11 Ocak 2018

Giorgio Agamben - Çocukluk ve Tarih

.
.













.
.

Türkçe’de Giorgio Agamben

1970      İçeriksiz Adam. (Çev. Kemal Atakay), Monokl Yayınları, 2019 İstanbul
1978      Çocukluk ve Tarih: Deneyimin Yıkımı Üzerine Bir Deneme. (Çev. Betül Parlak), Kanat Kitabevi, 2010 İstanbul
1985      Nesir Fikri. (Çev. Fırat Genç), Metis Yayınları, 2009 İstanbul
1990      Gelmekte Olan Ortaklık. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
1995      Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat. (Çev. İsmail Türkmen), Ayrıntı Yayınları, 2001 İstanbul
1998      Tanık ve Arşiv: Auschwitz'den Artakalanlar. (Çev. Ali İhsan Başgül), Dipnot Yayınları, 2017 Ankara
2002      Açıklık: İnsan ve Hayvan. (Çev. Meryem Mine Çilingiroğlu), Yapıkredi Yayınları, 2009 İstanbul
2003      Olağanüstü Hal. (Çev. Kemal Atakay). Varlık Yayınları, 2008? İstanbul / İstisna Hali. (Çev. Kemal Atakay). Otonom Yayıncılık 2006? İstanbul
2005      Dünyevileştirmeler. (Çev. Betül Parlak). Monokl Yayınları, 2011? İstanbul
2006      Dispozitif Nedir? / Dost. (Çev. Ekin Dedeoğlu), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
2008      Şeylerin İşareti: Yöntem Üstüne. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
2009      Çıplaklıklar. (Çev. Suna Kılıç), Alef Yayınevi, 2017 İstanbul


Çocukluk ve Tarih: Deneyimin Yıkımı Üzerine Bir Deneme

Giorgio Agamben

1978  Infancy and History: The Destruction of Experience
(Çev. Betül Parlak), Kanat Yayınları, 2010 İstanbul


Önsöz                                   Experimentum Linguage                                              1
Çocukluk ve Tarih            Deneyimin Yıkımı Üzerine Bir Deneme                  13
Eğlenceler Ülkesi             Tarih ve Oyun Üstüne Düşünümler                           75
Zaman ve Tarih                An ve Sürekliliğin Eleştirisi                                         103
Prens ve Kurbağa             Adorno ve Benjamin’de Yöntem Sorunu                 129
Masal ve Tarih                  Presepe Üzerine Düşünceler                                        151
Bir Gözden Geçirme Projesi                                        159


Önsöz - Experimentum Linguage

1
Her yazılı eser, hiçbir zaman yazılmamış ve yazılamayacak bir eserin giriş bölümü (ya da daha ziyade, kırılmış alçı kalıbı) gibi değerlendirilebilir; hiçbir zaman yazılamayacaktır o eser, çünkü onunla karşılaştırıldıklarında sonraki eserler de dağınık parçacıklar ya da ölü maskeleri olarak, yine var olmayan başka eserlerin alçı kalıpları ya da giriş bölümleri olarak kalacaklardır.

ergon  eser   

4
[Agamben'in yazılmamış eseri İnsan Sesi – Etik ya da Ses Üstüne] “İnsan sesi diye bir şey var mıdır? Varsa, cırıltının ağustos böceğinin sesi olması veya anırtının eşeğin sesi olması gibi insana ait bir ses var mıdır? Eğer varsa, bu ses dil midir? Ses ile dil, phone  ile logos arasındaki ilişki nedir? Eğer insan sesi diye bir şey yoksa, insan hangi anlamda hâlâ dile sahip canlı varlık olarak tanımlanabilir? [Servius'a, Stoacılara rağmen] ... felsefe neredeyse hiçbir zaman sesi bir mesele olarak ortaya koymamıştır...”

paleoantropoloji
psikosomatik

5
[Kant] Salt akıl deneyimi, zorunlu olarak bir experimentum linguae'dir; böyle bir deneyim, Kant'ın "nesnesiz boş kavramlar" (örneğin numen) dediği, yani bugün çağdaş dilbilimin göndergesiz terimler diyebileceği  aşkınsal nesneleri adlandırma olanağı üzerine temellenebilir ancak.

6
Çocukluk bu türden bir experimentum linguae'dir; orada dilin sınırları dil dışında, dilin göndergesi yönünde değil, bizatihi dil deneyiminde, dilin saf özgöndergeselliğinde bulunur.

Peki böyle bir deneyim ne olabilir? Bir nesneyi değil de, bizzat dilin kendisini deneyim haline getirmek nasıl mümkündür? Dile gelince, şu ya da bu anlamlı önerme değil de, salt konuşuluyor olması bir dil olduğu anlamına gelir mi? 

7
dil ile söz... langue ile parole... göstergesel ile anlamsal 

9
[Aristoteles, Politika -1532 10-18]: Canlılar arasında sadece insan dil yetisine sahiptir. Sesle söz farklıdır; ses acı ve zevkin göstergesidir ve bu nedenle diğer canlılara da özgüdür; diğer canlıların doğası, aslında acı ve zevk duyumlarına sahip olacak ve onları anlamlandırabilecek düzeye varmıştır; dil ise uygun olan ile uygun olmayanı göstermek içindir, tıpkı haklı ile haksızı göstermek için olduğu gibi, bu diğer canlılardan çok insanlara özgü bir şeydir; çünkü iyi ile kötü, haklı ile haksız ve benzeri başka şeylerle ilgili duyumlara sadece insanlar sahiptir. Ve bu şeylerin birlikteliği yerleşim (koinonia), ev (oikla) ve kenti (polis) yaratır.

İnsan sesinde hayvan sesinden logos'a, doğadan polis'e geçişi sağlayan şey nedir? Aristoteles'in yanıtı bilinir: Sesi eklemleyen grammata'lardır, yani harfler. ... insan sesinin bu eklemlenme özelliğinin tam ne olduğunu sorarsak, ... yazılabilir ses, hatta başından beri yazılmış biçimde var olan ses olduğunu görürüz.

... gramma (harf) ... sadece gösterge değil aynı zamanda sesin bir öğesi, eklemli ses[dir]. Böylece hem gösterge hem de sesin kurucu öğesi olarak gramma paradoksal bir konum üstlenir: Kendi kendisinin işaretidir (index siu). O halde, harf de ezelden beri hep phone ile logos arasındaki boşlukta yer alan şeydir; anlamlandırmanın/anlamın kökensel yapısıdır bu. 

Çocukluk ve Tarih
Deneyimin Yıkımı Üzerine Bir Deneme

15
... deneyimin artık yaşanılmasına izin verilen bir şey olmadığının kanıtlandığı gerçeği...

Birinci Dünya Savaşı

16
Oysa bugün, deneyimin yıkımı için bir felaketin gerekli olmadığını biliyoruz...

Bugün gündelik yaşamı -geçmişte hiç olmadığı kadar- dayanılmaz kılan şey onun deneyime çevrilemezliğidir...


17
... deneyim kendine gereken bağlantıyı bilgide değil, otoritede, yani söz ve öyküde bulur; ve bu günümüzde hiç kimse bir deneyimin hakikatini garantilemeye yetecek otoriteyi elinde bulunduruyormuş gibi görünmemektedir, elinde bulundursa bile, kendi otoritesinin kökünün de bir deneyimde yattığı düşüncesi aklına bile gelmez. Tam tersine, günümüzün ayırt edici özelliği, her otoritenin dayanağının dile getirilemez olanda bulunmasıdır ve hiç kimse, tek meşruluk garantisini deneyimden alan bir otoriteyi geçerli saymaya yanaşmamaktadır (gençlik hareketlerinin deneyimin yararını reddedişi bunun anlamlı bir kanıtıdır).

Deneyimin otorite kılığına girdiği biçimler olan atasözleri ve özdeyişlerin ortadan kalkmasının nedeni de budur. Onların yerini alan slogan, deneyimi yitirmiş bir insanlığın atasözüdür. [Bugün] deneyimler var, ama insanın dışında gerçekleşiyorlar. Daha da tuhaf olanı, insanın bu deneyimleri sadece seyrediyor olması, belirgin bir rahatlama hissiyle. [Turistlerin deneyimi fotoğraf makinasının yaşamasına bırakması, vb.]

20
Deneyimin istimlakı, modern bilimin kurucu projesinde örtük bir biçimde içeriliyordu.

Leibniz'in "yarın güneşin doğmasını beklediğimizde ampiristler gibi davranıyoruzdur, çünkü günümüze dek hep böyle olageldiği olgusuna dayanırız. Sadece gökbilimci usla hüküm verir" saptamasını yaparken formüle ettiği "olgu doğruluğu" ve "yeter neden doğruluğu" ayrımı da bu mahrumiyeti onaylar.

21
Deneyimin deney içinde sağlanan bilimsel doğrulanışı da (duyusal izlenimlerin nicel saptama kesinliğiyle -tümdengelim- belirlenmesi ve böylece gelecekteki izlenimleri de öngörme olanağının kazanılması) deneyimi olabildiğince kişinin dışına, gereçlere ve rakamlara taşıyarak cevap verir bu kesinlik yitimine. Ama geleneksel deneyim, böylece asıl değerini yitirmekteydi. Çünkü ... deneyimin kesinlik ile bağdaşması mümkün değildir, hesaplanabilen ve kesin hale gelen bir deneyim de derhal otoritesini yitirir. [Deneyim kendine gereken bağlantıyı bilgide değil otoritede, yani söz ve öyküde bulur] Bilimsel bir yasanın hüküm sürdüğü bir yerde, ne bir özdeyiş ortaya atılabilir, ne de bir öykü anlatılabilir. Montaigne'in ilgilendiği deneyim, bilime öylesine az yönelmiştir ki o bu deneyimin maddesini "şekillenmemiş, üzerinde çalışılacak bir şekilden yoksun konu" olarak tanımlar ve bunun üzerinde tutarlı herhangi bir yargı temellendirmek mümkün değildir (varoluşta herhangi bir sabitlik yoktur, ne kendi varlığımızda ne de nesnelerinkinde... Dolayısıyla ne biri ne de öbürü hakkında kesin bir şey ileri sürülebilir).

Bilgiden ayrılmış bir deneyim düşüncesinin günümüzde bizlere böylesine yabancı gelişi, modern bilimin doğumuna kadar deneyim ve bilimin kendilerine ait, birbirlerinden farklı yerleri olduğunu unuttuğumuzu gösterir. Üstelik deneyim ve bilginin bağlı oldukları özneler de farklıydı. Deneyimin öznesi, her bireyde bulunan sağduyu'dur (Aristoteles'in "muhakeme ilkesi"...). bilimin öznesi ile, deneyimden ayrı olan, "duyarsız" ve "ilahi" olan nous ya da aktif anlıktır (intellect). Hatta daha da açık söylemek gerekirse, bilgi modern anlamıyla ego olan bir özneye bile sahip değildi, sadece sub-jectum olarak tekil bireye sahipti ve bu sub-jectum'da aktif anlık tek ve ayrı olarak bilgiyi gerçekleştiriyordu.


22
Zihin (nous) ve ruh (psyche) aslında antik düşünce aslında antik düşünce açısından aynı şey değillerdi (hatta ortaçağ düşüncesinde de, en azından Thomas Aquinas'a kadar öyleydi). ... anlık hiçbir şekilde ruha ait bir şey değildi, meşhur Aristotelesçi formüle göre "ayrı, bireyselleşmiş, duyarsız" bir şeydi... Sonuç olarak, antikçağ için bilginin temel sorunu, bir özne ile bir nesne arasındaki ilişki değil, bir ile çokluk arasındaki ilişkiydi.

23
Modern bilim, kesinlik arayışında bu ayrımı ortadan kaldırır ve deneyimi bilginin yeri -yani yöntemi, yolu- haline getirir. Bunu yapmak için, ... ikisindeki özneleri de ortadan kaldırıp yerlerine yeni, tek bir özne koyarak yapar. ... Kartezyen ego cogito, bilinç.

24
Ancak astroloji (tıpkı müttefiki simya gibi) gök ve yeri, ilahi ve insaniyi, kaderin tek bir öznesinde bir araya getirmiş olduğu içindir ki, bilim o zamana kadar iki ayrı özneye tekabül eden bilim ile deneyimi yeni bir ego'da birleştirebilmişti.

25
pneuma (kutsal ruh, ruh, nefes), spiritus, esprit (Descartes), Geist (Hegel)... [Bu ayrılıkların birleşmesini sağlayan köprüler] 

Bilim aracılığıyla modern kültüre dahil olan, aslında Aristoteles'in bozulmaz evren ve ayrık anlağı değil, Yeni Platoncu (Hermetik) gizemcilik ve astrolojidir. [Tycho Brahe, Kepler, Kopernik astrolog, Roger Bacon astroloji taraftarıydı]

27
"Peki hayati güce atfettiklerim için ne demeli, beslenme ve yürümek gibi? Şimdi benim bir bedenim olmadığı için, bu ikisi de sadece birer kurmacadır. Ya algı, duyu? Kuşkusuz bu da bir bedenden bağımsız olarak gerçekleşmez; ve rüyalar da duyularımla algıladığımı sandığım, ama sonradan bana ait duyular olmadığı ortaya çıkan pek çok şey vardır. Ya düşünmek? İşte burada ona sahibim, düşüncem burada; benden çekip alınamayacak tek şey budur." (Descartes, "İkinci Meditasyon").

Başlangıçtaki saflığı içinde, kartezyen özne fiilin öznesinden başka bir şey değildir, tamamıyla dilsel-işlevsel bir kendiliktir; ortaçağ gizemciliğinin "aklın doruğu" ve "scintilla synderesis"ine (dipnotta açıklanmış) çok benzer, gerçekliği ve süresi de sözcelenme anına denk düşer:

"... sonunda güvenle şöyle diyebilmeliyiz: "Ben benim, ben varım"; bunu o kadar sık söylüyorum veya düşünüyorum ki, zorunlu olarak doğru olmalı... "Ben benim, ben varım" kesindir. Ama ne kadar süreyle? Hiç kuşkusuz, düşünebildiğim sürece; çünkü artık düşünemez olduğum zaman, varlığım da sona ermiş olabilir." (Descartes, "İkinci Meditasyon").

28
Öznesinin dönüşümü geleneksel deneyimi de değiştirir. ... deneyim bir kez bilimin öznesine (ki olgunluğa ulaşamayacak, ancak bilgilerini çoğaltabilecek bir öznedir bu) bağlandığında, tam aksine öz itibarıyla tamamlanmamış bir şeye ... dönüşür, yani sadece maruz kalınarak yaşanabilecek ama asla sahip olunamayacak bir şey olur: Bu yüzden de bilginin sonsuz sürecinden başka bir şey değildir.

31
[Ortaçağ, Stilnovo (yeni üslup) ve Provensal şairlerin aşkı keşfi...] ... aşkın yegane varlık mekânı hayal gücü olduğundan, arzu asla nesnesini bedenselleşmiş halde karşısında bulamaz; karşısında bulduğu şey bir imgedir. ... bu imgede öznel ile nesnel, bedensel ile bedensel olmayan, arzu ile nesnesi arasındaki sınırlar ortadan kalkar. ... fantazmayı tekil bireyin etkin anlıkla birliğinin tamamlandığı yer olarak gören İbni Rüşt...

32
… hayal gücü, gerçekdışı sayılıp deneyimden dışlandığından ve onun yerini ego cogito aldığından beri (ego cogito arzunun öznesi haline gelmiştir, Leibniz'in sözcükleriyle "algılayan ve iştahlanan şey"), arzu köklü bir biçimde konumunu değiştirmiş ve özünde doyumlanamaz bir şeye dönüşmüştür.

… hayal gücünün deneyim alanından kovulması... artık hayal gücüne bağlı, doyurulamaz ve ölçülemez arzu ile bedensel gerçekliğe bağlı, ölçülebilir ve teorik olarak doyurulabilir gereksinim asla aynı öznede bir araya gelemez.

Sadist evrendeki cinsel sapıklık zorunluluğu da buradan kaynaklanır: Arzu ve gereksinimi bir araya getirerek, arzunun temel tatminsizliğini hazza dönüştürmek. Çünkü sapığın sezdiği gerçek şudur: kendisine ait olmayan şey için duyduğu arzu, ötekinde gereksinim olarak ortaya çıkan şeydir.... "Senin bedensel gereksiniminin mahrem yabancılığı olarak hissettiğin şey benim arzunun yabancı mahremiyeti olarak hissettiğim şeyle aynı: senin gereksinimin benim isteğim, benim isteğim senin gereksinimin.

35
Aslında bilimsel deneyim bilgiye giden kesin bir yolun (bir methodos'un, yani bir patikanın) inşası iken, quéte (Ortaçağ şövalyelerinin arayış yolculuğu ve bunu anlatan ebedi tür), yolun yokluğunun (aporia) insan için olanaklı tek deneyim olduğunun anlaşılmasıdır. Aynı nedenle, quéte, yeniçağda deneyimin son sığınağı olarak beliren maceranın da karşıtıdır. Çünkü macera deneyime götüren bir yol olduğunu ve bu yolun (tanıdık, bildik ve ortak olanın aksine) sıra dışı ve egzotik olandan geçtiğini varsayarken, quéte'nin evreninde egzotik ve sıra dışı sadece her deneyimin temel aporia'sının şifresidir. Bu nedenle, gündelik ve bildik olanı sıra dışı olarak yaşayan Don Kişot, tam anlamıyla ortaçağdakilere denk düşen bir quéte'nin öznesidir.

36
sindersi / synderesis
*ortaçağ felsefesine göre, iyiyi kötüden ayırt edebilmeyi sağlayan yeti.
*Skolastik ahlak felsefesinde, pratik aklın vazifenin yasalarını ve iyi davranışı sezgisel olarak bulmasına imkân veren ve her bireyde bulunan doğal kapasite.

40
[Hegel, bilinç, deneyim] Bilinç, yeni mutlak özne, özünde bilime doğru bir yürüyüştür, bir deneyimdir (exper-ientia'dır, yani bir yerden gelip bir yere doğru gitmektir), yani zaten bilimin ta kendisi olan bir deneyim. Bu noktada, deneyim, yalnızca bilincin temel bir özelliğinin adıdır: onun özsel olumsuzluğu, yani her zaman, ta en başından beri, henüz olmadığı şey oluşu.

41
Engels'in bir doğa diyalektiği inşa etme girişiminden itibaren Hegelci sistemin sınırlarının epey ötesine geçen günümüz diyalektik egemenliğinin kökü de deneyimin bu edinilemez ve olumsuz karakteri anlayışında yatmaktadır - başka bir deyişle, hâlâ büyük ölçüde yaşamakta olduğumuz bir deneyimsizleşmede; ve işte bu deneyim kaybının diyalektiğinin (dia-legesthai olarak diyalektik: Bir şey üzerinde yoğunlaşmak ve konuşma yoluyla ötesine geçmek) görevi de bir birlik görüntüsü sağlamaktır, gerçekte var olmayan bir birlik. Bu nedenle, Hegelcilikten sahiden kurtulmuş bir Marx yorumunun bugün en acil görevlerinden biri de diyalektiğin eleştirisidir; tabii, Hegelci öznenin (bilinç) yürürlükten kaldırıldığını ilan ederken bir yandan da onu özsel yapısı ve içeriğiyle diyalektik sayesinde muhafaza etmenin bir çelişki olduğunu kabul ediyorsak eğer.

42
[Bilimsel denilen psikoloji] Özneye ulaşmak için kendini bilinç olgularının bilimi olarak kurar; bu olgular, ruhsal ve eş zamanlı fizyolojik olgular arasındaki (örneğin ruhsal durumlarla beyinsel bir durum ya da bir duyumla bir uyarım arasındaki) koşutluktan türetilmektedir bu yaklaşımda. Ama işte tam da bu ruhsal-fiziksel koşutluk hipotezi, bilimsel psikolojinin metafizik kökenini ele verir. Bilimsel psikolojinin, bilinç olgularını bir kez fizyolojik süreç ve bilinç olarak ikiye böldükten sonra bu olguları eşzamanlı bir şekilde kavramasının olanaksızlığı da yine bununla ilgilidir. Üstelik bunun olanaksızlığı Leibniz tarafından çoktan gösterilmişti:

[monadoloji] "Kendi yapısıyla düşünce, duyum ve algı üretmeyi beceren bir makinenin olduğunu varsayalım; bu makinenin yeterince genişlediğini de varsayalım, öyle ki, içine bir değirmene girer gibi girilebiliyor olsun. Bu durumda, insan içeride birbirleriyle etkileşen parçalar görecek ama Algı'yı açıklayan bir şeyle hiç bir zaman karşılaşmayacaktır."

45
Dilsiz bir deneyim var mıdır? Deneyimin çocukluğu (in-fancy: dilsizlik) var mıdır? Varsa bunun dille ilişkisi nedir?

48
... uyurken hissettiğimiz el ve ayak ağrıları bize ait değildir.

49
... bilinçaltı deneyim aslında öznel bir deneyim değildir, Ben'in deneyimi değildir. ... Yine de, psikanaliz bize, en önemli deneyimlerin özneye ait olmadıklarını, bir üçüncü kişiye, "o"na ait olduklarını gösterir.

50
[Modern şiir ve deneyim] ... Baudelaire'den bu yana modern şiir yeni bir deneyim üzerinde değil, öncülleri olmayan bir deneyim yokluğu üzerinde temellenmiştir. ... Bir şeyi deneyimlemek, o şeyin yeniliğini ortadan kaldırmak, onun şok potansiyelini etkisiz hale getirmek anlamına gelir. Metaların ve makyajın -yani özellikle deneyimlenemez olanın- Baudelaire'i büyülemesi de bununla ilişkilidir.

... deneyimlenemez olanı kendi normal koşulu haline getirmektir. Bu perspektifte "yeni" arayışı da yeni bir deneyim nesnesi arayışı olarak görünmez, aksine, bir deneyim ertelemesi ve deneyim tutulması anlamına gelir. BU noktada yeni olan deneyimlenemezliktir, çünkü "bilinmezin derinliklerinde" yer alıyordur; Kant'ın "kendinde şey"i, deneyimlenemez olanın ta kendisi. ... Baudelaire şiirinde apansız bayağılık belirişiyle şekillenen o çok özgün ritmi düşünün... Bununla kastedilen, yüzyıllar süren bir deneyim birikimiyle yaratılabilecek, tekil bireyin keşfi olamayacak bir ortak yerdir.

51
Bu tahribat aslında insanın yeni barınağıdır.

[Proust] ... deneyimin Kantçı koşulları olan zaman ve uzamda bir bocalama...

... Proust'ta artık herhangi bir özne yoktur, sadece ve sadece, kendine özgü bir materyalizmle nesnelerin ve duyumların rastlantısal bir biçimde karşılaşması ve sonsuz bir türeme söz konusudur. ... Ne nesnesi ne de öznesi olan mutlak bir deneyim. ... Proust'un ölümüne neden olan tecrübesizlik. [nasıl ateş yakacağını ya da nasıl pencere açacağını bilmediği için öldü] düz anlamıyla anlaşılmalıdır: Deneyimin inkârı ve reddedilmesi.

55
Deneyim sorunuyla ilgili titiz ve kesin bir formülasyon, kaçınılmaz olarak dil sorununa da temas edecektir. Hamann'ın Kant eleştirisi... "düşünce tümüyle dilde ikamet etmekle kalmaz, dil aynı zamanda aklın kendi kendisini yanlış anlamasının odağını oluşturur." Hamann'ın Kant'a itirazı, haklı olarak, ne kadar  a priori olursa olsun, dilin her türlü düşünce edimine içkinliğiyle ilgilidir. ... Hamann'ın en büyük sorunu, meseleyi bir akıl ve dil özdeşliği dışında dile getiremiyor oluşudur: "Akıl dildir: logos'tur. Ölünceye kadar kemirip duracağım kemik budur."

Bilgi sorununu matematik modeli üzerinde kurmak, gerek Knat'ın gerekse Husserl'in, aşkınsal öznelliğin dil içindeki kökensel yerini kavramasını ve dolayısıyla dilsel ve aşkınsal olanı birbirinden ayıran sınırları da açık bir biçimde çizmesini engellemiştir.

55
[Emile Benveniste - insan kendisini dilde ve dil sayesiyele oluşturur.] Öznellik, konuşucunun kendini bir ego [ben] olarak konumlama kapasitesinden başka bir şey değildir...

57
[ilksel deneyim], öznel olmak şöyle dursun, insanda özneden önce, yani dilden önce ortaya çıkan şeydir: Terimin düz anlamıyla "dilsiz" bir deneyim, insanın çocukluğu (in-fancy [dilsizlik]), sınırını tam da dilin çizeceği yer.

[İnsanın çocukluğu diye bir şey var mı?] Ruhbiliminin öznenin ötesinde ve özneden bağımsız olarak ulaşabileceğini sandığı "öznel ruhsal hakikatler", "bilinç hakikatleri" yoktur, çünkü bilinç dilin öznesinden başka bir şey değildir...

58
[İnsanın çocukluğu Freud'un bilinçdışıyla özdeşleştirilebilir mi?] ... Lacan bize bu İd'in de dilden başka bir gerçekliğe sahip olmadığını, İd'in dilin ta kendisi olduğunu göstermiştir.

59
[Humboldt] Dilden ayrılmış insanı asla bulamayız ve insanı dili icat etmekte olduğu anda asla göremeyiz... Dünyada bulduğumuz, bir başka insanla konuşan bir insandır...

[Saf deneyimin, dilsiz olanın kökenini araştırmayı bir kenara bırakmak mı gerekiyor?] Aslında vazgeçmemiz gereken tek şey, doğa bilimlerinin de artık terk ettikleri bir modele uydurulmuş bir köken kavramıdır, bu model, kökeni bir kronolojiye, zamanda önce ile sonrayı ayıran bir ilksel nedene indirger. 

60
artsüremlilik ve eşsüremliliğin birbirine yaklaşıp birleştiği nokta

61
Tam da çocuk diye bir şeyin varlığı, yani dilin aşkınsal sınırı olarak deneyimin varlığı, dilin bizzat kendini bütünlük ve hakikat olarak sunabilme olanağını dışlar. Deneyim olmasaydı, insanın bir çocukluğu olmasaydı, dil kesinlikle Wittgenstein'ın kullandığı anlamda bir "oyun" olurdu. [İnsanın çocukluğunu yitimesiyle dilin öznesi ortaya çıkmaktadır]. [Wittgenstein:] Dile getirilemez olan aslında çocukluktur.

62
Batı metafizik geleneğine göre insan bir zoon logon échon'dur (konuşabilen hayvan); oysa insanı diğer canlı türlerinden ayırt eden şey genel olarak dil değil, dil ile söz arasındaki, (Benveniste'in kullandığı anlamda) göstergesel ile anlamsal arasındaki, göstergeler dizgesi ile söylem arasındaki bölünmedir. Aslında hayvanlar dilden yoksun değildir, aksine, onlar her zaman ve tamamen dildirler. ... Hayvanlar dile girmezler, onlar zaten hep dilin içindedirler. İnsana gelince, bir çocukluğu olduğundan, en başından beri konuşan olmadığından, bu tek dili böler: Konuşmak için önce kendini dilin öznesi olarak kurması, "ben" demesi gerekmektedir. Bu nedenle eğer dil gerçekten de insanın doğası ise (ve doğa, iyi düşünüldüğünde, ancak sözsüz dil anlamına gelebilir, Aristoteles'in tanımıyla bir ... "sürüp giden köken"dir; böylece doğa olmak her zaman zaten dilin içinde olmak anlamına gelir) o zaman insanın doğası daha kaynağında bölünmüştür, çünkü çocukluk bu doğaya bir süreksizlik, bir kesinti getirmekte, dil ile söylem arasına farklılık sokmaktadır.

63
İnsanın tarihselliğinin temeli de bu farklılıkta, bu süreksizlikte yatar. Sırf insanın bir çocukluğu olduğundan, sırf dil insani olan ile tam özdeşleşmediğinden, dil ile söylem arasında, göstergesel ile anlamsal arasında bir fark olduğundan, işte sırf bu yüzden tarih vardır, işte sırf bu yüzden insan tarihsel bir varlıktır. Saf dil özünde tarihsiz olduğuna göre, kesinlikle doğa olarak değerlendirilir ve hiçbir şekilde bir tarihe gereksinimi yoktur.

[Marx - hayvan, kendi yaşamsal faaliyetiyle doğrudan bir olan...]

65
[Benveniste] "... Gösterge kendi başına ele alındığında kendi kendisiyle saf özdeşliktir ve öteki her göstergeye göre saf farktır.... gösterge dilsel topluluğun üyelerinin tamamınca bir anlamlandıran/gösteren olarak kabul edildiğinde var olur... Anlamsal ile söylem tarafından üretilen anlamlamanın kendine has biçimine gireriz. Burada karşımıza çıkan sorunlar dilin mesaj üreticisi olarak işleviyle ilgilidir. Çünkü ileti ayrı ayrı belirlenecek birimlerin art arda gelişine indirgenemez; anlamı üreten, göstergelerin bir toplamı değildir; aksine, bütüncül bir biçimde kavranan anlam (kastedilen) özel "göstergelere" (sözcükler) bölünür ve onlarda gerçekleşir.

Göstergesel olanın (gösterge) "tanınması", anlamsal olanınsa (söylem) "anlaşılması" gerekmektedir. Tanımak ve anlamak arasındaki fark anlığın iki ayrı yetisiyle ilgilidir: Bir yanda şimdi orada olanla daha önce orada olmuş olan arasında bir tekabüliyet algılama yetisi vardır, öte yandaysa yeni bir sözcelemin anlamını algılama yetisi."

66
[Benveniste - devam] "Bir dilin anlamsallığı bir başka dilinkiyle yer değiştirebilir: Bu çevirinin olanaklılığıdır; ancak bir dilin göstergeselliği bir başka dilinkine aktarılamaz: bu da çevirinin olanaksızlığıdır."

67
[Doğa ve kültür ya da çifte miras]
Filozoflar ve antropologlar arasında büyük bir hararetle tartışılagelen doğa ve kültür karşıtlığı, biyologların aşina oldukları endosomatik ve ezosomatik terimlerine çevrildiği takdirde daha açık hale gelecektir. Bu bakış açısıyla doğa genetik kod sayesinde aktarılmış bir miras anlamına gelir, kültür ise genetik olmayan araçlarca aktarılmış mirastır ve bu araçların en önemlisi de hiç kuşkusuz dildir. Homo sapiens böylece doğal dil (genetik kod) ve ezosomatik bir dilin (kültürel gelenek) yan yana işlediği çifte bir mirasın biçimlendirdiği canlı türü olarak tanımlanabilir.

68
İki miras biçimi arasındaki karşılıklı ilişkiler karmaşıktır ve hiçbir şekilde basit bir karşıtlığa indirgenemez.

Her şeyden önce, dil üzerine yapılan en son çalışmaların dilin bütünüyle ezosomatik ortama ait olmadığını göstermeyi başardıklarını kaydetmek gerekir. ... Kuşkusuz , hayvan türlerinin büyük bir bölümünde meydana gelenden farklı olarak, insan dili bütünüyle genetik koda yazılmamıştır. Thorpe, bazı kuşların çok küçükken aynı türün diğer bireylerinin ötüşünü dinleme olanağından yoksun bırakıldıklarında, normal ötüşü ancak kısmen gerçekleştirdiklerini gözlemlemiştir; o halde, onların da belli bir ölçüde bu ötüşü öğrenmeye gereksinim duyduklarını söyleyebiliriz; insandaysa, dille karşılaşmak, ona maruz kalmak dil edinimi için vazgeçilmez koşuldur. İnsan yavrusunun iki ve on iki yaş arasında söz edimleriyle karşılaşmaması durumunda, dil edinme olanağının kesinlikle tehlikeye atılıyor olması, dilin yapısının anlaşılması konusunda önemi asla yeterince vurgulanmamış bir olgudur. Antik bir geleneğin söylediğinin aksine, bu açıdan bakıldığında insan "dile sahip hayvan" değildir, tersine dilden yoksun hayvandır ve bu yüzden onu dışarıdan almak zorundadır.

Öte yandan, dilin ezosomatik yanını aydınlığa kavuşturan bu verilerin yanında, dilin belli bir ölçüde endosomatik ortama da ait olduğunu varsaymamıza olanak veren başka öğeler de vardır (Jakobson'un dikkat çektiği, dünyadaki tüm çocuklarda dil edinimi aşamalarındaki kronolojik eşzamanlılık ya da Chomsky'nin dikkat çektiği çocuğun dil yetkinliği ile dışarıdan alınan dilsel veriler arasındaki dengesizlik gibi).

69
Lenneberg'in gösterdiği gibi, hayvan türlerinin büyük bir bölümünde, iletişimsel davranış genetik olarak önceden belirlenmiş olgunlaşma kanunlarına göre değişmez bir biçimde gelişip en sonunda hayvana türüne ait karakteristik işaretlerden oluşan kullanabileceği bir repertuar sunarken, insanda dile yatkınlık (iletişime hazır olma) ile bu gücüllüğü eylemselleştirme süreci arasında bir ayrılma olduğu kesindir. Yani insan dilinin aslında en başından bir endosomatik ve bir ezosomatik alana bölündüğü ve bu iki alan arasında eylemselleştirmeyi sağlayan bir rezonans olgusunun kurulduğu (ya da kurulabileceği) söylenebilir. Ezosomatik mirasla karşılaşma beyin gelişiminin belli bir safhasında (12 yaş) dilden yararlanma yetisi telafi edilemeyecek bir biçimde yitirilmiş olur.

... insan dilini karakterize eden şey onun ezosomatik ya da endosomatik alana ait olması değildir, deyim yerindeyse birinin bitip diğerinin başladığı yerde, her ikisinin tam ortasında bulunuşudur. Başka bir deyişle, varlığı bu iki alanın hem farklılığı hem de rezonansı üzerinden eklemlenir. Bu perspektifte, dilin tüm düzeylerinde karşılaşılan ikili karşıtlıklar (dil ile söylem, bilinçsiz sesleme düzeyi ile söylemin anlamsal düzeyi, biçim ile anlam arasındaki gibi) özel bir anlam kazanır.

70
Bununla birlikte, iki dizgenin rezonansa girmesini sağlayan bir aracı öğe olmalıdır. Bu, Jakobson'un dilin sesbirimsel düzeyi olarak betimlediği öğedir.

Sesbirimler, "hem anlamlandıran hem de anlamdırmayan (yani birer "gösterilensiz gösteren" olan) bu "saf ve boş" ayrımsal göstergeler, tam olarak ne göstergesel ne de anlamsal alana, ne dile ne de söyleme, ne biçime ne anlama, ne endosomatik olana ne de ezosomatik olana aittirler; bu sesbirimler bu iki bölge arasındaki özdeşlikte-farkta yer alırlar... ... bu yer, topolojik bir betimleme vermekten öteye gitmenin mümkün olmadığı, önceki sayfalarda insanın çocukluğu olarak tanımladığımız -dilin öznesinden önce gelen ve somatik bir tözden yoksun olan- aşkınsal-tarihsel bir bölgeye denk düşer.

71
Tamamıyla tek bir boyuta dahil edilebilen her dil (gerek cırcırböceğinin ötüşü gerekse insan tarafından kullanılan dil dışı diğer gösterge dizgeleri) zorunlu olarak göstergeselde kalır ve -işlevini yerine getirmek için- 'anlaşılması' değil sadece 'tanınması' gerekir. Sadece insan dili -hem endosomatik hem de ezosomatik olana ait olduğundan- göstergesel anlamlamaya başka bir anlam ekler ve göstergenin kapalı dünyasını anlamsal ifadenin açık dünyasına dönüştürür. Dolayısıyla, Jakobson'un da gözlemlediği üzere, insan dili, (gördüğümüz gibi, tam da göstergesel olandan anlamsal olana geçmeye yaradıkları için) aynı zamanda hem anlamlayan hem de anlamlamayan, başka bir deyişle, gösterilenleri olmayan gösterenlerle işleyen öğelerden (sesbirimler) oluşmuş tek göstergeler dizgesidir.

Eğlenceler Ülkesi
Tarih ve oyun üstüne düşünümler

79
[Lévi-Strauss] “Nasıl mahaller [mahal-yer, yöre, mevzi] bir güzergâhın uğraklarını sabitliyorsa, törenler de takvimin dönüm noktalarını belirlerler. Birinciler mekânda yayılmayı, ikincilerse süreyi kalıcı hale getirirler. Ritüelin özgül işlevi yaşanmış deneyimin sürekliliğini korumaktır.” [Mythe et oubli, 299]

[oyun ve ritüel arasındaki ters ilişki] Ritüel takvimi sabitler ve yapılandırır, oyun ise, tam tersine, henüz nasıl ve neden olduğunu bilmesek de, takvimi değiştirir ve tarhrip eder.

80
[Benveniste] “Oyunun kökeni kutsaldadır, kutsalın baş aşağı ve bölünmüş bir imgesini sunar. Kutsal eğer mit ile ritüelin tözsel birliği olarak tanımlanabilirse, oyunun da kutsal canlandırmanın ancak bir yarısı tamamlandığında ortaya çıktığını söyleyebiliriz: Miti sadece sözcüklere ve ritüeli sadece eylemlere tercüme ediyordur.”

81
[Lucignolo (Pinokyo)] Eğlenceler ülkesi, tüm sakinlerinin, anlamını unuttukları ritüelleri ve kutsal sözleri tekrarlamakla ve ne işe yaradığı hatırlamadıkları nesneler dokunmakla meşgul oldukları bir ülkedir. [oyunda saatlerin yıldırım gibi akıp gittiği, günlerin değişmeden kaldığı bir başka zaman boyutu...]

İnsan oynayarak kutsal zamandan kurtulur ve insani zamanda onu "unutur”.

… oyunun dünyası daha da özel bir anlamda zamanla bağlantılıdır. Aslında oyuna ait olan her şeyin bir zamanlar kutsalın ortamına ait olduğunu gördük. Ama bu, oyun ortamını tüketmez. Gerçekten de, insanlar oyunlar icat etmeyi sürdürürler ve bir zamanlar pratik-ekonomik ortama ait olan bir şey ile de oynanabilir. Oyuncakların dünyasına şöyle bir göz gezdirmek, insanlığın eskicileri olan çocukların, ellerine geçen her tür eski eşya ile oynadıklarını ve oyunun böylece artık var olmayan kutsal dışı davranış ve nesneleri koruduğunu gösterir. … Hâlâ kullanılmakta olan nesneler söz konusu olduğunda da bunların dönüştürülüp -örneğin, küçültülmeleriyle- oyuna dahil edilmeleri mümkündür: Bir otomobil, bir tabanca, elektrikli bir ocak küçültülerek birdenbire oyuncağa dönüşür.

82
Oyuncağın kendi kutsal ya da ekonomik modelinden alıp muhafaza ettiği, parçalanıp bölünmesi ya da küçültülmesinden sonra da sürüp giden şey, onda içerilmiş olan insani zamansallıktan, onun saf tarihsel özünden başka bir şey değildir. Oyuncak, nesnelerse içerilen tarihselliğin maddeleşmesidir ve onu özel bir manipülasyon sayesinde ortaya çıkarmayı başarır. Bir antika nesnenin ye da bir belgenin anlamı ve değeri kendi çağlarının işleviyken (yani görece uzak bir geçmişi elle tutulur hale getirme ve görünür kılma işlevi) oyuncak, geçmişi çarpıtarak ve bölüp parçalayarak ya da şimdiyi küçülterek -yani hem artsüremlilik hem de eşsüremlilikte oynayarak- insanın bizatihi zamansallığını, yani “bir zamanlar” ile “artık olmayan” arasındaki saf ayrımsal sapmayı kendinde görünür kılar ve elle tutulur hale getirir.

83
Bu açıdan bakıldığında, oyuncak, Lévi-Strauss’un artık klasikleşmiş bazı sayfalarında yer alan mitik düşüncenin izlediği yolu göstermek için yararlandığı yaptakçılık (bricolage) ile bazı benzerlikler taşır. Oyuncak da yaptakçılık gibi (değişmiş yapısal bütünler de olsa), başka yapısal bütünlere ait “kırıntı” ve “parçalardan” yararlanır ve böylelikle oyuncak da antik gösterilenleri gösterenlere ye da gösterenleri gösterilenlere dönüştürür. … Yani küçültme tarihin şifresidir.

84
Eğer bu doğruysa, eğer çocukların oynadıkları şey tarihse ve eğer oyun nesneler ve onlardaki saf tarihsel-zamansal karakteri kavrayan insan davranışlarıyla ilişkiyse, o halde, Herakleitos’un bir fragmanında -yani Avrupa düşüncesinin köklerinde- özgün anlamıyla zaman olan aion’un “zar oynayan bir çocuk” olarak tasvir edilmesi ve “çocuk ülkesinin” de bu oyunun kapsamı olarak tanımlanması önemsiz görünmeyecektir. Kökenbilimcilerin, aion sözcüğünü, “yaşamsal güç” anlamına gelen *ai-w köküne götürüyorlar ve dediklerine göre bu aion sözcüğünün “omurilik” anlamını almazdan önce ve nihayetinde, pek de kolay açıklanamayacak bir geçişle, “süre” ve “ebediyet” anlamlarını almazdan önce Homeros metinlerindeki en eski kullanımlarında sahip olabileceği anlam. …[ “psykhe ve aion onu terk ettiler” - Homeros] … Eğer psykhe bedene can veren yaşamsal ilke ise, burada aion ile birlikte kullanılmasının, basit bir tekrarın ötesinde, anlamı ne olabilir? … aion canlı varlıktaki yaşamsal gücü zamansal bir şey olarak, “süren” bir şey olarak, yani canlının zamansallaştıran özü olarak gösterir, oysa psykhe bedene can veren soluktur…

85
Yunan dilinde, zamanı göstermek için aion’un yanı sıra chrónos terimi de vardır, nesnel bir süreyi, ölçülebilir ve sürekli bir zaman niceliğini ifade eder. Timaios’taki ünlü bir pasajda, Platon chrónos ve aion arasındaki ilişkiyi, kopya ile modelin ilişkisi olarak, yıldızların devinimince ölçülen döngüsel zaman ile devinimsiz ve eşsüremli zamansallığın ilişkisi olarak sunar.

[Fox Kızılderililerinin evlat edinme törenleri, Lévi-Strauss] Ritüel olayları yapılara dönüştürürken, oyun yapıları olaylara dönüştürür. … eğer ritüel, artsüremi eşsüreme dönüştüren bir makineyse, oyun datam aksine eşsüremi artsüreme dönüştüren bir makinedir.

87
Böylece, tarih bilimlerinde inatla korunan budun-merkezci bir perspektifin naif tözselleştirmesinden kurtulmuş bir tarih tanımına izin veren öğelere de ulaşırız. Gerçekten de, tarihyazımı, kendi nesnesini, sanki tözsel-nesnel bir gerçeklikmiş gibi artsüremlilikte bulabileceğini farz edemez: Lévi-Strauss’un eleştirilerinin gösterdiği gibi, bu nesnenin kronolojik bir matriks kullanan bir kondifikasyonun ürünü olduğunu anlamak zorundadır. Tüm insan bilimlerinin yapması gerektiği gibi, tarih de nesnesini doğrudan gerçeklikte bulacağı yanılgısından vazgeçip, onu karşıt ve bağlılaşık iki düzen arasındaki anlamlandırma ilişkilerinin terimleriyle göstermelidir: Tarihin nesnesi artsüremlilik değildir; tarihin nesnesi, artsüremlilik ile eşsüremlilik arasındaki, bütün insan toplumlarını karakterize eden karşıtlıktır. Tarihsel oluş, salt bir olaylar ardışıklığı, mutlak bir artsüremlilik olarak gösterildiği takdirde dizgenin tutarlılığını kurtarmak adına, her noktasal anda etkili olan (ve nedensel yasa ya da erekbilim olarak gösterilen) ama anlamı ancak bütünsel toplumsal süreçte diyalektik olarak beliren gizli bir eşsüremliliğin bulunduğunu da varsaymak gerekir. Oysa artsüremlilik ve eşsüremliliğin kesiştiği bir noktasal an (bir mutlak şimdi) Batı metafiziğinin kendi çift zaman kavrayışının sürekliliğini sağlamak için yararlandığı saf bir mittir. … saf olay (mutlak artsürem) ve saf yapı (mutlak eşsürem) diye bir şey de yoktur.

88
Tarih -artık tüm antropologların kabul ettiği ve tarihçilerin de anlamakta pek zorluk çekmedikleri üzere-, tarihsiz olarak sunulan bazı başka halklar dışında kalan halkların ayrıcalıklı mirası değildir. Bunun nedeni, tüm toplumların zamanda yani artsüremlilikte yer alıyor olması değil, toplumların artsürem ve eşsürem arasında ayrımsal sapmalar üretmesidir: Burada ritüel ve oyun dediğimiz şey, her toplumda artsürem ve eşsürem arasında anlamlandırma ilişkileri kurmak için işbaşındadır. Bu perspektifte, tarih, eşsüremlilik ve artsüremlilik arasındaki “oyundur”…

92
oyun bittiğinde, oyuncak kendi karşıtına dönüşür ve artık oyunun elemeyi başaramayacağı eşsüremli bir artık olarak belirir. … oyuncaklar ve ritüel nesneleri benzer davranışlar gerektirir: Ritüel ve oyun bittikten sonra, bu nesneler mahcubiyet verici artıklara dönüşürler ve bir kenara konmaları gerekir, çünkü bir bakıma, mümkün hale gelmesine katkıda bulundukları şeyin somut bir tekzibini oluşturuyorlardır bu halleriyle (bu noktada, toplumumuzda sanat ortamının, ne tümüyle eşsiremliliğe ne de artsüremliliğe, ne ritüele ne de oyuna ait olan bu istikrarsız, “değişken” gösterenleri toplamakla görevli bir sandık odası olup olmadığı sorulabilir).

94
[Ariés, Çocukluğun Yüzyılları] “Oyuncak tarihçileri, bebek ve minyatür nesne koleksiyoncuları, oyuncak bebekleri kazı alanlarında neredeyse endüstriyel miktarda ortaya çıkan ve büyük bir bölümü, yeri geldiğinde, en kültü, cenaze kültü gibi dinsel bir anlam taşıyan küçük heykelcikler ve tüm diğer imgelerden ayırmakta büyük güçlük çekerler…”

Yaşam süresince birbirinden ayrı tutulan oyun ve ritüelin, oyuncaklar ve ritüel nesnelerinin, artsürem ve eşsürem gösterenlerinin ölümle birlikte tersine döndüğü ve birbirinden ayırt edilemez hale geldiği de söylenebilir.

95
Ölüm, ölenin yaşayanların çevresinden (bu çevrede artsüremli ve eşsüremli gösterenler bir arada bulunurlar) ölenlerin çevresine (buradaysa eşsüremden başka bir şey yoktur) göçmesine yol açar. … (Yunanlılar, gömülmemiş bedenin hayaletine alástor yani aylak aylak dolaşan derlerdi)

96
… bir Çin atasözünün dediği gibi: “Ölülerin ruh-soluğu göçebedir. Onları yerleşik kılmak için maskeler yaparız.”

… oyunlar ancak bir ritüelin öğeleri olarak kabul edilmek koşuluyla cenaze törenlerine dahil olurlar.

Bir başka kritik an, aynı oranda korkutucu bir başka tehdit de doğumdur. Dolayısıyla, doğumda da değişken gösterenlerin oyuna girdiğini görebiliriz: nasıl ki ölüm doğrudan ataları üretmeyip larvaları üretiyorsa, doğum da doğrudan insanları değil, bebekleri üretir… … Ve nasıl larvaların işlevi çocukların işlevine denk düşüyorsa, cenaze törenleri de erginleşme ritüellerine denk düşüyordur: Amaçları bu dengesiz gösterenleri dengeli gösterenlere dönüştürmektir.

99
nachleben   yaşam-sonrası, ikinci yaşam

[dipnot 12] Ritüelin içeriği, aktarılan “sır”, aslında aktarımın kendisinden başka aktarılacak bir şey olmadığıdır: Bizatihi gösteren işlevi.

100
Tarihin işleyişinin temel kuralı, süreklilik gösterenlerinin süreksizlik gösterenleriyle değiştirilmeyi kabul etmeleridir ve gösteren işlevinin aktarımı gösterenlerin kendisinden daha önemlidir. Gerçek tarihsel süreklilik, süreksizlik gösterenlerini bir eğlenceler ülkesine ya da bir larvalar müzesine (günümüzde ikisi de çoğunlukla tek bir yerle, üniversite kurumuyla örtüşüyor) sürgüne göndererek onlardan kurtulmuş gibi yapamaz. Gerçek tarihsel süreklilik, bu gösterenleri geçmişe iade etmek ve geleceğe aktarmak için onlarla “oynayarak” kurulur.

Zaman ve Tarih – An ve sürekliliğin eleştirisi

I
105
... her kültür her şeyden önce, belli bir zaman deneyimidir ve bu deneyimde bir değişiklik olmadan yeni bir kültür mümkün değildir. Bu nedenle, özgün bir devrimin ilk görevi sadece “dünyayı değiştirmek” değil, aynı zamanda (ve öncelikli olarak) “zamanı değiştirmektir”. Dikkatini tarih üzerinde yoğunlaştıran modern politik düşünce, buna denk düşen bir zaman anlayışı ortaya koymamıştır. Tarihsel materyalizm bile, şimdiye dek kendi tarih anlayışını gerçekleştirecek güce sahip bir zaman kavramı geliştirmekten geri durmuş, bu konuyu atlamıştır. ... Zamanın dakik (noktasal) ve türdeş bir continuum (süreklilik) şeklindeki vülger temsili böylece Marksist tarih kavramını sulandırmıştır. BU temsil, ideolojinin tarihsel materyalizmin kalesine sızmasını sağlayan gizli gediğe dönüşmüştür.

II

106
İnsan aklı zaman deneyimine sahip olmasına rağmen onun temsiline sahip olmadığından, zaman zorunlu olarak uzamsal imgeler aracılığıyla temsil edilir. Antik Yunan-Roma dönemindeki zaman anlayışı temel olarak döngüsel ve süreklidir.

107
Bu anlayışın ilk sonucu, özü itibariyle döngüsel olan zamanın yönünün olmamasıdır. tam anlamıyla, ne bir başlangıcı, ne ortası, ne de sonu vardır...

Yine de Yunan zaman deneyiminin temel karakterinde (ki Aristoteles'in Fizik adlı eseri sayesinde iki bin yıl boyunca Batılı zaman temsilini belirlemiştir) zaman noktasal, sonsuz ve ölçülen bir sürekliliktir. Nitekim Aristoteles zamanı "önce ve sonraya göre devinim sayısı" olarak tanımlar ve zamanın sürekliliği de, geometrik noktaya (stigme) benzeyen ayrışık anlara (tó nyn, şimdi) bölünmüşlüğüyle garantiye alınmıştır. An, kendi içinde, zamanın sürekliliğinden (synéchheia chrónou) başka bir şey değildir, geçmiş ve geleceği hem birleştiren hem bölen saf bir sınırdır. An, bu haliyle hep firari, yakalanamz bir şeydir. Ve Aristoteles de anın bu paradoksal olarak hiçleşmiş, geçersizleşmiş karakterini şöyle açıklar: Zamanı sonsuzca böldüğünden bu an ya da şimdi daima "başkadır", ötekidir; bununla birlikte, geçmiş ile geleceği birleştirir ve zamanın sürekliliğini garanti ederken de hep "aynıdır".

108
“"An" zamanın hem başı, hem de sonudur, ama aynı zamanın değil: Geçmişin sonu, geleceğin başlangıcıdır. Tıpkı çemberin aynı dışbükey ve içbükey noktada olması gibi, zamanda daima başlama ve bitme anında olacaktır ve bu yüzden hep öteki gibi görünecektir.”

Batı insanının, zamana hâkim olma konusundaki yetersizliğinin (ve bundan kaynaklanan zaman kazanmak ve zaman geçirmek konusundaki hastalıklı takıntısının) temelinde, zamanı ölçülen ve uçup giden noktasal anların sonsuz bir continuum'u olarak gören bu Yunan zaman anlayışı bulunur.

Böylesi bir zaman temsiline sahip olan bir kültürün, gerçek ve tam bir tarihsellik deneyimine sahip olması mümkün değildi. Antikçağın yaşanmış bir zaman deneyimine sahip olmadığını söylemek, kesinlikle bir basitleştirmedir, ama aynı ölçüde kesin olan bir şey de, Yunan filozoflarının zaman sorununu daima Fizik'te çizilen çerçeve içinde ele almış olmalarıdır. İçindeki şeyleri bir kabuk gibi saran zaman, nesnel ve doğal bir şeydir: Her şeyin bir yerde bulunması gibi, her şey zamanda yer alır.

109
[antik çağa özgü zaman anlayışının temelde tarihsel olmayan yıkıcı doğası...] Bilme edimini gösteren eidénai sözcüğü gibi, tarih (historia) sözcüğü de görmek anlamına gelen id kökünden gelmektedir. Köken açısından histor, görsel tanıktır, gören kişidir. Yunanlılara göre görmenin üstünlüğü burada da doğrulanmış olur. Sahiciliğin "göz önünde bulunma" olarak belirlenmesi, hiçbir zaman olduğu haliyle gözler önünde bulunmayan ve buna rağmen hep orada olan bir tarih deneyimini dışarıda bırakır.

III
[Hıristiyanlığa özgü zaman deneyimi]

110
Hıristiyanlığa özgü zaman deneyimi pek çok açıdan öncekinin karşı tezi görüntüsündedir. Zamanın klasik temsili bir döngüyken, Hıristiyan zaman kavramsallaştırmasına rehberlik eden imge düz bir çizgidir [Bir uçta Yaratılış öyküsü, öbür uçta eskatolojik Kıyamet perspektifi].

111
"Çağ" fikrini açıkça küçümsediği halde bir tarihsellik deneyiminin temellerini atan da Hıristiyanlıktır, dünyevi olaylara dikkat etmesine rağmen antik dünya değil. Gerçekten de Hıristiyanlık, zamanı yıldızların doğal deviniminden kesin bir biçimde ayırır ve onu temelde insani ve içsel bir olgu haline getirir.

112
İlkel Hıristiyanlıkta zaman zaman karşılaşılan daha dolu, daha somut ve daha özgün bir zaman deneyiminin üstü ... klasik Antikitenin matematikselleşmiş zamanıyla örtülmektedir. Buna bağlı olarak, Yunan metafiziğinin kadim döngüsel temsili de, önce Kilise Babalarının Yeni Platonculuğu, ardından daskolastik teoloji sayesinde kaçınılmaz biçimde geri döner. İlahiyatın rejimi olarak ebediyet, durağan döngüsüyle, insani zaman deneyimini geçersiz kılma eğilimindedir.

IV

113
Modern çağın zaman kavramı, hıristiyanlığın düz çizgisel ve tersinmez zaman anlayışının laikleştirilmesidir; herhangi bir "son" fikrinden koparılmış, şimdi ve sonraya göre yapılanan bir süreç olma dışında her türlü anlamdan arındırılmış olmasına rağmen böyledir. Zamanın bu türdeş, çizgisel ve içi boş temsili, imalathanelerdeki iş deneyiminden doğar ve döngüsel olana karşı tekbiçimli düz çizgili devinimin üstünlüğünü yerleştiren modern mekanik tarafından da onaylanır.

... Nietzsche'nin çok önceden sezmiş olduğu gibi, süreç on dokuzuncu yüzyıl tarih kavrayışına rehberlik eden kavramdır. ... işin içine sürekli ve sonsuz bir ilerleme fikrinin dahil edilmesi... Aslında sadece kronolojik olarak yönlenmiş bir süreç fikrinin tercümesi olan "gelişme" ve "ilerleme", doğa bilimlerinin etkisiyle, tarihsel bilginin rehber kategorilerine dönüşürler. Böylesi bir zaman ve tarih kavrayışı zorunlu olarak insanı kendi boyutundan yoksun bırakır ve sahici tarihselliğe girişini engeller.

V

115
Hegel zamanı Aristoteles'in noktasal an modeline göre düşünür. Aristoteles'e özgü nyn'in karşısına şimdi'yi koyar; nasıl Aristoteles nyn'i stigme [çentik] olarak düşündüyse, Hegel de şimdi'yi nokta olarak düşünür.

116
... Hegel diyalektiğinin gerçek anlamı da, bütünlük içinde olduğu zaman kavrayışıyla ilişkilendirildiğinde anlaşılabilir ancak. Diyalektik her şeyden önce olumsuz ve uçup giden yakalanamaz anların sürekliliğini (continuum) toplamayı ve bütünleştirmeyi sağlar.

VI

118
Marx'a göre, tarih insanın içine düştüğü bir şey değildir, yani sadece insan ruhunun zamanda oluşunu ifade eden bir şeyden ibaret değildir. Bir Gattungswesen (türsel varlık) olarak, türeyen bir varlık olarak insanın özgün boyutudur; yani kendini başından beri ne salt birey olarak, ne de soyut genellik olarak değil de, evrensel birey olarak üretmesini ifade eder. Bu yüzden tarih, ... praksis'le, insanın kökeni ve özü olarak somut etkinlikle belirlenmiştir. İnsanın hem köken hem de doğa olarak konumlandığı praksis, aynı zamanda "ilk tarihsel eylemdir", tarihin ilk eylemidir; insani özün insanın doğası haline gelmesinin, doğanın da insanlaşmasının aracıdır. ... Tarih, insanın doğasıdır, başka bir deyişle Gattungswesen olarak insanın kendi kendine orjinal aidiyetidir; yabancılaşması, onu bu aidiyetten geçici olarak çıkarmıştır.


119
Marx kendi tarih fikrine uygun bir zaman kuramı geliştirmedi, ama onun tarih anlayışını noktasal anların sonsuz ve sürekli ardışıklığı olarak Aristotelesçi ve Hegelci kavrayışla uzlaştırmak da imkânsızdır. ... Çağdaş insanın temel çelişkisi hâlâ kendi tarih fikrine uygun bir zaman deneyimine sahip olmamasıdır.

VII

120
İster döngüsel olarak düşünülsün ister çizgisel, Batılı zaman kavrayışına egemen olan karakter noktasallıktır. Yaşanmış zaman geometrik-metafizik bir kavram aracılığıyla temsil edilir (nokta, ayrışık an) ve sonra bu kavramın kendisi sanki gerçek zaman deneyimiymiş gibi ilerlenir.

121
Yunan deneyiminin kozmik zamanı Gnostisizm tarafından, tanrının dünyaya mutlak yabancılığı adına reddedilmiştir (Tanrı en üstün derecedeki yabancıdır); onun tanrısal eylemi kozmik yasaları korumaktan değil, onları kesintiye uğratmaktan ibarettir.

O halde Gnostisizmin zamanı yekpare ve türdeş olmayan bir zamandır; bu zamanın hakikati, ansızın gerçekleşen bir kesinti anında, insanın ani bir bilinç edimiyle kendi diriliş koşuluna sahip oluşudur ("statim resurrectionis compos").

Stoacılar için, şimdiyi ayrışık anlara bölen, türdeş, sonsuz ve belirlenmiş zaman gerçek dışı zamandır, bu zamanın örnek deneyimi bekleyiş ve ertelemedir. Bu ele avuca sığmaz zamana boyun eğmek insan varlığının temel hastalığını oluşturur, sonsuz ertelemesiyle onu kendi deneyimini tekil ve tamamlanmış bir şey olarak ele geçirmekten alıkoyar. Stoacı bunun karşısına özgürleştirici bir zaman deneyimi koyar, bu deneyim kontrolümüzün dışında, nesnel bir şey değildir, eylemden ve insanın kararından kaynaklanan bir şeydir. Modeli kairós'tur: kararın kendi fırsatını yakaladığı ve hayatın tüm potansiyeline anda ulaştığı ani ve beklenmedik bir denk gelme. Sonsuz ve ölçülebilen zaman böylece aniden sınırlanmış ve şimdileştirilmiş olur: kairós çeşitli zamanları damıtarak kendi içinde toplar ve onda, bilge kişi kendi kendinin efendisidir, ebediyetteki tanrı gibi rahata kavuşmuştur. Bu, kâğıtların her dağıtılışında hayata düşen son "el"dir, insanı ölçülebilir zamanın köleliğinden çekip çıkaran fırsat.

VIII

123
"Kıyamet günü, normal tarihsel koşuldur". [Kafka]

Benjamin, metafizik geleneğin hiçlenmiş şimdisinin yerine "kendisi bir geçiş olmayan, zamanın durakaldığı bir şimdi"yi koyar.

IX

126
"utrum delectatio sit in tempore" [?]


127
... tarih, egemen ideolojinin söylediği gibi, insanın sürekli çizgisel zamana köleliği değil, ondan kurtuluşudur: Tarihin zamanı, insanın içinde kendi girişimi için uygun fırsatı yakaladığı ve kendi özgürlük anına karar verdiği kairós'tur.

Benjamin'in hatırlattığı gibi, otantik devrimlerde deneyimlenen bu zaman, zamanın durdurulması ve kronolojinin kesintiye uğratılması olarak yaşanır, ama ondan doğan bir devrim yeni bir kronoloji değildir, niteliksel bir zaman değişimidir (bir kayroloji)...

131
Prens ve Kurbağa
Adorno ve Benjamin'de yöntem sorunu

[Adorno'dan Benjamin'e mektup]
fantazmagorya  görüntü oyunu; gergin bir zihnin ürettiği görüntüler ve illüzyonlar

132
... soruların kendilerini bile sadece uzmanlar için görünür kılan o çileci disiplin ... bu çileci ruhsal eğitim...

133
... toplumsal karakterlerin “vizyonu”...

... tarihle büyü arasındaki bir salınım bölgesi...

135
Eksikliğini duyduğum ve gizemli materyalist-tarihyazımsal çağrışımlarca üstü örtülen “dolayım”, çalışmanızın atladığı kuramdan başka bir şey değil.

...bütünsel toplumsal süreç...

136
...diyalektik materyalizm davası...

138
[Benjamin'den Adorno'ya mektup]
...kuruluş sorunu, bir kurucu yapı sorunu... filoloji...

140
[Adorno'nun 'üzücü' Benjamin yorumu...] “Onun mikrolojik ve fragmanter yöntemi, Marx'ta olduğu gibi Hegel'de de bütünlüğü doğuran evrensel dolayım fikrini hiçbir zaman tam olarak içeremedi. Gözlemlenen en küçük gerçeklik hücresinin dünyanın geri kalanını dengeleyeceği düşüncesinden de hiçbir zaman sapmadı. Görüngüleri materyalist biçimde yorumlamak, Benjamin için, onları toplumsal bütünün ürünleri olarak açıklamaktan çok, doğrudan doğruya, yalıtılmış tekillikleri içinde, maddi eğilimlerle ve toplumsal mücadelelerle ilişkilendirmek anlamına geliyordu.” (Adorno'nun Prismen /Prizmalar kitabından)

141
J. Bloch'a yazdığı pek çok kez alıntılanan bir mektubunda, üretimin ancak son tahlilde belirleyici tarihsel etken olduğunu söyleyen de Engels'in ta kendisi değil miydi?

[Adorno'un Benjamin'in Pasajlar'ı üzerine eleştirisi...] Bize kalansa, bu eleştirinin, söz konusu denemeyi okuyan herkesin bileceği gibi, kapitalizmin tarihsel gelişimindeki bir küresel kültürel anın belki de en aydınlatıcı çözümlemesini içeren bir metne yöneltilmiş olmasının üzüntüsüdür sadece.

143
Şu halde, materyalizmi bayağılıktan korumak için üstyapı ile yapı arasına kendi aracılık ofisini açan dolayım, Hegelci tarihsel diyalektikçiliktir ve her aracı gibi o da kendi komisyonunun zamanında ödenmesini talep etmektedir. Bu komisyon, bütünsel toplumsal sürecin “son tahliline” ertelemek adına, her tekil olayın ve praksisin her mevcut anının somut kavranışını reddetme biçimini alır.

144
Bu Hegelci dolayım ve bütünsel toplumsal süreç anlayışını sahici Maksizmmiş gibi gümrükten kaçırmaya kalkışmak, Marksizmin Hegelci diyalektiğe yönelttiği “soyut, biçimsel süreç” eleştirisini bir çırpıda silmek anlamına gelir. Bu eleştiri 1844 Elyazmaları'nın en öemli bölümünü oluşturmaktadır. O halde -kuşkusuz bu eleştiriden habersiz olmayan- Adorno, Marx'ın hiçbir yerde diyalektik bir ilişki olarak tasarlamadığı üstyapı ve yapı arasındaki ilişkiyi yorumlamak için “bütünsel toplumsal sürecin” dolayımını ne diye işin içine karıştırmaktadır? Nedenini, bir kez daha, korkmak için belki de pek çok haklı nedene sahip olduğu bir tehlikeden korunma isteğinde aramak gerekir. Marx'ın maddi temel ve üstyapı arasındaki ilişkiyi diyalektik bir ilişki olarak sunmamasının nedeni, ilk bakışta, bunu bir nedensel belirlenim ilişkisi olarak algılaması gibi görünür; işte bu noktada “bayağı” bir yorum olasılığından korunmak için diyalektik bir aracıyı işe karıştırmak gerekir. Ama nasıl ki bayağılık korkusu korkunun bayağılığını ele veriyorsa, bayağı bir yorum şüphesi de onu formüle eden kişinin her şeyden önce kendisine yönelteceği bir şüphedir. Engels'e muhteşem “son tahlil” kuramı için ilham veren de bu türden bir korkudur ve bu kuram -bunu yine de söylemek gerekir- bir takıyyecilik şaheseridir. “Materyalist tarih anlayışına göre tarihte son tahlilde belirleyici olan faktörün gerçek hayatın üretimi ve yenidenüretimi” olduğunu söyleyerek bayağı materyalizme karşı gardını alıyordur Engels: “Bundan fazlasını ne Marx, ne de ben ileri sürdüm. Şimdi birileri, ekonomik faktörün belirleyici tek olay olduğunu ileri sürerek konuyu saptırırsa, bu önermeyi içi boş, soyut ve saçma bir önermeye dönüştürmüş olur.”

145
Ama açık olan şudur ki, eğer bu saptırma gerçekleştiyse, bu durum maddi temel ve üstyapı arasındaki ilişki bir neden-sonuç ilişkisi olarak yorumlandığı anda çoktan vuku bulmuştur. Bu saptırma bir kez gerçekleştikten sonra, onu kendi bayağılığından kurtarmanın tek yolu da, bir elde bayağı materyalizm korkuluğunu sallarken ötekini de ona karşı savaşmak için hazır etmektir artık.

Marx yapı ve üstyapı arasındaki ilişkinin anlaşılma biçimini netleştirme konusunda bir endişe taşımadıysa ve ara sıra “bayağı” sayılmaktan da korkmadıysa eğer, ilişkinin nedensel bir yorumunun Marksist terimlerle zaten düşünülemez olmasındandır bu... Aslında nedensel her yorum Batı metafiziğiyle dayanışma içindedir ve gerçekliğin iki farklı ontolojik düzeye ayrılmasını bir önkabul olarak içerir. Ekonomik olayları metafiziğin Tanrı'sının causa sui [kendi kendisinin nedeni] ve her şeyin nedeni oluşuyla aynı anlamda birincil neden olarak alan bir materyalizm, metafiziğin öteki yüzünden başka bir şey olmayacaktır. Praksisin gerçekliğin somut ve üniter kaynağı olduğu yolundaki Marksist anlayış da benzer bir ontolojik ayrıştrma tarafından düzeltilemez bir biçimde zedelenmektedir... Aslında praksis, daha sora üstyapı biçiminde bir olumluluk halinde temsil edilmek için diyalektik bir dolayıma gereksinim duymaz, o en başından beri “gerçekten olan şey”dir ve en başından beri bütünlük ve somutluğa sahiptir.

146
Marx, hayvan ile akıl, doğa ile kültür, madde ile biçim arasındaki metafizik ayrımı ortadan kaldırır: Praksis içinde hayvanlığın insanlık, doğanın kültür ve maddenin biçim olduğunu söyler. Eğer bu doğruysa, üstyapı ile yapı arasındaki ilişki de ne bir nedensel belirlenim olabilir, ne de bir diyalektik dolayım ilişkisi -ancak dolaysız bir denklik ilişkisi olabilir, dolaysız biçimde birbirlerine tekabül ediyorlardır. Dolayımın daha sonra diyalektik peçesiyle gizlemeyi görev bildiği ekonomik süreç belirleyici neden sayıldığı takdirde, ekonomik yapı ile üstyapı ayrımının içerdiği örtük takıyyecilik de aynen sürüp gidecektir. Gerçek materyalizm köktenci bir biçimde bu ayrımı ortadan kaldıran ve somut tarihsel gerçeklikte asla bir yapı ve üstyapı toplamı görmeyen, ancak praksis içinde (özü cins olan bir varlık olarak insanî insanın, türsel bir varlık olarak insanın kendi yaşamını üretme tarzı) iki terimin dolaysız birliğini gören materyalizmdir.

“Şarap vergisinden 'Şarabın Ruhu'na dolaysız çıkarsama mümkün ve gereklidir, çünkü bu tekabül ilişkisine dayanır. O halde, üstyapı ve yapıyı dolaysız ilişkiye sokan “bayağı materyalizm” de aslında bayağı bir şey değildir belki de; çünkü böylesi bir dolaysızlıkta, nedensel bir ilişki akılcı bir biçimde önerilemez bile. Bayağılık, tam tersine, yapı ve üstyapı ilişkisini bir neden-sonuç ilişkisi gibi algılayan, bu ilişkiye bir anlam atfetmek ve aynı zamanda kendi idealist utancını kurtarmak için de “dolayıma” ve “bütünsel sürece” gereksinim duyan yaklaşıma aittir.

147
Materyalist olan tek bakış açısı, yapı ve üstyapı ayrımını radikal biçimde aşan bakıştır, çünkü özgün tutarlılığında praksisi tek nesne olarak, yani “monad” olarak alır (monad, Leibniz'in tanımlamasıyla, basit bir tözdür, yani “parçasızdır”).

Aufhebung   Karşı çıktığı kazanımlarını koruyarak aşma. Marsist terminolojideki “yadsımanın yadsıması” kavramına denk düştüğü söylenebilir. ç.n.

148
[Benjamin'in Die Wahlverwandtschaften (Elective Affinities) denemesinde filoloji ve tarih, 'konu içeriği' ile 'hakikat içeriği' arasındaki ilişkiler betimlenmektedir:]

“Eleştiri bir sanat eserinin hakikat içeriğini arar, açıklama [kommentar] ise konu içeriğini. Bu iki kavramın ilişkisini belirleyen, edebiyatın şu temel yasasıdır: Bir eserin hakikat içeriğinin konuyla bağı sıkılaştığı ve böylece görünmezleştiği oranda bu hakikat içeriği de daha anlamlı olur. Tam da hakikatin en derin biçimde konuya/malzemeye sindirildiği eserler kalıcı oluyorsa eğer, o zaman bu kalma süresi boyunca eserin somut gerçeklikleri de dünyada silindikleri oranda izleyicinin gözünde daha canlı, daha çarpıcı hale geleceklerdir. Ama böylece konu içeriği ile hakikat içeriği eserin gençliğinde bir aradayken, eserin yaşadığı süre boyunca gittikçe birbirlerinden ayrılırlar; hakikat içeriği saklı kalmayı sürdürse de konu içeriği iyice çarpıcılaşır. Bu yüzden de, çarpıcı ve tuhaf olanın -yani konu içeriğinin- yorumu, artan ölçüde, her yeni eleştirmen için bir önkoşul haline gelir. Bir eski yazı uzmanına benzetebiliriz eleştirmeni: Elindeki parşömenin solmuş metni, ondan söz eden daha görünür bir yazının harfleriyle örtülmüştür. Nasıl ki, eski yazı uzmanı ilk önce daha görünür olanı okuyacaksa, eleştirmen de işe açıklamayla başlayacaktır. Ve bir çırpıda, paha biçilmez bir yargı ölçütü çıkar karşısına: Hakikat içeriğinin görünüşü/parıltısı konu içeriğine mi bağlıdır, yoksa konu içeriğinin hayatı hakikat içeriğine mi -eleştirinin bu temel sorusunu ancak şimdi sorabilecek durumdadır. Çünkü eserde bu ikisi birbirinden ayrılırken, eserin ölümsüzlüğüne de karar verirler. Bu anlamda eserlerin tarihi onların eleştirilerini hazırlar ve bu nedenle tarihsel mesafe arttıkça eserin otoriteleri de artar. Eğer tarihte gelişmekte olan eseri üstünde ölülerin yakıldığı bir odun ateşine benzetecek olursak, bu durumda açıklamacı [kommentator] bir kimyacı gibidir, eleştirmen ise bir simyacı. İlki için, odun ve kül tek çözümleme nesnesi olarak kalır, oysa ikincisi için alevin kendisi bir bilmece olarak sürüp gider: Canlı olmanın bilmecesi. Dolayısıyla eleştirmen hakikati arar, o hakikat ki, canlı alevi geçmişin ağır kütüklerinde ve yaşanmışın hafif küllerinde yanmaya devam ediyordur.”

150
Eleştirmenin görevi, önünde bir filolojik bulgu olarak duran eserin tılsımlı olgusallığında, konu içeriği ile hakikat içeriğinin, yapı ile üst yapının ilk ve dolaysız birliğini görüp tanımaktır.

Masal ve Tarih
Presepe üzerine düşünceler

153
presepe   İsa'nın doğumunu imgeleyen ve Noel zamanı ağaç ile birlikte küçük heykelciklerin kullanımıyla hazırlanan maket.

Fabula muta – oksimoron   Fabula masal, öyküleme demektir, muta ise sessiz, dilsiz. Retorikteki tanımıyla bir oksimorondur bu, imkânsız bir kombinasyon.

155
medyum    aracı

156
Büyüden bu dünyevi kurtuluşun şifresi minyatürleştirmedir, küçültmedir. ... biblolar... “küçüğün kurtuluşu”...

157
Alois Riegl'in büyük bir özenle minyatürlerde, mozaiklerde ve geç Roma dönemi fildişi eserlerde saptadığı özelliklerin hepsi -uzamdan bağımsızlaştırılmış figürlerin eksensel yalıtılması ve her şeyin “sihirli” bir şekilde birbirine bağlanması- kesinlikle presepede de bulunur.

Bir Gözden Geçirme Projesi

161
[Burada programı sunulan incelemenin] Kendine yaşamsal mekân olarak seçtiği yer, ne bir süreklilik ne de yeni bir başlangıçtır; bir ara verme, kesintiye uğratma, bir sapmadır ve güncelliğinin temelini oluşturan da kurucu tarihsel olay olarak bu sapmanın deneyimidir.

162
[Batı kültürünün kendine özgü karakterinde] bir hakikat vardır ama onu aktarma olanağı yoktur; aktarma araçları bulunur, ama ne bir şey öğretir ne de aktarırlar.

Kültürümüzde eski ve yeni, geçmiş ve şimdi, anciens ve modernes arasındaki karşıtlık olarak her seferinde belirip duran şey işte bu temel bağlantısızlıktır. ... Yadırgatma, rady-made, detournement ve alıntı, yüzyılımızda bu ilişkiyi yeniden oluşturmaya yönelik son çabalardır (avangard, ne yaptığını bildiği dönemde, asla geleceğe yönelmez, aksine müthiş bir geçmişle ilişki kurma çabası içindedir). Onların da değer yitirmesi yeni bir dönemin başlangıcını gösterir. Bu yeni dönemde, şimdiki zaman taşlaşmış bir arkaik yüz halinde, bir çorak toprak olarak kalırken, geçmiş de yabancılaştırılmış modern maskesinde şimdiye ait bir anıttan başka bir şey değildir.

164
Kutsal metinlerin tefsiri ve aktarımı için kendine özgü kategorileri olmayan kültürümüzde, filolojiye her zaman özel bir görev, kültürel geleneğin sürekliliğini ve arılığını sağlama görevi yüklenmiştir. ... hiç kuşkusuz bir filoloji biçimi olan yazınsal ve sanatsal avangard akımlar sanat ve edebiyat tarihinde sınıflandırılırken, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde şiir sayılacak eserler insan bilimleri ve filolojik bilimler alanına yerleştirilmiştir. Batı kültürünün filolojiyi neden katı bir bilimsel disiplin olarak ürettiği, bu disiplinin her yeniden doğuşunda neden şairlerin (Helenistik dönemde Philetas ve Kallimakhos, Hümanizmin ilk dönemlerinde Petrarca ve Poliziano, Romantizm döneminde Friedrich Schlegel) filolog haline gelme gereğini hissettikleri yeterince sorgulanmamış ve hâlâ açıklanmayı bekleyen bir durum olarak durur karşımızda.

165
En başından beri kendini sadece metinlerin maddi aktarımını sağlamakla sınırlamayan, emendatio (elyazması geleneğinden kaynaklanan hataları düzeltmek) ve coniectura'yı (metnin boşluklarını doldurmak ve bozulmuş bir bölümü yeniden oluşturmak için önerilen yöntem)  özel görevler olarak üstlenmiş filoloji, kendine özgü konumunun ... hakikat ile aktarımı, konu içeriği ile hakikat içeriği arasında bulunduğunu gösterir.

167
Böyle bir projenin eleştiriye hak ettiği değeri ve şiddetini iade etmek zorunda oluşu, kendi görev tanımında örtük olarak içerilir. Politikayla ilişkilerini sergilemeye gerek duymayışı, buna hiç ihtiyacı olmaması, bu değerin ve şiddetin verdiği bir ayrıcalıktır. Politika ve şiirin ilk bağlaşıklığı, Aristoteles'in müzikle ilgili incelemesinin Politika'sında yer alması ve Platon'un Devlet'inde şiirin ve sanatın tematik yerinin ortaya konmasıyla kültürümüzde en başından beri onaylanmıştır – tartışılması bile gerekmez. Sorun şiirin politikaya göre daha önemli olup olmayışı değildir, asıl sorun politikanın hâlâ şiirle özgün ve orijinal bağlaşıklık ilişkisini sürdürebilecek durumda olup olmamasıdır. ... Tarihin sürekli, çizgisel ve sonsuz bir süreç olarak bayağı bir zaman anlayışıyla özdeşleştirilmesinden vazgeçmenin ve tarihsel kategorilerle zamansal kategorilerin aynı şey olmayabileceğinin farkına varmanın zamanı gelmiştir. ... Tarihselciliğin, en başta kendisinin saf bir kronolojiye indirgediği bir tarihe Hıristiyan “kurtuluş tarihi”nin sahte anlamlarını yeniden sokmak üzere seferber ettiği süreç, gelişme ve ilerleme kavramları yıkıma uğratılmalıdır. Bayağı tarihselciliğin içi boş, sürekli, sayılabilen ve sonsuz zamanın karşısına, somut insani deneyimin dolu, kesikli, sayılara bölünemeyen, kusursuz zamanını koymak gerekir.

170
Tarihsel-Filolojik Yorum
Tıpkı çocukların oyunlar ve masallarda törenin boyunduruğundan kurtulan söylensel dünyaya bekçilik etmeleri gibi, kehanet için kullanılan zarları oyuncağa, dilekte bulunma gerecini topaca, doğurganlık törenini halka oyununa dönüştürmeleri gibi; filoloji de söylensel isimleri sözcüklere dönüştürür ve böylece tarihi kronolojiden ve mekanikçilikten kurtarır.



.
.
.
.

08 Ocak 2018

Giorgio Agamben

.
.


.
.
Giorgio Agamben

1942 Roma
1970 The Man without Content
           İçeriksiz Adam. (Çev. Kemal Atakay), Monokl Yayınları, 2019 İstanbul (1)
1977 Stanzas: Word and Phantasm in Western Culture / Stanze (Dörtlükler)
1978 Infancy and History: The Destruction of Experience
           Çocukluk ve Tarih: Deneyimin Yıkımı Üzerine Bir Deneme. (Çev. Betül Parlak), Kanat Kitabevi, 2010 İstanbul (2)
1982 Language and Death: The Place of Negativity
1985 Idea della prosa [İt.]. Idea of Prose
            Nesir Fikri. (Çev. Fırat Genç), Metis Yayınları, 2009 İstanbul (3)
1990 The Coming Community / La communita che viene
           Gelmekte Olan Ortaklık. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul (4)
1993 Potentialities [1999 - Collected Essays in Philosophy]
1995 Homo Sacer: Sovereign Power and Bare Life. Homo sacer, I
           Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat. (Çev. İsmail Türkmen), Ayrıntı Yayınları, 2001 İstanbul (5)
1996 Means Without End: Notes of Politics
1996 The End of the Poem: Studies in Poetics
1996 Mezzi sensa fine (Amaçsız Araçlar)
1998 Remnants of Auschwitz: The Witness and the Archive. Homo Sacer III
           Tanık ve Arşiv: Auschwitz'den Artakalanlar. (Çev. Ali İhsan Başgül), Dipnot Yayınları, 2017 Ankara (6)
2000 The Time that Remains: A Commentary on the Letter to the Romans
2002 The Open: Man and Animal
           Açıklık: İnsan ve Hayvan. (Çev. Meryem Mine Çilingiroğlu), Yapıkredi Yayınları, 2009 İstanbul (7)
2003 State of Exception [İstisna Hali/Olağanüstü Hal]. Homo Sacer II, 1
           Olağanüstü Hal. (Çev. Kemal Atakay). Varlık Yayınları, 2008 İstanbul (8)
           İstisna Hali. (Çev. Kemal Atakay). Otonom Yayıncılık 2006? İstanbul (8)
2005 Profanazioni [İt.]. Profanations
        Dünyevileştirmeler. (Çev. Betül Parlak). Monokl Yayınları, 2011 İstanbul (9)
2006 Che cos'è un dispositivo? What is an Apparatus? and Other Essays (2007 + L'amico [Dost], +
Che cos'è il contemporaneo? [Çağdaş Nedir? (Çıplaklıklar içerisinde yer alan yazı mı?)])
Dispozitif Nedir? / Dost. (Çev. Ekin Dedeoğlu), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul (10)
2007 “Nymphs" in Releasing the Image: From Literature to New Media
2007 The Kingdom and the Glory: For a Theological Genealogy of Economy and Government. Homo Sacer II, 4
2008 The Signature of All Things: On Method
           Şeylerin İşareti: Yöntem Üstüne. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul (11)
2008 The Sacrament of Language: An Archaeology of the Oath. Homo Sacer II, 3
           Yeminin Arkeolojisi: Dilin Kutsal Ayini. (Çev. Önder Özden), Nika Yayınevi, 2020 İstanbul (12)
2009 Nudities
           Çıplaklıklar. (Çev. Suna Kılıç), Alef Yayınevi, 2017 İstanbul (13)
2009 Angeli. Ebraismo Cristianesimo Islam [Angeli. Yahudilik Hıristiyanlık İslam?]
2010 The Church and the Kingdom
2010 The Unspeakable Girl: The Myth and Mystery of Kore
2011 The Highest Poverty: Monastic Rules and Forms-of-Life. Homo Sacer IV, 1
2012 Opus Dei: An Archeology of Duty. Homo Sacer II, 5 [Tanrı'nın İşi: Bir Arkeoloji Görevi(?)]
2013 Pilato e Gesú
2013 Il mistero del male: Benedetto XVI e la fine dei tempi [Kötülüğün gizemi: Benedikt XVI ve zamanın sonu(?)]
2013 Qu'est-ce que le commandement? [Emir Nedir?]
2013 'Leviathans Riddle'
2014 Il fuoco e il racconto [Ateş ve Hikâye]
2014 The Use of Bodies. Homo Sacer IV, 2
2015 L'avventura [Macera]
2015 Stasis: Civil War as a Political Paradigm. Homo Sacer II, 2
2015 Pulcinella ovvero Divertimento per li regazzi in quattro scene
2016 Che cos'è la filosofia? [Felsefe Nedir?]
2016 Che cos'è reale? La scomparsa di Majorana [Gerçek nedir? Majorana'nın Ortadan Kaybolması]

.
.

08 Ekim 2017

Claire Parnet - Gilles Deleuze ile söyleşi - A'dan Z'ye

.
.
.
.

.
.

Deleuze A'dan Z'ye

Claire Parnet
https://www.youtube.com/watch?v=Cy84iU76-ss
1988-89
[Gilles Deleuze’ün ölümü, 1995; filmin gösterimi, 1996]

“A”
Animal [Hayvan]

Bir hayvanda beni etkileyen şey nedir? Beni etkileyen şey, evvela her hayvanın bir dünyaya sahip olması, bu çok merak uyandırıcı, çünkü öyle çok insan var ki, bir dünyası bile yok; bir dünyası olmayan bir sürü insan. Bunlar herkesin hayatını yaşar, yani herhangi birinin ve herhangi bir şeyin. Oysa hayvanlar, onların dünyaları var. Bir hayvan dünyası nedir? Bu bazen olağanüstü sınırlıdır, ki beni etkileyen şey de bu. Sonuç olarak, hayvanlar çok az şeye tepki gösterir...

Evet, hayvanın ilk özelliği hikayesinde, mesele gerçekten de spesifik, özel hayvan dünyalarının varlığıdır. Belki de bazen, bu dünyaların yoksulluğu, bu dünyaların indirgenmiş karakteri, beni bu kadar etkiliyor.

Parnet – Peki senin yaşam hayalin bu mu? Seni hayvanlara çeken şey bu mu?

Bir hayvan olmak için bir dünyaya sahip olmak yeterli değil. Beni asıl büyüleyen şey yeryurt meseleleri. ... Yeryurdu olan hayvanlar -kabul, yeryurdu olmayan hayvanlar da var- ama yeryurdu olan hayvanlar, işte bunlar hayret vericidir, çünkü yeryurt oluşturmak, benim için, neredeyse sanatın doğuşu gibi bir şey. Bir hayvanın yeryurdunu nasıl işaretlediğini herkes bilir, hayvanın kendi yeryurdunun sınırlarını belirlemesini sağlayan, anal salgı bezleri, idrar vs. hikayeleri anlatılır durur. Ama bununla bitmez: Bir yeryurt işaretlenirken işe bir dizi duruş da müdahil olur, örneğin, alçalmak/kendini yukarı kaldırmak; bir renk dizisi, babunlar mesela, babunların popolarının rengi, tüm bunları yeryurtların sınırlarında gösterirler. Renk, şarkı, duruş: Bunlar sanatın üç belirleyicisidir. Yani renk ve çizgiler -hayvan duruşları bazen gerçek çizgiler oluşturur, renk, çizgi, şarkı -saf haliyle sanat işte budur. Öyleyse yeryurtlarını terk ettiklerinde ya da buralara geri döndüklerinde, tüm bunlar mülkiyet ve sahiplik alanında gerçekleşiyor diye düşünüyorum. Mülkiyet ve sahiplik alanında gerçekleşmesi çok şaşırtıcı, yani Beckett veya Michaux gibi söylersek “benim mülklerim”. Yeryurt hayvanın mülklerini oluşturur ve burayı terk ettiklerinde bunları tehlikeye atarlar; eşlerini tanıyan hayvanlar var, onları ancak yeryurdun içinde tanıyabilirler. İşte mucize buna denir.

... ben yeryurt mefhumuyla ilgileniyorum ve şöyle diyorum, bir yeryurt, yeryurdu terketme hareketine istinaden tanımlanır. O yüzden, bunu ifade edebilmek için, “barbarca” gelebilecek bir kelimeye ihtiyacım var: ... “yersizyurtsuzlaşma” kavramı. ... O yüzden şöyle diyorum, felsefe için -hayvanlara geri dönmeden önce- felsefe için bu oldukça çarpıcıdır: ... yeryurttan çıkma vektörü olmayan bir yeryurt olmaz... Ve aynı zamanda başka bir yerde, başka bir şey üzerinde yeniden yerliyurtlulaşma çabası olmadan bir yeryurttan çıkmak, yani yersizyurtsuzlaşmak da olamaz. Tüm bunlar hayvanlarda işler, beni etkileyen şey de bu. Genel olarak etkileyici olansa tüm bir göstergeler alanıdır. Hayvanlar göstergeler yayar, durmaksızın göstergeler yayar, göstergeler üretirler. Yani çifte anlamıyla, göstergelere tepki verirler. Örneğin, bir örümcek, ağına değen her şeye, herhangi bir şeye tepki verir, göstergelere tepki verir ve göstergeler üretir. Örneğin, şu ünlü gösterge, bu bir kurt göstergesi mi, bir kurdun izi veya başka bir şey mi? İzleri tanımayı bilen insanlara büyük bir hayranlık duyuyorum. ... O noktada, işte onlar da hayvandır, hayvanla hayvani bir ilişkileri vardır.

Parnet: ... yazmak ve yazarla hayvan arasında bir bağlantı var mı?

Elbette. Eğer biri bana hayvan olmak ne demektir diye sorsa, ... Hayvan olmak tetikte olmaktır. Hayvan esasen tetikte olan varlıktır. [Yazar tetiktedir, filozof tetiktedir]

[Yazar, okurlarına yönelik, okurlarına doğru, okurlar 'için' yazar. Ama bu 'için' ne demektir?] ... yazarın okur olmayanlar için de yazdığını söylemek gerekir, yani onlara yönelik olarak değil de “onların yerine”. O yüzden, 'için' iki anlama gelir: onlara yönelik olarak ve onların yerine. [(Artaud, Faulkner, vb.) aptalların, okuma-yazma bilmeyenlerin, barbarların, hayvanların 'yerine' yazmak...] İnsan yazarken, özel bir meselenin peşinde değildir. Onlar gerçekten aptal ahmaklar; gerçekten, bu edebi sıradanlığın iğrençliği, her çağda ama özellikle son zamanlarda, insanları, bir roman yaratmak için mesela, kendine ait özel bir meseleye, küçük bir kişisel hikayeye sahip olmanın yeteceğine inandırıyor -kanserden ölen bir büyükanne, veya birinin özel aşk ilişkisi- ve işte bu kadar, bunun üzerine bir roman yazabilirsin artık. Böyle şeyler düşünmek utanç verici. Yazmak bir kimsenin özel meselesi değildir, aksine, insanın kendini evrensel bir meselenin içine atması anlamına gelir, roman olsun, felsefe olsun. Ne demek bu?

Parnet: ['yerine' yazmak konusu, Bin Yayla'da ifade ettiğin alıntıya götürüyor bizi. “Yazar büyücüdür, çünkü hayvanı kendisine karşı sorumlu olduğu tek nüfus olarak görür.” Hofmannstahl.]

Yazmak zorunlu olarak dili -ve dil sözdizimi olduğu için- sözdizimini belli bir sınıra kadar zorlamak demektir, çeşitli yollardan ifade edilebilecek bir sınır: Bu, dili sessizlikten ayıran sınır da olabilir veya dili müzikten ayıran sınır da olabilir, veya dili, şeyden ayıran sınır da olabilir, mesela ne? İnlemeden diyelim, acı dolu inlemeden... [İnsan ölmekte olan sıçan sürüsü için yazar. Çünkü söylenenin aksine, nasıl ölüneceğini bilen insanlar değil, hayvanlardır, ve insanlar öldüğünde, hayvanlar gibi ölürler.] [ölen küçük bir kedi gördüm, bir hayvanın nasıl öleceği bir köşe aradığını gördüm...] Ölümün de bir yeryurdu vardır, bir ölüm yeryurdu arayışı, ölünecek bir yer. Küçük kedinin kendini nasıl da daracık bir köşeye, bir açıya sıkıştırdığını gördük, sanki orası ölmesi için iyi bir noktaymış gibi.

O halde, bir anlamda, yazar gerçekten dili sınıra doğru zorlayan kişiyse, yani dili hayvanlıktan ayıran, dili ağlamaktan ayıran, dili şarkıdan ayıran sınıra doğru zorlayan kişiyse, o zaman evet, yazar ölen hayvanlara karşı sorumludur demeliyiz, yani, yazar ölen hayvanlara hesap verir, harfiyen '... için' yazmak değildir bu, köpeğim ya da kedim için yazmıyorum ama ölen hayvanların vs. 'yerine' yazmak, dili bu sınıra taşımaktır. Dili ve söz dizimini, insanı hayvandan ayıran bu sınıra taşımayan bir ebediyet yoktur... İnsan bu sınırda olmak zorundadır.

[Felsefe için de geçerlidir bu] İnsan düşünceyi düşünce olmayandan ayıran sınırdadır. Her zaman seni hayvanlıktan ayıran sınırda olmak zorundasın, ama bunu öyle bir biçimde yapmalısın ki artık ondan ayrı olmamalısın. İnsan bedenine ve insan zihnine özgü bir insan dışılık vardır, hayvanla kurulan hayvani ilişkiler vardır...

“B”
“Boire” [İçki içmek]
23:36

...
...

“C”
“Culture”
35:27   kültür

[Kültürlü insanlar karşısında dehşete kapılıyorum. Her şeyi biliyorlar, her şey hakkında konuşabiliyorlar. Bu tiksindirici bir şey. Ne entelektüel ne de kültürlü bir olmadığımı söylediğimde, aslında çok basit bir şeyden, “rezerv bilgi”ye sahip olmadığımdan bahsediyorum.] ... herhangi bir rezervim, tedarikim, hazırlık kabilinden bilgilerim yok benim. Öğrendiğim her şeyi, belli bir iş için öğreniyorum, iş bittiğinde hemen unutuyorum, böylece on yıl sonra -ki bu bana büyük zevk veriyor- aynı konuya yakın ... bir şeyle ilgilenmem gerekirse, tekrar sıfırdan başlamam gerekiyor... [Tabi kalbimde taşıdığım Spinoza üzerine bilgiler hariç] [Kültür bir dolu konuşmaktan ibaret. Konuşmak kirli, oysa yazmak temiz. Konuşmak kirli, çünkü ayartıcı olabilmek demek bu. Entelektüeller seyahat falan etmiyorlar, onların seyahat dediği şey şaka gibi. Yaptıkları, konuşmaya gitmek için oradan oraya dolaşmak. Konuştukları bir yerden kalkıp, konuşacakları bir başka yere gidiyorlar. Konuşmalara dayanamıyorum] [Sergilere, sinemaya kültürlü olmak için değil, tetikte olmak için gidiyorum. Kültüre değil, karşılaşmalara inanıyorum, bu faaliyetlerimi tetikte olmaya yaptığım bir yatırımın parçası olarak görüyorum] [Karşılaşmaların insanlarla olduğuna inanılıyor, oysa bu korkunç bir şey. Çünkü karşılaşmalar insanlarla değil, şeylerle olur. Bir esim, bir müzik, vb.] [Tabi karşılaşma olacağı kesin değildir. Biri bir şey yaptığında, bu aslında ondan çıkıp gitmekle de ilgilidir, felsefenin içinde kalmak, bize ondan nasıl çıkılacağını da verir. Ben felsefeden felsefe yoluyla çıkmak istiyorum. Beni ilgilendiren asıl şey bu.] [Tiyatronun bizim çağımıza pek dokunduğunu hissetmiyorum] [Minelli veya Losey gibi sinemacılar]

Parnet: Kültürel olarak zengin ve yoksul dönemleri düşünelim. [Şu an ne durumdayız?]

[Yoksul bir dönem, ama endişe verici de değil.]
[beni daha çok rahatsız eden] yoksul dönemlerde yaşayan insanların küstahlığı veya cüreti.

Parajanov (bir film)

[Yakınlarda bir filme gittim: Komiser] Film çok. Çok iyiydi, daha iyisi olamazdı... mükemmel. Ama bir tür dehşetle veya bir tür acımayla fark ettik ki bu film Rusların savaştan önce çektiği filmlere benziyor. ... O zamana ait her şey vardı, özellikle paralel montaj... Sanki savaştan bu yana hiçbir şey olmamış gibi. ... film kesinlikle iyi, ama tam da aynı nedenden dolayı, ... o kadar iyi değilse, nedeni yine buydu. Bu gerçekten de işinde son derece soyutlanmış olan birinin elinden çıkmış bir filmdi, o kadar ki 20 yıl önce çekilen filmler gibi film çekmiş. ... Arada olup bitenlerden hiç haberi olmamış yani... çünkü bir çölde büyümüş. Bu korkunç. Bir çölü geçmek...  bir çölde çalışmak ... o kadar kötü bir şey değil. Korkunç olan, bu çölün içine doğmak, onun içinde büyümek. ... Yalnızlık hakkında bir intibanız olmalı.

Yoksul dönemlerde olan budur. Şeyler ortadan kaybolduğunda, ... kimse bunu fark etmez. Bir şey kaybolduğunda, kimse eksikliğini çekmez. Stalin dönemi Rus edebiyatının [Rus resminin] kaybolmasına yol açtı ve ... Rusların çoğunluğu bunu fark etmedi.

Bugünün yeni Beckett'leri, mevcut yayıncılık sistemi yüzünden yayımlanmıyorsa, kimse “onun gerçekten eksikliğini çekiyoruz!” falan diyemez.

Birisi bir beyanat vermiş, şimdiye kadar duyduğum en küstah beyanat. Yayıncılık alanndan biri şunu söyleme cüretini göstermiş: “En başta Proust'u yayımlamayı reddeden Gallimard'ın yaptığı hatayı bir daha yapma riski kalmadı artık, çünkü bugün bunun için gereken bütün araçlara sahibiz...”

Parnet: Beyin avcıları...

Sanki ellerinde bir Geiger sayacı var da [yeni Beckettleri, Proustları tespit edebileceğiz! Kaldı ki yeni bir Beckett'ın karşımıza nasıl çıkacağını bile bilmiyoruz.]

Bugünün krizini üç şeye bağlıyorum. Bir çöl dönemi şöyle tanımlanabilir: Öncelikle gazeteciler kitap formunu ele geçirmiş durumda. ... ama gazeteciler bir kitaba giriştiklerinde, başka bir yazma formuna geçtiklerine inanırlardı. ... Gazeteci olarak gazeteci, kitap formunu ele geçirdi, yani bir gazete yazısından farklı olmayan bir kitap yazmayı gayet normal buluyor, o kadar basit yani. Bu da hiç iyi bir şey değil. İkinci sebepse, şöyle genel bir fikrin egemen olması: Herkes yazabilir çünkü yazmak, bireyin küçük özel meselesi haline geldi. Mesela aile arşivlerine dayanarak, yazılı arşivlere veya kafanın içindeki arşivlere dayanarak. Herkesin bir aşk hikayesi var, herkesin hasta bir büyükkannesi var, herkesin korkunç koşullarda can çekişen bir annesi var. Öyleyse bu konuda ben de bir roman yazabilirim, diyorlar. Bu kesinlikle roman değil, gerçekten değil.
Üçüncü sebep de şu: biliyorsun, gerçek müşteriler değişti. Demek istediğim, kimdir televizyon müşterileri? Dinleyenler insanlar değil, daha ziyade reklamcılar, gerçek müşteriler onlar.

1.2

Parnet: O zaman üçüncü sebep ne?

Dediğim gibi, gerçek müşteriler reklamcılardır. Ve artık şöyle bir şey yok, demiştim ya, yayıncılıkta, editörlerin gerçek müşterilerinin potansiyel okuyucular değil de, dağıtımcılar olması tehlikesi var. Dağıtımcılar, editörlerin gerçek müşterileri haline gelirse ne olur? Dağıtımcıları ilgilendiren şey, hızlı geri dönüştür, bu da kitle tüketim ürünleriyle sonuçlanır, çok satanlar sisteminde hızlı geri dönüş vs. Söylemesi güç ama, bu tüm edebiyatın, Beckett tarzındaki tüm yaratıcı edebiyatın, bu sistem tarafından doğal olarak ezileceği anlamına gelir.

Parnet: Şimdilerde olan da bu zaten, toplumun ihtiyaçlarına göre önceden şekillendiriliyorlar.

Evet, kuraklık dönemi işte bununla tanımlanır. ... [durum o kadar da kötü değil tabi, korsan hareketler hep olacak] Ruslar edebiyatlarını kaybettiler, ama onu bir şekilde geri kazanmayı başaracaklar. ... yoksul dönemleri zengin dönemler izliyor.


“D”
“Desire” [Arzu]
3:30

Parnet: [Seni sözlüklerde arzunun filozofu olarak tanımlıyorlar. Arzu nedir?

[Anti-Odipus kitabında çok basit bir çıkış noktamız vardı. Arzu hakkında o güne kadar çok soyut konuşuldu. Biz bu kitapta arzuyu somut bir biçimde ele almak istedik.] Çünkü, arzunun nesnesi olduğu varsayılan bir nesne çekip çıkardınız. Böylece artık şöyle denilebilirdi: Bir kadını arzuluyorum, bir yolculuğa çıkmayı arzuluyorum, bunu arzuluyorum, şunu arzuluyorum. Biz ise gerçekten çok ama çok basit bir şey diyorduk: Birini ya da bir şeyi asla arzulamazsınız. Her zaman bir yığışımı arzularsınız. Hiç de karışık değil. ... Sorumuz şuydu: Arzunun var olması ve öğelerin arzulanabilir olması için, bu öğeler arasındaki ilişkilerin doğası o zaman ne olmalı? Demeye çalıştığım, ben bir kadını arzuluyorum, ... [Proust bunu çok güzel açıklamıştı]. Bir kadını arzulamıyorum, bu kadında kuşatılmış olan manzarayı da arzuluyorum, öyle bir manzara ki gerekirse -ne bileyim- hissettiğim bir manzara. Onu kuşatan manzarayı kat kat açmadıkça, mutlu olamayacağım, yani arzuma ulaşamamış olacağım, arzum doyurulmadan kalacak. ... Bir kadın “bir elbise istiyorum” ... dediğinde ... O bütün bağlamıyla onu arzular; bizzat kendisinin örgütleyeceği, kendi yaşamına dair bir bağlamla. Sadece manzarayla değil, aynı zamanda arkadaşlarıyla, arkadaş olmadıklarıyla, kendi mesleğiyle birlikte arzular. Bir şeyi asla kendi başına arzulamam. Bir yığışımı da arzulamam, bir yığışımın içinden arzularım. [Bir içki içmeyi arzuluyorum, dediğimde] ... bir asamblaj içerisinde akmayan -tam anlamıyla akışı kastediyorum- arzu yoktur. Öyle ki arzu benim için her zaman -arzuya karşılık gelebilecek soyut bir terim arıyorum- her zaman kostrüktivizm olmuştur. Arzulamak bir asamblaj inşa etmektir: bir etek yığışımı, bir güneş ışını yığışımı, ... bir manzara, bir renk. Arzu bir asamblaj kurmaktır, bir bölge inşa etmek, gerçekten bir araya toplamak. ... Yani bunların hepsi, fiziki fenomenlerle alakalıdır. Bir olayın meydana gelebilmesi için, bir potansiyel farkı zorunludur, potansiyel farkının olabilmesi için de iki düzeye ihtiyaç vardır. ... Her birimiz zamanımızı inşa ederek geçiririz... psikanalistler arzudan gerçekten de rahiplerin bahsettiği gibi bahsediyorlar... Bunu da hadım edilmeye yakılan o büyük ağıtın kisvesi altında yapıyorlar; hadım edilme, ilk günahtan bile beterdir. Hadım edilme... arzunun üzerindeki, aşırı korkutucu, bir nevi büyük bir lanet.

Anti-Ödipusta ne yapmaya çalıştık? Psikanalize doğrudan karşıt olan üç temel nokta vardı...: 1) Bilinçdışının bir tiyatro olmadığına, Hamlet ve Ödipus'un sahnelerini sonsuzca oynadığı bir yer olmadığına inanıyoruz. Bilinçdışı bir tiyatro değil, bir fabrikadır, üretimdir. Bilinçdışı orada üretir, durmaksızın üretir... 2) sabuklama... sabuklama arzuyla çok yakından ilişkilidir. Arzulamak, bir ölçüde sabuklamak anlamına gelir. Sabuklamanın neresinden bakarsanız bakın, onun psikanalistlerin ona yapıştırdıkları şeyin tam tersi olduğunu görürsünüz, yani baba ya da anneyle ilgili sabuklamayız. Bunun yerine tamamen farklı bir şey için sabuklarız: Tüm dünya hakkında sabuklarız. Tarih, coğrafya, kabileler, çöller, insanlar, iklimler, vb. ... Sabuklamanın dünyası şudur. “Ben bir hayvanım, bir zenci” der Rimbaud. Yani: Benim kabilelerim nerede, nasıl düzenlendiler, çölde nasıl hayatta kalıyorlar vs. Çöl sabuklama coğrafi-politiktir; psikanalistler ise onu her zaman ailevi belirleyenlere bağladılar, “Anti-Ödipus”tan onca yıl sonra bile, psikanalistlerin sabuklamadan hiçbir şey anlamadıklarını düşünüyorum. Herkes, o küçük ailesini değil, dünyayı sabuklar. ... Edebiyatın birisinin küçük özel meselesi olmadığını söylediğimde de aynı şeyi söylüyorum aslında... 3) Arzu her zaman kendisini kurar, ... daima çeşitli öğeleri oyuna dahil eder; psikanaliz ise bizi her zaman tek bir etmene, bazen babaya, bazen anneye, bazen fallusa vs. Çokluğu görmezden gelir.

Uzun bir işbirliğinden sonra Freud'dan kopan Jung'un sevdiği bir metninde çok hoşuma giden bir olay vardır. Jung Freud'a rüyasında ölü kemiklerinin toplandığı bir yer gördüğünü anlatıyor ve Freud gerçekten de hiçbir şey anlamıyor. Jung'a ikide bir “kemik gördüysen, bu birinin ölümü anlamına gelir” diyor. Fakan Jung ona anlatmaktan asla vazgeçmiyor: “Kemik demedim, ölü kemiklerinin toplandığı yeri gördüm” dedim. Freud bunu anlamıyor. Kemiklerin toplandığı yerle kemik arasındaki farkı yakalayamıyor. Şöyle ki: Bir kemik yığını yüzlerce, binlerce, on binlerce kemik demektir... Çokluk budur işte, asamblaj budur... Bir kemik yığını içinde yürüyorum... Bu ne anlama gelir? Arzu nereden “geçer”? Bir asamblajda, daima kolektif türden bir konstrüktivizm vardır vs., arzu budur. Bu binlerce kafatası, binlerce kemiğin arasında benim arzum nereden “geçmektedir?” Sürü içinde benim arzum nereden “geçmektedir?” Sürü içinde konumum nedir? Sürünün dışında mıyım, yanında mı, içinde mi, merkezinde mi? Tüm bunlar arzu fenomenleridir. Arzu budur.

Parnet: Bu kolektif asamblaj tam da... “Anti-Ödipus”. 1972'de yazılan bir kitap olduğundan, kolektif asamblaj Mayıs 68'in ardından tam da uygun bir anda ortaya çıktı, yani bir tür yansımaydı...

Deleuze: Kesinlikle.

Parnet: ... belli bir dönemin yansımasıydı, ve kendi küçük meselesini sürdüren psikanalize karşıydı.

Deleuze: Sadece şöyle denilebilir: Sabuklama ırkları ve kabileleri sabuklar, halkları, tarihi, coğrafyayı sabuklar. Bana göre tüm bunlar Mayıs 68'le örtüşüyor. Bence, [Mayıs 68] ailevi sabuklamaların pis, boğucu atmosferine biraz temiz hava getirme çabasıydı. İnsanlar sabuklamanın tam da bu olduğunu açıkça gördüler... Eğer sabuklayacaksam, bu çocukluğumla, benim küçük özel meselemle alakalı olamaz. “Sabukluyoruz”... Sabuklama kozmiktir. Dünyanın amaçları hakkında, parçacıklar, elektronlar hakkında “sabuklanır”. Kesinlikle anne baba hakkında değil.

Parnet: Evet, doğrusu bu kolektif arzu asamblajıyla ilgili bazı yanlış anlamalar olduğunu hatırlıyorum... 1970'lerde, Vincennes'de üniversitede, bu “arzu”yu pratiğe geçirmek isteyip de, sanki gerçekten pek de anlamamışlar gibi, topluca karasevdalara düşen insanlar vardı. Yani demek istediğim ya da daha doğrusu tam da Nincennes'de bir sürü “deli” olduğu için... Psikanalizle savaşmaya şizoanalizden başladığın için, herkes deli olmanın, şizo olmanın iyi bir şey olduğunu düşünüyordu... Bu yüzden öğrenciler arasında inanılmaz şeylere şahit olduk. Bana arzuyla ilgili bu yanlış anlamalar hakkında bazı komik hikayeler, belki de o kadar da komik olmayan hikayeler anlatmanı istesem.

Deleuze: Sanırım yanlış anlamaları daha soyut olarak ele alabilirim. Yanlış anlamalar genellikle iki noktayla, az çok aynı kapıya çıkan iki durumla ilintiliydi. Bazı insanlar arzunun bir kendiliğindenlik biçimi olduğunu düşündüler. Dolayısıyla o binbir türlü “kendiliğindenlik” hareketleri ortaya çıktı; ve diğerleri arzuyu bir parti yapma vesilesi olarak gördü. Bizim için her ikisi de değildi, ama bunun pek önemi yoktu, çünkü asamblajlar oluşturdu, hatta deliler de, deliler, deliler... O kadar çoktular ki, her türlüsü vardı. O sırada Vincennes'de olup bitenlerin parçasıydılar onlar da. Fakat delilerin kendi disiplinleri, kendi yordamları vardı... kendi konuşmalarını, kendi müdahalelerini yapıyorlardı. Onlar da bir asamblaja girdiler, kendi asamblajlarını inşa ettiler. Asamblaj içinde çok başarılıydılar. Delilerde bir tür hinlik, kavrayış ve genel olarak iyi niyet vardı. Ama teori düzeyine gelirsek, pratik olarak bunlar kurulan ve ardından dağılan asamblajlardı. Teorik olarak, yanlış anlama şunun gibi bir şeydi: Tamam, arzu kendiliğindenliktir, bu yüzden onlara kendiliğindenciler dendi; ya da parti yapmaktı, oysa bu demek değildi.

Arzu felsefesi denen şey aslında insanlara sadece şunu söylüyordu: Gidip psikanalize girme, asla yorumlama, asamblajları deneyimle/deneyle, sana uygun olan asamblajları ara ve ortaya çıkar, herkesin aramasına izin ver... O halde asamblaj nedir? Benim için bir asamblaj -Félix için değil, o başka türlü düşünüyordu belki de... bilmiyorum- benim için, şöyle diyebilirim, bir asamblajın dört bileşeni vardı... Bu çok çok kabaca böyledir tabii, kendimi bağlamıyorum, belki de altı tanedir... 1) Asmblaj “şey durumları”nı kasteder, böylece her birimiz kendimize uygun olan “şey durmu”nu bulabiliriz. Daha önce içmekle ilgili konuşurken örneğin, bu kafeyi seviyorum, şu kafeyi sevmiyorum, belli bir kafedeki insanları seviyorum vs. demiştik. İşte bu bir “şey durumu”dur. 2) Asamblajın başka bir boyutu ise, “les énoncés”, yani sözce türleridir, her insanın bir üslubu, bir konuşma tarzı vardır. Dolayısıyla, o iki şey arasındadır. Örneğin, kafede arkadaşlar vardır ve herkesin arkadaşlarıyla belli bir konuşma tarzı vardır, her kafenin de kendi tarzı vardı -kafe diyorum ama bu diğer her şey için de geçerlidir. Yani dolayısıyla asamblaj “şey durumları”nı kapsar ve sonra sözceleri, sözceleme tarzlarını... Bu gerçekten ilginçtir... Tarih bundan üretilir. Yeni bir sözce türü ortaya çıktığında, örneğin Rus devriminde, Leninst türden sözceler ne zaman, nasıl, hangi biçimde ortaya çıktı? Mayıs 68'de, 68 sözcelerinin ilk biçimleri ne zaman görüldü? Bu çok karmaşıktır. Her durumda, her asamblaj sözcelem tarzlarına işaret eder. 3) Asamblaj, yeryurda işaret eder, her birimiz bir yeryurt seçer ya da yaratırız. Bir odada sadece yürürken bile bir yeryurt seçeriz. Tanımadığım bir odaya girerim, odanın içinde kendimi en iyi hissedeceğim noktayı, yeryurdu ararım. 4) Ve sonra yersiyurtsuzlaşma dememiz gereken süreçler vardır, yani yeryurdu terk edişlerimiz.

Bir asamblajın bu dört boyutu, şey durumlarını, sözcelemleri, yeryurtları, yersiyurtsuzlaşma hareketlerini kapsadığını söyleyebilirim. Arzu bu [bileşenler] içinde akar.

O zaman... deliler...

Parnet: “Anti-Öidipus”u bir şekilde fazlasıyla motomot okuyup uyuşturucu kullanan insanlar yüzünden, kendinizi sorumlu hissediyor musunuz? Çünkü demek istediğim, bu bir sorun değil, bu genç insanları aptalca şeyler yapmaya kışkırtmak gibi bir şey değil.

Deleuze: Birisi için bazı şeyler kötü gittiğinde, elbette daima sorumluluk hissederiz...

Parnet: “Anti-Ödipus”un ne gibi etkileri oldu?

Deleuze: ... ve her zaman bir şeylerin iyi gitmesi için bir şeyler yapmaya çalıştım. Ne olursa olsun, ve bundan onur duyuyorum- Bu gibi meselelerde asla kurnazlık yapmaya çalışmadığıma inanıyorum. Bir öğrenciye asla, hadi git, git ve kafayı bul demedim, bunun üstesinden gelmelerine yardımcı olmak için elimden geleni yapmaya çalıştım. Çünkü en hafif bir şeyin bile aniden bir insanı devirebileceğinin ve onu pelteye çevirebileceğinin kesinlikle farkındayım. İçiyorlarsa, peki tamam... Kimseyi asla suçlayamam... Ne yaparlarsa yapsınlar, hiç suçlamak istemem... Bir insanın uyuşturucu almasına katlanabilirim, ama bir insanın, ne bileyim, vahşiye dönecek kadar uyuşturucu almasına katlanamam, demek istediğim bu.

[Anti-Ödipus'un etkisi, pelteye dönmeyi önlemek oldu] ... şizofreninin başlangıç aşamalarında olan birinin, baskıcı bir hastaneye atılıvereceği bir duruma gelmesini [önlemek], hepsi bu..

[Anti-Ödipus kitabının amacı şuydu:] Lime lime edilmiş bir paçavraya dönüşmeyin. Şizofrenik süreci baskıcı hastane sürecinin karşısına koymaktan hiç vazgeçmedik ve bize göre Terör, bir “hastane yaratığı” üretmekten kaynaklanıyordu.

[Anti-Ödipus kitabını bugün de değerli kılan, bilinçdışı kavramına sahip hala tek kitap oluşu.] 1) Bilinçdışının çocukları, 2) Dünya sabuklaması olarak sabuklama, yani aile sabuklaması değil, kozmik sabuklama, ırkların sabuklaması, kabilelerin sabuklaması, bunlar iyidir, ve 3) bir makine ve bir fabrika olarak bilinçdışı, bir tiyatro olarak değil.


“E”
“Enfance”   [Çocukluk]
30:58

Çocukluğumdan çok az anım var, çünkü bellek bana göre geçmişi hatırlamaktansa reddetmesi gereken bir yetidir. Bellek, onu reddetmek için birçok anı gerekir. Bunun nedeni tam da belleğin bir arşiv olmamasıdır. Şöyle bir şey hatırlıyorum...

Gerçekten de yazma işinin, kişinin bireysel durumuyla hiç ilgisi olmadığını düşünüyorum. Bu kişinin bütün ruhunu buna katmadığı anlamına gelmez. Edebiyat ve yazmak, yaşamla derinden bağlantılıdır. Ama yaşam, kişisel olandan öte bir şeydir. Kişinin hayatıyla, yazarın kişisel hayatıyla ilgili bir şeyi edebiyata sokan her şey, doğası gereği talihsizdir, doğası gereği acıklıdır, çünkü bu kişiyi görmekten alıkoyar, onu engeller. O küçük özel meselesine başvurmasına neden olur. ... Nasıl insanların kuşattığı hayvan-oluşlar varsa çocuk-oluşlar da vardır. Yazmanın her zaman bir şey-oluş demek olduğuna inanıyorum, sadece yazmak için yazılmamasının sebebi de budur. İnsanın, yaşama ait bir şey içinden geçtiği için, bu şey her ne ise, onun için yazdığını düşünüyorum. ... İnsan hayat için yazar, bu budur. Ve o insan bir şey haline gelir. Yazmak oluştur; bir yazar haricinde, istediği her ne ise o haline gelmektir ve bir arşiv oluşturmak haricinde istediği her şeyi yapmaktır. Arşive saygı duysam da yaptığımız şeyde bir sorun yok. Arşiv yaratıyoruz ama bunun sadece başka bir şeyle ilgisi olduğu için anlamı var. Bir arşiv yaratmak için sebep varsa, bunun nedeni, başka bir şeyle ilgisi olmasıdır.

[Deleuze, bir şairin şiirinden alıntı yapıyor:] “Şanslı kuşaklarda, epik şiir altı uyaklı dizelerle ve vakayinamelerde söylenirken benim için bir boşluk işareti var, benimle yüzyıl arasında bir uçurum uzanıyor, mırıldanan zamanla doldurulmuş bir hendek.

Ailem ne söylemek isterdi? Bilmiyorum. Doğumdan beri geveliyor, yine de söyleyecekleri var. Bu anadan doğma geveleme bana ağır geliyor ve benim kuşağımdakilerin çoğuna da. Bize konuşmak değil kekelemek öğretildi ve sadece yüzyılın kabaran gürültüsünü dinleyerek ve dalgasının çıkardığı köpükle aklanıp paklanarak bir dil edindik.”

[Bu şiirin benim için anlamı] … yazmanın hayata tanık olmak, hayata tanıklık etmek olduğu anlamına geliyor. Daha önce de ölen hayvanlar için konuştuğumuz anlamda. Dildeki kekelemedir bu. Çocukluğu çağırarak edebiyat yapmak, edebiyatı o küçük özel meselenin içine sokmaktır. Bu tamamen iğrençtir. K-mart edebiyatı, Pazar edebiyatı çok satanları, hepsi boktandır. Dili, bu kekelediği noktaya kadar itmezseniz -hiç kolay değildir bu, kekelemek yeterli değildir, bı bı bı, falan… O noktaya erişemezseniz, o zaman Edebiyatta, dilin bir sınıra doğru zorlanmasıyla, nasıl bizzat dilin ve yazarın bir hayvan-oluşu söz konusu oluyorsa, belki bir çocuk-oluş da vardır, ama bu artık onun çocukluğu değildir. Evet, çocuk olur ama bu kendisinin ya da başkasının değil dünyanın çocukluğudur, bir dünyanın çocukluğudur. Bu yüzden çocukluğuyla ilgilenen yazarların canı cehenneme, böyle devam edebilir, ne ala, hak ettikleri edebiyatı üretirler.

Çocukluğuyla ilgilenmeyen biri varsa, bu kesinlikle Proust’tur, örneğin… Güzel, o zaman, yazarın görevi gidip aile arşivlerini kazmak değildir, bir kimsenin çocukluğu kimse için ilginç değildir, kimse ilgilenmez. … Bizim görevimiz yazmak yoluyla çocuk olmaktır, dünyanın çocukluğuna ulaşmaktır, dünyanın çocukluğunu yeniden tesis etmektir. Edebiyatın görevi budur.

Yazmak oluştur, ama ne yazar olmak ne de kendi kendinin hatırat yazarı olmaktır. Bir roman yazacaksam bunun nedeni aşk hikayemin olması değildir, böyle şeyler düşünmek adiliktir. Bu sadece vasat değil, adicedir. [İnsan kendi çocukluğu üzerine bir yazı yazsa bile, buradan bir dünya dili çıkarmak zorundadır, dilin kendi üzerinde çoğalmasını sağlaması gerekiyor.]

“Bir zamanlar olduğum çocuğun hiçbir önemi yok. “Ama ben sadece olduğum o çocuk da değilim, diğerlerinin arasında bir çocuk, diğerleri gibi bir çocuktum” demek gerekir. Ben herhangi olan o çocuk fikrinde, ilginç bir şeyler bulmuşumdur hep, yoksa “ben o özel çocuktum” fikrinde değil… … Her zaman şunu savundum, yani insanların belgisiz sıfatın önemini anlayamadıklarını. … ben, ben, ben… belgisiz sıfat son derece zengindir.

Parnet: Bu çokluktur, buna döneceğiz.


“F”
Fidélité [Sadakat] [xDost?]
1:07:27

Sadakat diye bir şey yok. [Dosluk sadakatten farklı bir şey] Birinin dostu olmak, bir algı meselesidir. … aynı fikirlere sahip olmak demek değildir. Ama biriyle ortak bir yanı olmak ne demektir? Kendinizi anlatmanız gerekmeksizin birbirinizi anlarsınız. [Ortak konularda anlaşmaktan bahsetmiyorum, fikirler ortak olmayabilir ama ortak bir dil ya da bir dil-öncesi ilişkisinden söz ediyorum. Fikirleriniz, konularınız ortak değil, ama anlıyorsunuz.] [Bir jest, bir alçakgönüllülük, anlamlı olmasa bile sahip olduğu bir düşünce,…] Tüm yaşama, onun dirimsel köklerine kadar uzanan cazibe türleri işte bunlardır ve birisi bir başkasıyla böyle dost olur.

Her birimiz için sözceler vardır, o sözceyi duyduğunuzda, “ne diyor bu allahaşkına” “nasıl boş laflar bunlar?” dersiniz. Geri alınamayacak sözceler vardır. Oysa cazibe, tersine, öyle bir cazibesi olan, öyle bir zarafeti olan önemsiz sözceler vardır ki, hemen şöyle dersiniz, “Bu insan, benim” -tam benlik anlamında, benim-. Ve benim de tam onluk olabilmeyi ummam anlamında. Buradan dostluk doğar. Bu yüzden ortada bir algı meselesi vardır. [Sürekli göstergeler yayan, göstergeler çözen ikili anlaşmalar…] Yani böyle olunca, tek kelime etmeden biriyle saatler geçirebilirsiniz. Ya da tamamen anlamsız şeyler söyleyerek.

… filozof bir bilge değildir, … bilgeliğin dostu, bir dost’tur. Yunan olgusu özgür insanların rekabetidir. [Bu yüzden bu kadar münakaşacıdırlar]


2.1


“G”
“Gaouche” [Sol]
01:46

FKP Fransız Komünist Partisi. [Partiye girmedim, çünkü çok çalışkandım ve toplantıları sevmiyordum. Çok yetenekli arkadaşlarım vardı ve vakitlerini tezlerine verseler partiye daha yararlı olacaklardı. Oysa onlar zamanlarını Stocholm Bildirisi için imza kampanyasıyla geçiriyorlardı.] [Stalin'in daha yeni keşfettikleri o canavarlıkları...] [Tüm devrimler hazin bir sonuçla bitti. Ama sorun bir devrimin başarısı ya da başarısızlığı değil, insanın devrimcileşmekten asla vazgeçmeyişidir.] [Güney Afrikalılar, Filistinliler bir devrimci-oluşa yakalanmışlardır.] Tiranlık koşullarında, zulüm koşullarında insanların işi etkin olarak devrimci-oluşlara girmektir çünkü yapacak başka hiçbir şey yoktur.

[“İnsan hakları” tamamen soyut, bomboş bir şeydir.] Arzu bir nesne inşa edip bunu arzuluyorum demek değildir. Örneğin, özgürlüğü arzulamayız. Boştur bu. Daha ziyade şunu arzularız... kendimizi durumlar içinde buluruz. [Örneğin Ermenistanla ilgili durum] Sovyet Cumhuriyeti anklavı içinde başka bir anklav. ... Ama Ermenilerin katli ortada. Sonra Ermeniler bir deprem yaşıyor] İnsanlar “insan hakları” dediklerinde bu entelektüel bir söylemdir sadece. [Ermenilerin sorunu “insan hakları” değil ki. Asamblaj dediğimi işte bu. Yani arzu daima asamblajlarda gelir. Tüm bunların içinde bu anklav nedir? -Anklav   bir ülkenin başka bir ülke tarafından kuşatılmış toprağı-  Yeryurt meselesidir işte bu, insan hakları değil, yeryurdun düzenlenmesi ile ilgilidir. [Ermeniler her yönden kuşatılmış. Peki ne yapacaklar? Bu bir insan hakları ya da adaletle ilgili bir mesele değil, daha ziyade içtihatla ilgili bir meseledir. Bu durumların soyut haklarla hiç ilgisi yoktur. Bunlar menfur vakalardır. İnsanların maruz kaldığı menfur şeylerin hepsi bir vakadır. Ermeni sorunu olağanüstü karmaşık bir içtihat probleminin çok tipik bir örneğidir.] Özgürlük adına harekete geçmek, devrimcileşmek, adalet sistemine gelindiğinde, içtihatla hareket etmek demektir. Hukukun icadı işte tam bu demektir. ... mesele insan haklarını uygulamak değil, yeni içtihat biçimleri icat edebilmektir ki böyle bir vaka bir daha mümkün olmasın. İşte bu tamamen farklı bir şeydir. [İçtihadın ne olduğuna bir örnek vermek gerekirse...] İnsanlar eskiden takside sigara içerdi. [“insan hakları” yoktur, sadece yaşam hakları vardır ve yaşam kendini vaka vaka açar] [Bir adam taksiciye dava açıyor ve kazanıyor -bugün olsa bu böyle olmaz tabi. Taksici hangi gerekçeyle kaybetmişti? Birisi bir taksiye bindiğinde onu kiralıyor demektir. Kiracı statüsü: kiracı kiraladığı meskende sigara içme hakkına sahiptir. Ama on yıl sonra bir daire gibi kiralanan taksi durumu yok artık, gerekçe taksinin bir kamusal hizmet biçimini alması.] ... işte özgürlük için savaşmak, gerçekten de içtihada girmektir. [insan hakları felsefi açıdan tamamen boş bir meseledir] Solda olmak bence bu demektir, hukuk yaratmaktır, hukuku yaratmak.

68 oluşun çıkagelmesidir. ... 68 saf haldeki gerçekti. Bir anda başımıza gelen gerçekti. İnsanlar bunu anlamadılar, “Bu da nesi?” dediler. Gerçek insanlar, gerçeklikleri içindeki insanlar. Bu müthiş bir şeydi. ... Bir oluştu bu. Bir kere, oluşlar kötü de olabilir, tarihçilerin onu anlayamamış olması zaten neredeyse zorunluydu. Tarih ve oluş arasındaki farka öylesine inanıyorum ki... 68, devrim geleceği olmayan bir devrimci-oluştu. ... Saf oluş fenomenleri insanları her yanlarından sarmıştı, hayvan-oluşlar, çocuk-oluşlar, erkekler için kadın-oluşlar, kadınlar için erkek-oluşlar. ... Her durumda, Mayıs 68 oluşun çıkagelmesidir.

Bence solcu hükümet diye bir şey yoktur, ... hükümetler arasında hiçbir fark yoktur demek anlamına gelmez bu. Umabileceğimiz en iyi şey, bir hükümetin soldan olan belli taleplere ve hak iddialarına olumlu yaklaşmasıdır. Ama solda olan bir hükümet yoktur, çünkü solda olmanın hükümetlerle hiç ilgisi yoktur. [Solcu olmanın anlamı nedir? Bu bir algı meselesidir: Solda olmamak ne anlama gelir? Çin çok uzaktır, öyleyse Avrupa için ne yapabiliriz denir.] Solda olmak ise bunun tam tersidir: O algılamaktır... [Japonların böyle algıladıkları söylenir. Onlar önce dünyayı algılarlar, sonra kıtaları, sonra ülkeleri ve en son beni] Bu bir algı fenomenidir, ufku algılamaktır. Solcu gibi algılarlar.] Bu bir ahlak meselesi değil, bizzat algı meselesidir. [Öyleyse kenarlardan başlıyoruz. Bunların çözülmesi gereken sorunlar olduğunu bilmek, bir anlamda savunmak ve düşünmek. Solda olmak, gerçekten de düzenlemeler bulmaktır, dünya çapında asamblajlar bulmaktır.] Solda olmak Üçüncü Dünya sorunlarının bize mahallelerimizdeki sorunlardan daha yakın olduğunu bilmektir. İkincisi, solda olmak doğası itibariyle [şu] olmaktır ya da daha ziyade bir oluştur, -bir oluşlar sorunudur-, azınlık-oluşu hiç bırakmamak demektir. Yani sol asla sol olarak çoğunluk değildir. Çoğunluk daima [bir şeyi] önvarsayar. ... çoğunluk daima bir standardı önvarsayar. Batı'da her çoğunluğun önvarsaydığı standart şudur: 1) erkek 2) yetişkin 3) heteroseksüel, 4) şehirde yaşayan... [Dolayısıyla çoğunluk bu standartlardan oluşan yığışımı kim ya da ne oluşturuyorsa o yığışıma yönelir.] ... bir çoğunluk, nihayetinde, aslında hiç kimse değildir, boş bir standarttır. İnsanların çoğu kendilerini bu standart içinde tanırlar, ama kendi içinde bu standardın içi boştur.

... kadınlar, kadın verili değildir, doğaları gereği kadın değildirler. Kadınların bir kadın-oluşları vardır, dolayısıyla kadınların bir kadın-oluşu varsa, erkeklerin de kadın-oluşu olacaktır. ... Çocukların kendi çocuk-oluşları vardır. Doğaları gereği çocuk değildirler. Tüm bu oluşlar, işte azınlıklar bunlardır.

Parnet: Yani erkeklerin erkek-oluşu olamaz, çok talihsiz!

Hayır, bu çoğunlukçu bir standarttır, heteroseksüel, yetişkin, erkek. Onun oluşu yoktur. Bir kadın haline gelebilir ve sonra azınlıkçı süreçlere girer. Sol, azınlıkçı oluş süreçlerinin yığışımıdır. Yani epey birebir anlamıyla şöyle diyebilirim: Çoğunluk hiç kimsedir, azınlık herkestir. [Azınlığın herkes olduğunu bilmek, solda olmak budur.]


“H”
[Felsefe Tarihi]
27:14

Bir beden ne yapabilir? - Spinoza

Filozof temaşa eden ya da hatta düşünümleyen biri değildir.  Filozof yaratandır ve çok özel bir şey yaratır: kavramlar... [Örneğin Platon'un 'idea' dediği şey...] ... başka bir şey olmayan şeydir, yani ancak ne ise o olan.. [şimdi bu oldukça soyut görünüyor, oysa daha önce değilim gibi soyut olmamalı.] Sadece ne ise o olan bir şey; işte bu soyuttur. ... Yalnızca anne olan bir anne düşünelim... [onun aynı zamanda bir eş, başka bir annenin kızı olduğunu unutalım] ... kendisi de başka bir annenin kızı olmayan bir anne... işte “anne İdeası” dememiz gereken şey budur. ... [İşte Platon'un yarattığı bir kavram olarak İdea budur] saf olarak şeyin ideası... İdeayı tanımlayan, saflıktır. [Ama bu hala soyut kalıyor, neden?]

Bugün bu kavram yaratımı fikri medya ve reklamcılık tarafından ele geçirildi; bilgisayarlarla kavramlar yaratabileceğinizi söylüyorlar, “iletişim” için felsefenin bütün bir dilini çalarak, “yaratıcı” olmak ve kavramlar yaratmak” gerektiğini söylüyorlar.

58:37    hata (17. yy) X yanılsama (18. yy) X aptallıktan kaçınmak (19.yy) ... [bunları toplumsal olaylara bağlayabiliriz, ama aslında problemlerin kuruluşu olarak da görebiliriz] [Felsefede doğru ile yanlışı aramanın -daha çok bir anlam meselesidir-, hakikati aramanın bir faydası yoktur]

... tüm aşkınlığı reddeden filozoflar: Spinoza, Nietzsche. Onlar içkinliğin yazarlarıdır.

[Felix'le aradığımız şey bilinçdışının içkin olan boyutuydu. Psikanaliz tam anlamıyla aşkın kavramlarla, yasa, baba, anne, vb. uğraşırken...]


“İ”
[İdée]
1:10:10

Yaratmak bir fikre sahip olmaktır. [Her faaliyette vardır bu. Ama binde bir olan bir şeydir, her gün başımıza gelmez.] Felsefede fikir kavramlar biçiminde oluşur. [Yönetmen Minelli'nin yarattığı bütün eserlerde bana sanki kendine şunu soran biri var gibi geliyor: “İnsanların rüya görmesi tam olarak ne anlama gelir?”, sadece Minelli'ye ait olan bir soru: “Bir başkasının rüyasının içine düşmek ne demektir?”]

Bence sanatçı algılamlar yaratan kişidir. [Neden algılama değil de şu tuhaf algılam kavramını kullanıyoruz?] Tam da algılamların, algılar olmamasından ötürü... Bir edebiyatçı... ne ister? Bence onun istediği; kendilerini yaşayanlardan daha uzun yaşayan algıların ve duyumların bir yığışımını kurabilmektir. İşte bir algılam tamı tamına budur: kendilerini yaşayanlardan daha uzun yaşayan algıların ve duyumların bir yığışımı. [Tolstoy'un Çehov'un bir ressamın bile tasvir edemeyeceği bazı tasvirler...] Yani duyumsamaların, görsel duyumsamaların, işitsel ve hatta neredeyse tat almaya ilişkin duyumsamaların, ağza giren bir şeyin duyumsanmasının, tüm bunların karmaşık bir ağı... İşte bu karmaşık duyumsamalar ağına, onları yaşayan kişiden radikal bir bağımsızlık kazandırmayı deneyelim... Peki ama bunu yaşayan kişi ölüp gittikten sonra ya da başka bir şey yapmaya geçtiğinde ne olur? Bu duyumsamalar ağı neye dönüşür? [Buna sanat yanıt verir] Bu karmaşık duyumsamalar ağına bir süre ya da bir sonsuzluk vermektir bu, ki artık bu duyumsamalar, biri tarafından yaşanmış şeyler gibi anlaşılmaz, ya da en fazla, romandaki bir karakter, kurgusal bir karakter tarafından yaşanmış şeyler olarak anlaşılır. Kurgusalı meydana getiren şey tam da budur. [Bir ressamsa algılamlara tutarlılık verir] Ressam algılamı algının içinden çekip çıkarır.

Duygulam [affect]... Tabii ki duygulamsız algılamlar yoktur, ama duygulamlar şuna benzemez.. Algılamı, duyumların ve algıların onları yaşayanlardan bağımsızlaşan bir yığışımı olarak tanımlamaya çalışmıştım. Duygulamlar ise bence oluşlardır, kendilerini yaşayanlardan taşan oluşlar. Kendilerini yaşayanların kuvvetini aşan oluşlar. İşte duygulam budur. Hatta neredeyse şöyle diyebilirim, müzik duygulamın büyük yaratıcısı değil midir?

Spinoza, Nietzsche “görmemizi” sağlar. Onlar ayrıca önümüze olağanüstü duygulamlar yağdırırlar. ... müzik bazen renklerin “görünmesine” neden olur.

“J”
[Neşe]
1:25:05

Neşe ve keder... 

Bir eyleme gücünü doldurmaktan ibaret olan her şeyin neşe olduğunu söylemektir bu aslında. Onu doldurduğunuzda, eyleme güçlerinizden birini gerçekleştirdiğinizde neşe duyarsınız. ... Fakat 1güç” sözcüğü ikirciklidir. Keder, doğru ya da yanlış, muktedir olduğuma inandığım bir eyleme gücünden koparıldığımda ortaya çıkar. Bunu yapabilirdim, ama koşullar izin vermedi veya yasaklandı vesaire...

1:41:38


“K”
“Kant”
1:44:55

Pek çok dönüm noktasına baktığımızda Kant’ı görürüz. Kant, bir şeyi başlatır, o zamana kadar felsefede hiç ileri sürülmemiş bir şeyi ve sonra onu sınırlarına kadar zorlar. … Kant’tan önce, 18.yy’da soruşturmacı olarak sunulan yeni bir filozof tipi vardır, soruşturma, insanın anlama yetisinin soruşturulması, şunun soruşturulması, bunun soruşturulması. [Bu eğilimin son temsilcisi Leibniz] … Kant’ın icat etmiş olduğu kavramlar arasında, … aklın mahkemesi kavramının eleştirel yönteminden ayrılamayacağını düşünüyorum. … Artık Tanrı’ya ihtiyacı olmayan bir yargı sistemi, … akla dayanan bir yargı sistemi. [Beni yazarlarda etkileyen şey belli bir probleme yakınlıklarıdır.] … bu yakınlık nasıl bir şeydir? Belli bir problem kişinin kaderi olabilir [Çünkü bu öylesine ilgilenilmiş bir problem değildir]. Kendime gelince, yargı sisteminden kurtulmaya ve onun yerine başka bir şeyi geçirmeye yarayacak araçları arayıp bulmayı hedefleyen kavramlarla ilişkili olduğumu hissediyorum. … yargı sisteminin işini bitirmek… [Spinoza, Nietzsche, D.H.Lawrence, Artaud, vb].

Kant’a kadar zaman hareketten türetiliyordu, harekete göre ikincildi. Hareketin sayısı ya da ölçüsü olduğu düşünülüyordu. Kant bir kavram yaratır, çünkü tabiiyet ilişkisini tersine çevirir. Kant’la birlikte, artık hareket zamana bağlı hale gelir. Bir anda zamanın doğası değişir, döngüsel olmaktan çıkar. Çünkü zaman harekete tabi olduğunda, … nihayetinde en büyük hareket periyodik olan harekettir, gök cisimlerinin periyodik hareketidir, dolayısıyla hareket döngüseldir. Tersine zaman hareketten kurtarıldığında ve hareket zamana bağlı hale geldiğinde ise, zaman düz bir çizgi haline gelir. … Borges döngüsel bir labirentten daha korkunç olabilecek tek şeyin, düz çizgi şeklindeki bir labirent olduğunu söyler. Bu harikuladedir, ama zamanı menteşesinden çıkaran aslen Kant’tır. [Ve hayatının sonuna doğru Kant son kitabını yazar: “Yargı Gücünün Eleştirisi”]. Kant, yetilerin [anlama yetisi, imgelem, bilgi, ahlak] birbirleriyle düzensiz ilişkileri olması gerektiği, birbiriyle çarpıştığı ve sonra yeniden uyumlulaştığı düşüncesine varır. Ama ne olursa olsun yetilerin bir savaşı vardır ve burada artık hiçbir standart yoktur, bunlar artık bir mahkemeye tabi değildirler. Yetilerin uyumsuzluğa girdiği, uyumsuz uyumlara girdiği Yüce kavramını atar ortaya. [uyumsuz uyumlar, düz çizgide başka bir şey olmayan labirent…] Demek istediğim, tüm bir modern felsefe bu noktadan akmaya başlar, artık harekete bağlı olan zaman değildir, tersine hareket zamana bağlıdır. … Ayrıca yetilerin uyumsuz uyumuyla birlikte Yüce kavramının bütünü, bütün bunlar beni muazzam derecede etkilemiştir. Bunun üstüne bina edilen tüm o diğer şeylerse beni ilgilendirmiyor, ama bunu yargılamıyorum, işini bitirmek istediğim şey zaten yargı sistemi, ama bunu da yargılama pozisyonuna geçmeden yapmak.
[alışkanlık kelimenin tam manasıyla temaşa etmek demektir… Kan o yürüyüşlerinde neyi temaşa etmekteydi, asıl bunun üzerinde durmak gerekir.]

“L”
“Littérature” [Edebiyat]
1:58:24

Kavram işlevini yerine getirirken aynı sırada şeyleri görmemizi sağlar, yani algılamlara bağlanmış haldedir ve aniden bu algılamların bir romanda belirdiğini görürsünüz. Bunlar, algılamlardan kavramlara akan algısal iletişimlerdir. Üstelik burada da, hem felsefe hem edebiyat için geçerli olan üslupla ilgili problemler söz konusudur.

2.2

“M”
“Maladie” [Hastalık]
8:03

Dünyada insanların iyi yaşamayı sevmek [bon vivant] dedikleri şeyden daha sefil bir şey düşünemiyorum, bu sefillik. Tersine, büyük yaşayanlar [grands vivants] çok zayıf bünyeli insanlardır. … Hastalık bir tür yaşam görüşünü veya kavrayışını keskinleştirir.

20:16






.
.
.
.