayanan bir yargı sistemi. [Beni yazarlarda etkileyen şey belli bir probleme yakınlıklarıdır.] … bu yakınlık nasıl bir şeydir? Belli bir problem kişinin kaderi olabilir [Çünkü bu öylesine ilgilenilmiş bir problem değildir]. Kendime gelince, yargı sisteminden kurtulmaya ve onun yerine başka bir şeyi geçirmeye yarayacak araçları arayıp bulmayı hedefleyen kavramlarla ilişkili olduğumu hissediyorum. … yargı sisteminin işini bitirmek… [Spinoza, Nietzsche, D.H.Lawrence, Artaud, vb].

Kant’a kadar zaman hareketten türetiliyordu, harekete göre ikincildi. Hareketin sayısı ya da ölçüsü olduğu düşünülüyordu. Kant bir kavram yaratır, çünkü tabiiyet ilişkisini tersine çevirir. Kant’la birlikte, artık hareket zamana bağlı hale gelir. Bir anda zamanın doğası değişir, döngüsel olmaktan çıkar. Çünkü zaman harekete tabi olduğunda, … nihayetinde en büyük hareket periyodik olan harekettir, gök cisimlerinin periyodik hareketidir, dolayısıyla hareket döngüseldir. Tersine zaman hareketten kurtarıldığında ve hareket zamana bağlı hale geldiğinde ise, zaman düz bir çizgi haline gelir. … Borges döngüsel bir labirentten daha korkunç olabilecek tek şeyin, düz çizgi şeklindeki bir labirent olduğunu söyler. Bu harikuladedir, ama zamanı menteşesinden çıkaran aslen Kant’tır. [Ve hayatının sonuna doğru Kant son kitabını yazar: “Yargı Gücünün Eleştirisi”]. Kant, yetilerin [anlama yetisi, imgelem, bilgi, ahlak] birbirleriyle düzensiz ilişkileri olması gerektiği, birbiriyle çarpıştığı ve sonra yeniden uyumlulaştığı düşüncesine varır. Ama ne olursa olsun yetilerin bir savaşı vardır ve burada artık hiçbir standart yoktur, bunlar artık bir mahkemeye tabi değildirler. Yetilerin uyumsuzluğa girdiği, uyumsuz uyumlara girdiği Yüce kavramını atar ortaya. [uyumsuz uyumlar, düz çizgide başka bir şey olmayan labirent…] Demek istediğim, tüm bir modern felsefe bu noktadan akmaya başlar, artık harekete bağlı olan zaman değildir, tersine hareket zamana bağlıdır. … Ayrıca yetilerin uyumsuz uyumuyla birlikte Yüce kavramının bütünü, bütün bunlar beni muazzam derecede etkilemiştir. Bunun üstüne bina edilen tüm o diğer şeylerse beni ilgilendirmiyor, ama bunu yargılamıyorum, işini bitirmek istediğim şey zaten yargı sistemi, ama bunu da yargılama pozisyonuna geçmeden yapmak.
[alışkanlık kelimenin tam manasıyla temaşa etmek demektir… Kan o yürüyüşlerinde neyi temaşa etmekteydi, asıl bunun üzerinde durmak gerekir.]

“L”
“Littérature” [Edebiyat]
1:58:24

Kavram işlevini yerine getirirken aynı sırada şeyleri görmemizi sağlar, yani algılamlara bağlanmış haldedir ve aniden bu algılamların bir romanda belirdiğini görürsünüz. Bunlar, algılamlardan kavramlara akan algısal iletişimlerdir. Üstelik burada da, hem felsefe hem edebiyat için geçerli olan üslupla ilgili problemler söz konusudur.

2.2

“M”
“Maladie” [Hastalık]
8:03

Dünyada insanların iyi yaşamayı sevmek [bon vivant] dedikleri şeyden daha sefil bir şey düşünemiyorum, bu sefillik. Tersine, büyük yaşayanlar [grands vivants] çok zayıf bünyeli insanlardır. … Hastalık bir tür yaşam görüşünü veya kavrayışını keskinleştirir.

20:16






.
.
.
.

28 Ağustos 2017

Giorgio Agamben - Çıplaklıklar

.
.









.
.

Türkçe’de Giorgio Agamben

 

1970 İçeriksiz Adam. (Çev. Kemal Atakay), Monokl Yayınları, 2019 İstanbul

1978 Çocukluk ve Tarih: Deneyimin Yıkımı Üzerine Bir Deneme. (Çev. Betül Parlak), Kanat Kitabevi, 2010 İstanbul

1985 Nesir Fikri. (Çev. Fırat Genç), Metis Yayınları, 2009 İstanbul

1990 Gelmekte Olan Ortaklık. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul

1995 Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat. (Çev. İsmail Türkmen), Ayrıntı Yayınları, 2001 İstanbul

1998 Tanık ve Arşiv: Auschwitz'den Artakalanlar. (Çev. Ali İhsan Başgül), Dipnot Yayınları, 2017 Ankara

2002 Açıklık: İnsan ve Hayvan. (Çev. Meryem Mine Çilingiroğlu), Yapıkredi Yayınları, 2009 İstanbul

2003 Olağanüstü Hal. (Çev. Kemal Atakay). Varlık Yayınları, 2008 İstanbul

2005 Dünyevileştirmeler. (Çev. Betül Parlak). Monokl Yayınları, 2011 İstanbul

2006 Dispozitif Nedir? / Dost. (Çev. Ekin Dedeoğlu), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul

2008 Şeylerin İşareti: Yöntem Üstüne. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul

2008 Yeminin Arkeolojisi: Dilin Kutsal Ayini. (Çev. Önder Özden), Nika Yayınevi, 2020 İstanbul

2009 Çıplaklıklar. (Çev. Suna Kılıç), Alef Yayınevi, 2017 İstanbul





Çıplaklıklar

 

Giorgio Agamben

 

(Çev. Suna Kılıç), Alef Yayınevi, 2017 İstanbul

 

 

                İçindekiler

                1. Yaratım ve Kurtarma                                                                                 7

                2. Çağdaş Nedir?                                                                                             17

                3. K.                                                                                                                     29

                4. Hayaletler Arasında Yaşamanın Yararları ve Sakıncaları            51

                5. Yapmayabileceğimiz Şey Üzerine                                                         57

                6. Kişisiz Kimlik                                                                                              61

                7. Çıplaklık                                                                                                        71

                8. Yüce Beden                                                                                                   111

                9. Bir Öküzün Açlığı: Şabat, Bayram ve İşlemezlik...                         125

                10. Dünya Tarihinin Son Bölümü                                                              137

 

 

 

1. Yaratım ve Kurtarma

 

8

Hıristiyanlıkta olduğu gibi Yahudilikte de yorumbilgisi peygamberliğin yerini almıştır, peygamberin işi ancak yorum şeklinde uygulanabilir.

 

Doğal olarak peygamber Batı kültüründe tamamen yok olmamıştır. Çeşitli kılıklarda ölçülü bir biçimde işini yapmayı sürdürüyor... ... Aby Warburg, Nietzsche ile Jakob Burckhardt’ı nebinin iki zıt türü olarak sınıflandırmıştı; ilkinin yüzü geleceğe ikincininki geçmişe dönüktü. Benzer bir biçimde Michel Foucault Collegé de France’daki 1 Şubat 1984 tarihli dersinde antik dünyada hakikati dile getiren dört figürü birbirinden ayırıyordu: peygamber, bilge, uzman ve doğruyu söylen (parrhesiast). Bir sonraki dersinde onların soyundan gelenlerin izini modern felsefe tarihinde sürmeye devam etti.

 

... İslami geleneğin, peygamber figürünü ve işlevini Tanrı’nın iki işine ya da eylemine sıkıca bağlaması manidardır. Bu öğretiye göre Tanrı’da iki farklı iş ya da praksis (sünnet) vardır: yaratma işi ve kurtarma işi (ya da Emir). Peygamberler ikincisinde yer alır; uhrevi kurtuluş için aracılık işlevi görürler. Melekler birincisinde yer alır; yaratma işini temsil ederler (parolası İblis’tir -başlangıçta krallığın emanet edildiği ama Adem’e tapmayı reddeden melek). “Tanrı’nın” diye yazıyor Şehristani* “iki iş ya da praksisi vardır: biri yaratımıyla ilgilidir, diğeri Emriyle. Emir işini yerine getirmek için peygamberler, yaratma işinde ise melekler aracı olarak hizmet ederler. Ve Emir yaratımdan daha önce olduğundan Emrin aracısı (yani peygamber) yaratımın aracısından daha yücedir.”

 

*Şehristanî ya da tam adıyla Ebü’l-Feth Tâcüddîn Muhammed b. Abdülkerîm b. Ahmed eş-Şehristânî (d. 1086(?) - ö. 1153) Ortaçağ İslam dünyasının meşhur dinler tarihçisi. Çeşitli hocalardan Arap dili ve edebiyatı, mantık, matematik öğrendi. Kuşeyri'den fıkıh, Nişaburi'den tefsir ve kelam, Medainî'den hadis okudu. wikipedia

 

9

İslami gelenekte kurtarmanın sıralamada yaratımdan önde olması, takip eder gibi görünenin aslında önce olması çok önemlidir.

 

10

Kökenleri ne olursa olsun yaratma ve kurtarma işinin tanrısal eylemin iki kutbunu oluşturması elbette İslam’a özgü değildir. Şayet Tanrı'nın, insanların belirleyici sorunlarını düşündükleri yer olduğu doğruysa, o halde bunlar insani eylemin de iki kutbunu oluşturur.

 

... iki iş farklıdır, hatta birbirinin zıddıdır, bununla birlikte birbirlerinden ayrılamazlar. Kim iş görüyor ve üretiyorsa o aynı zamanda yarattığını kurtarmalı ve özgürlüğe kavuşturmalıdır. Yapmak yetmez, yapılanı kurtarmayı bilmek de gerekir. Hatta, kurtarma görevi yaratma görevinden önce gelir, yapmanın ve üretmenin yegâne meşruluğu yapılmış ve üretilmiş olanı kurtarma becerisidir neredeyse.

 

11

[Şehristani] “Ve şu hayrete şayandır: ruhsal varlıklar [melekler] doğrudan Emir’den gelseler dahi yaratımın aracıları oldular, yaratılmış cismani varlıklar [peygamberler] ise Emir’in aracıları oldular.” Burada, hayret verici olan, yaratılmış olanın kefaretinin yaratıcıya (ya da doğrudan yaratıcı güçten gelen meleklere) değil de bir yaratılana emanet edilmiş olmasıdır.

 

Modern çağ kültüründe felsefe ve eleştiri peygamberin kurtarma işini miras edindi (önceleri kutsal alanda tefsire emanet edilmişti bu). Şiir, teknoloji ve sanat meleklere özgü yaratma işinin mirasçılarıdır. Ancak dini geleneğin sekülerleşmesi sürecinde bu disiplinler kendilerini son derece içsel bir şekilde birbirini bağlayan ilişkiye dair hafızanın tamamını peyderpey yitirdiler. İlişkilerini belirler gibi görünen karmaşık ve neredeyse şizofrenik mizaç buradan gelmektedir. Bir zamanlar şair şiirini anlatmayı bilirdi (“Şiiri nesire açmak” diyordu Dante), eleştirmen de şairdi. Şimdi yaratma işini yitirmiş olan eleştirmen onu yargılıyor gibi yaparak öcünü alıyor; artık kendi eserini korumayı bilmeyen şair, kendini meleğin uçarılığına gözü kapalı teslim ederek bedel ödüyor. Aslında bu iki kişi (özerk ve birbirinden bağımsız görünürler) aynı tanrısal gücün iki çehresidir; ve en azından peygamberle ilgili olduklarında tek bir varlıkta toplanırlar.

 

12

... işin statüsünü, yine yaratım ile yeteneğin değil, deha ile kurtarmanın attığı imzanın sonucu belirler. Bu imza üsluptur. ... peygamberin işinde üslup, yaratımın -tam da kurtarılma sırasında- kurtarmanın üzerine attığı imzadır; yaratımın kendi kefaretine direnirken, bütünüyle karanlıkta ve bütünüyle yaratılmış varlık olarak kalmanın ve bu yolla mahiyetini düşünceye sunmanın yollarını ararken kazandığı saydamsızlık ve neredeyse cüretkârlıktır.

 

13

Yaratımla herhangi bir şekilde asli bir ilişkide olmayan bir eleştiri ya da felsefe eseri avare dolaşmaya mahkûmdur, aynı şekilde bir şiir ya da sanat eseri içinde eleştiri ihtiyacı barındırmıyorsa unutulmaya mahkûmdur. Ama bugün, iki farklı özneye ayrılmış iki ilahi sünnet can havliyle bir buluşma noktası arıyor, yitirmiş oldukları birliği yeniden bulabilecekleri bir kayıtsızlık eşiği... Bunu da, yine amansızca ayrılmış kalacak olan rollerini değiş tokuş ederek yapıyorlar. ... Günümüzde felsefe hastanesi kapılarını kapatmıştır. “Sağaltıcı” [curator] haline gelen eleştirmenler, sanatçıların bıraktıkları yaratma işini taklit etmek üzere pervasızca onların yerini alıyor, ve bu sırada iş görmez hale gelen sanatkârlar da kurtarılacak herhangi bir işin olmadığı bir kefaret işine kendilerini şevkle adıyor. Her iki durumda da yaratım ile kurtarma birbirinin üzerine inatçı, tutkulu çatışmalarının imzasını çakamıyor. İmzasız ve bölünmüş bir halde, biri bir diğerini bir aynanın karşısına oturtuyor. Ve oradan yansıyan görüntüde kendilerini tanıyamıyorlar.

 

... potansiyelin eylemden önce gelmesi ve onu aşması gibi, kefaret işi de yaratma işinin önündedir.

 

14

... sanat ve ustalık eserleri de, uzun ve sabırlı bir emeğin meyveleri de er ya da geç yok olmaya mahkûmdur.

 

İslami geleneğe göre İblis -gözü yaratma işinden başka bir şeyi görmeyen melek- işte bu hatırlanamayacak kütle için, kaybedilmeye mahkûm, biçimsiz ve bitimsiz kaos için durmaksızın yanıp yakınmaktadır. Yakınır, çünkü kaybedilenin Tanrı’ya ait olduğunu, yaratımın bütün işi unutulduğunda, bütün işaretler ve sözler okunamaz hale geldiğinde sadece kurtarma işinin silinemez bir iz bırakacağını bilmez.

 

 

2. Çağdaş Nedir?

 

17

Bu seminerin [Venedik UIAV, Facolta di Design e Arti’de 2006-2007 kuramsal felsefe dersinin ilk dersini içermektedir.] girişine şu soruyu yazmak isterim: “Kiminle ve neyle çağdaşız? Ve, her şeyden önce, çağdaş olmak ne demektir?”

 

“Çağdaş olan erken (vakitsiz) olandır.” Roland Barthes

 

18

... Nietzsche [Vakitsiz Düşünceler - Türkçe çevirilerinde “Çağa Aykırı Düşünceler” tercih edilmiş] şimdiki zamana göre “güncellik” iddiasını, “çağdaşlık”ını bir irtibatsızlığa ve bir uyuşmazlığa yerleştiriyor. Kendi zamanıyla mükemmelen çakışmayan, çağın taleplerine de uymayan ve bu yüzden, bu anlamda, güncel olmayan kişi gerçekte kendi zamanına aittir, ve gerçekte çağdaştır; fakat bilhassa bu yüzden, bilhassa bu irtibatsızlık ve bu anakronizm aracılığıyla, o diğerlerinden çok daha fazla kendi zamanını görebilme ve kavrayabilme yeteneğine sahiptir.

 

19

O halde çağdaşlık kişinin, bağlı ve aynı anda mesafeli olduğu kendi zamanıyla tekil ilişkisidir. ... bu öyle bir ilişkidir ki zamana bir ayrılma ve anakronizm aracılığıyla bağlanır. Dönemleriyle fazlaca çakışan, onunla mükemmelen her noktada buluşan kimseler çağdaş değildir; çünkü tam da bu yüzden onu görmeyi başaramazlar, bakışlarını onun üzerinde tutmayı beceremezler.

 

21

... çağdaş olan bakışını zamanının üzerine, ışığını değil ama karanlığını seçebilmek için kenetleyen kişidir. ... Peki ama “bir loşluk görmek,” “karanlığı seçebilmek” ne demektir?

 

Görme nörofizyolojisi bize bir ilk cevap sunuyor. Işıksız bir ortamda bulunduğumuzda ya da gözlerimizi kapattığımızda ne olur? Baktığımız sırada gördüğümüz karanlık nedir? Nörofizyologların söylediğine göre ışığın yokluğu retinada, off-cells denen bir dizi periferik hücrenin üzerindeki engeli kaldırır. Bu hücreler etkin hale getirildiğinde karanlık adını verdiğimiz o özel görüntü türünü üretir. Karanlık, bu yüzden, küçültücü bir kavram, basitçe ışık yokluğu, görüntü yokluğu gibi bir şey değildir, aksine o hücrelerin faaliyetinin sonucudur, retinamızın bir ürünüdür. O halde şimdi çağdaşlığın karanlığı hakkındaki tezimize dönecek olursak, söz konusu karanlığı seçmek bir atalet [durağanlık] ya da edilginlik hali değildir. Aksine özel bir faaliyeti ve beceriyi ifade eder. Bizim örneğimizde bu beceri çağın loşluğunu, onun ışıklarından ayrılamayan kendine has karanlığını yakalamak için ondan yayılan ışıkları etkisizleştirmek anlamına gelir.

 

22

Geceleri göğe baktığımızda, etrafı kesif bir karanlıkla çevrili, pırıl pırıl parlayan yıldızları görürüz. Evrende sonsuz sayıda galaksi ve ışıklı cisim olduğundan gökyüzünde gördüğümüz karanlık, bilim adamlarına göre, açıklanmaya muhtaçtır. ... [çağdaş astrofiziğin yaptığı açıklama:] Genişleme halindeki evrende çok uzak galaksiler bizden öylesine büyük bir hızla uzaklaşır ki ışıkları bize ulaşamaz. Bizim göğün karanlığı olarak algıladığımız şey işte bize doğru büyük bir hızla ilerleyen ama yine de ulaşamayan bu ışıktır, çünkü çıktıkları galaksiler ışığın hızından daha büyük bir hızla uzaklaşırlar.

 

Şimdinin karanlığında bize ulaşmaya çabalayıp ulaşamayan bu ışığı algılamak çağdaş olmak demektir.  ... Bir başka deyişle, insanın ister istemez kaçıracağı bir randevuya vaktinde gitmesi gibidir.

 

23

Çağdaşlıkta söz konusu randevunun basitçe kronolojik zamanda yer almadığını anlamak önemlidir: bu randevu kronolojik zaman içerisinde işlerken onu acele ettirir, zorlar ve dönüştürür. Ve bu aciliyet vaktinden önce olma halidir; kendi zamanımızı, “çok geç” de olan bir “çok erken” biçiminde, “henüz olmayan” da olan bir “çoktan olmuş” biçiminde kavramamıza izin veren anakronizmdir. Ayrıca, şimdinin alacasında bize asla ulaşmaksızın daima bize doğru yol alan ışığı tanımamızı sağlar.

 

Çağdaşlık dediğimiz bu özel zaman deneyimine iyi bir örnek, modadır. Modayı tanımlayan şey onun zamanın içine özel bir süreksizlik sokmasıdır..

 

... modanın “şimdi”si, modanın varolduğu an, hiçbir kronometreyle tespit edilemez. Bu “şimdi” acaba stilistin giyimin yeni tarzını belirleyecek çizgiyi, ince ayrımı kafasında şekillendirdiği an mıdır? Yoksa bunu desinatöre, sonra da ilk örneği dikmesi için terziye anlattığı an mıdır? Ya da özellikle giysinin daima ve sadece modaya uygun olan yegâne kişiler, ve bununla birlikte, tam da bu yüzden öyle olmayan kişiler, yani mankenler tarafından giyilmiş olduğu defile anı mıdır? Bu yüzden son kertede, “tarzın” ya da “biçim”in moda olması mankenlerden -çehresiz bir tanrıya sunulan bu kurbanlardan- farklı, etten kemikten insanların onu moda diye kabul edip kıyafetlerinde o tarzı seçmelerine bağlıdır.

 

24

O halde modanın zamanı, temelde kendini bekler ve sonuçta hep çok geçtir de. Daima, “henüz değil” ile “artık değil” arasındaki ele avuca gelmez bir eşik biçimini alır. ... Her halü kârda, nedeni ne olursa olsun, modanın kairos'u kavranamaz: “şu anda modaya uyuyorum” cümlesi çelişiktir, çünkü özne bunu ifade ettiği anda zaten modası geçmiştir.

 

25

Çağdaşlık kendini şimdiye, onu her şeyden önce arkaik olarak göstererek nakşeder. Sadece en modern ve yakın olanda arkaik olanın belirtilerini ve işaretlerini gören kişi onun çağdaşı olabilir. Arkaik, Arkhē'ye, yani başlangıca yakın demektir. Fakat başlangıç sadece kronolojik bir zaman içinde konumlanmış olmakla kalmaz: tarihsel oluşla çağdaştır ve onun içerisinde işlemeye devam eder, embriyonun yetişkin bedenin dokularında, bebeğin yetişkinin ruhsal hayatında davranmayı sürdürmesi gibi.

 

Edebiyat ve sanat tarihçileri arkaik ile modern arasında gizli bir anlaşma olduğunu bilirler; bu, arkaik formların şimdide özel bir cazibesi olmasından değil, modernin anahtarının kadimde ve tarih öncesinde saklı olmasındadır.  Böylece antik dünya batarken kendini yeniden bulmak için başlangıcına döner: Zamanla kendini kaybeden avangard da ilkelin ve arkaiğin izini sürer. Bu anlamda, şimdiye giriş noktasının zorunlu olarak bir arkeoloji biçimini alması gerektiği söylenebilir; ancak bu, tarihsel bir geçmişe geri giden bir arkeoloji değil, şimdide kesinlikle yaşayamadığımız o parçaya geri dönen bir arkeolojidir. Bu nedenle, yaşanmadan kalan şey, durmaksızın başlangıca doğru çekilir, ama ona asla ulaşamaz. Şimdi, yaşanan her şeyin içindeki bu yaşanmayan unsurdur.

 

26

... “şimdinin zamanı” (ho nyn kairos)

 

27

[Bu metnin başarısı ya da başarısızlığı şuna bağlıdır:] ... sadece yüzyılımızın ve “şimdi”nin çağdaşı değil aynı zamanda onun, geçmişin belge ve metinlerindeki figürlerinin de çağdaşı olabilmemiz.

 

 

3. K.

 

29

Dava

[Roma hukuku, “K” -> Kalumniator, müfteri, asılsız suçlamada bulunan, kara çalan, iftira eden (kimse).] [kalumnia, asılsız suçlama] (Biri Josef K.ya iftira etmiş olmalıydı, çünkü, kötü bir şey yapmamış olmasına karşın bir sabah tutuklandı.”) Dava.

 

30

[Hapishane papazının katedralde yaptığı uzun konuşmada:] “Mahkeme senden hiçbir şey istemez. Geldiğin takdirde seni kabul eder ve gittiğin zaman da seni bırakır.” Yani: “Mahkeme seni suçlamaz, sadece kendi aleyhine yaptığın suçlamaları toparlar.”

 

31

Her insan kendi aleyhine bir iftira davası açmaya çalışır. Kafka'nın [Dava'sında] hareket noktası budur.

 

Davalı kendine iftira attığında, masum olduğunu pekâlâ bilir ama iftira atmakla suç işlediğini, damgalanmayı hak ettiğini de bir o kadar iyi bilir. [Fakat neden her insan kendine iftira atar, kendini asılsız suçlar?]

 

32

Roma’da dava nominis delatio ile başlar[kovuşturma]: davacının buyruğu uyarınca itham edilen kişinin adını davalılar listesine kaydetme. Accusare (suçlamak) etimolojik olarak “davaya çağırmak” anlamına gelen causa’dan (dava) türemiştir. Causa, bir anlamda, en temel hukuk terimidir, çünkü bir şeyin hukuk alanına girdiğini adlandırır (tıpkı res sözcüğünün bir şeyin dil alanına girdiğini belirtmesi gibi). ... Causa ile res (Latince’de “şey, durum” demektir)... [bir davada sorun olan şeyi isimlendirirler; konu edilen şey, bahis konusu edilen şey]

 

[suçlama anı] [suç ya da ceza değil, itham] ... o [itham] olmadığında bütün hukuki yapı çöker: Varlığı hukuk alanına çağırmak. ... Varlık hukuk alanına çağrıldığında ya da “suçlandığında”, masumiyetini kaybeder cosa (şey) olur, yani causa (dava), bir mahkeme nesnesi olur.

 

33

... papaz, ortada bir cezanın olmadığını ama “bizzat davanın yavaş yavaş cezaya dönüşmekte olduğunu [söyler].

 

34

Josef K. ... [1] kendine iftira atar; ... [2] kendine iftira atarak kendiyle gizli anlaşma yapmıştır; ... [3] kendi ithamıyla dayanışma içinde değildir. 

 

... yasa, bizzat suç iddiasını suça dönüştürerek ve öz iftirayı kendi temeline yerleştirerek karşılık verir. Yani tam da ithamın asılsızlığını tanıdığı anda mahkûmiyeti ilan etmekle kalmaz, öz-iftiracının dalaveresini de kendi ebedi haklılığına dönüştürür.

 

36

[Proust] “Asla itiraf etmeyin”.

 

37

[İmparatorluk döneminde] “Hakikat arama”daki şevk, azim öyle büyüktü ki işkence günlerce sürebilirdi, en nihayet itiraf elde edilene kadar.

 

38

... Dava’nın yazımını yarım bırakıp 1914 Ekiminde birkaç gün içerisinde “Cezalılar Kolonisi” hikayesini yazması...

 

39

[“Cezalılar Kolonisi”] “Bunu ona bildirmek boşuna zahmettir,” diye açıklar subay, “çünkü nasılsa kendi bedeninde öğrenecek.”

 

İşkence sırasında sıkça olduğu gibi ölüm hakikatin elde edilmesinin bir yan etkisidir.

 

43

Roma’da kadastrocunun [Agrimensore, yerölçümcü] özel bir önemi vardı. ... Roma’da sınırın gerçekten öylesine kutsal bir özelliği vardı ki, sınırları silen kişi sacer oluyordu ve herhangi biri bu kişiyi öldürebilir, ceza da almazdı. ... bir finitor -sınırları belirleyen, tanıyan ve karar veren kişi- olduğu için, kadastrocuya “hukuk yaratıcısı” ... denmiştir.

 

44

Dik açıyla birleşen temel iki çizgi, kuzeyden güneye çizilmiş olan kardo ve doğudan batıya giden decumanus’tu.

 

[Roma, Hyginius] “... sınırlar dünyaya dayanılarak oluşturulur: decumanuslar aslında güneşin yolu izlenerek ve kardolar kutupların eksenine göre çizilir.”

 

46

16 Ocak 1922’de Şato’nun yazımı sırasında, Kafka günlüğüne, sınırlar konusunda bazı düşüncelerini not eder [Günlükler, s.588]. [Kafka bu notlarında o sırada yaşadığı ruhsal bir çöküntüden bahseder. Bu çöküntüyü iç ve dış dünyasıyla açıklar.] İçte oluşan vahşi gaddarlık, bir av [Kamuran Şipal ‘av’ kavramını ‘koşturma’ olarak çevirmeyi tercih etmiştir.] olarak tasvir edilmiştir. ... av imgesi yerini insanlar arasındaki sınır, insanların dışında ve üzerinde olan şey üzerine bir düşünceye bırakıyor:

 

Söz konusu koşturma insanlıktan dışarı bir yol izliyor. Büyük bölümüyle öteden beri bana zorla benimsetilen, biraz da benim kendimce aranan yalnızlık giderek pek açık seçik nitelik kazanıyor ve en son sınıra gelip dayanıyor. ... “Koşturma” bir benzetidir yalnız, bunun yerine “dünyevi son sınıra karşı saldırı” da diyebilirdim; saldırı, aşağıdan, insanlardan geliyor...

 

Bütün bu edebiyat, sınıra karşı yöneltilen bir saldırıdır... Söz konusu yolda atılmış ilk adımlar görülüyor. Bunun için köklerini adeta yeni baştan eski yüzyıllara salacak ya da eski yüzyılları yeniden yaratacak ve böyle davranırken varını yoğunu harcamış olmayacak, ancak sonradan harcamaya başlayacak anlaşılması güç bir dehanın gerekeceği kuşkusuzdur. [s. 588-9]

 

48

[Şato]

Bir kez daha -Kafka'nın büyük stratejik sezgisi, hazırladığı yeni Kabala budur- mücadele Tanrı'ya ya da yüce hükümrana karşı değil, meleklere, ulaklara ve onları temsil eder gibi görünen bürokratlara karşı verilmektedir. Uğraşması gereken şato personelinin listesi bu anlamda öğreticidir: çeşitli “şato hizmetçileri”nden başka bir kâhya vekili, bir ulak, bir sekreter, bir kalem şefi. Burada bahis konusu edilen tanrı ile bir çatışma değildir. Aksine, insanların (ya da meleklerin) tanrıya dair yalanlarıyla bitip tükenmek bilmeyen bir mücadeleden bahsediliyor. İnsanlar arasında, insanlarla tanrı arasına konan işte bu sınırlar, ayrımlar ve engellerdir kadastrocunun sorgulamak istediği.

 

49

K. köyde ne yapacağını bilmez şatoda ne yapacağı konusunda fikri bile yoktur. Kadastrocu köy ile şatoyu ayıran ve bitiştiren sınırı düşünür ve istediği şey de onu kaldırmak ya da iş göremez hale getirmektir. Bu sınırın maddi olarak geçtiği yeri kimse bilmez görünmektedir. Belki aslında yoktur, ama görünmez bir kapı gibi her insanın içinden geçmektedir.

 

Kardo yalnızca bir yerölçüm terimi değildir: kapı menteşesi anlamına da gelir. “Kapı [ostium],” diye devam ediyor Isidorus (Kafka'nın hiç çekinmeden altına imzasını atacağı bir tanımla), “birinin girmesini engelleyen şeydir.” ... Menteşe, dönüm noktası, girişi engelleyen kapının etkisizleştirildiği yerdir. Θ

 

50

Peki kapı (yani, ilişkileri düzenleyen, gerek yazılı gerek de yazılı olmayan yasalar sistemi) etkisizleştirilince ... ne olacaktır? ... şu “hakikat dünyasına” ne olacaktır? Kadastrocunun bir anlığına görmesine izin verilen işte bu kadardır.

 

 

4. Hayaletler Arasında Yaşamanın Yararları ve Sakıncaları   2008

 

51

1993 Şubatında Venedik Üniversitesi Mimarlık Enstitüsünde yaptığı açılış konuşmasında Manfredo Tafuri Venedik'ten apaçık “ceset” diye söz etmişti. Şehri EXPO'nun ev sahibi olarak önerenlere karşı verilen mücadeleyi hatırlatmış ve konuşmasını bitirirken bir hüzün ifadesi eklemeden edememişti: “Mesele, cesedi çocukları bile güldürecek kadar allayıp pullama, dudaklarını boyama meselesi değildi; ne de biz âciz savunucuların, silahsız peygamberlerin elinde kala kala gözlerimizin önünde eriyip giden bir cesedin kalmış olmasıydı.”

 

Her türlü yetki ve yeterliliğe sahip bir kişi tarafından yapılmış ve hiç kimsenin (bugünkü gibi o gün de, Tafuri'nin sözleriyle cesedi süsleyip püsleyip indirimli satışa sunmaya devam etme “münasebetsizliğinde” bulunmuş ve halen bulunmakta olanlar, belediye başkanları, mimarlar, bakanlar arasında bile hiç kimsenin) doğruluğundan samimiyetle kuşku duymayacağı bu amansız teşhisin üzerinden on beş yıl geçti. Ama bunun anlamı, iyi bakıldığında, Venedik'in artık bir ceset olmadığıdır; şayet herhangi bir şekilde hâlâ varsa, bu da ancak ölümü ve cesedin çürümesini izleyen evreye geçmiş olmasındandır. Bu yeni evre hayalet evresidir, ölülerin, tercihen gece yarısı, apansız ortaya çıktığı, gacur gucur ederek sinyaller gönderdiği, hatta çoğunlukla anlaşılmaz olsa da konuştuğu evre. Tafuri, “Venedik sadece fısıldayabiliyor,” diye yazıyor ve bu fısıltıların modern kulakları dayanılmazcasına tırmaladığını ekliyor.

 

52

Venedik'te yaşayanların bu hayalete belirli bir aşinalığı vardır. Kişi, bir gece gezintisinde bir köprüyü geçerken, gözleri, gölgeler içinde kaybolan bir kanalın kuytusuna çevrilmişken ve başka bir yolcu, başka bir köprüde elinde buğulu aynasıyla onu gözetlerken, uzaklardaki bir pencerede yanan portakal renkli ışığın parıltısıyla birlikte ansızın ortaya çıkar. Ya da Giudecca Adası suyosunlarını ve plastik şişeleri Zattere kordonuna adeta çağıl çağıl boşaltırken. Ve kanallarda belli belirsiz titreşen, son bir ışık huzmesinin görünmez yansısı sayesinde Marcel'in gittikçe kararan dolambaçlarda palazzo'ların yansımasına bürünmüş gördüğü de aynı hayaletti. Ve ondan önce de bu hayalet bu şehrin en derindeki köklerinde görünür. Çünkü İtalya'daki hemen diğer bütün şehirler gibi bu şehir de sona ermekte olan geç antikite ile yeni barbar kuvvetlerin karşı karşıya gelmesinden değil, zengin yerleşimlerini Roma'da arkada bırakırken, onun hayalini şehrin sularına, çizgilerine ve renklerine yedirmek üzere hafızalarında taşıyan bitkin sığınmacılardan doğmuştur.

 

Bir hayalet neden yapılmıştır? İşaretlerden, daha doğrusu imzalardan, yani zamanın şeyler üzerinde çizdiği işaretler, rakamlar ya da monogramlardan. Bir hayalet, her zaman üzerinde bir tarih taşır, başka bir deyişle özünden tarihsel bir varlıktır. Bu nedenle eski şehirler, flâneur'ün kendini akıntıya bıraktığı gezintileri boyunca neredeyse dalgınlıkla okuduğu imzaların en iyi mekânıdır. Bu nedenle Avrupa şehirlerini şekerle kaplayıp ve homojenleştiren zevksiz restorasyonlar onların imzalarını siler: okunaksız hale getirir. Ve bu nedenle şehirler -özellikle Venedik- rüyalara benzer. Rüyalarda rüya gören kişinin gözleri her nesneye takılır; her yaratık bireysel özelliklerinden, jestlerinden ve sözlerinden çok daha ifadeli bir imzaya işaret eder. Yine de inatla rüyasını yorumlamaya çalışan kişi bir yandan da bunların anlamsız olduğu kanısındadır kısmen. Benzer şekilde, şehirde sokağın, meydanın, caddenin, kordon boyundaki kaldırımın, daracık geçidin birinde olup biten her şey aniden, şehirdeki hem yanardöner hem müşkülpesent, hem dilsiz hem şakacı, hem alıngan hem mesafeli bir figürde yoğunlaşır ve billurlaşır. İşte o figür, mekânın hayaleti ya da cinidir.

 

53

Ölülere ne borçluyuz? “Bir sevgi edimi olarak bir ölüyü hatırlamak,” diye yazıyor Kierkegaard, “en çıkarsız, bedelsiz ve sadık sevgi edimidir.” Ama elbette en kolay olan değil. Ne de olsa ölüler hiçbir şey istememekle kalmaz, unutulmak için de ellerinden geleni yaparlar. Ama bilhassa bu yüzden ölüler belki de en talepkâr sevgi nesneleridir. Ölülere karşı hep savunmasız ve ihmalkârız; onlardan kaçarız, alaka göstermeyiz.

 

Venediklilerin şehirlerine karşı sevgisizliği bu şekilde açıklanabilir ancak. Onu sevmeyi bilmezler, sevemezler, çünkü bir ölüyü sevmek zordur. En kolayı o yaşıyormuş gibi yapmaktır, turistlere ücret karşılığı teşhir edebilmek için kırılgan ve solgun organlarını maskelerle ve makyajla kapatmaktır. Venedik'te tacirler tapınakta değiller, mezardalar; bulundukları yerde sadece hayata değil, ölüye de saygısızlık ediyorlar (daha doğrusu ölü olduğuna inandıkları şeye, bunu itiraf edecek değiller gerçi). Oysa bu ölü aslında bir hayalettir; yani (tacirler onun varlığını fark etseler) en bulutsu, en ince varlıktır, bu haliyle de bir ölüden düşünülebilecek en uzak şeydir.

 

54

Hayalet olma hali bir hayat biçimidir, ancak her şey bittikten sonra başlayan, ölüm sonrası ya da tamamlayıcı bir hayattır. Hayalet olma hali bu nedenle, hayata göre, tamamlanmış olmanın kıyaslanmaz hoşluğu ve dirayetine, artık önünde hiçbir şey kalmamış insanların nezaket ve hassasiyetine sahiptir. Henry James'in Venedik'te seçip tanımayı öğrendiği yaratıklar işte bu türdendir (hayalet hikâyelerinde onları hava perileriyle, elflerle kıyaslar). Bu hayaletler öylesine tedbirli, öylesine kaçıcıdırlar ki onların evlerini istila eden ve onları susmaya zorlayanlar hayattakiler olur.

 

Ama larva diye adlandırabileceğimiz başka bir tür hayalet olma hali de vardır. Kendi durumunu kabul etmemek, ne pahasına olursa olsun bir ağırlık ve beden taşıyormuş gibi yapmaktan doğmuşlardır larva hayaletler. Tek başına yaşayamazlar ama inatla, karanlık vicdanlarından türemiş oldukları insanları ararlar. Yalandan yapılmış ipleriyle cansız organlarını içeriden hareket ettirerek kâbusları, karabasanları ya da ifritleri olarak onlarda yaşarlar. İlk türe giren hayalet olma hali, yaptıkları ve dedikleri şeylere eklenecek başka bir şey olmadığı için kusursuzken, larva hayaletlerin aslında kendi geçmişlerindeki bir yarayı kapatmak, gerçekten de tamama erdiklerini kavrama yetersizliklerini gidermek için bir gelecekleri varmış gibi yapmaları gerekir.

 

Ingeborg Bachman bir keresinde dili bir şehirle kıyaslamıştı. Eski ve yeni merkezleri, banliyöleri, çevre yolları ve nihayet ayrılmaz bir parçası olan benzin istasyonlarıyla tüm bir şehir. Şehir ve dil aynı ütopyayı ve aynı yıkımı içerir, şehrimizde de dilimizde olduğumuz gibi düşler kurar ve kayboluruz, hatta dil de şehir de sadece bu düş kurma ve yolunu kaybetme biçimidir. Venedik'i bir dille karşılaştıracak olursak, Venedik'te oturmak Latince çalışmak gibidir, ölü bir dilde her kelimeyi tek hecesini kaçırmamacasına telaffuz etmeye uğraşmak gibi; ad çekimlerinin dar boğazlarında ve fiilimsilerle gelecek zaman mastarlarının ani çıkışlarında yolunu şaşırmak ve yeniden bulmak gibidir. Öte yandan, hâlâ bir şekilde konuşulduğu ve okunduğu için bir dilin ölü olduğuna hükmetmemek gerektiğini aklımızdan çıkarmayalım; bu dilde sadece bir özne konumu, “ben” diyen kişinin konumunu yüklenmek imkânsızdır -ya da hemen hemen imkânsızdır. İşin aslı şu ki, ölü dil, tıpkı Venedik gibi, hayalet dildir; o dili konuşamayız ama hâlâ kendi tarzında titreşir, mırıldanır ve fısıldar, böylece biraz gayretle ve sözlük yardımıyla eninde sonunda anlar ve deşifre ederiz. Peki ölü bir dil kime seslenir? Dilin hayaleti kime yönelir? Bize değil elbette; ama artık haklarında herhangi bir hatırasının da bulunmadığı muhataplarına da değil. Ne var ki tam da bu yüzden, sanki sadece şimdi, ilk kez konuşuyormuş gibidir bu dil, filozofun o söylüyor -biz değil- diyerek atıfta bulunduğu bir dil (gerçi bunu yapmakla ona hayaletsi bir tutarlılık kazandırdığını fark etmez.)

 

55

O halde Venedik gerçekten modernliğin amblemidir, -açılış konuşmasının sonunda Tafuri'nin dile getirdiğinden tümüyle farklı bir anlamda da olsa. Zamanımız yeni [nuovo] değildir, yepyenidir [novissimo], yani sonuncudur ve larva halindedir. Post-tarihsel ve postmodern terimlerinden anladığımız budur genellikle, ama böyle derken bu durumun zorunlu olarak ölüm sonrası bir hayata, bir hayalet hayatına teslim olmak anlamına geldiğinden şüphe duymayız, hayalet hayatının sabah, akşam, yatsı ve diğer bütün vakitlerin kendine özgü farzlarıyla insan davranışını sorgulanmaz kurallara bağlayan ve tören eziyetini çektiren en ayinsel ve katı bir durum olduğunu aklımıza getirmeyiz.

 

56

Aramızda yaşayan larva hayaletlerde incelik ve edebin bulunmaması buradan gelmektedir. Bütün halklar ve bütün diller, bütün toplumsal tabakalar ve bütün kurumlar, bütün parlamentolar ve bütün hükümdarlar, kiliseler ve havralar, herminler ve togalar karşı konulmaz bir biçimde art arda larva durumuna geçtiler, ama hazırlıksız ve şuursuzca. Bu yüzden yazarlar kötü yazıyor çünkü dilleri sanki yaşayan bir dilmiş gibi yapmak zorundalar, parlamentolar beyhude yasalar çıkarıyor, çünkü larva uluslarına bir politik hayat sureti göstermek zorundalar, dinler merhametten yoksunlar, çünkü artık mezarları kutsamayı bilmiyorlar ve kendilerini onlar arasında rahat hissetmiyorlar. Bu yüzden iskeletler ve dimdik yürüyen mankenler ve mezarlarından çıkarılışlarını pür neşe yönetiyormuş gibi yapan mumyalar görüyoruz, lime lime çürüyen organlarının onları terk ettiğinden, sözlerinin anlaşılmaz bir lisana döndüğünden haberleri yok.

 

Ama Venedik hayaleti bunları hiç bilmez. Artık ne Venediklilere görünüyor ne de turistlere tabii ki. Belki yüzsüz yöneticilerce kovulan dilencilere ya da yeri koklayarak sokaktan sokağa endişeyle geçen sıçanlara ya da rağbet görmeyen bu derse sürgünler gibi çalışan ender insanlara görünüyordur. Hayaletin koro çocuğu sesiyle ileri sürdüğü şudur: mademki Avrupa'nın bütün şehirleri ve bütün dilleri artık birer hayalden ibaret olarak yaşamını sürdürmektedir, o zaman sadece bu en samimi ve en tanıdık eylemleri anlamış olanlar, sadece gövdesiz kelimeleri ve taşları ezberleyip kayda geçirenler belki günün birinde tarihin -hayatın- bir anda vaadini yerine getireceği o gediği yeniden açabileceklerdir.

 

 

5. Yapmayabileceğimiz Şey Üzerine

 

57

Deleuze bir keresinde iktidarın işleyişini insanları yapabileceklerinden, yani kendi potansiyellerinden ayırma olarak tanımlamıştı. Etkin kuvvetlerin uygulamaya sokulması engellenmiştir, ya onları mümkün kılan maddi şartlardan yoksun olduklarından ya da bir yasak resmi olarak imkânsız kıldığından. Her iki durumda da iktidar -ve bu onun en baskıcı ve acımasız biçimidir- insanları kendi potansiyellerinden ayırır ve onları bu şekilde iktidarsız yapar. Bununla birlikte iktidarın başka bir, daha sinsi bir işlemi vardır; doğrudan insanların yapabilecekleri şey -potansiyelleri- üzerinde çalışmaz, aksine “potansiyel-sizlikleri” üzerinde çalışır, yani yapamayacakları şey, daha doğrusu, yapmayabilecekleri şey üzerinde çalışır.

 

Potansiyelin daima yapısal olarak da potansiyel-sizlik olduğu, her yapabilmenin aynı zamanda zaten daima yapmayabilmek olduğu, Aristoteles'in Metafizik'inin IX. Kitabında geliştirdiği potansiyel kuramının belirleyici noktasıdır. “Potansiyel-sizlik [adynamia]” diye yazar, “potansiyele [dynamis] karşıt bir yoksunluktur. Her potansiyel kendi [potansiyelinin] ve kendi [potansiyeline] kıyasla kendi potansiyel-sizliğidir” (Metafizik, 1046a, 29-31). “Potansiyel-sizlik” burada yalnızca potansiyel yokluğu, yapamamak anlamına gelmez, aynı zamanda ve bilhassa “yapmayabilmek”, kendi potansiyelini edimsel hale getirmeyebilmek anlamına da gelir. Ve insani potansiyeli de belirleyen tam da her potansiyelin bu özel -daima olmak ile olmamak, yapmak ile yapmamak olan- bu çift değerliğidir. Bu da demektir ki insanoğlu, potansiyelin kipinde var olarak, hem bir şeyi hem de zıddını yapabilen canlıdır; yapar da yapmaz da. Bu onu başka herhangi bir canlıdan daha çok hata yapma riskine maruz bırakır ama becerilerini özgürce kendinde toplamasına ve onlara hükmetmesine, “yetilere” dönüştürmesine de izin verir. İnsani potansiyel, insanın yapabileceği şeyin ölçüsü olmakla kalmaz, aynı zamanda ve öncelikle kendi yapmama imkânını koruma becerisidir, ki bu da onun eyleminin statüsünü belirler. Ateş sadece yakarken ve öteki canlılar yalnızca kendi özel potansiyellerini kullanabilirken, sadece biyolojik yeteneklerinde kayıtlı olan şu ya da bu davranışı yapabilirken, insan kendi potansiyel-sizliğini gerçekleştirebilen hayvandır.

 

58

Bugün, ironik olarak “demokratik” diye tanımlanan iktidarın harekete geçirmeyi tercih ettiği işte potansiyelin bu diğer ve daha karanlık çehresidir. İktidar insanları yalnızca ve daha çok yapabileceklerinden değil, fakat her şeyden öte ve daha çok yapmayabilecekleri şeyden ayırır. Potansiyel-sizliğinden ayırılmış, yapmayabileceği eylemin deneyiminden yoksun bırakılmış günümüz insanı her şeyi yapabileceğini zannediyor ve o şen şakrak “mesele değil”ini ve o sorumsuz “olabilir”ini tekrarlayıp duruyor, özellikle tam da üzerlerinde her türlü kontrolü yitirdikleri güçlere ve süreçlere görülmemiş ölçüde teslim edilmiş olduklarını anlamaları gerektiği zamanda. Becerilerine karşı değil ama becerisizliklerine karşı, yapabileceğine değil yapamayacağına ya da yapmayabileceğine karşı körleşmiştir.

 

59

Dolayısıyla zamanımızda işler ile meşgaleler, mesleki kimlikler ile sosyal roller karman çorman olmuştur. Bunların her biri küstahlığı oyun oynayışındaki sebatsızlığı ve silikliğiyle ters orantılı olan bir figüran tarafından kişisizleştirilmiştir. Herkesin her şeyi yapabileceği ya da her şey olabileceği fikri; sadece bugün beni muayene eden doktorun yarın bir televizyon oyuncusu olabileceği değil, beni öldüren katilin bile aslında -Kafka'nın Dava'sında olduğu gibi- bir şarkıcı olabileceği kuşkusu, bugün piyasanın her insandan talep ettiği başlıca nitelik olan bu esnekliğe doğru herkesin bükülüverişiyle ilgili farkındalığın yansımasından başka bir şey değildir.

 

Bu potansiyel-sizlikten yabancılaşma kadar hiçbir şey insanı böylesine yoksullaştırmaz ve özgürlüğünü kısıtlamaz. Yapabileceği şeyden ayırılmış olanlar yine de direnebilir, yine de yapmayabilir. Oysa kendi potansiyel-sizliğinden ayırılan kişi, her şeyden önce, direnme becerisini kaybeder. Ve nasıl ki oluşumuzun hakikatini sadece olamayacağımız şey konusundaki yakıcı farkındalık garantiliyorsa, eylemlerimize tutarlılık kazandıran da, ancak yapamayacağımız ya da yapmayabileceğimiz şeyler konusundaki açık görüşümüzdür.

 

 

6. Kişisiz Kimlik

 

61

Başkaları tarafından tanınma arzusu insan olmaktan ayrılamaz. [yalnızca başkalarının tanıması aracılığıyla insanın kendini kişi olarak inşa edebilmesi]

 

63

[Aktörün maskesiyle ilişkisi... Epiktetos'a göre aktör, ona dilenci rolü verilmişse, bunu en iyi şekilde oynamalıdır. Ama bu rolü seçmek başkasına aittir. Diğer taraftan oyuncu rolüyle tamamen özdeşleşmemeli, kendi kişiliğiyle karıştırmamalıdır da.]

 

Ahlaki kişi, böylece, sosyal maskeye hem bağlanmakla hem de ondan uzaklaşmakla kendini kurar: maskeyi çekincesiz kabul eder ve aynı zamanda aralarına neredeyse fark edilmeyecek kadar mesafe koyar.

 

64

[sabıkalı suçlu], [itiyadi suçlu]

 

[Paris emniyeti, 1870, antropometrik ölçüler] ... gözaltına alınma durumunda kalmış herhangi biri derhal çeşitli ölçümlere tabi tutuluyordu: kafatası, kollar, el ve ayak parmakları, kulaklar ve yüz.

 

65

Artık, “başkaları”, ahbaplarım, dostlarım ya da düşmanlarım tanınmamı garantilemiyor. ... benimle zerrece alakası olmayan, kendisiyle ya da kendisi üzerinden başka bir şeyle hiçbir durumda özdeşleşemeyeceğim ve mesafe de alamayacağım bir şey bu: çıplak hayat, saf bir biyolojik veri.

 

67

Tümüyle biyolojik olan bilgiler üzerinden ne gibi bir kimlik oluşturulabilir? Kişisel bir kimlik değil tabii ki. Çünkü bu toplumsal gurubun diğer üyelerinin tanımasına ve bunun yanı sıra bireyin sosyal maskeyi ona indirgenmeden takabilmesine bağlıydı. Eğer son tahlilde kimliğim artık hiçbir şekilde irademe bağlı olmayan ve üzerlerinde herhangi bir kontrolümün olmadığı biyolojik olgularla belirleniyorsa kişisel etik gibi bir şeyin kurulması problematik olur. Parmak izlerim ya da genetik kodumla ne gibi bir ilişki kurabilirim? ... Yeni kimlik kişisiz bir kimliktir...

 

68

İnsanın çıplak bir hayata indirgenmesi bugün öylesine sorgusuz sualsiz kabullenilmiştir ki artık devletin vatandaşlarında tanıdığı kimliğin temelinde bulunmaktadır. [koluna kazınmış bir numaradan ibaret olan Auschwitz sürgünü, biyometrik verilerinden ve DNA’sından başka tanımlanabilcek hiçbir şeyi olmayan çağdaş vatandaş]. ... Her düzenek gibi biyometrik teşhis de, aslında, açıkça itiraf edilmemiş bir mutluluk arzusunu yakalıyor. Bu durumda kişi olmanın ağırlığından, kişinin bununla birlikte taşıdığı ahlaki ve bir o kadar da hukuki sorumluluktan da kurtulma isteğinden söz ediyoruz. ... Bireyler saf bir biyolojik ve toplumdışı kimliğe mıhlanma noktasına getirildikleri anda, onlara bütün maskeleri, internette rastladığı kendilerine ait olamayacak artık ikinci mi olur, üçüncü mü olur ne kadar hayat varsa kendine mal etme marifeti vaat edilmiş de olur. ... Değil mi ki başka bir insan tarafından tanınmanın ayrılamaz parçası olan duygusal sonuçlara katlanılmıyor. Metropolisin insanları birbirlerine karşı samimiyetini yitirdikçe, birbirlerinin gözlerinin içine bakamaz hale geliyorlar, aygıtla -ne ki onların retinalarına derinlemesine bakmayı öğrenmiş olan bir aygıtla- sanal samimiyet geliştirerek teselli buluyorlar. ... Eğer makine beni tanıyorsa, en azından görüyorsa, buradayım; eğer ne uyku ne de uykusuzluk bilen ama ebediyen tetikte olan Makine yaşadığımı teyit ediyorsa yaşıyorum; eğer Büyük Bellek benim sayısal ya da dijital verilerimi kaydettiyse unutulmam.

 

69

Bununla birlikte, tarihin hiçbir zaman geçip gitmiş bir duruma geri dönemeyeceğini öngören kural uyarınca, yakınmadan ve umut da etmeden, kişisel kimlik kadar kişisiz kimliğin de ötesinde, insani varlığın yeni figürünü aramaya hazırlanmalıyız.

 

 

7. Çıplaklık

 

71

8 Nisan 2005’te, Berlin’de Neue Nationalgalerie’de Vanessa Beecroft’un bir performansı sergilendi. Yüz çıplak kadın, ... hareketsiz ve lakayt ayakta duruyordu. Çekingen ve meraklı izleyiciler, nihayetinde orada bakılmak için bulunan o vücutları ... [göz ucuyla süzmeye başladılar, aralarında gezindiler ve asker gibi saf tutmuş çıplak vücutlardan rahatsız olarak uzaklaştılar.] Sadece kadınları değil ziyaretçileri de gözlemlemeye çalışanların ilk izlenimi buranın bir olay yeri olmamasıydı. Gerçekleşebilecek ve belki de gerçekleşmesi gereken şey olmamıştı.

 

Çıplak bedenleri inceleyen giyimli insanlar: bu sahne karşı konulmaz bir biçimde sadomazohist iktidar ritüelini çağrıştırıyordu. Pasolini’nin Salo’sunun (ki az çok sadakatle Sodom’un 120 Günü’nün Sade modelini kopyalamıştı) başlangıcında villalarına kapanmak üzere olan şehrin dört ileri geleni, içeri çıplak girmeye mecbur edilmiş ve nitelikleri ve kusurları dikkatle incelenmiş kurbanların denetimini giyinik olarak yaparlar. Ebu Garip hapishanesinde işkence edilmiş mahpusların yığın halindeki çıplak bedenleri karşısında Amerikan askerleri giyiniktiler. Neue Nationalgalerie’de buna benzer bir şey olmamıştı: bir anlamda ilişki burada tersine çevrilmiş gibi görünüyordu. Çünkü gencecik kızların korunmasız seyircilere her an fırlattıkları sıkıntılı ve densiz bakışlardan daha tekinsiz bir şey yoktu.

 

72

Ziyaretçilerse ... haklarındaki hükmü bekleyen dirilenleri temsil ediyorlardı.

 

Meydana gelmemiş hadise (ya da diyelim ki sanatçının niyeti de zaten buydu, vuku bulmamış olmakla meydana gelmiş hadise) insan vücudunun çıplaklığını tartışmasız bir biçimde mesele ediyordu.

 

73

Âdem ile Havva ... çıplak değillerdi: üstlerine yüce bir elbise gibi uyan tanrının inayet giysisiyle örtülmüşlerdi. Günahın üzerlerinden çıkardığı işte bu doğaüstü elbisedir. ... Bunun anlamı çıplaklığın ilk atalarımıza yeryüzü Cennetinde sadece iki kısacık an süresince verildiğidir: birincisi, tahminen çok kısa bir süre, çıplaklığın fark edilmesiyle incir yaprağının giyilmesi arasında, ikinci olarak da incir yapraklarını hayvan derileriyle değiştirmek üzere çıkardıklarında. Ve bu iki anlık örnekte de çıplaklığa sadece olumsuzluk atfedildiği söylenebilir: Tanrı’nın inayet giysisinden yoksunluk olarak ve Tanrı’nın cennetliklere bahşedeceği görkemli elbisenin alameti olarak. Tam bir çıplaklık, belki, sadece Cehennemde, günahkârların mütemadiyen ilahi adaletin sonsuz acılarına sunulan bedenlerine verilir. Bu anlamda Hıristiyanlıkta çıplaklığın bir teolojisi yoktur, sadece giysilerin teolojisi vardır.

 

74

[modern teolog Erik Peterson] “Günahtan önce giysilerin yokluğu vardı fakat bu henüz çıplaklık değildi.”

 

75

“Düşüşten önce insan Tanrı için vardı ve bedeni giysinin yokluğunda bile “çıplak” değildi. ... “Tanrı’nın yüceliğiyle de sarmalanmış, örtünmüştür. Günahla birlikte insan Tanrı’nın yüceliğini yitirir ve kendi doğası içinde artık yücelikten yoksun ve görülebilen bir beden haline gelir: saf bedenselliğin çıplak hali, bedenin saf işlevsellikte soyunması, her türlü soyluluktan yoksun bir beden...”

 

76

Eğer günahtan önce insan vücudunu inayet örtüsüyle gizlemek ihtiyacı vardıysa, mutlu ve masum cennetsel çıplaklıktan önce başka bir çıplaklık vardı demektir: günahın inayet giysisini çıkararak merhametsizce ortaya serdiği bir “çıplak bedensellik.”

 

[Peterson] “İnsan giysilerden yoksun olarak yaratıldı -demek insanın kendine özgü bir doğası vardı, tanrısal doğadan farklı- fakat o tanrısal yüceliğin doğaüstü elbisesiyle giyindirilmek için giysilerin yokluğuyla yaratıldı.”

 

77

[Sant’Isidoro kutsal emanet kutusu, XI. yy, gümüş levha üzerine kabartma] ... sanatçı ‘Adem’i giyinmiş olarak, belirgin bir hüzün tavrıyla canlandırmış; ama hoş bir keşifle, Havva’yı bacakları henüz açıkta, adeta Tanrı’nın zorlamasıyla tuniği giyme anında canlandırmış. Giysinin boyun kısmında ancak yüzü beliren kadın, bütün gücüyle tanrısal zorlamaya direniyor: bu sadece bacakların doğal olmayan bükülüşüyle, kısılmış gözler, buruşmuş yüzle değil, tanrısal giysiyi çaresizce tutan sağ elin jestiyle de kuşku götürmez bir biçimde kanıtlanmış.

 

78

Havva neden “deriden elbiseyi” giymek istemiyor?

 

79

... giyinmeye umutsuzca direnen, bu narin, gümüşten figürcük, dişiliğin olağandışı bir sembolüdür. Bu kadın cennetsel çıplaklığın kararlı muhafızıdır.

 

... “verilecek olanlar henüz yokken verildiği” için, insan doğası zaten hep çıplak olarak kurulmuştur, zaten hep “çıplak bedensellik”tir. [Augustinus]

 

... “insanın kendi de giysilerinden yapılmıştır çünkü insan onlar olmaksızın yorumlanamaz.” [Peterson]

 

82

Bizim kültürümüzde doğa ile inayeti, çıplaklık ile giysiyi sıkı sıkıya birleştiren teolojik bağın sonuçlarından biri, aslında çıplaklığın bir hal değil bir olay olmasıdır.

 

Striptiz, yani çıplaklığın imkânsızlığı, bu anlamda bizim çıplaklıkla olan ilişkimizin paradigmasıdır. Tamamlanmış biçimine asla ulaşamayan bir olay olarak ... çıplaklık kelimenin tam anlamıyla sonsuzdur: gerçekleşmesi asla sona ermez.

 

85

 Âdem ile Havva hayvani bedenle yaratılmışlardı, ruhsal değil: ama bedenleri adeta bir giysi gibi inayetle örtülüydü. Dolayısıyla hastalık ve ölümü bilmedikleri gibi, libido’yu, yani mahrem uzuvların kontrol edilemez uyarılımını da bilmiyorlardı. [Pavlus2un bir pasajında] ... libido, tenin ve arzularının ruha karşı isyanı olarak tanımlanmıştır...

 

Günahtan önce, aslında, Kutsal Yazı’nın dediği gibi “insan ve karısı her ikisi de çıplaktı ve utanç duymuyorlardı” ve kendi çıplaklıklarını görmediklerinden değil, çıplaklıkları henüz hayâsızlık değildi, çünkü libido uzuvlarını iradeye karşı huzursuz etmiyordu [...] uzuvlarının iradeye karşı isyanını bilmiyorlardı. İtaatsizliklerine uygun bir ceza olarak inayet ellerinden alınınca bedenlerinin içgüdülerinde çıplaklıklarını yakışıksız hale getiren yeni bir iffetsizlik ortaya çıktı, durumlarının farkına vardılar ve üzüldüler. [Augustinus]

 

Bedenin, Tanrı katında serbestçe teşhir edilebilen kısımları böylece saklanması gereken şeyler olur.

 

88

İnsan günahından sonra, Tanrı’yı terk ettiği için, kendiyle baş başa kaldı ve tümüyle kendi doğasının merhametine bırakıldı. ... İnayet kaybı sonucunda sadece bozulmuş bir doğa ortaya çıkar. İnayetin kaldırılmasıyla ... bu doğa bu günahın bir türevidir ancak.

 

89

“Âdem de karısı da çıplaktılar, henüz utanç nedir bilmiyorlardı” Yaratılış 2:25. ... utançsız bir çıplaklıktan gizlenmesi gereken bir çıplaklığa geçiş...

 

[Tomas İncili] “Müritler ona sordu: ‘Bize ne zaman görünür olacaksın, seni ne zaman göreceğiz?’ İsa cevap verdi: ‘utanç duymadan soyunduğunuzda, giysilerinizi çıkarıp çocuklar gibi ayaklarınızın altında çiğnediğinizde, o zaman tanrının oğlunu göreceksiniz ve ondan korkmayacaksınız.’”

 

... yetişkinlerle ilgili olan vaftiz... Vaftiz çıplak katakümenin cemaat üyelerinin huzurunda suya batırılmasını gerektiriyordu (bizim kültürümüzdeki plaj çıplaklığına duyulan göreli ve başka türlü açıklanamayacak hoşgörüyü, vaftiz törenindeki bu çıplaklığa borçluyuz).

 

90

[çocukların kendi çıplaklıklarından utanç duymamaları -> cennetsel masumiyet]

 

91

... çocuklar, çıplaklıklarını algılamadıkları için, bir tür arafta ikamet ederler...

 

[dinsel törenlerde çocuk sesi: beyaz ses] ... ergenlik sonrası değişmiş seslere nazaran, düşüş-öncesi masumiyetin imzasını [taşıyormuş gibidir]. ... Dini müzik tarihinde, koro çocuklarının hadım edilerek çocuk sesinin devamını sağlama çabası bundandır. “Beyaz ses” kaybedilmiş Adenî masumiyete duyulan nostaljinin şifresidir.

 

[Sartre] ... müstehcenlik ve sadizm bakımından çıplaklığı ele alıyor. [Bunu Augustinus’un kategorilerini yakından hatırlatan terimlerle yapıyor.]

 

92

Başkasının bedeni kökensel olarak bir durum içindeki bedendir; bunun tersine ten mevcudiyetin salt olumsallığı olarak belirir. Ten genelde görüntüsel yapaylıklarla, giysilerle vs gizlenmiştir; özellikle de hareketlerle gizlenmiştir ... Arzu, bedeni tıpkı giysileri gibi hareketlerinden de soymak ve bu bedeni salt ten olarak var etmek için bir girişimdir; Başkasının bedeninde ete kemiğe bürünme (incarnation) girişimidir. [Sartre, Varlık ve Hiçlik] [Ortega y Gasset ile karşılaştır]

 

94

Pek çok ülkede yakın zamanlarda bir tür sadomazohist yayın revaç buldu. Bu yayınlarda müstakbel kurbanı alışkın olduğu üzere gayet şık giyimiyle gülümserken ... görüyoruz. Okur sayfayı çevirdiğinde birden aynı kızı soyunmuş, bağlanmış ve birtakım özel aletlerle hiç doğal olmayan ve acı veren pozisyonlara zorlanmış haliyle görür. [Bağlarla, kamçılarla] sadist düzenek, günahın mükemmel din dışı karşılığıdır.

 

95

... sadistin arzusu başarısızlığa mahkûmdur, mekanik olarak üretmeye çalıştığı “enkarnasyonu” hiçbir zaman gerçekten elinde tutamaz. ... “Sadist başkasına bir araç muamelesi etmek üzere debelendiği ölçüde özgürlük de ondan kaçar.” [Sartre]

 

96

Çıplaklık da doğa gibi murdardır, çünkü ona ancak giysi (inayet) çıkartıldığında erişilir.

 

97

[1981 Kasım, Vogue dergisi, ikikanatlı [diptik] bir görsel yayınlandı.] Sadece modanın giysisi vardır orada, yani ten ile kumaş, doğa ile inayet arasında karar verilemez bir unsur. Moda giysi teolojisinin din-dışı mirasıdır, düşüş öncesi yeryüzü cennetine özgü şartların ticari sekülerleşmesidir.

 

98

... iyi ve kötü bilgisinin tek içeriği çıplaklıktır. ... Çıplaklığı bilmekle neyi bilmiş oluruz?

 

İnsanın ilk bilgisinin bu içeriksizliği...  Bu ilk bilginin içerikten yoksun oluşu aslında onun herhangi bir şeyin bilgisi olmadığı, daha ziyade salt bilinebilirliğin bilgisi olduğu anlamına gelebilir. ... sadece bir bilme imkânı bilinir. İlk insanların gözleri açıldığında Cennette ilk gördükleri şey olan çıplaklık, o halde, bilgiyi mümkün kılan hakikatin, gizli kalmayanın (a-letheia, “gizleme-me”) açılışıdır.

 

99

atechnia   uygulamalı bilginin yokluğu

 

... günah, insan doğasındaki, inayet giysisinin örttüğü bir eksikliği ya da kusuru açığa vurmaz. Aksine, günah yeryüzü cenneti durumunu tanımlayan doluluğu eksiklik olarak algılamaya dayanır.

 

[Basileios] İnsanları yeryüzü cennetinin kutlu temaşasını terk etmeye zorlayan günah, onları teknik ve bilim peşinde boş arayışa düşürür, böylelikle Tanrı’yı temaşa etmekten alıkoyar. ... bu gelenekte [doğu geleneği, Basileios, Yahya ibn Sarjûn, vb.] çıplaklık ... temaşanın -yani Tanrı’nın salt bilinebilirliğinin bilgisinin- kaybıyla ve onun yerine uygulamalı ve dünyevi bilginin konmasıyla ilişkilendirilir.

 

100

Çıplaklık -aslında soyma- bilginin şifresi olarak felsefe ve mistisizm dağarcığına aittir. ... Ortaçağ psikolojisinde bilginin ortamına imge denir, ya da ‘fantasma’ ya da hayal. Mükemmel bilgiye götüren süreç, dolayısıyla, bu ‘fantasma’nın giderek çıplaklaştırılması olarak tarif edilir; -duyulardan imgeleme, sonra belleğe geçerken -duyulur öğeler kat kat soyulur, artık mükemmel soyma tamamlandığında, bir “anlaşılabilir hayal”, bir saf mana ya da imge elde edilmiştir. Anlama eyleminde imge mükemmelen çıplaklaşır -diye yazar İbn Sina- “daha da çıplak değilse her halü kârda çıplaklaşacaktır, çünkü temaşa yetisi bu imgeyi öyle soyar ki içinde hiçbir maddi duygu kalmaz.” Tamamlanmış bilgi çıplaklıkta ve çıplaklık üzerine tefekkürdür.

 

102

[Benjamin] ... güzellikte örtü ile örtülmüş olan, görünüş ile öz arasındaki ilişkiyi sorgular. Güzellikte, örtü ile örtülü, zarf ile mazruf [zarflı] Benjamin’in “gizli” dediği zorunlu bir ilişkiyle bağlanmıştır. ... güzellik, özünde, bir açılma imkânsızlığıdır; “örtünün açılamazlığıdır”.

 

103

Örtü ile örtülü olan arasında oluşan birlik nedeniyle güzellik, diye yazıyor Benjamin, sadece çıplaklık ile giyinme ikiliğinin bulunmadığı yerde öz olarak var olabilir: sanatta ve çıplak doğanın fenomenlerinde.

 

108

Çıplaklığın maheme’si [Lacan’ın “kıssa” anlamında kullandığı bir kelime] bu anlamda basitçe şudur: haecce! “bundan başka hiçbir şey yok.” ... Gizlerin yokluğundaki bu sade görüntü yuvası onun özel titreyişidir -bir koro çocuğunun “beyaz” sesi gibi hiçbir şey ifade etmeyen ve tam da bu nedenle bize nüfuz edebilen çıplaklık.

 

 

8. Yüce Beden

 

111

Yüce beden meselesi, yani Cennette dirilenlerin bedenlerinin doğası ve özellikleri -ve daha genelde hayatı-, teolojinin en önemli konusudur ve literatürde nihai amaç başlığı altında sınıflandırılır. Ne var ki, papalığın yönetim organı Curia Romana, “nihai şeylere” dair tartışmaya açılan uhrevi kapıyı modernlikle uzlaşmayı sağlama almak üzere alelacele kapatmaya karar verdi; daha doğrusu bu tartışmayı dondurdu -köhnemiş olmasa bile lüzumsuzmuş. Ama bedenin dirilişi dogması Hıristiyan inancının temel parçası olarak kaldığı sürece bu çözümsüzlüğün mesele çıkarmaması mümkün değil.

 

[dirilen bedenin özdeşliği] İnsan, diye cevap veriyor Aquino’lu Tommaso, herhangi bir doğal kusuru olmadan dirilmelidir. ... [İsa’nın dirildiği yaş, dirilenlerin kusursuz gençlik yaşı, dirilme yaşı olacaktır.] Cennet büyüme ile elden ayaktan kesilme arasında değişmezcesine dengede duran otuzlu yaşlarındaki insanlara tahsis edilmiş bir dünyadır.

 

112

Dirilenlerin bedeni ile yeryüzündeyken kendilerine verilmiş beden arasındaki maddi özdeşlik sorusu daha da sinsidir. ... Elbette bir hırsızın kesilmiş elinin -pişman olduktan ve kurtarıldıktan çok sonra- dirilme anında bedene yeniden ekleneceği kabul edilebilir. Ama Havva’nın bedeninin yaratılması için Âdem’den alınan kaburga kemiği Havva’nın ya da Âdem’in bedeninde yeniden ortaya çıkacak mıdır? Ve, bir yamyamlık durumunda, yamyamın yediği ve bedeninde sindirdiği insan eti, kurbanın bedeninde mi yoksa yamyamınkinde mi yeniden ortaya çıkacaktır?

 

113

Dirilenlerin özdeşliği sorununa, Origenes daha şık ve daha dolambaçsız bir çözüm sunmuştur. Her bireyde kalıcı olan şey, ... onu her gördüğümüzde kaçınılmaz değişikliklere rağmen tanımaya devam ettiğimiz imgedir (eidos). ... “Maddi çizgilerimiz sürekli değişime uğrasa da eidos’umuz çocukluktan yaşlılığa nasıl aynı kalıyorsa, ... eidos aynı şekilde gelecek dünyada da dirilecek ve özdeş kalacaktır. Değişmişse de daha iyi ve daha yüce hale gelmiştir.”

 

114

Yüce bedenin dünyevi bedenle paylaştığı özdeşlik garantiye alındıktan sonra artık sıra birini ötekinden ayıranın ne olduğunu kesinleştirmeye gelir. Teologlar yücelikte dört özellik belirliyorlar: hissizlik, incelik, çeviklik, berraklık.

 

Cennetliklerin bedeninin hissiz olması, ... algılama yetilerinin olmadığı anlamına gelmez. ... Hissizlik, bedenin, kusursuzluğunu elinden alacak rastgele tutkulara tabi tutulmayacağı anlamına gelir.

 

115

... bazı teologlar, bütün duyuları cennet durumunun dışında tutarlar. Tommaso ve onunla birlikte Kilise Babalarının büyük kısmı bu ampütasyonu reddederler. Cennetliklerin koku alma duyuları nesnesiz olmayacaktır: “Kilise şarkılarında azizlerin bedenlerinden çok tatlı bir koku yayıldığı söylenmiyor mu?” En üst durumunda yüce bedenin kokusu, esasen süzülmüş buharın çıkması gibi maddi nemden ari olacaktır. Cennetliklerin hiçbir nemle engellenmemiş burunları en ufak farkı algılayacaktır. Tat alma da besin olmaksızın işlevini yerine getirecektir, belki “seçilmişlerin dilleri üzerinde çok lezzetli bir salgı olacağı” için. Ve dokunma duyusu bedenlerde özel nitelikleri algılayacaktır -bu özel nitelikler modern sanat tarihçilerin “dokunsal değerler” diye adlandırdıkları imgelerin maddi olmayan özelliklerini andırıyor.

 

116

Zahmetsiz ve çekinmesiz hızlı hareket eden şey çeviktir. ... yüce bedenin aradaki mesafeyi geçmeksizin bir yerden diğerine yer değiştirebileceğini ileri sürenlere karşı teologlar bunun bedenselliğin doğasıyla çeliştiğini vurguluyorlar.

 

Berraklık (claritas) iki şekilde anlaşılabilir: ya altının ışıltısı (yoğunluğundan ötürü) gibi ya da billurun pırıltısı (saydam olduğu için) gibi.

 

117

... cennetlikler ilelebet cinsiyetlerine göre, ya bir erkeklik organına ya da bir vajinaya ve her iki durumda da bir mideye ve bağırsaklara sahip olacaklardır. Peki ama, besbelli ki ne üreyecekler ne de besleneceklerdir, bu durumda amaç nedir? Elbette damarlarında kan dolaşacaktır ama kafalarında saçların, yüzlerinde kılların ve parmak uçlarında tırnakların lüzumsuzca ve sıkıcı bir şekilde uzamaya devam etmesi gerekecek midir? Teologlar bu hassas sorularla uğraşırken sonucu belirleyecek bir açmazla karşılaşırlar... ... bedenin başka bir kullanım imkânını düşünebileceğimiz konumu da oluştururlar.

 

Saçların ve tırnakların dirilmesi problemi Tommaso tarafından, bir o kadar utandırıcı bedensel salgıların (kan, süt, safra, ter, sperm, sümük, idrar ve dahası) dirilmesi probleminden hemen önce ele alınmıştır. [Saç ve tırnaklar insan doğasının kusursuzluğuna kendi tarzlarında katkıda bulundukları için yüce bedende dirileceklerdir.] Mankenlerin ve porno starlarının kılı tüyü tas tamam alınmış bedenleri cennete yabancıdır. ... cennetliğin yaşı gibi saç ve tırnaklarının da ilelebet değişmeden kalacağı düşünülmelidir.

 

118

Tommaso’nun salgılarla ilgili çözümü gösteriyor ki daha on üçüncü yüzyılda bile Kilise teolojinin talepleri ile biliminkileri uyumlu hale getirme gayreti içindeymiş. Salgılardan bazıları -idrar, sümük ve ter dahil- ... dirilmeyeceklerdir. [Sperm ve sütün de dirilmesi gerekmez.] ... özellikle bedenin mizacını belirleyen dördü: kan, safra ya da kara safra [melankoli], sarı safra ve balgam, sonraları ros, cambium ve gluten de katılmış onlara- yüce bedende dirilecektir çünkü onun doğal kusursuzluğuna yöneliktirler ve ondan ayrılamazlar.

 

Bitkisel hayatın başlıca iki işlevi -cinsel üreme ve beslenme- ...  ... dirilişten sonra ... beden ne küçülmeye ne de büyümeye maruz kalacaktır. Bu durumda üreme ve beslenmenin artık varolma nedeni kalmayacaktır.

 

119

Tommaso’nun stratejisi açıktır: organı özel fizyolojik işlevlerinden ayırmak. Her araçta olduğu gibi organların amacı işleyişleridir; ama işleyişe gerek kalmadı diye araç boşa çıkar demek değildir bu. İşleyişinden ayrılmış, diyelim ki askıya alınmış organ ya da araç tam da bunun için göstermelik bir işlev kazanır; askıya alınan işleme karşılık gelen meziyeti sergiler. “Aslında araç sadece failin işlemini yürütmeye değil aynı zamanda ondaki meziyeti göstermeye hizmet eder.” ... dirilişte avare cinsel organlar da, o şekilde üremenin potansiyelini ya da meziyetini gösterecektir. Yüce beden, işlevleri yerine getirilmeyen fakat sergilenen göstermelik bir bedendir. Yücelik bu anlamda işlemezlikle dayanışma halindedir.

 

120

... kullanımlarından ayrılmış nesneler muammalı, hatta huzursuz edici olurlar.

 

... Napolili için bir şey kullanılamaz hale geldiğinde işlev görmeye başlıyor. .. Napolililer kendi başına iyi işleyen sağlam şeyleri sevimsiz bulurlar...

 

121

[Öte dünyada, cennette insanlar gene dışkılamayı sürdürecek mi? Bu tür bitkisel hayat süreçleri cennette daha da artacak diyenler var; (Kayserili Basileios) İsa’nın yediklerini tümüyle özümseyeceğini iddia edenler var; besinlerin bir tür mucizevi buharlaşmaya ve ruhsal bir doğaya dönüşeceğini söyleyenler var.]

 

122

... cahil bilgiçlikleriyle teologlar, İsa yediği kızarmış balığı sindirip özümsemiş midir ve sindirim artıkları bedeninden atılmış mıdır acaba diye kendi kendilerine sorarlar.

 

123

Bir bedeni kullanmak ile onu belli bir amaca hizmet eden bir araç haline getirmek aynı şey değildir. Burada etik ile güzellik arasında kafa karışıklığına yol açan basit ve sıkıcı bir amaçsızlıktan da söz etmiyoruz. Daha çok bir amaca yönelmiş bir etkinliğin, eskiyi ortadan kaldırmayan ama onda ısrar edip onu sergileyen yeni bir kullanıma konulmak üzere işlemez kılınması bahis konusudur. Beslenme ve üreme işlevlerinin organlarını kullanıp onları -bizzat kullanma eylemi sırasında- fizyolojik anlamından uzaklaştırarak yeni ve daha insani bir işleme yönelttikleri her seferinde aşk arzusu ve güya sapkınlığın yaptığı tam da budur.

 

124

Çıplak, basit insan bedeni burada daha yüksek ve soylu bir gerçekliğin yerine konulmamıştır: ... şimdi ilk defa kendi hakikatine girmiş gibidir. Bu şekilde -öpüşe doğru açıldıkça- ağız gerçek ağız haline gelir, en mahrem ve özel uzuvlar bir ortak kullanım ve haz yeri haline gelir; dansçının alışılmış jestleri gizli anlamını herkes için deşifre ettiği okunaksız yazı haline gelir.

 

 

9. Bir Öküzün Açlığı: Şabat, Bayram ve İşlemezlik Üzerine Düşünceler

 

125

Bayram günü ile işlemezlik arasında özel bir ilişki olduğu İbrani Şabatında çok açıktır. Yahudilerin en önemli bayram günü ... yaratma işinde değil, kutsal ilan edilen her türlü çalışmaya ara verilmesinde bulur.

 

“Altı gün çalışacak, bütün işlerini yapacaksın. Ama yedinci gün bana ... adanmıştır.” [Mısır’dan Çıkış 20:8-10]

 

126

Yahudilerin Şabat günü ... işlemezlik olarak adlandırılır. [“işlemez olmak” aslında sadece Tanrı’ya özgüdür, Şabat, Tanrı’nındır].

 

[Şabat boyunca yapılmaması gereken 39 faaliyet... ekip biçmek, yemek yapmak, yazı yazmak, ateş yakmak, vb.]

 

127

Onu halen kuşatan hafif nostalji havasına rağmen, bayramın bugün tam bir inançla yaşanamayacağı açıktır. [Artık müziği duymasa da dans etmek isteyen kişinin durumu...]. ... Ama gerçek şu ki, artık müziği işitmiyoruz, artık “kutsama”yı bilmiyoruz. ... niçin işlemezlik bizim için bu kadar zor ve ulaşılmaz?

 

128

[Bulimia kovma, Boulimos: “bir öküzün açlığı” (büyük açlık); boubrostis: öküz gibi yeme.]

 

132

tashmish   cinsel birleşme ya da dışkılama anlamına gelen bir kelime

menucha   işlemezlik, dinlenme, kurtarma

 

[Bayram günü yaptıklarımızın işlemez kılınması; sebeplerinden ve amaçlarından kurtarılması, boşa alınması] [askıya alma, ekonomilerinden koparma, tersine çevirme]

 

“Danssız eski bayram yoktur” ... bedenin yararcı hareketlerinden kurtuluşu, jestlerin saf işlemez hallerinde sergilenmesi değilse nedir dans? [Pek çok bayramda kullanılan maske], her şeyden önce yüzün etkisizleştirilmesi değilse nedir?

 

134

[Bayrama ait işlemezlik] ... insanların basit, gündelik faaliyetlerinin ne olumsuzlanması ne de ortadan kaldırılmış olması ama bir bayram havasıyla sergilenmek üzere askıya alınıp işlemez kılınması. Böylece tören alayı ve dans, insan bedeninin yürürken attığı basit adımı sergiler ve dönüştürür, hediyeler ekonominin ve emeğin ürünlerinde beklenmedik bir imkânı ortaya çıkarır, bayram yemeği öküz açlığını yeniler ve dönüştürür. Amaç, bu faaliyetleri kutsal ve dokunulmaz kılmak değildir. Aksine onları Şabat ruhuyla yeni bir -ya da daha eski- kullanım imkânına açmaktır.

 

 

10. Dünya Tarihinin Son Bölümü

 

137

Şeyleri bilmeme hallerimiz onları bilme hallerimiz kadar, hatta belki daha da önemlidir. Sakarlık ve çirkinliğe yol açan bilmeme halleri vardır, düşüncesizlik, dikkatsizlik, unutkanlık gibi. Ama bazılarının da kusursuzluğuna hayran kalırız, ... bir çocuğun büyüleyici aldırışsızlığı gibi. ... Ama öte yandan biz, bedeninin gayet iyi uyum sağladığı bir sırdan zihninin memnuniyetle habersiz göründüğü bir kadına güzel diyoruz. O halde, kendini bilmemenin başarılı halleri vardır ve güzellik bunlardan biridir. ... insanlar yüzyıllardır bilgilerini korumayı, geliştirmeyi ve kesinleştirmeyi düşünmüşken, cehalet sanatının temel ilkelerinden bile mahrumuz. Epistemoloji ve yöntembilim, bilmenin şartlarını, paradigmalarını ve yasalarını araştırıp tespit ediyor ama bir bilgisizlik bölgesinin eklemlenmesi konusunda reçete yok. ... mesele bir eksiklik ya da kusurdan ibaret değildir. Aksine cehaletle ilişkiyi doğru sürdürmek, jestlerimize rehberlik ve eşlik edecek bilginin yokluğunu kabul etmek, sözlerimize net karşılık verecek inatçı bir sessizliğe izin vermek anlamına gelir. ... Bu anlamda yaşama sanatı, bizden kaçanla ilişkiyi ahenkli sürdürme becerisidir.

 

138

Bilgi de son tahlilde cehaletle bir ilişkiyi sürdürür. Ama bunu bastırma yoluyla yapar, hatta etkili ve inandırıcı bir yolla, varsayımla yapar.  ... [bir bilgisizlik bölgesiyle ilişki] ... Oranın karanlığını yücelterek (mistisizmde olduğu gibi) değil, gizemini kutsayarak (ayinde olduğu gibi) değil, hatta fantezilerle doldurarak (psikanalizin yaptığı gibi) değil. Belki bir bilgisizlik bölgesi hiç yoktur, belki yalnız jestleri vardır. Kleist’in çok iyi anlamış olduğu gibi bir bilgisizlik bölgesiyle ilişki bir danstır.

 


.
.
.
.