27 Mayıs 2018

Giorgio Agamben - Nesir Fikri

.
.
.















.
.

Türkçede Giorgio Agamben
1978 Çocukluk ve Tarih: Deneyimin Yıkımı Üzerine Bir Deneme. (Çev. Betül Parlak), Kanat Kitabevi, 2010 İstanbul
1985 Nesir Fikri. (Çev. Fırat Genç), Metis Yayınları, 2009 İstanbul
1990 Gelmekte Olan Ortaklık. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
1995 Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat. (Çev. İsmail Türkmen), Ayrıntı Yayınları, 2001 İstanbul
1998 Tanık ve Arşiv: Auschwitz'den Artakalanlar. (Çev. Ali İhsan Başgül), Dipnot Yayınları, 2017 Ankara
2002 Açıklık: İnsan ve Hayvan. (Çev. Meryem Mine Çilingiroğlu), Yapıkredi Yayınları, 2009 İstanbul
2003 Olağanüstü Hal. (Çev. Kemal Atakay). Varlık Yayınları, 2008 İstanbul
2005 Dünyevileştirmeler. (Çev. Betül Parlak). Monokl Yayınları, 2011 İstanbul
2006 Dispozitif Nedir? / Dost. (Çev. Ekin Dedeoğlu), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
2008 Şeylerin İşareti: Yöntem Üstüne. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul
2009 Çıplaklıklar. (Çev. Suna Kılıç), Alef Yayınevi, 2017 İstanbul



Nesir Fikri [1985]

Giorgio Agamben

(Çev. Fırat Genç), Metis Yayınları, 2009 İstanbul


İçindekiler

Eşik 15

I.
Konu Fikri 23
Nesir Fikri 27
Durak Fikri 31
İş Fikri 37
Biricik Fikri 39
Dikte Fikri 43
Hakikat Fikri 47
Esin Perisi Fikri 53
Aşk Fikri 55
Çalışma Fikri 57
Hatırlanmayan Fikri 61

II.
İktidar Fikri 65
Komünizm Fikri 69
Politika Fikri 73
Adalet Fikri 77
Barış Fikri 79
Utanç Fikri 83
Çağ Fikri 87
Müzik Fikri 89
Mutluluk Fikri 95
Bebeklik Fikri 97
Evrensel Yargı Fikri 103

III.
Düşünce Fikri 107
İsim Fikri 111
Muamma Fikri 115
Sessizlik Fikri 121
Dil Fikri I 125
Dil Fikri II 127
Işık Fikri 131
Görünüm Fikri 133
Zafer Fikri 137
Ölüm Fikri 143
Uyanış Fikri 145

Eşik
Kafka'yı Yorumcularından Korumak 153



Opera Fikri
7
[Resim] Anonim, Amore forsennato sulla lumaca, Paris, Ulusal Kütüphane.


Eşik

16
Bütün'ün tek ve üstün başlangıcı dediğimiz şey, Bütün'ün ötesinde midir? Yoksa mesela Bütün'den doğan tüm şeylerin zirve noktası, onun belirli bir kısmı mıdır? Dahası, Bütün'ün başlangıçla bir olduğunu mu söylemek durumundayız, yoksa onun başlangıçtan sonra geldiğini ve ondan doğduğunu mu? ...”

17
Düşünce, düşüncenin başlangıcına dair bir soruyu nasıl ortaya atacaktı? Başka bir ifadeyle, insan idrak edilemez olanı nasıl idrak edecekti? Açıktı ki, burada söz konusu edilen şey, idrak edilemez olan diye bile ortaya konamazdı ya da ifade edilemez olan diye bile ifade edilemezdi.

19
... peşinde koştuğu tam da buydu işte. Düşüncenin ulaşabileceği en üst sınır -herhangi bir nitelikten ne derece azade olursa olsun- bir varlık, yer ya da şey değil; kendi mutlak potansiyeli, temsilin katıksız potansiyeliydi: yazı levhası! [boş levha] ... “Bilinmeyeni bildiğimizde bildiğimiz o değil, aslında kendimizdir,” düsturunun ne anlama geldiğini şimdi anladığına inanıyordu.


I

Konu Fikri

23
... ölüp de hayata geri dönenlerin yaşadığı... Aslında bu insanlar hiçbir zaman ölmemişlerdir (öyle olsa geri dönemezlerdi) ... Ne var ki ölümün temsilinden kurtulmuşlardır. Tam da bu yüzden, başlarına ne geldiği sorulduğunda, ölüm üzerine söyleyecek bir şeyleri yoktur, ama hayatlarına dair pek çok güzel hikâyenin konusunu bulmuş olurlar.


Nesir Fikri

27
adımlama Fr. enjambement: Şiirde, sentaktik bir birimin, bir dizeden diğerine, hiç ara vermeden devam ettirilmesi.

Nesir karşısında şiirin kimliğini adımlama olasılığı üzerinden giderek serdetmediği [ortaya atm. Öne sürm.] sürece, şiirin hiçbir tanımı tam anlamıyla tatminkâr değildir. Bu bakış açısından, nicelik, ritm ya da hece sayısı -ki bunların her biri nesirde de görülebilir- yeterli kıstası sunmaz. Biz burada, sentaktik bir sınır karşısına vezinli bir sınır koymanın mümkün olduğu söze şiir diyeceğiz (adımlamanın fiilen var olmadığı her şiir, sıfır adımlamalı şiir olacak). Nesirse, böyle bir şeyin mümkün olmadığı sözdür.

sıfır adımlama... belirtme derecesi (Fr. degré marqué)...

... Beyaz
kapı...

Saydamlıktan
matlığa açılan
kapı...

Mahkûm
kapı...
Carponi

28
versura (Lat.) Sabanın bir tur atıp da geriye döndüğü yer (ve tabii an). Mısra, dize anlamına gelen İtalyanca verso ve İngilizce verse sözcükleri bu sözcükten türemiştir.


Durak Fikri

29
[verilen örnekte], şairin bindiği at, dilin vokal ve ses öğesidir.]

durak [atın üzerinde uyuya kalmak; atın kaygısız bir bisiklet şeklini alması]

... sesin vezinsel hızına ket vuran öğe, dizenin durağı, düşüncedir. ... Tam da şaşaalı kaz adımlarını kesintiye uğratarak hareketi askıya alan, iki an arasındaki o zaman dışı fasılanın epik yoğunluğu...

[durak denilen saf sözcük... böylece temsilin tahavvülü (değişimi, dönüşümü) değil, kendisi görünür kılınmış olur.] [Beckett ve sessizlikte üreyen anlam...]

33
Dizeyi harekete geçiren ritmik nakil boştur, kendi kendisinin taşınmasından ibarettir. Şiirin atı bir anlığına durmuşken, saf sözcük olarak durağın -bir parça- düşündüğü, askıda tuttuğu bu boşluktur.


İş Fikri

37
Unutulanın basitçe üzeri çizilmez ya da unutulan bir kenara terk edilmez, nisyana devredilir. [nisyan unutuş, unutma nimeti], [ekşi insan kelimesinin kökeni sayılabilecek iki kelimeden biri imiş kendileri. diğeri ünsiyet. böyle olunca hem unutabilen hem de deli gibi bağlanıp, yakınlık kurabilen bir şey oluyormuşuz biz]; [insan kelimesinin köküdür. unutkan varlık anlamına da gelir]: [Carl Linnaeus’un “Kendini bil” anlamına gene nosce te ipsum deyimini Homo’nun yanına eklemesi. Bb bir anlamda “Hayvan olduğunu unutma” anlamına gelir. “Unutmayı unutmak” da bir diğer gaflettir.]

... hafıza ile unutuşun -hatırlanmayanla unutulmayanın kimliğini olduğu gibi koruyan- bu tersinden kaynaşma, iştir.


Biricik Fikri

39
İnsan sadece anadilinde hakikati söyleyebilir. Yabancı bir dilde şair yalan söyler.” Paul Celan

40
Biricik dil, tek dil demek değildir. İnsanların mümkün olan yegâne ortak hakikatmiş gibi katıldıkları biricik, her zaman bölünmüştür zaten; insanlar biricik sözcüğe ulaştıklarında taraf almak, bir dili seçmek mecburiyetindedirler.

41
Bir bebek* [infante sözcüğü, Latincede konuşamayan anlamına gelen infans sözcüğünden türemiştir.] hiçbir zaman, dilin karşısında sözcüklerden yoksun dikildiği zamanki kadar el değmemiş, uzak ve kadersiz değildir. Kader sadece, dünyanın bebekliği karşısında onu kucaklamaya, ismin ötesinde, sonsuza dek ona dair bir şey söylemeye ant içen dille ilgilidir.

Bu nafile anlam vaadi, dilin kaderidir, yani grameri ve geleneğidir. Şair, bu söze sadık kalan, ondaki boşluğu görse de hakikatten yana karar alan, bu boşluğu hatırlamaya ve doldurmaya karar veren bebektir.


Dikte Fikri

44
... poetikasını şiirin içinde formülleştiren...


Hakikat Fikri

48
Hakikat, yani Platoncu oros’a göre ruha uygun olan açıklık...

amor fati” [kaderini sev] Nietzsche


Esin Perisi Fikri

53
İfşa olabilsin diye saklılığı sürdürülmesi, hafıza olabilsin diye unutkanlığın sürdürülmesi: İşte bu ilhamdır, esin perilerinin insanı, sözcüğü ve düşünceyi birbiriyle uyumlu kılan coşkusudur. Düşünce, sadece bu saklılıkta kaybolduğunda, şeyini aramayı bıraktığında şeye yakınlaşır. Ona dikte edilen budur: Sözcüğün hayat bulabilmesi ve özne tarafından manipüle edilmemesi için (pek açıktır ki kendi kendime esin veremem), saklılıkla ifşa, nisyanla hafıza arasında bir diyalektik olması gerekir.

54
Ancak bu saklılık aynı zamanda, etrafında karakterin ve kaderin karanlığının kesifleştiği cehennemi çekirdektir; düşüncede büyüyen söylenmemiş-olan, onu deliliğe sürükler.

kader “8.2 İnsanın hareketini ve onun üretimini üreten ortak, Umwelt, bir değer değil, bir kaderdir. “Kader” sözcüğü her şeyin önbelirleniminin yanı sıra talihin körlüğünden de ayrılmalıdır; o daha çok ortağın kurucu perspektifinden yeniden tanımlanmalıdır. İnsan’ın türsel çokluk olarak düşünülen eylemlerinin bütününe “kader” diyeceğiz. Bu çokluk için hiçbir şey İnsan’ın sürekli olarak değiştirdiği ölçüde ortağın varoluşunu etkileyen çevresel koşullar dışında önvarsayılı değildir. Etik bakış açısından “kader” kendisini maddi olarak oluşturduğu ölçüde “İnsan”ın ortak ismidir.

8.3 “Centaur”un (doğayla kaynaşmış İnsan) kaderinden İnsan, “makine-insan”ın (kendi varlığını yapay biçimde geliştirerek üretim içinde yüce bir nitelik kazanan İnsan) kaderinin oluşumu aracılığıyla “insan-insan”ın (praksis aracılığıyla oluşturulan İnsan) kaderine ulaşır. İkinci, üçüncü, n’inci doğalar… Bu çağların her birinde ortak, ilerici biçimde farklı biçimleri varsayar.

9.2 Dünya pratik-süreduran bir arka perde değil, bir etkinlikler bağlamı, bir kairos dokusudur. Her anla birlikte dünya kendi bütünlüğü içinde, ortağın bir genişleme hareketi içinde yeniden yaratılır. Bu bağlamda, kendi kaderselliği içinde insan praksisi zaten oluşturulmuş olarak temsil edilemez; daha çok o, oluşturduğudur, yani o daima ortak bir bağlam oluşturur.” Antonio Negri, Devrimin Zamanı, (Çev. Yavuz Alogan), Ayrıntı Yay. İst. 2005, s.228


Aşk Fikri

55
Yabancı biriyle mahremiyeti yaşamak ve bunu ona yakınlaşmak ya da onu tanımak için değil de uzaktaki bir yabancı olarak tutmak için yapmak: görünmez – öylesine görünmez ki adı tümüyle içerir onu. Ve rahatsız durumdayken dahi, günler boyu, her daim açık yerden, varlığın -o şeyin- sonsuza dek açık kaldığı batmayan ışıktan başka bir şey olmamak.


Çalışma Fikri

58
Studium sözcüğü ... Sözcük, çarpışmayı, şoku işaret eden st- ya da sp- köküne kadar gider. Çalışmak (studiare) ve aptallaşmak (stupire) bu anlamda birbirine yakın kelimelerdir: Çalışan kişi, bir şoka maruz kalıp kendisine çarpan şeyden dolayı aptallaşan, onun ne olduğunu anlayamayan ve onu geride bırakacak gücü kendisinde bulamayan kişiyle aynı konumdadır. Yani âlim her zaman “aptaldır”. Bir yönüyle, âlim şaşkın halde kendini kaybeder, o yüzden de çalışma bir tür acıya ve sabretmeye dönüşür; diğer yandan da çalışmanın barındırdığı mesihçi miras onu hızla sonuca götürür. Şaşkınlıkla berraklık, keşifle kayıp, harekete geçenle bekleyen arasındaki bu salınım, bu festina lente* [Yavaş yavaş acele et!], çalışmanın ritmidir.

59
Aristoteles’in eylemin karşısına koyup “potansiyel” olarak tanımladığı durumdan daha fazla benzeyen bir şey yoktur çalışmaya. Potansiyel, bir yandan, potentia passivita, yani pasifliktir, saf ve neredeyse sonsuz bir sabretme halidir; diğer yandan, potentia activa, yani aktif potansiyel, önü kesilemeyen harekete geçme dürtüsü, eylem itkisidir.

âlimin üzüntüsü… Potansiyel durumunda uzun süre kalmaktan daha acı bir şey yoktur. Hiçbir şey, eylemin sürekli ertelenmesinin nasıl bir kasvete neden olabileceği…

60
Çalışma, bu noktada, onu çirkinleştiren üzüntüden kurtulup en hakiki doğasına döner. Bu ise eser değil, ilhamdır, ruhun kendi kendini beslemesidir.


Hatırlanmayan Fikri

61
Tam uyanmaya yakın, hakikati bizi tümüyle tatmin edecek açıklıkta rüyamızda gördüğümüzü bildiğimiz anlar vardır. Kimi zaman varoluşumuzun sırrını ifşa eden bir yazı görünür aniden; kimi zaman buyurgan bir jestin eşlik ettiği ya da çocuksu bir şarkıda tekrarlanan tek bir sözcük, gölgelerle kaplı koca bir alanı aydınlatır bir anlığına, yeniden bulunmuş ve kesin bir detayı yerli yerine koyar.

Uyandığımızdaysa, rüyamızdaki imgeleri tüm keskinlikleriyle anımsasak da yazı ve sözcük hakikatin gücünden yoksun kalmıştır. Büyü gitmiştir artık, anlamlarını kavramaktan yoksun, üzüntüyle okşarız onları. Rüya bizim rüyamızdır ama özü açıklanamaz biçimde noksandır; gözümüz iyice açıldığında, artık giremediğimiz topraklara gömülmüştür.

62
Zihinde belirmeden bir hatıradan diğerine atlayan hatırlanamayan, aslında unutulmayandır. Bu unutulmayan nisyan, dildir; insanın sözüdür.

unutmayı unutmak “Bu mekânlar bir tür hatırlama anına ait mekânlardır. Ankara'nın kuruluşu bir hatırlama anıdır. Anadolu bozkırının boşluğunda varlığın kendini hatırlaması, geleceğin -kendine ait bir gelecek fikrinin- hatırlanması. Sergei Yutkeviç'in "Türkiye’nin Kalbi Ankara" filminde gösterdiği şey bu hatırlama anının coşkusudur. Her şey yenidir; "bu bizim şimdiki halimiz, yeni hayatımız". Her şey şimdiki zaman içinde, o ana dair olarak kurulmuştur, gelecek de. Mekânlar bu hatırlama anını sürekli akılda tutmak için kurulmuştur. Gelecek fikri yakalanmıştır, unutulmamalıdır. Anıtsallık buna yarar. (Sosyalist anıtların görkemi de aynı şekilde kurulmaz mı? Devrim anının özgürleşme anının sürekli akılda tutulması uğruna haykıran, o anının gücünü taşa, bronza, betona dönüştürüp ebediyen korumaya çalışan bir estetik!). Oysaki hatırlama akılda tutmadan farklıdır. Hatırlama ancak unutma ile mümkündür. Unutmak - hatırlamak - tekrar hatırlamak üzere tekrar unutmak. Ancak bu şekilde hatırlama anları her şeyin baştan yeniden kurulduğu özgürleşme anları olabilir. Ankara geçmişin unutulup geleceğin hatırlandığı bir özgürleşme anında kurulmuştur. Ama unutmayı unutmuştur. Şimdinin akıp gitmesine izin vermek yerine şimdiki zamanı geleceğin tahakkümüne almak, hatırlamanın yeniden hatırlanmak üzere unutulup gitmesine izin vermek yerine hatırlanılanı sürekli akılda tutmaya çalışmak. Ankara (en azından bir süre için) hatırladığı şeyi aklında tutmayı becermiş, ama varlığını borçlu olduğu ve tekrarlanabilirliği ancak hatırlananı unutmakla mümkün olan, hatırlama anının ta kendisini unutmuştur.” aras özgün + ersan ocak, kent görüntü bellek,
http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=6,63,0,0,1,0

Rüyanın kendi noksanlığından türettiği bu vaat, bizi düşüncesizliğe döndürebilecek kadar güçlü bir berraklık vaadi, bizi çocukluğa döndürebilecek kadar başarılmış bir dil vaadi, kendisini “idrak edilemez” olarak görecek kadar egemen bir akıl vaadidir.


II

İktidar Fikri

65
[Aristoteles'in iki kategorisi potansiyel ve eylem, haz'da bir an için saydamlaşırlar. Haz, biçimi her an gerçekleştirilen, sürekli vuku bulan bir şeydir.] Bu tanımın sonucu olarak potansiyel, hazzın zıttıdır. Asla gerçekleşmeyen, sonucuna ulaşamayandır. Tek kelimeyle, acıdır. Aristoteles'in bu tanımına göre, haz asla zamanda vuku bulmuyorsa, potansiyel de esasen süre olmalıdır. Bu değerlendirmeler iktidarla potansiyek arasındaki gizli bağları açığa çıkarır. Eyleme geçildiği anda potansiyelin acısı diner. Ancak her yerde -bizim içimizde bile- potansiyeli, kendi içinde oyalanması için sınırlayan güçler vardır. İktidar bu güçler üzerinde temellenir: İktidar, potansiyelin kendi eyleminden yalıtılmasıdır, potansiyelin örgütlenmesidir. İktidar, otoritesini kesifleşen bu acının üzerinden kurar; kelimenin gerçek anlamıyla, insanın hazzını doyumsuz bırakır. ... Başarılmış bir işte, tıpkı hazda olduğu gibi, insan nihai olarak kendi iktidarsızlığının keyfini sürer.


Komünizm Fikri

70
Toplumların olduğu her yerde, gündelik hayatın her anında mutluluk potansiyeli olduğunu göstermek pornografinin ebedi meşruiyeti budur işte. Ama onu fin de siécle dönemindeki anıtsal sanatı baştan sona kaplayan çıplak bedenlerin zıt kutbuna yerleştiren hakiki içeriğinin açıkça ortaya koyduğu gibi, pornografi, gündelik dünyamızı hazzın ölümsüz cennetine yükseltmek yerine, her hazzın çaresizce epizodik karakterini -her evrenselin içkin amaçsızlığını- gösterir.

71
... burada bir şeyi gerçekleştirmek söz konusu değil; düşlerini gerçekleştirmiş birinden daha sıkıcı bir şey yoktur: Bu tam da pornografinin yavan, sosyal demokrat gayretkeşliğidir.


Politika Fikri

73
[Bir yaratığın karşılaşabileceği en büyük, en ağır ceza: Tanrı görüsünün yokluğu; Tanrı'nın unutuşu; terk edişi.]
[Bernanos] “ne bağışlanmış ne de hüküm giymişse, aman dikkat: kaybolmuş demektir”.


Adalet Fikri

77
Unutulan ne ister? Ne hafiza ne de farkındalık, sadece adalet. (adalet intikam değildir; öcünü alacağı hiçbir şey yoktur) ... adalet Unutulan'ın geleneğidir. İnsan için, hafizanın aktarılmasından daha önemli olan, her gün arkasında tüketemeyeceği ya da koruyamayacağı koca bir yığın bırakan nisyandır [unutma, unutuş].

Unutulan'ın işaretlerin dilinden ve hafızadan çekilmesi esnasında, adalet aslında insan için ve sadece insan için doğar [yayılacak bir söylem olarak değil, bir ses olarak; vasiyet olarak değil, haber verici bir hareket ya da çağrı gibi doğar].


Barış Fikri

79
[Barış kavramının etimolojik anlamı, boş, beyhude, çöl.] [Yavan bir el sıkışma barışın işareti olamaz] Ancak gerçek şu ki bir barış işareti yoktur, daha doğrusu olamaz; çünkü gerçek barış tüm işaretlerin tüketildiği yerde olabilir ancak. İnsanlar arasındaki her mücadele aslında bir tanınma mücadelesidir ve böyle bir mücadelenin ardından gelecek barış, karşılıklı kırılgan bir tanınmayı kurumsallaştıran bir uzlaşımdan ibarettir. Böyle bir barış, her durumda devletlerin ve hukukun barışıdır; bir kimliğin dil içinde tanınmasının kurmacasıdır, ki bu da savaştan gelir ve savaşla son bulur.

80
Garanti altına alınmış işaretlerin ya da imgelerin cazibesine kapılmamak, kendimizi hiçbir işarette ya da imgede tanıyamayacağımız gerçeğini kabul etmek -işte bu barış, daha doğrusu barıştan daha eski bir mutluluktur... Barış, insanlığın tamamen boş semasıdır; insanın yegâne vatanı olarak gıyabın [yokluğun, bulunmamanın] teşhiridir.


Utanç Fikri


Çağ Fikri

87
Dekadans kavramının bağrında yatan yalanın en riyakâr veçhesi malumatfuruşluğudur – vasatlık ve çöküntü üzerine şikâyetler peydah olur hemen, yaklaşan sona dair tahminler yükselir. Her kuşak kendi becerisini bu malumatfuruşlukla bağdaştırmayı bilir; sanat ve düşünce alanındaki yeni biçimlerini, dönemsel temayüllerini böyle bir edayla kataloglar. Genellikle kötü niyetle yapılan bu küçük hesapta gözden kaçan nokta, tam da bizim çağımızın geçmişe kıyasla meşru bir biçimde sahiplenebileceği asalet iddiasıdır: bundan böyle tarihi bir çağ olmayı istememe iddiası. Eğer duyarlılıklarımızdan biri hayatta kalmayı hak ediyorsa, o, tam da her şeyi sürekli olarak yeni baştan başlatan perspektif karşısında duyduğumuz sabırsızlık ve hatta mide bulantısı hissidir. Sanattaki yeni işler ya da davranış ve moda alanındaki yeni trendler karşısında gelenek, o eski dokusunun bir an için gevşeyen ilmeklerini yeniden sıkılaştırdığında, dehşet içinde titrememize mani olamayan bir şey vardır içimizde.

88
Diğer yandan, insanlığın sonu safsatasını uyduranlar, her şeyin her şeye rağmen devam edebildiği bir dünyaya duydukları nostaljiyi de saklamazlar.

Şu ana dek bildiğimiz tarih sürekli bir ertelemeden başka bir şey olmamıştır; yalnızca tarihin nabzının duracağı noktada, tarih bir başka tarihi-dönemsel tehire dönüşmeden önce, onun içinde saklı fırsatı yakalama umudu vardır.

Bu yüzden yeni sanat ya da düşün eserleri istemiyoruz; başka bir kültür ve toplum çağı istemiyoruz. İstediğimiz, çağ ve toplumu gelenek içinde dolanıp durmaktan kurtarmak, onların içinde kısılıp kalan -tehir edilemez, devirsel-olmayan- iyiyi geçirmek. Bu vazifenin üstlenilmesi, içinde yaşadığımız ana yaraşır yegâne etik ve politika olacaktır. [:(]


Müzik Fikri

89
Halihazırdaki kavramsal analiz bolluğu, fenomenolojik tasvir noksanlığıyla kol kola gider. Çoğunlukla 1915-1930 arası yazılmış bir avuç felsefi ve edebi çalışma, yaşadığımız çağın duyarlılıkları üzerindeki kontrolü hâlâ elinde tutar... [Daha sonra yazılanlar] Heidegger’in ıstırap ve diğer Stimmungen’e (ruh hallerine) dair Varlık ve Zaman’da giriştiği kategorizasyona ... Joseph Roth’un romanlarına ya da Benjamin’in Alman Enflasyonunda Yolculuk’undaki kısa ama ateşli notlarına... [a]şkın fenomenolojisi söz konusu olduğunda, kimse facies hippocratica’nın* son kez sabitlendiği yer olan Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’sine yeni bir şey eklemeyi başaramamıştır; utanç ya da hafifmeşreplik Kafka hikayelerindeki epik canlılığını bir daha hiçbir yerde bulamamıştır.

90
... modern duyarlılığın esasen ütopyacı karakteri...

Eğer duyarlılık, her tarihi çağın karşısında kendini ölçtüğü sfenks ise, devrimizin çözmesi gereken muamma da Birinci Dünya Savaşı’nın karanlığının çöktüğü Paris’te, büyük enflasyon dönemi Almanya’sında ya da imparatorluğun çöküş döneminde Prag’da ilk defa formülleştirilen muammadır. Bu, o zamandan beri kayda değer bir felsefe ya da edebiyat çalışması yapılmadığı anlamına gelmez; ne var ki tüm bu çalışmalar çağın yeni duygularının bir envanterini çıkarmayı başaramamışlardır.

91
Daha da belirleyici olan, özel varoluşun ve yaşamın otoritesinin baş döndürücü kaybıdır. Nasıl artık ambiyansa inanmıyorsak ya da nasıl bugün hiçbir akıllı insan evdeki eşyalara, giysilerin tarzına izini bırakmak istemiyorsa, ruhlarımızı donatan duygulardan da fazla bir şey beklemeyiz.

Duygularımız, duyularımız bize vaatlerde bulunmuyor artık. Şaşaalı fakat faydasız ev hayvanları gibi bir kenara çekildiler. Zamanımızın kusurlu nihilizminin, karşısında sürekli bir ricat [bozguna uğrayarak geri çekilme] halinde olduğu cesaret, artık ruh hallerimizin olmadığını, bir Stimmung’la uyum içinde olmayan ilk insanlar olduğumuzu, hatta müzikal-olmayan (non musicale) ilk insanlar olduğumuzu fark etmeye dayanır: Stimmung’u olmayan, yani bir çağrısı olmayan insanlar...

92
İnsan ruhu müziğini kaybetti – müzik, yani kökenin erişilemezliğinin ruhta kayıt altına alınması. Çağsız, yıpranmış ve kadersiz kalan bizler, zaman içindeki müziksiz ikametgâhımızın mutluluk verici eşiğine varırız. Sözümüz sahiden başlangıca vardı.


Mutluluk Fikri

95
Her yaşamda yaşanmamış bir şeyler vardır, her sözcükte söylenmemiş bir şeyler olduğu gibi. [dil-olmayan nedir?], [“Pascal’ı bir romantik, ilk romantik kılan özelliği, her şeyi varoluş durumları ve yaşamsal yaratım kudretleri halinde düşünmeye çabalamasıdır. Dünyayı, felsefeyi, tarihi, bilimleri "anlamak" ya da kavramak yetmez, anlamak varoluşumuzla ilişkilerimizin yalnızca bir düzeyidir, katmanlarından yalnızca biridir... Oysa bir sanat eseri karşısında olduğu gibi, bir şiiri okurken olduğu gibi, onu yaşarken ille de anlamakla sınırlı olmam gerekmez, yeterli değildir ve tümü kuşatıcı değildir anlamak; hissetmek, coşku duymak, öfkelenmek ya da sevinmek de gerekir.” Söyleşi: Ahmet Telli / Ulus Baker, Vicdan: Romantizmin Ufku, ÜTOPİYA mevsimlik hayatbilgisi kitabı 6, Ocak 1999].


Bebeklik Fikri

[neotenik metamorfoz yapmama durumu; larva haldeyken nasılsa yetişkin iken de aynı formda olan canlılar; yetişme sürecinde fiziki olarak ergin veya yetişkin formlarda halen bir önceki formunun karakter özelliklerinin görüldüğü canlı türü.]

[totipotent Daha çok biyolojide, kendi başına bölünme ve üreme becerisi olan hücreler...]

98
Bir bebek hayal etmeye çalışalım; bu bebek, ... yalnızca kendi larva çevresine tutunup olgunlaşmamış yaşam biçimini sürdürmekle kalmasın; öylesine bebeklik haline terkedilmiş, öylesine az uzmanlaşmış ve totipotent olsun ki, kendi olgunlaşmamışlığına ve çaresizliğine tutunmak için özel bir kaderi ya da belirlenmiş bir çevreyi de geri çevirsin. Hayvanlar, gen yapılarında yazılı olmayan herhangi bir bedensel ihtimalle ilgilenmezler; düşünülenin aksine, ölümlü olan herhangi bir şeye dikkat etmezler, yalnızca genetik kodlarında sabitlenmiş sonsuza dek tekrarlanabilir ihtimalleri geliştirirler. Onlar sadece Yasa’ya, yazılı olana uyarlar.

99
Diğer yandan neotenik bebek, tam da yazılmamış olana, keyfi ve kodlanmamış bedensel ihtimallere dikkat edebileceği bir durumda bulur kendini. Bebek, totipotans durumunda esrik bir şaşkınlık halindedir, kendinden sürülmüştür; ama diğer varlıklar gibi özel bir maceraya ya da çevreye doğru değil, ilk defa bir dünyaya doğru: Varlığı gerçekten dinler. Sesi herhangi bir genetik buyruktan azade, söyleyecek ya da ifade edecek hiçbir şeyi olmadan, kendi türündeki tek hayvan olarak, tıpkı Adem gibi, şeyleri kendi dilinde adlandırabilir. Adlandırma sırasında insan bebekliğe bağlıdır, her türden özgün kaderi ve genetik çağrıyı aşan bir açıklığa sonsuza dek rabıtalıdır [rabıta bağlantı, ağ]

Ancak bu açıklık, varlık içindeki bu şaşkın durak, herhangi bir şekilde onu ilgilendiren bir olay değildir. Hatta bu, endosomatik* olarak kaydedilip genetik hafızada saklanabilecek bir olay bile değildir; insanı ilgilendirmeyen, mutlak anlamda dışsal kalması şart olan, yalnızca nisyana, yani eksosomatik* hafızaya ve geleneğe devredilebilecek bir şeydir.

....
...
...
...


Evrensel Yargı Fikri


III

Düşünce Fikri
İsim Fikri


Muamma Fikri




Sessizlik Fikri

121
[Felsefe sessizlik deneyimiyle ilişkili bir faaliyettir.] ... ama bu deneyimi yaşamış olmak hiçbir şekilde felsefenin kimliğini oluşturmaz. Felsefe sessizlikte, kimliği olmadan öylece dikilir; isimsiz olmaya, bunun için de kendi ismini bulmamaya tahammül eder. Sessizlik felsefenin gizli sözcüğü değildir, felsefenin sözcüğü kendi sessizliğini kusursuz biçimde sessizliğe terk eder.


Dil Fikri I

125
I. Sahici sessizliğin olduğu tek yer muhtemelen güzel bir yüzdür. Karakter, yüzü söylenmemiş sözcüklerle ve gerçekleştirilmemiş niyetlerle işaretlerken, hayvanın yüzü her zaman sözcükleri dile dökmenin eşiğinde görünürken; insan güzelliği, yüzü sessizliğe açar.

II. Yalnızca sözcük bizi suskun şeylerle temasa geçirir. Doğa ve hayvanlar sonsuza dek içine düştüğü dilde kalır, suskun kaldığında dahi devamlı konuşur ve işaretlere cevap verir; sözcükte doğanın sonsuz dilini bölmeyi ve kendisini bir an için suskun şeylerin önüne yerleştirmeyi yalnızca insan başarır. El değmemiş gül, gül fikri, yalnızca insan için vardır.


Dil Fikri II

127
Koloninin bir önceki kumandanı tarafından icat edilen işkence makinesinin aslında dil olduğu anlaşıldığında, Kafka’nın Ceza Kolonisi bir nebze daha aydınlanmış olur. ... Öyküdeki makine esas olarak bir adalet ve cezalandırma aracıdır. Bu, dilin de dünyadaki insanlar için bu tür bir araç olduğu anlamına gelir. [çağdaş bir romandaki karakterlerden birinin sözleri:] “Dil cezadır. Her şey oraya girmek ve günahları ölçüsünde orada çürümek zorundadır.”

Ama nasıl da sessizdir adam altıncı saatten sonra! Aydınlanma, en bön olana gelir. Göz civarından başlar ve oradan yayılır. İnsan’ın Tapan’ın altına yatası gelir. Adam yazılanları çözmeye başlar, sanki dinliyormuş gibi dudaklarını büzüştürür. Yazılanları gözle çözmenin bile ne kadar zor olduğunu gördünüz, kaldı ki adamımız yaralarıyla çözüyor onu...”

128
Cezalandırılan adamın, son saatinin sessizliğinde yakalamaya başardığı şey, dilin anlamıdır. Konuşan varlıklar olarak insanlar söz konusu olan şeyin manasını anlamadan yaşamlarını sürdürürler; ama en bön insanın bile anlamadan edemediği bir altıncı saat gelir. Burada söz konusu olan, elbette insanın gözleriyle okuyabileceği bir mantıksal anlamı değil; ancak yaralarıyla kavrayabileceği, ancak bir ceza olarak dile ait olan daha derin bir anlamı yakalamasıdır. (Bu yüzden mantığın en seçkin alanı yargıdır: Mantıksal yargı aslında cezai yargı, yani hükümdür.)

129
Dilin nihai anlamı “adaletli ol” buyruğudur (öyküden çıkarılan budur); ama dilin makinesi bu emri bize anlatma becerisinden yoksundur.


Işık Fikri

131
Karanlık bir odada ışığı açıyorum: Aydınlanan oda doğal olarak karanlık oda değil artık, onu sonsuza dek kaybettim. Peki ama aynı oda değil mi bu? Karanlık oda, aydınlanan odanın yegâne içeriği değil mi? Bundan böyle sahip olmadığım, sonsuza dek geriye doğru kaçıp giden ve benzer şekilde beni ileriye iten, dilin bir temsilidir yalnızca: Işığın önkabulü olan karanlık. Ama eğer bu önkabulü kavrama çabamdan vazgeçersem, dikkatimi ışığın kendisine yöneltirsem, onu anlarsam -o zaman ışığın bana verdiği şey aynı odadır, varsayımsal-olmayan karanlıktır. Üsütüne bir örtü örtülen, kendi içine kapanan, vahyin yegâne içeriğidir -ışık, karanlığın kendine gelmesinden başka bir şey değildir.


Görünüm Fikri

133
görünümleri kurtarmak”
[Platon, Akademi çevresi, son pagan filozof Simlikios, Ortaçağ astronomisi...]

Platon, semavi bedenlerin dairesel, tekbiçimli ve düzenli bir harekete göre devindiği ilkesini ortaya atar ve ardından matematikçilere şu soruyu sorar: Gökyüzünde dolanan semavi bedenlerin görünümlerini kurtaracak hipoteze uygun, kusursuz biçimde düzenli ve dairesel hareketler hangileridir?” Simplikios

[Yunan astronomları] Semavi bedenlerin düzensiz hareketlerinin sunduğu (bu yüzden onlara “dolananlar” deniyordu) son derece karmaşık görünümleri kurtarmak adına, her biri için bir dizi eşmerkezli küre önermek zorunda kalmışlardı; her bir kürenin tekbiçimli bir hareketi vardı, bu hareket diğerleriyle birleştiğinde gezegenin görünürdeki hareketi çıkıyordu. Buradaki tayin edici soru, hipoteze atfedilen statüye dairdi. Platon’a göre, hipotezler doğru ilkelerle aynı düzeyde değil, fenomenin kurtarılması sırasında amaçlarını tüketen hipotezler olarak değerlendirilmeliydi.

... Newton modern bilimin eşiğine “Ben hipotez uydurmam” yazdığı anda ve böylece bilime fenomenlerin gerçek nedenlerini deneyimden çıkarsama görevini verdiğinde, “görünümleri kurtarmak” ifadesi yavaş yavaş semantik bir kaymaya uğramaya başladı ve kendisini bilimin alanından sürüp bugün hâlâ yaygın bir kullanımı olan o aşağılayıcı anlama sürüklendi.


Zafer Fikri

137
Görünüyor” - bu fiilin grameri ne kadar da tuhaf! Bir taraftan, videtur anlamına geliyor: “Bana bir benzerlik, bir müşabehet [şekilce benzeşlik] gibi görünüyor, o yüzden de yanıltıcı olabilir.” Öbür taraftan, lucet anlamına geliyor: “Kendi açıklığında parıldıyor, tezahür ediyor.” Bir yandan, kendini görüntüye verişinde saklı olan bir gizlilik; diğer yanda, gölgesiz, saf ve mutlak bir görünürlük.

Bu iki anlam tam olarak birbirinden ayrılamaz, birini diğerine tercih etmek kimi zaman hiç de kolay değildir: sanki her parlama bir benzerliği, her türden “görünme” de “bana öyle görünüyor ki”yi içerir gibidir.

140
Beyinden gelen sinirlerin göze ulaştığı ve retinadan yansıyan imgenin görüntüye dönüştüğü anda göz aslında kördür. Göz, görüyü bu görünmez merkez etrafında organize eder - bu da görüntünün, sizin onun körlüğünü görmenize engel olmak için organize edildiği anlamına gelir. Sanki her açıklık, kendi merkezine yerleştirilmiş, yok edilemez bir saklılığı içerir; sanki her aydınlık, elzem bir karanlığı hapsetmiştir.

Bu kör noktaya tüm gücüyle tutunarak, insan kendisini bilinçli bir özne olarak kurar. Kendi körlüğünü umutsuzca arıyor gibidir. İnsan için, her görüntüde bir gecikme, uyaranla tepki arasında bir temassızlık ve hatıra ortaya çıkar.

Peki ama körlüğün görüsü ne demektir? İçimdeki söylenmemiş ve dışa vurulmamış karanlığı ele geçirmek istiyorum; ama bu tam da benim kendi açıklığımdır, bir çehre ve ebedi bir görünümden başka bir şey olmamdır. Gözümdeki kör noktayı sahiden görebilseydim, hiçbir şey görmüyor olurdum.

141
her çehre bir ifadeye çekilir, bir karakterde katılaşır, bu şekilde devam eder ve kendi üstüne çöker. … Çehre yüzü aşan bir şey değildir - yüzün kendi çıplaklığında teşhiri, karakter karşısında kazanılan zaferdir: sözcük.

Zaten dil bize şeyleri imgelerinden kurtarmak, görünümün kendisini görünüme taşımak, onu zafere götürmek için verilmemiş miydi?


Ölüm Fikri

143
Kimi efsanelerde Samael diye anılan ve hatta Musa’nın da mücadele etmek zorunda kaldığı rivayet edilen ölüm meleği dildir. Dil ölümü duyurur - başka ne yapar ki? Ama tam da bu duyuru, ölmeyi zorlaştırır. Çok eski zamanlardan itibaren, tüm insanlık tarihi boyunca, insanlık bu melekle mücadele etti, sadece duyurmayı vazife edindiği o sırrı elinden çekip almaya çalıştı. Ama onun çocuksu ellerinden çekip alınabilecek tek şey, zaten yaptığı o duyurudur. Bu, meleğin hatası değildir ve ancak dilin masumiyetini anlayanlar duyurunun gerçek anlamını da kavrayabilir ve bir noktada ölmeyi öğrenebilirler.


Uyanış Fikri

hercümenç allak bullak, karmakarışık, altüst, darmadağınık

146
boşluk öğretisi... yalnızca temsilin sınırları içinde ele alınıyordu.

Hakikati, bir öğreti gibi, hakikatin temsili gibi öğretenler, boşluğu bir şeymiş gibi alırlar, temsilin boşluğunun bir temsilini yaratırlar. Ancak temsilin boşluğunun farkındalığı, bir temsil değildir: sadece temsilin sonucudur. ... Boşluğu acı karşısında bir korunak olarak kullanmak istersin, ama bir boşluk seni nasıl koruyabilir? Boşluğun kendisi bir boşluk olarak kalmazsa, ona bir varlık ya da yokluk atfedersen, bu ancak ve ancak nihilizm olur: Kendi hiçliğini bir av olarak, boşluk karşısında bir korunak olarak ele geçirmiş olmak. Ancak bilge kişi acının içinde, onda ne bir korunak ne de bir neden bularak ikamet eder: Acının boşluğunda kalır. … Boşluğun bir kanaat olduğuna ve temsil edilemeyenin bile bir temsil olduğuna, söylenemeyenin isimsiz bir şey olduğuna inanan kişi… ‘Size mal satmayacağım’ diyen tüccara ‘Bana hiç değilse adı hiçbir şey olan bir mal satın’ diyen aşırı heveskâr müşteri gibidirler. Mutlak olanı gören kişi, göreli olanın boşluğundan başka bir şey görmez. Ama bu tam da en güç sınavdır: Eğer bu noktada boşluğun doğasını anlamaz ve onu bir temsil olarak görürseniz, gramercilerin ve nihilistlerin düştüğü hataya düşersiniz; nasıl tutacağını bilmediği yılan tarafından sokulan büyücü gibi olursunuz. Bunun yerine temsilin boşluğunda sabırla ikamet edersiniz, onu bir temsil olarak görmezseniz, kutsanmış yol, orta yol dediğimiz şeye girersiniz. Göreli boşluk, artık bir mutlağa göre değildir. Boş imge, artık hiçliğin imgesi değildir. Sözcüğün doluluğu tam da boşluğundan gelir. Temsilin barışı, uyanıştır. Uyanan kişi, yalnızca rüya gördüğünü bilir, yalnızca temsilinin boşluğunu bilir, yalnızca uyananı bilir. Ama şimdi hatırladığı rüya, artık hiçbir şeyi temsil etmez, hiçbir şeyi düşlemez.”

Eşik

Kafka'yı Yorumcularından Korumak

153
Açıkla!” Bu buyruktan kaçmak mümkün değildir; çünkü açıklayacak hiçbir şey varsaymaz, kendisi bir varsayımdan ibarettir. Onun emrine verdiğiniz ya da vermediğiniz herhangi bir yanıt -hatta sessizliğiniz- gene de anlamlı olacaktır, bir açıklama içerecektir.

Açıklayacak hiçbir şey bulamayan şanlı atalarımız -patriyarklar- [erkek egemenleri] bu gizemi ifade edebilmenin bir yolunu canı gönülden aramışlar, ama izah edilemez için açıklamanın kendisinden daha yeterli bir ifade bulamamışlardır. Onlara göre açıklanacak bir şey olmadığını açıklamanın tek yolu, açıklamalar getirmektir. Sessizlik de dahil başka her türden tavır, izah edilemez olanı beceriksiz ellerle yakalamaya çalışır: Yalnızca açıklamalar onu olduğu gibi bırakır.

154

Açıklamalar, aslında izah edilemezin geleneğinde bir andan ibarettir: Daha doğru bir ifadeyle, onu açıklanmamış bırakarak gözetim altında tutmaya devam eden anlardır. İçeriklerinin boşaltılmasıyla, açıklamalar görevlerini yerine getirmiş olurlar. Ancak, açıklamaların kendi boşluklarını göstererek izah edilemez olanı kendi haline bıraktıkları noktada, izah edilemez olan da tehlikeye girer. Gerçekte yegâne açıklamalar izah edilemez olanlardı ve efsane onları açıklamak için icat edildi. Açıklanamayacak olan, artık hiçbir şeyi açıklamayan şeyin içinde kusursuz biçimde mevcuttur.


.
.
.

12 Şubat 2018

Michel Foucault - İnsan Öldü mü?

.
.



.
.

İnsan Öldü mü? 
(C. Bonnefoy ile söyleşi), 1966        [Söyleşinin tam metni]


Michel Foucault
Seçme Yazılar 5. Felsefe Sahnesi (2. Basım, 2011)
(Çev. Işık Ergüden, Ayrıntı Yayınları, 2011, İstanbul)



 [… Öncelikle, Michel Foucault’dan, bizim kültürümüzde
hümanizmanın gerçek yerini ve anlamını tanımlamasını istedik.]

31
- Hümanizmanın, Montaigne'e ve çok daha ötelere uzanan, çok eski bir nosyon olduğuna inanılır. Oysa, "hümanizma" kelimesi Littré de (Emile Littré tarafından ilk kez 1863-1877 arasında yayımlanan Fransızcanın en kapsamlı sözlüğü. y.h.n.) yoktur. Aslında, kolaylıkla teslim olduğumuz geçmişe dönük bir yanılsamanın cazibesiyle, hümanizmanın her zaman Batı kültürünün en önemli sabiti olduğunu hayal etmeye can atarız. Örneğin, bu kültürü diğerlerinden, örneğin Doğu ya da İslam kültürlerinden ayırt eden şeyin hümanizma olduğuna inanırız. Bu hümanizmanın izlerine başka yerde, Çinli ya da Arap bir yazarda rastladığımızda rahatsız oluruz ve bu durumda, insan soyunun evrenselliğiyle karşı karşıya olunduğu duygusuna kapılırız.

32
Oysa hümanizma diğer kültürlerde olmadığı gibi, muhtemelen bizimkinde de ham hayal düzeyindedir.

On altıncı yüzyılın hümanizma çağı olduğunu, klasisizmin insan doğasının büyük temalarını geliştirdiğini, on sekizinci yüzyılın pozitif bilimleri yarattığını ve nihayet biyoloji, psikoloji ve sosyolojiyle birlikte, insanı pozitif, bilimsel ve rasyonel biçimde tanımaya başladığımızı lisede öğreniriz. Hem hümanizmanın, tarihsel gelişimimizi canlandıran büyük güç olduğunu hem de sonuçta bu gelişmenin ödülü olduğunu, yani hem ilke hem de amaç olduğunu hayal ederiz. Bugünkü kültürümüzde bizi hayretler içinde bırakan şey, bu kültürün temel kaygısının insan olabilmesidir. Ve eğer çağdaş barbarlıktan söz ediyorsak, bu yalnızca makinelerin ya da bazı kurumların bize insani gelmemesi ölçüsündedir.

Tüm bunlar yanılsama niteliğindedir. Birinci olarak, hümanist hareketin tarihi on dokuzuncu yüzyıl sonudur. İkinci olarak, on altıncı, on yedinci ve on sekizinci yüzyılların kültürlerine biraz yakından baktığımızda, bu kültürlerde kelimenin gerçek anlamıyla insanın hiç yerinin olmadığını fark ederiz. O dönemde kültür, Tanrı'yla, dünyayla, şeylerin benzerliğiyle, uzayın yasalarıyla, elbette bedenle, tutkularla, imgelemle meşguldü. Fakat insanın kendisi kesinlikle yoktu.

Kelimeler ve Şeyler'de, on sekizinci yüzyıl sonunda ve on dokuzuncu yüzyıl başında insanın hangi parça ve bölümlerden oluştuğunu göstermek istedim. Bu figürün modernliğini belirtmeye çalıştım, bana önemli gelen şey şunu göstermekti: İnsanı, bilimsel olarak tanıma fikri, insan varlığına dair ahlâki bir kaygı olduğu için değildir, tersine, insan varlığı mümkün bir bilginin nesnesi olarak inşa edildiğinden, daha sonra, çağdaş hümanizmanın tüm ahlâki temaları geliştirilmiştir; yumuşak Marksizmlerde, Saint-Euxpéry ve Camus'de, Teilhard de Chardin'de, kısacası, kültürümüzün tüm bu soluk figürlerinde rastlanan temalar bunlardır.

33
- Burada, yumuşak hümanizmalardan söz ediyorsunuz. Fakat, hümanizmanın daha ciddi bazı biçimleri, örneğin Sartre’ın hümanızmasını nereye yerleştiriyorsunuz?

- Teilhard ve Camus'nün temsil ettiği hümanizmanın basit biçimleri bir yana bırakılırsa, Sartre’ın sorunu tamamen farklı görünür. Kabaca şu söylenebilir: Hümanizmanın, antropolojinin ve diyalektik düşüncenin ortak yanları vardır. Russell'le birlikte doğduğunu gördüğümüz, Lévi-Strauss'ta ve dilbilimcilerde ortaya çıkan çağdaş analitik düşünce insanı göz ardı eder. Bu analitik akıl hümanizmayla bağdaşmaz, oysaki diyalektik, yanında hümanizmayı da getirir.

Bunu birçok nedenden dolayı yapar: Çünkü diyalektik bir tarih felsefesidir, çünkü insan pratiğinin bir felsefesidir, çünkü yabancılaşmanın ve uzlaşmanın felsefesidir. Tüm bu nedenlerle ve özünde her zaman bir kendine dönüş felsefesi olduğundan, diyalektik, insan varlığına, bir anlamda, sahici ve hakiki bir insan olacağını vaat eder. İnsanı insana vaat eder ve bu ölçüde içerisinde, hümanist bir ahlâktan ayrı olamaz. Bu anlamda, çağdaş hümanizmanın büyük sorumluları elbette Hegel ve Marx'tır.

İmdi bana öyle geliyor ki, Sartre, Diyalektik Aklın Eleştirisi’ni yazarken, bir anlamda nihai bir nokta koydu, Hegel’le birlikte başlayan kültürümüzün tüm bu epizodunun üzerine parantezi kapadı. Çağdaş kültürü, yani psikanalizin, ekonomi politiğin, tarihin, sosyolojinin kazanımlarını diyalektiğin içinde toplayabilmek için elinden gelen her şeyi yaptı. Fakat, çağdaş kültürün derinlemesine parçası olan analitik akıldan kaynaklanan her şeyi -mantık, enformasyon teorisi, dilbilim, biçimcilik- bir yana bırakmamayı başaramaması ayırt edici bir durumdur. Diyalektik Aklın Eleştirisi bir on dokuzuncu yüzyıl insanının yirminci yüzyılı düşünmek için gösterdiği olağanüstü ve etkileyici çabadır.  Bu anlamda, Sartre sonuncu Hegelcidir, hatta sonuncu Marksist bile diyebilirim.

- Demek ki, hümanizmanın ardından diyalektik-olmayan bir kültür gelecektir. Bu kültürü nasıl tasarlıyorsunuz, bunun hakkında şimdiden bir şey söylenebilir mi?

34
Şu an oluşmakta olan bu diyalektik-olmayan kültür, birçok nedenle hâlâ kem küm eden bir kültürdür. Öncelikle, çok farklı bölgelerde kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Kendine özgü bir yeri olmadı. Kendini, başlangıçtan itibaren, tam bir altüst ediş olarak da sunmadı. Nietzsche'yle birlikte başladı; Nietzsche Tanrı'nın ölümünün insanın ortaya çıkışı değil, yok oluşu olduğunu; insanla Tanrı'nın arasında tuhaf akrabalık bağları olduğunu; onların hem ikiz kardeş hem de birbirinin baba oğulu olduklarını; Tanrı öldüğüne göre insanın da aynı zamanda ardından korkunç bir yaratık bırakarak ortadan kaybolmaktan başka bir şey yapamayacağını gösterdiğinde başladı.

Bu diyalektik-olmayan kültür Heidegger'de de görüldü: Varlıkla temel ilişkiyi Yunan kökene dönerek yeniden kavramayı denedi. Diyalektik-olmayan bu kültür, felsefenin mantıksal bir eleştirisini yaptığında Russel'da, mantıkla dil arasındaki ilişki sorununu ortaya attığında Wittgenstein'da, dilbilimcilerde, Lévi-Strauss gibi sosyologlarda da görüldü.

Kısacası, şu an bizim için analitik aklın tezahürleri hâlâ dağınıktır. Bizim için tehlikeli bir eğilim burada ortaya çıkmaktadır, yani on sekizinci yüzyıla açıkça geri dönüş, bu tehlikeli eğilimi, on sekizinci yüzyıla duyulan şu anki ilgi çok iyi gösterir. Fakat böyle bir geri dönüş olamaz. Ne I’Encyclopédie’yi, ne de Condillac’ın Traité des sensations’unu yeniden yazabiliriz.

- Bu tehlikeli eğilim nasıl engellenebilir?

Diyalektik-olmayan bu düşüncenin kendine özgü ve kesinlikle çağdaş biçimini keşfetmeyi denemek gerekir. On yedinci yüzyılın analitik aklının özelliği esas olarak doğaya yaptığı göndermeydi, on dokuzuncu yüzyılın diyalektik aklı ise özellikle varoluşa, yani birey-toplum, bilinç-tarih, praksis-yaşam, anlam-anlamsızlık, canlı-cansız ilişkileri sorununa göndermede bulunarak gelişti.

Bence şu an oluşmakta olan diyalektik-olmayan düşünce doğayı ya da varlığı değil, bilginin ne olduğunu işin içine katmaktadır. Onun asıl nesnesi bilgi olacaktır, öyle ki bu düşünce, bilgilerimizin toplamı, genel ağı karşısında ikincil konumda kalacaktır. Bir yandan, farklı bilgi alanları arasındaki, diğer yandan bilme ile bilmeme arasındaki ilişkiler hakkında kendini sorgulamak zorunda kalacaktır.

35
Burada, ansiklopedik bir girişim söz konusu değildir. Birinci olarak, I'Encyclopédie bilgileri biriktiriyor ve üst üste yığıyordu. Bugünkü düşünce, bilgiler arasındaki eşbiçimlilikleri tanımlamak zorundadır. İkinci olarak, I'Encyclopédie'nin amacı, bilme yararına, aydınlık yararına, bilmemeyi kovmaktı [İgnoramus?]. Bizim, bilmeme ile bilme arasında var olan kalıcı ilişkiyi pozitif olarak kavramamız gerekir, çünkü biri diğerini ortadan kaldırmaz; bunlar kalıcı ilişki içindedirler, birbirlerine yaslanırlar ve ancak birbirleri dolayısıyla anlaşılırlar. Bu nedenle, felsefe günümüzde bir tür sıkı önlemler alma krizinden geçmektedir.

Bilgiden ve bilginin eşbiçimliliklerinden söz etmektense, varoluştan ve varoluşun yazgısından söz etmek insana daha ayartıcı gelir, bilme ile bilmeme arasındaki ilişkilerden söz etmektense tam bir aydınlanma içinde insanın kendisiyle barışmasından söz etmek daha teselli edicidir. Fakat, yine de, felsefenin görevi, insanların varoluşundaki sertliği gidermek ve onlara bir tür mutluluk vaat etmek elbette değildir.

- Edebiyattan söz ediyorsunuz. Kelimeler ve Şeyler’de, insan bilimleri arkeolojisinin kenarında, fakat aynı düşünce akımı içinde, edebiyat tarihinde yeni bir yaklaşım olarak görülebilecek bir şeyin ana hatlarını Don Quijote ve özellikle Sade konusunda belirtiyorsunuz. Bu yaklaşım ne olabilir?

Edebiyat, tüm diğer kültür biçimleriyle, bir dönemin düşüncesinin tüm diğer tezahürleriyle aynı örgüye aittir. Bu bilinmektedir, fakat bu durum genellikle etki, kolektif zihniyet, vs. gibi terimlerle ifade edilir. Oysa, verili bir dönemde, verili bir kültürde dilin kullanılış tarzının bile tüm diğer düşünce biçimlerine sıkı sıkıya bağlı olduğu kanısındayım.

Klasik edebiyat ile Leibniz’in felsefesi, Linné’nin doğa tarihi, Port-Royal dilbilgisi tek bir bütün halinde gayet iyi anlaşılabilir. Aynı şekilde, bugünkü edebiyatın da felsefeyi niteleyen bu aynı diyalektik-olmayan düşüncenin parçası olduğu kanısındayım.

- Nasıl yani?

36
Igitur’dan (Mallermé, Paris, Gallimard, 1925) bu yana, Mallarmé'nin deneyimi (Nietzsche’nin çağdaşıdır) dile özgü, özerk bu oyunun nasıl olup da özellikle insanın insanın kaybolduğu noktaya yerleştiğini gayet iyi göstermektedir. Edebiyatın, o zamandan beri, dilin yararına insanın ortadan kaybolmaya devam ettiği yer olduğu söylenebilir. "Ça parle"ın* olduğu yerde, insan artık yoktur.

* Fransızca “bu” anlamına gelen “ça” kelimesi psikanalizdeki id kavramını adlandırmak için de kullanılır. Lacan’ın ünlü “ça parle” cümlesi id’in konuştuğu (yani bilinçdışının bir dil gibi yapılandığı) tezini dile getirir.

Robbe-Grillet’nin ve Malcolm Lowry’nin, Borges’in ve Blanchot'nun eserleri gibi çok farklı eserler insanın dilin yararına bu kayboluşuna kanıttır. Tüm edebiyat, dille bir ilişki içindedir, bu ilişki aslında düşüncenin bilgi ile sürdürdüğü ilişkidir. Dil, edebiyatın bilinmeyen bilgisini söyler.

- Kelimeler ve Şeyler, klasik düşüncede temsil fikrinin mükemmel örneği olarak görülen, Vélasquez’in Nedimeler’inin tasviriyle başlar. Günümüzün diyalektik-olmayan düşüncesini aynı şekilde açıklamak için çağdaş bir tablo seçmeniz gerekseydi hangi tabloyu seçerdiniz?

Bence, Vélasquez’in kendi yüzyılıyla ilişkisini bizim yüzyılımızla ilişkide en iyi temsil eden Klee’nin resmidir. Klee, resmi oluşturan tüm tavırları, edimleri, grafizmleri, izleri, yüz çizgilerini, yüzeyleri, görünür biçimin içinde ortaya çıkardığı ölçüde, resim yapma ediminin kendisini resmin kendisinin sergilenen ve pırıldayan bilgisi haline getirir.

Onun resmi ham sanat değil, en temel öğelerinin bilgisi tarafından kavranmış bir resimdir. Ve görünüşte en basit ve en kendiliğinden olan bu öğeler, Klee’nin tablo yüzeyine yaydığı öğelerdir. Nedimeler tüm temsil öğelerini temsil ediyordu, ressam, modeller, fırça, tuval, aynadaki görünür; bu tablo, resmin kendisini onu bir temsil yapan öğelere ayrıştırıyordu.

37
Klee’nin ressamlığı ise, resmi öğelerinden oluşturur ve öğelerine ayrıştırır; bu öğelerin ise, basit olmak için, resmin bilgisi tarafından daha az destekleniyor, bu bilgiyi daha az önemsiyor, daha az barındırıyor olması gerekmez.





.
.
.
.