13 Eylül 2020

Nagehan Tokdoğan - Yeni Osmanlıcılık

 .

.

.

.


Yeni Osmanlıcılık

Hınç, Nostalji, Narsisizm

 

 

Nagehan Tokdoğan

 

İletişim Yayınları, 2020 İstanbul

 

 

 

içindekiler

 

Önsöz                                                                                                11

Giriş                                                                                                  15

Birinci Bölüm:

                Duygular, Siyaset ve Siyasal Semboller Üzerine     25

İkinci Bölüm: Alternatif Bir Milli Kimlik Anlatısı Olarak

                Yeni Osmanlıcılık                                                           49

Üçüncü Bölüm: Mağdurdan Muktedire                                     95

Dördüncü Bölüm: Yeni Osmanlıcı Anlatının

Sembolik Mekânı Olarak İstanbul                                               167

Beşinci Bölüm: Yeni Osmanlıcı Anlatının Ruhuna Uygun

                Bir Mit Yaratımı Olarak “15 Temmuz Destanı”

                ve Milli Narsisizm                                                             221

  

 

 

Önsöz (Aksu Bora)

 

11

Duyguların bireysellikten çıkıp kolektif fenomenler olarak incelenmeye değer görüldüğü tarihsel anlar, genellikle, kriz dönemleridir...

 

[ruh hali -> fikirler, semboller, duygular]

[Beden politikaları çağında hikâyenin duygulanımsal boyutunu hesaba katmak gerekir.]

 

12

... siyasal olanın duygulanımsal boyutunu görmek için “ne oldu da bütün bir ulus bu delice fikre ikna oldu?” sorusuna değil, “nasıl oldu da adalet, özgürlük ve eşitlik idealleri insanların büyük bölümü için anlamını kaybetti?” sorusuna ihtiyacımız var.

 

 

Giriş

 

15

ihtişamlı geçmiş anlatısı

 

17

[Yeni Osmanlıcılık] ... 2000’li yıllar Türkiye’sinin ethosunu ve pathosunu belirleyen kuvvetli bir sembolik siyaset aracı halini aldı.

 

[diyaloji, anlamlar arasında karşılıklı etkileşim ve diyalog olmasıdır] [diyaloji diyalogdan türüyor. karşılıklı konuşmadan. bunu bir metnin içinde anlamlandırmaya çalışırsak, metinlerin de kendi içlerinde saf olmadıklarını, bir şekilde başka metinlerden etkilendiklerini, hatta bir başka metni kopyalamaya çalışırken ortaya çıktıklarını düşünebiliriz. işte diyaloji metinlerarası bir göndermeler, bir ilişkiler ağıdır. ama her metin bir görme biçimidir. bu görme biçimi o metnin ait olduğu türün, o tür de ortaya çıktığı toplumsal koşulların, tarihin, sınıfsal ilişkilerin dışavurumudur.] ekşi

 

 

Birinci Bölüm: Duygular, Siyaset ve Siyasal Semboller Üzerine

 

26

Modern siyaset biliminin “duygu körlüğü” (emotions-proof) ... Duygular, uzunca bir süre aklın “ötekisi” olarak kavranarak, ikili bir karşıtlığın negatif boyutunu işgal ediyorlar. ... kamusal değil özel, rasyonel değil irrasyonel... (Heaney, 2013).

 

[duygular] ... sosyo-politik analizin sapkın kategorileri...

 

siyaset -> kolektif fenomenler / duygular -> bireysel, anlık fenomenler

 

pejoratif   yergi öğeleri taşıyan, aşağılayıcı, yerici, küçültücü, kötüleyici, aşağılama, küçümseme, benimsememe vb. anlamları içeren (söz, sözcük).

 

27

[sosyal inşacı yaklaşım:] [içine doğulan kültürde toplumsallaşmanın bir sonucu olarak “öğrenilmiş davranış kalıpları”...]  ... duygular, toplumsal ilişkilerin önemli unsurları, içinde yaşadığımız toplumda, başkalarıyla deneyimlediğimiz etkileşimlerin bir sonucu olarak öğrenilen kültürel çıktılar olarak kavranıyor. Haliyle de duyguların biyolojik ve evrensel olmaktan öte, kültürden kültüre, bağlamdan bağlama ve dönemden döneme değişiklik arz eden toplumsal inşalar olduğu iddia ediliyor. Gelgelelim ... duyguların kültürel ve toplumsal inşalar olduğu yönündeki savın egemen olması zaman alıyor.

 

29

David Ost, ... duyguların [sadece iktidar karşıtı hareketlerde değil] otoriter ya da demokratik iktidarlar nezdinde de kuvvetli bir yeri olduğunu, siyasal partilerin destek görmek için belirli duygular üreterek, belirli duyguları harekete geçirerek ya da belirli duyguları bastırmaya çalışarak kitlelerin mobilizasyonunu sağladıklarını iddia ediyor.

 

30

[Spinoza, 17.yy’da] ... duyguların ilişkiselliği, toplumsallığı ve siyasallığı iddiası üzerine bina edilen ekolün çıkış noktası addedilebilecek görüşler ortaya atıyor. ... zihin ve beden arasında, birinin diğerine üstünlüğünü ima eden her türlü önermeyi reddediyor.

 

[zihnin ve bedenin eyleme kapasitesini arttıran duygu sevinç, azaltan, keder] [duygular kendiliğinden değil nedensellik ilişkisi içinde ortaya çıkan görüngüler olarak kavrayışının altında ise, temas ve karşılaşma fikirleri yatıyor.] [duygular temas ve karşılaşmanın zihinde ve bedende bıraktığı birer iz olarak varlık gösteriyor] Dışsal bir cisim ya da bedenin, bizim bedenimiz üzerindeki izlerini oluşturan şeyse, imgeler. Duygu, o imge ya da fikirler temas ettiği, karşılaştığı için ortaya çıkıyor, fakat diğer yandan bu imge ya da fikirlere indirgenmesi de mümkün görünmüyor.

 

31

[Dipnot 3] Spinoza duygu ve duygulanım arasında kavramsal bir ayrıma gidiyor. Ona göre duygulanım (affectio) karşılaşmaların bedende yarattığı etkiyken, duygu (affectus) bedende gerçekleşen duygulanımlar arasında geçen süre ve süreçleri imliyor. Başka bir deyişle duygu, daha zihinsel ve geçişsel, duygulanım ise daha bedensel ve anlık.

 

[Sara Ahmed’in duyguların ortalığa saçılarak dolaştığı, kişi ya da gruplara bulaştığı, bulaştığı yönündeki önermeleri Spinoza kaynaklı] [Sara Ahmed’e göre duyguların ne oldukları ya da kime ait olduklarından ziyade, bize ne yaptıkları sorusu daha önemli]

 

32

[Raymond Williams’a göre] duygular, düşüncenin karşıtı olarak değil, hissedilen biçimiyle düşünceler olarak kavranmalı.

 

33

[duygu iklimi’nin (pathos’un) ortaya çıkmasına olanak sağlayan şey, duygu nesneleri [Ahmed].]

 

Syn kökü Eski Yunancada birleştirmek anlamına geliyor, symbolon sözcüğü ise, iki kişi arasındaki bir anlaşmanın somut kanıtı olarak ortadan ikiye ayrılmış bir çömleğe gönderme yapıyor. ... Bu iki kişi arasındaki bağı kuran, onları birleştiren şey, aynı zamanda onları ötekilerden de ayırıyor.

 

34

David Kertzer, siyasal olan pek az şeyin doğrudan işlediğini, siyasetin ağırlıklı olarak sembolizm üzerinden ifade ve icra edildiğini iddia ediyor.

 

35

... siyaset bilimi literatüründe sembollerin ihmalinin arkasında yatan nedenlerden biri, pek çok çalışmada siyasetin, insanların çıkarları peşinde koştukları bir “aldım-verdim” meselesi olarak ele alınması. ... Kertzer, pek çok siyaset bilimcinin siyasal olanı gerçek ve effluvia [istenmeyen koku, kötü kokan] olarak ikiye ayırıp bunlardan birincisini önceleyerek, siyasal eylemi maddi çıkarlarla, kişisel kazançla açıklamaya çalışmalarından yakınıyor. [Bu yaklaşımı eleştiren Kertzer,] ... siyasette asıl belirleyici olanın siyasal sembollerden oluşan effluvia olduğunu söylüyor. [Stuart J. Kaufman da], ... insanları siyasal açıdan eyleme yönlendirenin, kâr-zarar muhakemesinden ziyade, duygular olduğunu iddia ediyor.

 

38

Sembolik siyasetin etkin bir biçimde işe koşulmasını ve başarılı olmasını sağlayan başat aktörler, elbette siyasal ve toplumsal kurumlar. Gelgelelim ... siyasal alanı yalnızca siyasal aktör ve kurumların alanıymış gibi ele almak ve sembolik siyaseti böylesi yukarıdan aşağıya işleyen sabit bir çerçeveye sıkıştırmak, beraberinde kitleleri manipülasyona ve kandırılmaya açık birer “koyun” olarak görmeyi getiriyor.

 

39

[Murray Edelman] ... ritüeller ve mitler, kitleleri kandırmak için değil, onların ne istediği, neden korktuğu, neyi olanaklı bulduğu ve kendini kim olarak görmek istediğinden hareketle tedavüle sokuluyorlar.

 

41

Modern ulus-devletlerde semboller, ulusları kişileştirmeye ve kurumsal olanın gündelik olanla bağını kurmaya yarıyor.

 

42

... milliyetçiliği, yalnızca siyasal bir ideoloji olarak ele almayıp onu sosyo-kültürel alanla ilişkisi içinde analiz etmeye koyulan modern milliyetçilik kuramcıları...

 

43

[Anthony Smith] ... milliyetçiliği siyasi bir ideolojiden ziyade, bir kültür ve kimlik biçimi olarak incelemenin elzem olduğunu öne sürüyor.

 

 

İkinci Bölüm: Alternatif Bir Milli Kimlik Anlatısı Olarak Yeni Osmanlıcılık

 

53

... Osmanlı modernleşme girişimleri sürecinde daha seküler bir vizyonu benimseyen eski Osmanlı paşalarından Mustafa Kemal...

 

54

... Türk milli kimliğinin ötekisi, Osmanlı oluyor.

 

... 1924’te kurulan Terakkiperver Cunhuriyet Fırkası’nın gizli saltanatçılıkla, irticayı cesaretlendirmekle, kurulu düzeni yıkma planlarıyla, İslâm hukuku ve Halifeliğin geri gelmesi için çalışmakla suçlanarak kapatılması...

 

56

[Murat Belge], ... Osmanlı’da amaç yeninin kurulmasıyken, Cumhuriyet döneminde bununla yetinilmediğini, “eski” ve “işe yaramaz” addedilen pek çok şeyin ortadan kaldırılmasının programlandığını ve bu programın başarılı biçimde hayata geçirildiğini öne sürüyor.

 

57

Esasen Osmanlıcılık, ilk ortaya çıktığı dönemden itibaren hiçbir zaman yapılandırılmış, kavramsal ve teorik açıdan tutarlı ve bütünlüklü bir düşünce akımı haline gelemiyor. [İslâmi geleneğe mensup bir entelektüel kuşağının sığındığı bir liman işlevi görüyor. Necip Fazıl Kısakürek, Münevver Ayaşlı, Samiha Ayverdi, Erol Güngör gibi isimlerin İslâm sosu yoğun yeni bir muhafazakar kisve çerçevesinde kurmaları...]

 

59

[DP] [İmam-hatip okullarının açılması, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin kurulması, ilkokul müfredatına din derslerinin seçmeli ders olarak dahil edilmesi... İslâm-Osmanlı düşüncesinin önde gelen entelektüel figürlerinin (Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, Münevver Yaşlı, Nurettin Topçu, Cemil Meriç vb.) eserlerinin ön plana çıkarılması] Tek parti dönemini zorunlu bir suskunluk içinde geçiren İslâmcı düşüncenin 1940’ların sonunda başlayan yayınları, 1950’ler boyunca artarak devam ediyor. Kısacası Demokrat Parti dönemi, Türk sağının bütün kollarının, özellikle de İslâmcılığın “fikri mayalanma dönemidir” deniliyor (Bora ve Ünivar, 2015).

 

62

[Türk-İslâm sentezi, 1960’lar, Milli Nizam Partisi, Türkiye tarihini yeniden İslâmlaştırmak, Milli Görüş Hareketi, Necmettin Erbakan...]

 

65

Özal’a göre Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi milli kimlik tanımında, etnik ve dinsel unsurlar yeterince dikkate alınmadığı için toplumsal bir aidiyet sorunu ortaya çıkıyor. Haliyle de farklı kimliklerin ifade alanı bulabileceği bir üst kimlik arayışı, Özal’ı içte yeniden Osmanlılık fikrine giden bir çizgiyi takip etmeye yöneltiyor [Çalış, 2001].

 

66

1980 öncesinde İslâmcı dergi ve gazetelerin pazar payı %7 oranındayken, 1996 itibariyle bu rakam %47’ye çıkıyor. Özal döneminde geleneksel İslâmcı altyapıdan gelen yeni bir akademisyen kuşağı Anadolu’daki üniversitelere yerleştiriliyor. [İsmet Özel, Ali Bulaç, Fehmi Koru ve Abdurrahman Dilipak gibi yazar çizerler] devlet, toplum, kimlik ve tarihe ilişkin sorgulamalar aracılığıyla, İslâmcı kimliğin politizasyonunu mümkün kılan sembolik sermaye odaklarını oluşturuyorlar.

 

67

1980’ler itibariyle Türkiye’nin neoliberal küresel düzene eklemlenmesi ile Doğu Avrupa’daki sosyalist rejimlerin çökmesi ve Sovyetlerin dağılışı, süregiden  etnik çatışmaların alevlenmesine yol açan uluslararası süreç, Türkiye açısından önemli jeopolitik fırsatların ortaya çıktığı algısını yaratıyor.

 

68

[Özal bir röportajında], ... modern Türkiye’nin Ortadoğu ve Balkanlar’daki emperyal medeniyetin varisi olduğunu vurgulayarak, ülkenin önünde “hacet kapıları”nın açıldığını, 21. yy’ın Türk asrı olacağını ilan ediyor, böylesi bir fırsatın 400 yılda bir geleceğini ve Balkanlar’dan başlayarak Kuzey Irak ve Suriye’de dâhil olmak üzere Adriyatik’e kadar uzanan bölgede Türkiye’nin etki alanı yaratması gerektiğini savunuyor.

 

69

Milli Görüş Hareketi’nin lideri Erbakan öncülüğündeki Refah Partisi’nin 1995 seçimlerinden birinci parti olarak çıkması ve ardından DYP ile koalisyon kurması Türkiye’nin ilk kez siyasi kimliğini Osmanlı-İslâm mirasına dayandıran bir başbakan tarafından yönetilmesinin önünü açıyor.

 

72

... RP dönemi, 1997 yılında, Türkiye tarihinde “Postmodern Darbe” olarak anılan 28 Şubat süreciyle son buluyor.

 

73

AKP 2002 yılında girdiği genel seçimlerin propagandasında, siyasal kimliğinin ve deneyiminin kurucu bir öğesi olan İslâmcılığı reddederek, sahiplendiği “muhafazakâr-demokrat” sıfatıyla siyaset sahnesindeki yerini alıyor.

 

75

... AKP dönemini Yeni Osmanlıcı anlatı açısından öncüllerinden farklı kılan en temel özellik, bu fikrin toplumsal boyutuna verilen olağanüstü önemdir.

 

76

[Davutoğlu], ... Osmanlı mirasını, Türkiye toplumunun en “sahici” kimliği ve değişmez özü olarak tarif ediyor.

 

79

Türk-İslâm sentezi -> aralarında hiyerarşi olmaksızın Türklük ve Müslümanlık

AKP milli kimliği -> omurgayı İslâm ve Müslümanlık oluşturuyor.

 

80

... AKP’nin milliyetçiliği, Erbakan’ın benimsediği anti-kapitalist söylemle tam bir karşıtlık arz ediyor. ... neoliberal ekonomik gelişmelere eklemlenme çabasıyla, İslâmi siyasal geleneğin milliyetçiliğinden uzaklaşıyor.

 

81

Copeaux, Türkiye’de milli tarih anlatısının, Kemalizm, Türk-İslâm sentezi ve İslâmcılık arasında bir çekişme, alanı ele geçirme çabasına tekabül eden bir sembolik savaş aracı olduğunu iddia [ediyor]. Ona göre bugünün çatışma ve gerilimlerinin arka planında, ekonomik ve stratejik etkenlerden ziyade, kimlik sorunlarına ilişkin istemler yatıyor.

 

83

[Yeni Osmanlıcılık anlatısının kitleler karşısında bu kadar kuvvetli karşılık bulması...] Bu durum bir yanıyla AKP’nin yeni Türkiye vaadinin, Osmanlı ve Cumhuriyet modernleşmesi yüzünden kesintiye uğradığı düşünülen toplum ve devlet arasındaki bağın yeniden kurulacağını, devletini arayan toplumun hayalinin gerçek olacağını ima etmesinden kaynaklanıyor. Bu açıdan baktığımızda, AKP’nin yeni Türkiye söylemi, taban nezdinde II. Mahmut döneminden beri süren, yaklaşık iki yüz yıllık kâbusun sona erişinin müjdesi olarak karşımıza çıkıyor. (Açıkel, 2012).

 

[Erdoğan’ın 2012 yılında yaptığı bir konuşmadan:] “Muhayyile kelimesini, tasavvur kelimesini, inkişaf, mücerret, müşahhas, aklıselim gibi kelimeleri farklı dillerden Türkçeye geçti diye ayıklamak, bunların yerine kelime ikame etmek aynı anlamı, aynı manayı asla ve asla karşılamayacaktır.”

 

87

[inşa ve restorasyonlar] ... kimilerine göre, referans noktası olarak alınan uzak geçmişin bu güncel temsilleri, “temelsiz tarihselciliği, kolaj mimari üslubu, inşaat tekniği ve kullanılan malzeme” gibi sebeplerden ötürü “en fazla bir lunapark kadar gerçek” görünüyor. ... bu girişimlerde Osmanlı, “köksüz ve dekoratif bir malzemeye indirgenerek sergileniyor”.

 

90

[Mehmed Akif, Necip Fazıl anma konferanslar; Halk Eğitimde hat, ebru; OttomanLife, Cihannüma Villaları gibi isimler; Diriliş Ertuğrul ziyareti; Osmanlı Torunları, Ak Gençlik, Osmanlı 1453, Ecdat Osmanlı gibi sosyal medya hesapları; Fatih Sultan Mehmed ile Erdoğan arasında uhrevi bağlantı mitosları, vb]

 

 

Üçüncü Bölüm: Mağdurdan Muktedire, Menderes’ten Abdülhamit’e: Yeni Osmanlıcı Anlatının Kurucu Sembolü Olarak Erdoğan ve Pathosu

 

96

[Lidere değil, liderliğini tasdik eden kitleye bakılmalı]

 

98

... Açıkel’e göre mazlumluk hikâyesi, modernleşme süreci içerisinde “geç kapitalistleşmenin ve hızlı modernleşmenin şiddeti karşısında toplumsal, kültürel ve imgesel yurtsuzlaşmaya uğrayan” kitlelerin “savunma, karşı çıkma ve eklemlenme stratejisi” olarak geliştirdiği “en önemli ideolojik dizgedir” (1996). Mağduriyet anlatısı, içerisinde “Türk milliyetçiliğinden İslâmî motiflere, kapitalizm öncesi değerlerin yüceltiminden yarı-cemaatçi bir toplum anlayışına, anti-kozmopolitan yönelimlerden idealize edilmiş nostaljik bir tarih anlayışına, şüpheci bir dünya kurgusundan ezikliğin bireysel görünümlerine kadar” çok çeşitli söylemsel öğeleri barındırır.

 

101

Kayıp hissi, kaybeden öznede birbiriyle iç içe geçen farklı veçhelere bürünür: güvenlik kaybı, özgüven kaybı, topluluk ve aisiyet duygusunun kaybı, iktidar kaybı, umut kaybı...

 

... travmalar “bir anlatı çerçevesine oturtulmadıkları sürece, deneyimleşemezler” (Bora).

 

102

... “hiçbir olay bünyevi olarak travmatik değildir. Travmatik olma özelliğini, ‘olgudan sonra’, simgesel sistemin dolayımlamasıyla kazandığı anlamlılık/bütünlük sayesinde kazanır” (Özmen).

 

104

[Erdoğan] Batılılaşmanın, dinin ve dindarların kamusal alandan dışarı atılması ve aşağılanmasına kapı araladığını vurgularken, kadim bir tarihsel/düşünsel/duygusal tecrübeye gönderme yapıyor. [Erdoğan için] ... Batı’yla karşılaşma, mazlumluk arşivinin de ilk deneyimini teşkil ediyor.

 

Gelgelelim Türkiye’de Batılılaşma deneyimi, yalnızca dinin kamusal alandan ekarte edilme girişimleri açısından ... değil, Türk milli kimliğinin bizatihi kurulumunda derin bir yara olarak kavranıyor.

 

“Türk ruhunun en büyük işkencesi” [Peyami Safa]. Tanzimat dönemiyle başlayan ve adına Batılılaşma denilen bu model kayması, modern Türk öznesi açısından esasen gecikmişliğin kabullenilmesidir. İşte tam da bu yüzden bu doğrultudaki her türlü atılım, daha en başından bir sürüklenişe, bir kapılmaya gebedir. Ezcümle bu travmatik model kayması, gerek Batılılaşmayı savunan Tanzimat elitlerinin, gerekse Kemalist modernleşme süreçlerinin aktörleri olan Cumhuriyet elitlerinin ve destekçilerinin halet-i ruhiyesinde bir tür acz duygusu ve çocuksulaşma eğilimiyle ve yetersizlik hissiyatıyla tezahür etmiştir. [Koçak].

 

105

Batılılaşma yarasının, kendisini esas olarak dinsel kimliği ekseninde kuran bir kolektivitedeki tezahürüyse, çok daha derin olacaktır.

 

[Dipnot 4] ... AKP iktidara gelir gelmez, milli görüş gömleğini çıkardığını vurgulayarak, hedefinin Avrupa Birliği’ne tam üyelik olduğunu ilan etmişti. Gelgelelim 2010 anayasa referandumundan sonra, “milli görüşçü ‘özünün’ uçverdiği”ne ilişkin bir algı yaratacak şekilde dindar nesiller yetiştirme idealini dillendirmesiyle başlayan bir kibir ve öze dönüş fikri, beraberinde Batı karşıtı söylemlerini de yeniden tedavüle sokmasını getirdi.

 

106

... aşağılanma duygusunun ortaya çıkması, her şeyden önce bir karşılaşma deneyimine bağlıdır. ... Aşağılandığını hisseden kişi ya da gruplar sembolik ve toplumsal düzlemde bir tür reddedilme yahut yok sayılma hissiyatıyla baş etmek zorunda kalırlar.

 

[İranlı düşünür Daryush Shayegan] [Batılılaşma deneyiminin Müslüman öznenin kendilik algısında nasıl bir yarılma yarattığı...] [Shayegan’ın] Kültürel şizofreni olarak kavramsallaştırdığı bu deneyimin İslâm dünyasındaki karşılığı, ne denli geri kalmış olduğunu fark eden öznenin muazzam şaşkınlığı ve gizleyemediği bir tür hayranlık duygusuyla, kendi özünü onu etkilerinden korumak üzere geliştirdiği obsesif bir reddiyedir.

 

107

“Tanzimat bir medeniyetin fethi değil, bir ırzın teslimidir.” [Cemil Meriç] ... Meriç’in ırz vurgusu, Batı ile karşılaşma deneyiminde yaşanan aşağılık duygusunun, aynı zamanda “erillik ve haysiyet kaybına”, daha açık biçimde söyleyecek olursak “kadınsılaşma”ya yol açtığını ima ediyor. Gerçekten de aşağılanma duygusunun cinsiyet rejimiyle doğrudan bir ilişkisi var; özellikle kadınlığın aşağı bir cinsiyet olarak doğallaştırıldığı kültürlerde, aşağılanmadan kaynaklanan güçsüzlük hissiyatıyla kadınsılaşma endişesi koşut gidiyor.

 

 

108

[Erdoğan’ın dilinde Batılılaşma, “hadım edilme”, “erillik yitimi” ile özdeşleştiriliyor. ... narsistik yara]

 

Aşağılanma duygusu, Erdoğan’ın Müslümanlık paydası çerçevesinde kurguladığı kolektif özne kadar, kişisel tarihi açısından da en yakıcı ve işlevsel duygusal uğraklardan.

 

110

[bir tür hayranlık ve ona eşlik eden obsesif bir reddiye] [ruh halinin büyülenme ve iğrenme arasında gidip gelmesi]

 

Haset eden, gözünü ondan olmayandan ayıramaz hale geliyor. Tam da bu nedenle beslediği düşmanlığın yoğunluğu zaman ilerledikçe artıyor.

 

111

Kıskançlık, tatmin edilebilir bir duyguyken haset neredeyse hiç tatmin edilemez. ... Haset eden, haset ettiği şeye hiçbir zaman tam olarak ulaşamayacağını düşünür/bilir: Bu bilginin karşısında kendisini ümitsiz ve çaresiz hisseder. ... Üstün olana yönelik hayranlığın kendisini mutlu etmeyeceğini düşünen özne, tam da bu nedenle o nesneye haset etmeyi tercih ediyor. Hayranlık duyduğu şeyi gözünde değersizleştirerek, onu saçma, aldatıcı, sapkın ve kibirli addediyor.

 

[oksimoron ?]

 

... özgüven yoksunluğu, haset duygusunun psikolojik koşulunu/kaynağını teşkil ediyor.

 

112

... iğrenme duygusunun, tıpkı haset gibi içinde ilgi ve arzuyu da barındırdığını teslim etmek gerekir. İğrenç şey mide bulandırırken bile ilgimizi çeker. Ona ikinci bir bakış atmak isteriz hatta gözümüzü ondan ayıramaz hale geliriz.

 

113

Sara Ahmed, iğrenme duygusunu Kristeva’nın ortaya attığı objektleştirme (aşağılık, sefil, dışlanmış, dışarı atılmış olandan türeyen) kavramıyla bir arada düşünebileceğimizi söylüyor. “...dışarının ya da içerinin en uzak köşelerinden gelen ve mümkün olanın, dayanılabilir ve düşünülebilir olanın ötesinde olduğu için reddedilen bir tehdide karşı” verilen en şiddetli tepkidir iğrenme. Daha da ilginci, Kristeva’ya göre esasen herhangi bir şeyin bizi bu denli tehdit ediyor oluşunun altında, onun zaten içimizde olduğu fikri yatıyor. ... Erdoğan’ın içinden çıktığı İslâmi muhafazakâr gelenekte millete mütemadiyen geleneğin ve özün muhafaza ediciliği görevi yükleniyor. Tanıl Bora ve Necmi Erdoğan’a göre bu yüceltici misyonun millete yüklenmesinin altındaki varsayım, muhafazakâr seçkinlerin millete, dışarının etkisine, yabancı olanın temasına ve ona kirini bulaştırmasına açık, çocuksu ve naif bir karakter atfetmesi.

 

114

Her ulusal projede olduğu gibi, modern Türkiye’nin doğuşu da, bir dizi tasfiye ve bastırma pratiğine sahne oldu. Yüzünü Batı’ya ve Batılılaşmaya çeviren siyasi elitler, Osmanlı-İslâm mazisini adeta bir kolektif unutuşa terk ettiler.

 

116

[camilerin ahıra, depoya çevrildiği iddiası] [mağdurluk manzumesi]

 

[Nefret] Bu duygu her daim bir şeye ya da bir kişiye karşıdır. Fakat o şeyin ya da kişinin temsil ettiği veya yerini aldığı bir gruba, kolektiviteye karşı da beslenir. Bu açıdan nefretin, oldukça ekonomik bir duygu olduğu söylenebilir; asla tek bir şeyde ya da kişide ikamet etmez, nesneler arasında gezinir durur.

 

117

[Erdoğan’ın bir konuşması:] “... milletin ferasetine, basiretine, enginliğine, derinliğine hiçbir zaman inanmadılar...”

 

122

[Kaygı] ... her şeyden önce bir tehlike beklentisiyle ilişkili, bu yüzden de varoluşa yönelik olası bir tehdit olarak, bünyede korkudan çok daha sinsi biçimde işliyor.

 

126

Öfke, ... diğer duygular gibi, içsel değil ilişkisel olduğu aşikâr.

 

127

... öfke, eril bir duygudur; ifadesini, ya iktidar talebinde bulur ya da iktidar konumunda.

 

... “biz bu yola kefenlerimizi giyerek çıktık,” cümlesi de, öfkeden devşirilen bir direniş ve savaş söyleminin olduğu kadar, gücün, erkekliğin, artık bastırılmasına gerek kalmayan kinin ve neredeyse hiç tatmin olmayacak bir intikam arzusunun dışavurumu olarak görülmeli.

 

132

[30 Ocak 2009, 39. Dünya Ekonomik Forumu, “Gazze” oturumu]

 

Sayın Peres, benden yaşlısın. Sesin çok yüksek çıkıyor. Biliyorum ki sesinin bu kadar yüksek çıkması, bir suçluluk psikolojisinin gereğidir. Benim sesim bu kadar yüksek çıkmayacak, bunu da böyle bilesin. Öldürmeye gelince, siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz. Plajlardaki çocukları nasıl vurduğunuzu, nasıl öldürdüğünüzü çok iyi biliyorum. Ülkenizde başbakanlık yapmış olan iki kişinin bana önemli lafları vardır. “Tankların üstünde Filistin’e girdiğim zaman, kendimi bir başka mutlu addediyorum,” diyen başbakanlarınız vardır. (...) İsim de veririm. Merak edenleriniz vardır belki. Şu zulme alkış tutanları da ayrıca kınıyorum. Çünkü bu çocukları öldürenleri, bu insanları öldürenleri kalkıp da alkışlamak, öyle zannediyorum ki o da ayrı bir insanlık suçudur. (...) Ben burdan sadece size iki söz söyleyeceğim. Sözümü kesmeyin! Bir: Tevrat altıncı maddesinde der ki öldürmeyeceksin, burada öldürme var. İki, bakın bu da çok enteresan...

 

Bu noktada moderatör, Erdoğan’ın omzuna yeniden dokunarak tartışmayı alevlendirmemesini istiyor ve konuşmasına devam etmesine izin vermiyor. ... “benim için de bundan böyle Davos bitmiştir, daha Davos’a gelmem” diyerek ... oturumu terk ediyor.

 

133

[Erdoğan] ... havaalanında basına verdiği demeçte [2009] artık mazlumun değil, muktedirin dilini kullanıyor:

 

Ben bazı emekli diplomatların anladığı dilden konuşmam. Siyasetin içerisinde çekirdekten yetişmiş biriyim. Diplomatların âdetlerini bilmem, bilmek de istemem. Ben bir kabile reisi değilim! Türkiye Cumhuriyeti Başbakanıyım. Yapmam gereken neyse onu yaparım. Yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyun? Konuşmamda Peres’e de söyledim. Yaşınız nedeniyle yüksek sesle konuşmuyorum dedim. ... Bizim milletimize sünepelik yakışmaz (...) Konu ülkemin saygınlığı ve itibarı meselesiydi. Tavrım net ve açık olmalıydı. Kimsenin ülkemin onurunu zedelemesine müsaade edemezdim.

 

135

[Davos hadisesinin Yeni Osmanlıcılığı pathos’uyla göbekten bağlı bir tarihsel moment olduğu...]

 

138

Yahudi ... Türk’ün haset ve arzu nesnesidir.

 

... Erdoğan’ın Türkiye başbakanı olarak Davos’ta ortaya koyduğu bu tavır, tam da Batı karşısında Doğu’nun, gelişmiş ülkelerin karşısında azgelişmişin, sömürenin karşısında sömürgenin, zengin karşısında yoksulun, güçlü karşısında zayıfın, zalim karşısında mazlumun dirilişini, ayaklanışını, şahlanışını sembolize ediyor.

 

145

... Davos hadisesi, hem İslâmi muhafazakâr kolektif öznenin, hem her tondan milliyetçi kolektif öznenin, hem taşralı Anadolu çocuklarının ve hem de Batılı gibi olmaya çalışan ama Batı karşısında hep eksik/ezik hisseden Türk öznesinin Erdoğan’la çeşitli düzeylerde özdeşleşmesini sağlayan, biz aslında kimiz? sorusunu sordurtan ve bu soruya yeni bir yanıt verdiren, duygusal karşılıkları bakımından çok güçlü imalar barındıran bir sembolik hadisedir.

 

148

“Batı’nın teknolojisini alıp felsefesini reddetme” düsturu...

 

150

İntikam arzusunun menşei geçmiş olsa da, intikam eyleminin yöneldiği zaman dilimi, gelecektir.

 

İntikam arzusunu, narsistik öfke kavramıyla birlikte düşünebiliriz. ... Zira narsistik öfke yaşayanlar, “karşıdakiyle empatiden bütünüyle yoksun”durlar; saldırganlık, öfke ve yıkıcılıkla karakterize bir varoluşa evrilir (Harkavy).

 

151

İntikam arzusu güçle bağlantılı olarak eyleme dönüşebildiğinde, öncelikle düşmanı bastırma ve ona saygı duymadığını gösterme adımlarıyla başlar. Tam da bu yüzden eylem, kasıtlı bir biçimde aşırılıkları da içerir.

 

154

... Contemporary İstanbul’da, 2016 yılında açılan bir sergide, Abdülhamid’in imgesi çıplak bir kadın heykelinin üstüne mayo olarak giydirilmiş halde sergilendiğinde...

 

163

... Schelerci anlamda hınç, aşağılanma, haset, nefret, kaygı, öfke gibi duyguların dışavurumunun engellendiği koşullarda oluşan bir duygudur. Bu nedenle de hınç insanı ne eyleyebilir, ne de unutabilir. Üstelik hınca yol açan bütün duyguların bastırılması, hınç insanının zaman algısını dahi değiştirir, onu ebedi/kalıcı bir geçmişe hapseder. Kötü hatıraların takıntılı tekrarına bel bağlayan öznenin yegâne gelecek tahayyülü, tüm potansiyel düşmanlara yönelik bir intikam arzusunda sabitlenir (Fantini). Yaranın hissedilmesiyle, tazmin odaklı tepkinin bir türlü verilememesi arasında geçen zaman dilimi -intikam süresi- intikam arzusunu pekiştirdiği gibi, hınç duygusunu da katmerlendirir. Uzun erimli, giderek köpüren, için için işleyen bir duygu olan hınç, kendini bir yaraya hapsetmektir, tam da bu yüzden kalıcı ve zaman geçtikçe yoğunlaşan, müzminleşen bir yapısı vardır (Meltzer ve Musolf).

 

164

Michael Ure, ... hıncın üç temel formu olduğundan bahseder: [ahlaki hınç, sosyo-politik hınç] ... sosyo-politik hınç, içinde her daim üçüncü bir form olarak tarifleyebileceğimiz ontolojik hınca dönüşme tehlikesini de barındırır. Ontolojik hıncı, varoluşun kendisinden duyulan derin nefret olarak tanımlamak mümkündür: Amor fati’den odium fati’ye (yazgından nefret et) geçişin duygusudur bu. ... ontolojik hınç, çeşitli türden totaliteryen siyasetlere kapı aralayabilir. ... kimliklerini mağduriyet hikâyelerine, güçsüzlüklerine referansla kuran kolektif siyasal aktörler, adeta bu güçsüzlüğün kendisine bir tür erdem atfederler (Ure, 2015).

 

 

Dördüncü Bölüm: Yeni Osmanlıcı Anlatının Sembolik Mekânı Olarak İstanbul

 

171

AKP, İstanbul’un altın olan taşı toprağı üzerinde mütemadiyen yeni ve el değmemiş yağma alanları keşfederek/oluşturarak/devşirerek/kurarak, gerek iktidar seçkinleri ve sermayedarların gerek mahalle kahvesinde oturup kentsel dönüşüm projeleri üzerinden alacakları payı hesap eden gecekondu ahalisinin, yükselme, zenginleşme, refaha erme, güç elde etme, maddi üstünlük kazanma iştahına hitap etmeyi ve yer yer o iştahı tatmin etmeyi başardı.

 

172

... üstünlük gösterisinin mekanları (gigantomatik fanteziler)

 

175

Nostalji sözcüğü, Yunanca nostos (eve dönüş) ve algia (özlem) kavramlarından türer. Temel olarak artık var olmayan yahut esasen hiç var olmamış bir eve duyulan özlemi ifade eder.

 

... altın çağ özlemi, özellikle romantizme/romantiklere mahsus bir duygusal uğraktır. ... Romantizm, temelde aslına rücu etme arzusunun dışavurumu olarak kavranıyor. ... Romantizm, “toplumsal bilinç nezdinde bazen teselli, tedavi ve telafi edici, bazen tahrik, tazyik ve tahkim edici” bir işlevi barındırıyor.

 

Romantizmle bir arada işleyen nostaljiyi, yalnızca eski rejime yahut yıkılmış imparatorluğa yönelik bir özlem olarak kavramak yerine, gerçekleşmemiş düşlere ve gelecek hayallerine yönelik bir duygu olarak da kavrasak iyi olur. [‘muhafazakâr’ tanımını ekle]

 

184

[Rövanşist kent kavramı] ... ilk kez Neil Smith tarafından 1990’larda kent politikaları bağlamında ortaya atıldı. “Şimdi”nin burjuva siyasal elitinin, bizden olmayana karşı intikam saikiyle harekete geçerek, tarihsel olarak kaybedilen kaleleri “yeniden fethetme” motivasyonuna karşılık geliyor.

 

185

[Çamlıca camii projesi, haşmet, gösteriş, büyüklük, yayılmacı, gösterişçi, duygular] [buna benzer projeler] ... eve dönüşten ziyade evi bugüne taşımanın, şimdide yeniden kurmanın araçları...

 

186

Fatih ud, Beyoğlu kemandı, Fatih ezan, Beyoğlu baloydu. Fatih saz peşrevi, Beyoğlu cazdı. Fatih ahşap, Beyoğlu taştı. Fatih hacı yağı kokusu, Beyoğlu parfümdü (Gürbilek).

 

191

[AKM üzerine yürütülen savaş] ... emperyal iştahı ve dünya karşısındaki üstünlük/hakiki medeniyet iddiası... Bu iddia bize aynı zamanda, AKP’nin sembolik siyaseti üzerinden hitap ettiği duyguların nasıl bulaşıcı, yapışkan, saçılan ve giderek yayılan bir muhteviyata sahip ve aslında hemen her Türk öznesinin duygusal ihtiyaçlarını tatmin edecek yoğunlukta olduğunu bir kez daha vurgulamanın imkânını veriyor.

 

197

[AKP, 2011 sonrası, ustalık dönemi] ... hem geniş bir toplumsal tabanın arzularını okşadı, hem de iktidarı boyunca yapıp ettiklerini salt İslâmi muhafazakâr kimliğin doyum ihtiyaçlarıyla sınırlandırmadığını, neoliberal düzene eklemlenme, onun vaat ettiği tüm imkânlardan yararlanma ve kendi gücünü yalnızca iç mihraklara değil, dış mihraklara da kanıtlama gayesini ortaya koymuş oldu.

 

AKP’nin İstanbul özelindeki çılgın projeleri arasında, Marmaray, Kanal İstanbul, Avrasya Tüneli, Üçüncü Köprü, Üçüncü Havaalanı, gökdelenler, camiler ve AVM’ler bulunuyordu. Bu projelerin en göze çarpan ortak özelliği ise, hepsinde öne çıkan “en” vurgusuydu.

 

198

Nazi Almanyası’ndaki orantısız büyüklükte binalar ve anıtlar inşa etme saplantısını tanımlamak için kullanılan gigantomani kavramı, AKP’nin adeta yeniden fethettiği İstanbul’a dair fantezlerinin de psikolojik-duygusal zeminini teşkil ediyor.

 

203

inşaat şehveti

 

204

Jocelyn Pixley, ekonomi alanında yapılan çalışmaların en temel eksikliğinin, ekonomi ve duygular ilişkisinin göz ardı edilmesi olduğundan yakınır. Ona göre ekonomi alanına mahsus olduğu düşünülen “çıkar” ve “beklenti” kavramları, tek başına rasyonaliteyle açıklanamayacak kadar duygu yüklüdürler. Gelgelelim ekonomistler ve akademisyenler, diğer pek çok disiplin gibi duygu-akıl karşıtlığını keskin bir biçimde benimseyerek, ekonomiyi yalnızca rasyonel düzlemlerde analiz etmeyi tercih etmiştir.

 

[Çavuşoğlu’na göre] ... AKP’nin kent politikaları, günümüze dek metalaşmamış mekânları emlak piyasasına dâhil ederken, bu vesileyle üretilen zenginliği iktidar seçkinlerine olduğu kadar, toplum kesimlerine de -eşitsiz biçimde de olsa- dağıtabilmeyi ve böylelikle kitlesel destek kazanmayı başardı.

 

205

[İstanbul’daki lüks konut projelerine bir taraftan Manhattan, Metropol, Viaport Venezia gibi isimler verilirken, diğer taraftan Ab-ı Hayat Evleri, Şehr-i Bahçe, Sultan Makamı gibi isimler de veriliyor]

 

209

Osmanlı döneminde bir kentin fethinin ardından, muzaffer ordunun askerlerinin o kenti yağmalaması ve talan etmesi gelirdi. Fetheden, kenti yeniden şekillendirir, kentin ekonomik ve sembolik kaynaklarından kimin pay alacağına keyfince karar verirdi. Kent halkını köleleştirip sürerken, yerlerine yeni nüfus grupları yerleştirirdi (Berman, 2013).

 

212

[Panorama 1453 Müzesi] ... “fetih rüyası” ile büyülenen bedenlerin karşılaşma mekânı.

 

213

herkes için fetih

 

216

[2015 Fetih Şöleni] ... tam da herkes için fethi mümkün kılacak kadar şaşaalı ve katılımcılarda Durkheimcı anlamda bir kolektif coşku yaratarak “zafer, azamet ve özgüven” duygularını harekete geçirecek kadar performans odaklıydı.

 

217

[AKP Gençlik Kolları] “Dağları Delelim Terörü Bitirelim”

 

218

[2016 Fetih Şöleni] ... sıradan insanın arzularını, ihtiyaçlarını, fetih iştahını, büyülenme isteğini simülatif düzlemde de olsa tatmin eden ... [bir ortam yarattı].

 

Beşinci Bölüm: Yeni Osmanlıcı Anlatının Ruhuna Uygun Bir Mit Yaratımı Olarak “15 Temmuz Destanı” ve Milli Narsisizm

 

223

Ulusal mitler, bir ulusun kendini nasıl gördüğü, ne olmak istediği, diğer uluslardan farkını nasıl ortaya koymayı arzuladığıyla bağlantılı biçimde yaratılır. Bu bakımdan ulusal mitler, kimlik tanımlayıcı ve harekete geçirici bir işlevi haizdirler. Gelgelelim ulusal mitler, ulusun kökeni, karakteri ve kaderi hakkındaki ampirik sorgulamalara izin vermeyecek kadar katı biçimde inşa edilir, çürütülmeleri bir hayli zordur. Zira mitin, her ne kadar içinde bir nebze de olsa hakikat barındırma zorunluluğu olsa da, tanımı gereği sahte olduğu iddia edilir, fantezi ile gerçekliğin harmanlanması ve kendi içinde tutarlı bir anlatıya dönüştürülmesine, hikayeleştirilmesine dayanırlar. Mitler belli başlı toplumsal ve politik amaçlara hizmet ederler, tam da bu nedenle fragmanlardan oluşur ve renkli ve akılda kalıcı bir dille aktarılırlar. ... mitler, yalnızca gerçekliğin bir modeli değildirler, gerçekliği kurmak için de bir model teşkil ederler.

 

224

Ulusal mitler, aynı zamanda kimlik kurarlar; verili bir kolektiviteyi tanımlamakla kalmaz, bu kolektivitenin diğerlerinden farkını ortaya koyar, onu başkalarından ayıran sınırları net bir biçimde çizerler. Anthony D. Smith, milliyetçiliğe gücünü ve ruhunu veren unsurların başında, mitlerin, hatıraların, geleneklerin ve sembollerin geldiğini iddia eder.

 

229

... 15 Temmuz 2016 Cuma akşamı saat 21:00 sularında bir askerî darbe girişimi...

 

245

[narsisizm gerçeklikten ziyade fanteziden beslenir. hayranlığa ve onanmaya muhtaçlık, esasen kırılgan bir öz benlik algısıyla ilişkilidir.]

 

246

... narsisizm, başkalarının dünya görüşüne kapalılıkla, empati yoksunluğu ve süreğen bir paranoyayla, öfke ve aşırı hassasiyetle el ele ilerler.

 

247

... Post’a göre; narsistik lider, ayna açlığı içindedir, mütemadiyen kendisini onaylayacak ve kendisine hayranlık duyacak kişilere ihtiyaç duyar. ... kendilerine yönelik her türlü saldırı ve tepkiyi, ülkelerine yönelmiş sayarlar.

 

249

[José Brunner] ... kendi ulusunun tarihinin gölgede kaldığını, başkaları tarafından küçük düşürüldüğünü, aşağılandığını, yok sayıldığını düşünenler, “milli narsisizm davetine hevesle icabet ederler”.

 

252

[Yozgat, Akmağdeni Belediyesi, 42 metre bayrak anıtı; Bursa, 107 tonluk tek parça mermer anıt; Denizli, anıt]

 

255

... AKP ve Erdoğan destekçisi olmayan neredeyse herkes “hain ve terörist” ilan edildi.

 

258

15 Temmuz, “milli” bir zafer anlatısı olarak tesis edilmekten ziyade, AKP’nin siyasi serüveninin mağduriyetten muktedirliğe uzanan seyrinde, kendine tapmayla karakterize olan ve yeni düşmanlar ve tehdit odakları yaratılmasını mümkün kılan bir “kolektif narsisizm” momenti olarak kaldı.

 

 

Sonuç

 

261

Modern siyaset bilimi çalışmalarına hâkim olan “akıl” ve “çıkar” odaklı analizlerin duygu körlüğünü eleştirerek, duyguların bireysel veya psikolojik, içsel veya özel alana ait fenomenler olmadığını, toplumsal ve siyasal alanın kılcal damarlarına kadar sirayet ettiğini ve siyaset yapma ve siyasal katılım süreçlerine içkin, hatta bu süreçleri yer yer belirleyen unsurlar olduklarını göstermeye çalıştım.

 

263

... Yeni Osmanlıcılık siyasal söylem alanında doğmuş olsa da, banalleşerek sıradan insanın milliyetçiliğinin yeni bir formu haline geldi.

 

265

Nitekim derin bir huzursuzluğun ve hasmane bir ümitsizliğin duygusu olarak haset, içinde nesnesine yönelik yoğun bir arzuyu da barındırıyordu. Fakat bu arzunun nesnesine ulaşmasının imkânsızlığı hissi, onun başka bir duyusal tepkiye, iğrenmeye dönüşümünü kolaylaştırıyordu.

 

268

Gelgelelim geçmişteki acılarla, zulüm ve haksızlığa uğramışlıkla hatırlanan mağduriyet anlatısının telafisi, Erdoğan’ın muktedirleşmesiyle büyük oranda gerçekleştirildiği halde, hıncın duygusal tezahürleri pek de sağalmadı, bilakis hem Erdoğan hem de destekçileri tarafından, çok daha yoğun bir biçimde ve çok çeşitli sembolik eylemlerle dışa vurulmaya devam etti.

 

270

... köprü, havalimanı, Marmaray gibi gigantomatik fanteziler... inşaat şehveti...

 

271

... adeta “kutlanan” bu trajik olaydan devşirilmek istenen duygu... ... AKP’nin darbe girişimi sonrasında biz/onlar ikiliğini yeniden katı bir biçimde tedavüle sokarak toplumsal tabanın geniş kesimlerini dışlayan ve cezalandıran politikalara başvurması...

 

.

.

.

09 Eylül 2020

Susan Neiman - Niçin Büyüyelim?

 .

.

.

.


Niçin Büyüyelim?      2014

 

Çocuksu Bir Çağ İçin Altüst Edici Düşünceler - Why Grow Up? Subversive Thoughts for an Infantile Age

 

Susan Neiman

 

(Çev. Nagehan Tokdoğan), İletişim Yayınları, 2017 İstanbul

 

 

 

İçindekiler

 

Giriş                                                                                          9

Birinci Bölüm: Tarihsel Kaynaklar                                 25

     Olanaklı dünyalar                                                            25

     Aydınlanma nedir?                                                         34

     Zincirleri kırmak                                                              47

İkinci Bölüm: Bebeklik, Çocukluk, Ergenlik               77

     Doğmuş olmakla meşgul                                               77

     Bir daha kanma!                                                              88

     Hoşnutsuz zihinler                                                          104

Üçüncü Bölüm: Yetişkin Olmak                                      121

     Eğitim                                                                                  121

     Seyahat                                                                                137

     İş                                                                                           150

Dördüncü Bölüm: Niçin Büyüyelim?                              169

 

 

 

Giriş

 

9

Büyümek, genellikle umutlarımızdan ve hayallerimizden vazgeçme, verili olan gerçekliğin çizdiği sınırlara rıza gösterme ve başlardaki varsayımınızın aksine daha macerasız, değersiz ve önemsiz bir yaşama kendinizi teslim etme meselesi gibi algılanıyor. ... Onunki [Simone de Beauvoir] kadar dolu yaşanmış ve ziyan edilmemiş bir hayatı tahayyül etmek gerçekten zor. [Ama yaşamının ve seyahatlerinin sonuna geldiğinde] ... nihayetinde kandırıldığı sonucuna varıyordu.

 

10

Acaba felsefe bize olgunlaşmanın teslim olmakla, tevekkülle eşdeğer görülmediği bir model bulmakta yardımcı olabilir mi? ... Immanuel Knat’ın Saf Aklın Eleştirisi’nin sonuna doğru, aklın rüştünü ispatlama sürecini betimlediği yerin iyi bir başlangıç noktası olduğunu düşünüyorum. ... [Kant’ın] rüştünü kazanma modeli...

 

Akıl çocukken dogmatiktir. Küçük çocuklar onlara sunulan her şeyi mutlak hakikatler olarak algılamaya meyillidirler. ... Ebeveynleri tarafından yahut dini otoriteler tarafından tacize uğrayan çocukların, tacizin basitçe yaşadıkları evrenin doğal bir parçası olmadığının farkına varmaları yıllar sürüyor - ya da hiçbir zaman farkına varmıyorlar.

 

11

Aklın bir sonraki adımı kuşkuculuktur ve “ergenlik çağı” kavramı her ne kadar Kant’ın döneminde icat edilmiş olmasa da, Kant onun tüm semptomlarını güzelce ortaya koymuştur: Dünyanın olması gerektiği gibi bir yer olmadığını fark eden ergenin yaşadığı hayal kırıklığı ve yaşama iştahıyla karışık tuhaf bir ruh halidir bu. ... Ergenlik çağındayken ebeveynlerimizin ve öğretmenlerimizin tahmin ettiğimizden çok daha az şey bildiklerini, bir sorunla karşılaştığımızda umduğumuzdan çok daha az şeyi çözebildiklerini fark ederiz. Yalan söylemeseler dahi söyleyebileceklerinin hepsini söylemediklerini biliriz; yanlış zamanlarda bizleri korumaya kalkışır, korumalarına ihtiyaç duyduğumuz zamanlarda ise çuvallarlar. Erken yaşlarında kaçınılmaz olarak edindikleri alışkanlıklar ve inançlarla bizleri daraltırlar; anlamadıkları şeyleri eleştirir ve geçmişe takılı kalırlar. Neden onlardan öğrendiğimiz hakikatlerin ve kuralların yanlış olduğuna kanaat getirmeyelim ki; hatta hakikat ve kural kavramının bizatihi kendisinin artık toprağın altına gömülmesi gerektiğini söylemeyelim? Dünyaya yönelik sonsuz güvenimizin sonsuz bir güvensizliğe dönüşmesini engelleyen ne olabilir?

 

12

Şaşırtıcı olmayan bir biçimde, olgunlaşma Kant’ın kendi felsefesi için kullandığı bir metafordur ve size anlatılan her şeyi sorgusuz sualsiz kabul etmek ve yine sorgusuz sualsiz reddetmek arasında bir yol bulmanızı kolaylaştıracak bilgeliğe erişmenizi sağlar. Büyümek, yaşamımızı çepe çevre saran belirsizlikleri kabullenme meselesidir; daha da vahimi, bir yandan kesinlik arayışımıza kaçınılmaz bir biçimde devam ederken yaşamı belirsizlikler içinde sürdürmektir.

 

13

[Göbek büyüterek kendi halinde yaşayıp giden iyi niyetli amcanız] ... elinizdekiyle yetinmenizi söyler. Söyledikleri ne kadar sıradan olursa olsun doğrudur da, fakat böylesi bir yaşam, uğruna çaba sarf etmeye değer görünmez.

 

“Aydınlanma Nedir?” ... Aydınlanma, insanın kendi sorumlu olduğu rüşt yoksunluğundan çıkması olarak tarif edilir. Rüşt yoksunluğunu seçme nedenimiz tembelliğimiz ve korkumuzdur: Karar vermeyi başkalarına devretmek ne kadar da konforludur düşünsenize! “Anlama yetimi geliştirecek bir kitabım, vicdanımı muhafaza edecek bir vaizim, diyetimi yazacak bir doktorum olsa, hiçbir şey için çaba sarf etmeme gerek kalmazdı. Ücretini ödediğim sürece başkaları benim yerime her şeyi düşünürdü.”

 

14

... kendi çıkarları uğruna vatandaşlarının kendileri için düşünmesinin önüne geçen otoriter devletler... Devletin denetim arzusu ile bizlerin konfor düşkünlüğü, çatışmasız bir toplum yaratmanın anahtarıdır, fakat böylesi toplumlar yetişkinler için değildir.

 

... aklın idealleri bize dünyanın nasıl bir yer olması gerektiğini; deneyim ise dünyanın olması gerektiği gibi bir yer olmadığını söyler durur. İşte büyümek -ikisinden de vazgeçmeden- bu ikisi arasındaki uçurumla yüzleşmeyi gerektirir.

 

15

Çocukluk dogmalarına takılıp kalan insanlar, tüm yaşamlarını dünyanın önemsedikleri inançlarla bağdaşmadığı gerçeğini inkâr ederek geçirirler. ... fakat günümüzde daha ziyade ergenlik çağına saplanıp kalmış insanlarla karşılaşıyoruz.

 

16

[Bugün düşünürlerin çoğu, akıl mı deneyim mi türünden iki yüz yıllık tartışmayı sonlandıranın,] bilginin kaynağı olarak hem aklı hem de deneyimi işaret etmesi sebebiyle Kant olduğunu teslim ediyorlar. Onun da söylediği gibi, deneyim olmaksızın kavramlar boştur, kavramlar olmaksızın da deneyimler kördür. [Çağdaş nörobilimciler de Kant’ın bakış açısının tamamı olmasa da ruhunu destekleyen bir yerde duruyorlar]. Yapılan deneyler belirli deneyimlerin beynin şeklini değiştirdiğini ve aynı biçimde zihinsel çerçevelerin de deneyimleri şekillendirmekte kilit bir rol oynadığını göstermektedir.

 

Peki, büyümek için ne türden deneyimler hayatidir? Dünyaya, olduğu haliyle uyum sağlamak için ona dair bir şeyler görmüş olmanız gerekir.

 

17

[Kant’ın] ... çalışmalarında rastladığım tek ad hominem (kişiye dair, kişiselleştirici) ve öyle olmasına niyet etmese de en komik iddiası bu:

 

Büyük bir kent, bir ülkenin merkezi, hükümetin resmi binalarının konuşlandığı, (bilimi geliştirmek için) üniversitesi olan bir yer, hepsinden öte, yalnızca ülkenin içinde değil, farklı dillere ve âdetlere sahip olan komşu ülkeler arasında da deniz ticareti yapılabilmesi için bir limanı var -Pregel Nehri’nin üzerine inşa edilmiş olan Königsberg, insanın hem insanlığa hem de dünyaya ilişkin bilgisini seyahat etmeye gerek duymaksızın geliştirmesi için son derece uygun bir yerdir. (Immanuel Kant, Pragmatik Bir Bakış Açısından Antropoloji, s. 4)

 

“Kendim kalkıp köye gitmeyebilirim, bunu ille de yapmam gerekmez; giyinik vücudumu yollarım, tamam…” (Franz Kafka, Taşrada Düğün Hazırlıkları, s. 12) [Dünyanın en turistik cümlesi!:)]

 

“Eksi-dünyasallaşma savunucuları onun gelişimine direnenleri uzun süredir eski kafalı olmakla, çağın gerisinde kalmakla, yalnızca küçük yörelerini düşünmekle, küçük evlerine kapanıp her türlü tehlikeden korunmak istemekle suçluyor! (Ah! milleriyle uçtukları her yerde güvende olanların salık verdiği şu enginlere düşkünlük yok mu...)” (Bruno Latour, Rota, s. 21)

 

“Fotoğraflar bir yandan insanlara gerçekdışı bir geçmişin hayali sahipliğini verirken, diğer yandan da insanların içinde güvensiz oldukları boşluğa sahip olmalarına yardım eder. Böylece fotoğraf, modern etkinliklerin en tanımlayıcılarından biriyle, turizmle ard arda yürür. Çok sayıda insan tarihte ilk kez düzenli olarak alışık oldukları çevrenin dışına kısa süreler için geziye çıkıyorlar. Yanına bir fotoğraf makinası almadan zevk için gezmekse kesinlikle çok garip bir davranış sayılır. Fotoğraflar gezinin yapıldığının, programın yürütüldüğünün, eğlenildiğinin su götürmez kanıtlarını sağlar. Fotoğraflar aile, dostlar ve komşuların bulunmadığı yerlerde yürütülen tüketim dizilerini belgeler.

 

Deneyimi doğrulamanın bir yolu olan fotoğraf çekme, aynı zamanda -deneyimi fotojenik olanı aramayla sınırlayarak, onu bir görüntüye, bir anı eşyasına çevirerek- deneyimi reddetmenin bir yoludur. Gezmek, fotoğraf biriktirmek için bir strateji haline gelir. Fotoğraf çekme etkinliğinin kendisi rahatlatıcıdır ve gezi sırasında şiddetlenebilecek olası genel yön kaybetme duygularını yatıştırır. Turistlerin çoğu, karşılaştıkları her dikkate değer şeyle kendileri arasına fotoğraf makinasını koyma zorunluluğunu hissederler. Başka bir tepki göstermekten emin olamadıkları için fotoğraf çekerler. Bu hareket deneyime bir biçim verir: dur, bir fotoğraf çek ve yoluna devam et. Bu yöntem özellikle amansız bir iş ahlağıyla kötürüm olmuş insanlar -Almanlar, Japonlar ve Amerikalılar- için çekicidir. Bir fotoğraf makinası kullanmak, iş hastasının tatildeyken çalışmamasından ve eğleniyor olma gerekliliğinden kaynaklanan huzursuzluğunu yatıştırır. Bu insanlar işin dostça taklidi olan bir şey yapabilir, fotoğraf çekebilirler.” (Susan Sontag, Fotoğraf Üzerine 1973-77. (Çev. Reha Akçakaya), Altıkırkbeş Yayınları, 1993 İstanbul s. 23-24)

 

18

... son dönemde yapılan araştırmalar internetin çoğumuzu daha dar görüşlü kıldığını gösteriyor. Arkadaşlarımızın okuduğu blogları okuyarak, onların takip ettiği web sitelerine bakarak bakış açımızı giderek daraltıyoruz, halbuki genişletme olanakları elimizin altında.

 

19

[Erasmus programı üzerine yapılan son dönem çalışmalar] ... pek çok öğrenci ülkesine eskisinden çok daha kuvvetli bir bağlılık duygusuyla geri döndüğünden bahsediyor.

 

20

[Bir rehberle seyahat etmek] ... size dünyayı deneyimlemeden onu keşfetmiş olduğunuz izlenimini vererek bunu engelleyebilir. Ayağınızı ıslatmıyor ve ellerinizi kirletmiyorsanız gezmek yerine evde de oturabilirsiniz. İnternet sitesinden Sistine Şapeli’ni çok daha iyi görürsünüz.

 

J. J. Rousseau          d. 1712            ö. 1778           (66)

I. Kant                        d. 1724           ö. 1804          (80)

 

22

İçinde yaşadığımız kültürün odağı, bizleri tatmin eden işlerden ziyade meta tüketimi oldukça, ortaya çıkan (ya da razı olduğumuz) şey de daimi ergenler toplumu olmuştu. [Goodman]

 

23

Yaşamı yokuş aşağı bir süreç olarak tasvir ettiğimizde, genç insanları ondan pek az şey beklemeye -ve talep etmeye- sevk etmiş oluyoruz.

 

Birinci Bölüm: Tarihsel Kaynaklar

 

Olanaklı Dünyalar

25

Fransız tarihçi Philippe Ariés, ortaçağın erken dönemlerinde Avrupalıların çocukluk diye bir kavrama sahip olmadıklarını söyler.

 

28

Günümüz tarihçileri, dikkate değer biçimde, çağımızda mutlulukla tarif edilen çocukluk fikrinin kendisinin modern bir tasavvur olduğunu iddia ediyorlar. ... Descartes’a göre insanın mutsuzluğunun temel sebebi, yaşamına çocukluk dönemiyle başlamasıdır.

 

29

Devlet okullarının ortaya çıkışı, hane içindeki geleneksel yapının baştan aşağı yeniden örgütlenmesini getirdi... Bizlerin çocukları, yetişkin olduklarında üstlenecekleri görevlerin birer taklidi olarak bebeklerle ya da oyuncak çay setleriyle oynuyorlar; Samoalı bir kız çocuğu ise küçük erkek kardeşine bakarak annesinin balık tutmasını ya da hamilelik dönemleri dışındaki zamanlarda tarlayla uğraşmasını mümkün kılan son derece önemli bir iş icra ediyor.

 

30

[Samoalı kızlar ergenlik çağına geldiklerinde daha küçüklere yüklenen işlerden kurtuluyor, evliliğe hazırlık için daha rahat sorumluluklar üstleniyorlar.] Samoa’da cinsel maharet bakire kızları tatmin etme yeteneğiyle tanımlandığı için, bu buluşmalar gayet hoş geçiyor ve (çoğumuzun) ilk aşk deneyimimizden hatırladığı gibi allak bullak olup acı ve vicdan azabı yaşamıyorlardı. Cinsel deneyimleri sayıca çok ve sürece kısa oluyordu. “Bir çocuk, yaşamının ilk aylarından itibaren, bir kadının kucağından umursamazca bir başkasınınkine verildiğinde yaşamının en büyük derslerinden birini de almış olur: Herhangi birine çok düşkün olmamayı, herhangi bir ilişkiye büyük umutlar bağlamamayı öğrenir.” [antropolog Margaret Mead]

 

32

Çocukluk, sabit bir kategori değildir, onu takip eden yaşam evreleri de öyle.

 

33

Felsefenin en büyük görevi, olanaklı olana ilişkin anlayışımızı genişletmektir.

 

[Kant, insan doğası]

 

Aydınlanma nedir?

 

34

Geleneksel toplumsal rollerin gevşemeye başladığı bir dönemde, Aydınlanma insanın bireysel gelişimini dikkate almaya başladı.

 

35

... Kant Aydınlanma’yı, rüşt kazanmak olarak tarif etti... ... İnsan aklının ilk adımı, insanın, tek bir serüvene tabi olan diğer hayvanlardan farklı olarak, kendi yaşam serüvenini seçme kapasitesinin farkına varmasıydı. Bu kapasite, özellikle Aydınlanma dönemi insanları için büyük önem taşıyordu. ...insanlık tarihindeki büyük tabloya baktığımızda, bir yaşamın nasıl sürdürüleceği hakkındaki bireysel tercihlerin çok küçük bir yer kapladığını görürüz.

 

36

[Hayvanların aksine insanlar eğitime ihtiyaç duyar. –Kant’ın ötücü kuşlar örneği- Yavru kuşlara güzel ötmenin eğitimini anneleri veriyor. İddiaların aksine ötüş içgüdüsel öğrenilmiyor. Kanaryanın kafesine serçe yumurtası koyun yavru serçeler kanarya gibi ötmeyi öğrenecektir.] Fakat bizler, tek atımlık barutu olan canlılar değiliz, dolayısıyla da güzel bir ötüşten çok daha fazlasını öğrenmeye açığız. Kant, “İnsanın insan olmasının yegâne koşulu eğitimdir” der.

 

[Kant, Pedagoji Üzerine Dersler’de eğitimi “insana sunulabilecek en büyük ve en meşakkatli mesele” olarak tarif ediyor.]

 

37

Kant’ın da sıklıkla hatırlattığı gibi hükümetler özgür vatandaşlardansa rüştten yoksun bir tebaayı tercih ederler. Bu tercihin günümüzdeki tezahürleri elektronik gözetim mekanizmalarının giderek geliştirilmesinden endüstrinin sayısız otomobil ve reçel seçeneğiyle gözümüzü boyama yeteneğine kadar uzanan çok çeşitli biçimlerde karşımıza çıkıyor –yaşamımızla ilgili çok daha hayati seçimler yapma yetimizi ise elimizden alıyorlar. … Totaliter rejimler aslında hiç gerekli değildirler ve genellikle de ters teperler… Totaliter olmayan [dolaylı denetim] toplumlarda daha basit ve daha kurnazca yürütülen çocuklaştırma süreçleri, bizleri bir dizi oyuncakla gevşetip tembelliğe teşvik eder. Elbette ne akıllı telefonlar ne de otomobiller birer oyuncak olarak tanımlanabilir; hiçbir yetişkinin yaşamının, onlar olmaksızın tam bir yaşam olamayacağı söylenir. Buna karşın, daha adil ve daha insani bir dünyaya ilişkin fikirler, çocukça hayaller olarak tasvir edilir.

 

38

Kant’ın insanın kendi kendisini yok etmesine yol açan rüşt yoksunluğundan kurtulmasını, insan yaşamının en önemli devrimi olarak işaretlemesi tesadüf değildir. … En bayağı içgüdülerimizden biri olan edilgenlik mesela, çok konforludur.

 

39

[Rousseau] … çocukları yetiştirme tarzımızı radikal bir biçimde yeniden gözden geçirmeliydik. Çocuklarımızı toplumun dışında, her şeyin anlamlı olduğu bir dünya yaratarak büyütmeliydik.

 

40

[Fransız Devrimi] Devrim fikrinin kendisinin ona seyirci kalanlarda bile yarattığı o doğal heyecan, insanlığın ahlaki ilerleme kapasitesinin kanıtı niteliğindeydi.

 

41

[Hem Rousseau hem de Kant] … reşit olmayı verili kabul etmektense bir ideal olarak ortaya koydu.

 

[Kant’ın Königsberg’de yaşamayı, seyahat etmeye yeğlediğine dair yorumu…]

 

42

Rousseau’nun seyahatleri, yaşadığı dönem için bile sıra dışıdır zira o bir turist olarak gezmez; bazen gereklilikten, bazen de istediği için çok sık ülke değiştirmiştir. … Kant, … doğup büyüdüğü yerden hiçbir zaman ayrılmamıştır.

 

43

[Neden Aydınlanmaya geri dönmemiz gerekiyor?] [Aydınlanmayı yerden yere vurmak günümüzde gözde bir spor halini aldı: [1] Avrupa merkezli… Oysa bizatihi kendisi, bütün tehlikelerine rağmen Avrupamerkezciliğe ve ırkçılığa saldıran ilk modern harekettir.]

 

44

Kant’ın sömürgeciliğe saldırısı görmezden geliniyor:

 

“Dünyanın bizim yaşadığımız bölgesinde uygar insanların ve özellikle ticaretle iştigal eden devletlerin düşmanca hareketlerine bir göz atın. Gittikleri yerlere ve oralarda yaşayan insanlara yönelik adil olmayan tutumları (ki bu tutum aslında oraları istila etmekle aynı şeydir) dehşet verici boyutlara ulaştı. …” (Ebedi Barış, Üçüncü Kısım)

 

Aydınlanma düşünürleri … ırkçılık karşıtı mücadelelerin zemininde yer alan evrenselciliğin de teorik altyapısını oluşturdular.

 

Aydınlanma’ya yönelik suçlamalardan bir diğeri de insan aklını fazla yücelttiği [2] yönündedir.

 

45

[Oysa] Saf Aklın Eleştirisi’nin daha ilk cümlesi, aklın sınırlılıklarından bahseder. … tek yaptıkları kilisenin ve devletin düşünce üzerindeki baskısını reddetmektir. Aklı duygunun karşısına koydukları da doğru değildir, ki duygular Aydınlanma düşünürlerinin en az akıl kadar üzerine kafa yordukları bir meseledir.

 

Kant’ın akıl kavrayışı … ilerideki hayatınız için isteyebileceğiniz şeylere erişmenin en makûl yollarını bulmanızı sağlayan çok geniş bir kavrayıştır. … Kant için matematik ve mantık akıl yürütmenin sıradan türleridir. Onun aklın sahici kullanımı olarak adlandırdığı ve çok daha önemli addettiği şey, bizleri Koşulsuz/Mutlak olana daha da yaklaştıracak olan iyiliğe, doğruluğa ve güzelliğe dair ideler üretme yetisidir. Bu ideler aracılığıyla akıl doğa üzerinde açıklamalarda bulunabilir ve en derin özlemimizi doyurabilir.

 

46

Son olarak yakın dönemlerde Aydınlanma’yı ekolojik yıkımın müsebbibi [3] olarak suçlama eğiliminden bahsedebiliriz. [Akıl ile doğa arasında bir karşıtlık yaratma ve bunun insanın doğa üzerindeki tahakkümünü teşvik etmesi…] [Oysa] … aklın doğaya karşıt kurgulandığı anlarda asıl gaye, geleneğin doğal addettiği uylaşımların sorgulanmasıdır. [Yoksulluk, kölelik, kadınların ezilmesi, hastalıkların çoğu vb. doğal kabul edilen meseleler…] … Aydınlanma, doğal addedilen ne varsa tartışmaya açtı.

 

47

[Aydınlanma’ya geri döndük, çünkü daha iyi bir seçeneğimiz yok.] Eğer Aydınlanma’ya bağlı biriyseniz, kendinizi dünyayı anlamaya ve geliştirmeye adarsınız.

 

[Rousseau] “Birer yetişkin olmak için yaratıldık, fakat yasalar ve toplum bizi çocukluğa geri yolladı. Zenginler, asiller, krallar, hepsi de onların sefaletlerini hafifletmek için çabalayıp duranları gördükçe, bundan çocuksu bir haz alan birer çocukturlar...”

 

Rousseau uygarlığın bize pek çok farklı yöntemle nasıl çocuk muamelesi yaptığını açıklığa kavuşturur. ... Sanatlar ve Bilimler Üzerine Söylev, Aydınlanma’nın en temel varsayımı olan, kültür ve bilimin ilerlemenin ve özellikle de özgürleşmenin yegâne araçları olduğu fikrine meydan okur. Ona göre kültür de bilim de ilerlemeyi sağlamak şöyle dursun, bizleri köleleştirir. ... Aslında ... ister güzel bir yemek isterse de yüksek teknoloji ürünü bir oyuncak olsun ... kendinde kötü değildir. Sorun, bunların, bizleri kendilerine bağımlı kılan sahte ihtiyaçlar yaratmalarıdır.

 

49

Toplumu yönetenler bağımlılıklarımızı da düzenliyorlar; bizlere lüks içinde yaşadığımızı hissettirmek için ellerinden ne geliyorsa yapıyorlar, daha fazla lüksün kendimizi daha seksi ve hoşnut hissettireceğini düşünmemizi sağlıyorlar. Böylelikle de bizleri, hayatlarımızı belirleyen asıl koşullar üzerine düşünmekten alıkoymuş oluyorlar. Herhangi bir elektronik mağazasına gidip çeşit çeşit akıllı telefon içinden birini seçebilirsiniz. Peki, sizi temsil eden hükümeti seçmek, o hükümetin sizden alacağı vergileri nereye kullanacağını tayin etmek, tabi olacağınız kanunları belirlemek hususunda ne kadar söz hakkınız var?

 

Marcuse, Adorno, Horkheimer

 

işleri tam olarak gerçekten önemli olan şeylere odaklanmak olan eleştirmenler, sanatçılar ve düşünürler…

 

50

dünyanın gidişatını gerekçelendirmek…

 

İlk Söylev’in ardından, Rousseau’nun eşitsizlik ve özel mülkiyetin, tüm sıkıntıların kaynağı olduğunu iddia ettiği ve doğal duruma dönüşü salık verdiği ikincisi geldi.

 

[Voltaire] “İnsanlık karşıtı yeni kitabınız elime geçti bayım…”

 

Her ne kadar Rousseau doğal durumun içinde olduğumuz durumdan çok daha iyi olduğunu iddia etse de, oraya dönüşü salık vermiyordu. … Daha dikkatli okunsaydı Emile’in Aydınlanma’nın en açık ve en ayrıntılı pratik el kitabı olduğu görülürdü.

 

52

Batı felsefesinin ilk eseri olan Devlet’in fantezi ile düşünce arasında salınıp duran, araya mitler ve konuyla alakasız cümleler sokan, doğru cinsel ilişkinin nasıl olması gerektiğine dair tartışmalara dalan, ahenkle ilerlemeyen ve şüphe götürmez biçimde metafiziğin tam ortasında konumlanan bir kitap olduğunu hatırlarsanız, Emile size tuhaf gelmeyecektir. … Dünyada yapıp ettikleriniz dünyanın size ne yapıp ettiğiyle ilgili değil midir? Bu soru eşliğinde doğru bir yaşam sürmek, yetişkin olmak yönündeki en önemli ve yegâne ödevdir.

 

Emile akıl ve doğa arasında ortaya çıkan ve adeta bir açık yara halini alan yarılmayı iyileştirmenin zeminini oluşturmak yönünde bir hamleydi. [Bu açıdan, Baumgarten’ın estetik’i de bir yarılmayı iyileştirmek yönünde…].

 

Emile -> Layıkıyla yetişkin olmak.

 

53

Rousseau’nun çocukluğu “aklın uyku dönemi” olarak tarif edişi gayet zekicedir.

 

54

Rousseau’nun çocuklara rahat kıyafetler giydirilmesi ve onları kirletmelerine izin verilmesi yönündeki talebi bugün önemsiz görünebilir, fakat o dönem için çocukluğun, yetişkinliğin kusurlu bir biçimi olmadığı, kendi başına bir yaşam evresi olarak kavranması gerektiği yönündeki ısrarının bir parçasıdır.

 

56

Çocuklar, yalnızca doğanın dayatmalarını kabul etmelidirler, başka insanlarınkini değil.

 

57

Özgürlük dediğimiz şey salt bir yapma yetkisi değildir; Rousseau da Kant da bize özgürlüğün kendi kendimize koyduğumuz kurallara itaat etme kabiliyeti olduğunu söylerler. ... Sahici bir özgürlüğün yolu, bir bütün olarak hayatımızın denetimini sağlamak, plan yapmayı ve karar vermeyi öğrenmek, yapıp ettiklerimizin yaratacağı sonuçların sorumluluğunu üstlenmektir.

 

60

... eşitsizlikler yaratan kültür ve cinsellik...

 

68

... Kant’ın da söylediği gibi mantık, aklın en önemsiz edimidir...

 

71

Rousseau tüm hastalıkların muntazam bir diyet ve egzersiz eksikliğinden kaynaklandığını düşünüyordu. ... temiz hava, fiziksel aktivite, biraz et, taze meyve ve sebzeler...

 

74

[Rousseau, çocukluğun kâşifi olarak adlandırılır.]

 

 

İkinci Bölüm: Bebeklik, Çocukluk, Ergenlik

 

78

... ölüm bilinci, insan olmanın esasıdır. (Heidegger) ... Arendt’in doğuma odaklanması ise devrimci bir hamledir; o, doğumu siyasal düşüncenin esas kategorisi addeder. … Göçmenler devletin içine yeni doğmuş oldukları için, onu mütemadiyen yenileyebilme kapasitesine haizdirler. … Arendt’e göre yaşamın inorganik bir maddeden türüyor oluşu öyle umulmadık bir şeydir ki, her türlü eylemin olanaklılığını müjdeler.

 

79

dünyayı değiştirebilme yeteneğimizin farkına varmamızı sağlayan Aydınlanma oldu.

 

81

Psikologlar, üç yaşına dek yaşamımızın geri kalanında öğreneceğimiz her şeyden çok daha fazla şey öğrendiğimiz görüşündedirler.

 

84

ontogenetik (gelişimsel)

 

87

Dünyanın anlamlı olması gerektiği fikri, tam da onu olabildiğince anlamlandırmada bize kılavuzluk eder.

 

88

Aslında çok küçük çocuklar bile gerçeklikle oyunu birbirinden ayırabilirler, ancak yine de odalarındaki gardrobun kapağının başka bir evrene açıldığına inanmak isterler.

 

89

Bazı hayvanlar dahi adaletsizliği algılayabilirler. [Konu yapılan deneylerle örneklendiriliyor. Bu deneyler] … kabaca da olsa bir tür adalet duygusunun evrim tarihinde homo sapiens’ten çok daha önce başladığını gösteriyor.

 

90

Antik Yunan bir sofist olan Thrasymachus hakkında pek fazla şey bilinmez. [adaletin tanımı]

 

91

Onun tepesini attıran şey … [diğerlerinin] adalet ve ahlak gibi konuları konuşarak zamanlarını boşuna harcamalarıdır. … Ahlak denilen şeyin sadece iktidarı elinde bulunduranlar tarafından, onu tesisi etmek için bizleri de aptal yerine koyarak ortaya atılmış kurallardan ibaret olduğunu bilmiyorlar mıdır? … [Sokrates ve arkadaşlarının bir toplantısında] Odadakilerin adaleti tanımlamakta zorluk çekmeleri şaşırtıcı değildir; o, güçlü adamlar tarafından daha zayıfları aşağıda tutmak için icat edilmiş bir masaldır çünkü.

 

93

Eğer bir devlet adamının pratikte uygulamadığı bir ahlaki ilkeyi, halkı susturmak umuduyla diline pelesenk ettiğine şahit olmadıysanız, haberlere pek göz atmıyorsunuz demektir. … Thrasymachus ise ahlaki ilke kokan her şeyi reddetmeye yeminlidir. … Gelin onu ilk post-modern nihilist olarak adlandıralım. O, ahlakın taleplerinin bizleri kandırmaya çalışan birinin ortaya attığı –bizim de bir nebze kendimizi kandırarak inandığımız- şeyler olduğunu iddia eden ilk kişidir. Sonraları bu iddia Machiavelli’den Hobbes’a ve Foucault’ya kadar pek çok düşünür tarafından kâh daha incelikli, kâh daha kabaca bir yorumla yeniden ortaya atılmıştır.

 

95

... görünürdeki dinsel ve ahlaki kesinliklerin manipülatif iç yüzünü ancak bugün fark ederiz. ... Sünni ve Şii Müslümanlar arasında günümüzde cereyan eden kanlı savaşlar... ... dinin hüküm sürdüğü toplumların bizimkilerden daha güvenli olduğu iddiasının yalan olduğunu ortaya serer. ... Sokrates tam da Batı düşüncesinin neşet ettiği yerde dine saldırdığı için ölüme mahkûm edilmiştir.

 

[İngiliz filozof Bernard Williams] Bilginin iktidara indirgenebileceği yönündeki önermeler “birini dinlemekle onun saldırısına uğramak arasındaki farkı dahi açıklamaktan” acizdir.

 

96

Eğer her ahlaki talep bir iktidar talebini maskelemek üzere ortaya atılıyorsa, neden kendinize bir duble viski koyup, ot sarıp yahut başka herhangi bir uyuşturucuya başvurup egemen güçlerle barış yapmayasınız ki?

 

97

... içine doğduğumuz dünya... Çoğunlukla onunla ahenk içinde değilizdir.

 

98

Rousseau, olanla olması gereken arasındaki uçuruma yönelik eleştirilerinde takılı kalmak yerine, daha yerinde bir hamle yaparak şunu önerir: Ne kadar ileri gitmek istediğimiz tamamen bize bağlıdır.

 

99

Hume ciddiyete karşı şüphe duyuyordu; Rousseau olanla olması gereken arasındaki uçurumun dünyayı değiştirmemizi gerektirdiğini söylerken Hume olması gerekenden vazgeçmeyi tercih ediyordu. O, matematiksel akıl yürütme ya da olgularla ilgili konular dışında yazılmış herhangi bir metnin yakılması gerektiğini [düşünüyordu]. Ona göre olması gereken apaçık biçimde, ne matematiğin konusu ne de bir olguydu.

 

... dünyadaki sekiz milyon çocuğun köle olarak çalıştırıldığı gerçeğini öğrenebilirsiniz, fakat bu olguya dair hiçbir şey, size bunun böyle olmaması gerektiğini söylemez. Bu olgu size dünyanın nasıl bir yer olduğunu söyler; başka türlü olması gerektiği konusunda yargıda bulunmak içinse bir sıçrama yapmanız gerekecektir. Hume’a göre bu sıçrama onun zayıf olduğunu düşündüğü akıl aracılığıyla yapılamaz; bu türden verilecek her türlü yargı, daha ziyade tutku meselesidir. ... aklın bu meseleyle ilgili söyleyebileceği hiçbir şey yoktur.

 

100

[Hume] Bu mantıksal yapı meselesidir: Olan basitçe olandır ve olması gerekene ilişkin her talep isteklerimiz ve arzularımızla ilgilidir. Neden bu ikisinin birbiriyle bağlantılı olacağını düşünelim ki? ... Hume hiçbir zaman olanı olması gerekenle bağlantılandırma arzusunu çocukça bulduğunu söylemez ama yazma üslubundaki o hafiften tahrip edici aksan, onun çıkarımlarına ayak direyen herkesi ümitsizce naif bulduğunu ima eder.

 

103

Olanla olması gereken arasındaki boşluk, tam da soruların baş gösterdiği yerdir. Olması gerekeni temelsiz addederek ondan vazgeçerseniz nereden başlayacaksınız ki?

 

[Fransızlar Hume’u “hoş David” olarak anar.] Güneş her zaman olduğu gibi sabah doğacak ve akşam batacaktır, bunun için yasa, nedensellik ya da adalet fikirlerine ihtiyaç yoktur. Hume’unki, rahatlamamızı amaçlayan bir tür teslimiyet çağrısıdır ve okurlarının çoğu da gerçekten rahatlarlar.

 

105

[Küçük bir çocukken duyduğunuz o merak...] Zamanında, sizde huşu duygusu uyandıran şey bir demet anahtarken şimdi bu duyguyu yeniden yaşayabilmek için Yosemite milli parkına yahut İrlanda’nın batı yakasına seyahat etmek zorundasınızdır.

 

whistleblower   Çalıştığı kurumdaki yolsuzlukları ifşa eden kişi. e.n.

 

106

Aslında gerçekler aynıdır fakat artık onları eskisi kadar güçlü bir şekilde hissetmez olursunuz. [olanla olması gereken arasındaki boşluğa karşı alışkanlıklar, hissizlikler oluşur]

 

107

Açık söylemek gerekirse Kant’ın dünya görüşü kolaylıkla Stoacılarınkiyle karıştırılabilir.

 

Kant etik hakkındaki en bilinen eserine, güç, zenginlik, sağlık ve mutluluk gibi talihin bir lütfu olan şeylerin, erdem olmaksızın birer hiç olduğunu hatırlatarak başlar. Dolayısıyla da kendinde iyi olan yegâne şey, iyi niyettir.

 

109

Kendi erdeminin bilincinde olan hoşnut bir zihin, Stoacılar için, hem en yüce hem de en sahici iyidir zira onu hiçbir şey yok edemez.

 

... Kant’ın tutkularla herhangi bir derdi yoktu. O açık bir biçimde tutkuların kötülüğün kaynağı olduğu yönündeki iddiayı reddeder ve iyi tutkular geliştirmek için çabalamamız gerektiğine inanırdı. Bir nebze aklıselim sahibi olan herkes gibi Kant da, insanların yapmaları gereken şeyleri yaparken ne kadar mutlu olurlarsa o konuda başarılı olma ihtimallerinin o kadar artacağını biliyordu. [yapmanız gereken şeyler sizi mutlaka mutlu kılar gibi yanlış önermelere başvurmadan...]

 

110

Erdem ile mutluluk başka şeylerdir... Dürüstlüğün ve rüştün sizden kabullenmenizi talep ettiği hakikat budur.

 

111

Onurlu bir yaşam sürmeye çalışabiliriz fakat bu hususta başarılı olup olmadığımızı asla bilemeyiz.

 

Kant mutluluğu hak etmek kavramını ortaya atarak bize bir akıl kavramı sunar.

 

Akıl, Kant’ın düzenleyici ilkeler diye adlandırdığı ve bize dünyanın nasıl bir yer olduğunu değil, onun içinde nasıl eyleyeceğimizi söyleyen idelerin kaynağıdır. Akıl bizi şeylerin neden böyle olduğu sorusunu sormaya iterek anlamlı bir dünya arayışını sürdürmemizi sağlar. Teorik akıl için bu arayışın çıktısı bilimdir; pratik akıl içinse çok daha adil bir dünya

 

112

[Hume] ... Kant’ı deneyimin bileşenlerinin haritasını çıkarmaya yönlendirmiştir.

 

113

Veri bize dolayımsız gelmez, zihinlerimizin deneyimi oluşturmak üzere başvurduğu kategoriler tarafından şekillendirilip kalıba dökülür. [doğrudan deneyim mümkün olmaz.] ... neden, dünyaya bizim sunduğumuz bir kavramdır. [nedensellik her türden tutarlı deneyimin zorunlu koşuludur.] O ve madde yahut bütünlük gibi diğer kategoriler olmaksızın, aralarındaki ilişkiler şöyle dursun, nesnelerin kendilerini dahi algılayamazdık.

 

114

Kant’ın tasarladığı zihin haritası, deneyimleri yetiler olarak ayrıştırır, yeti dediğimiz şeyi işlevler olarak düşünebiliriz ve onları tefrik etmek [parçaları bölmek, ayırmak] çok önemlidir. Herhangi bir veriyi onlar aracılığıyla algıladığımız zaman ve uzam formları, Kant’ın duyusallık olarak adlandırdığı şey tarafından sağlanır. [en yüksek yeti, akıldır.], [duyusallık ve anlama yetisi tarafından sağlanan formların aksine akıl, deneyimin zorunlu bir parçası değildir, deneyim sürecinde bir adım geriye çekilir, bu sayede sorular sormamız, yargıda bulunmamız mümkün hale gelir].

 

115

[Kant’a göre] Bilim için gerekli olan aklın bizatihi kendisi, aynı zamanda ahlak yasasının da kaynağıdır. Aklın en önde gelen idesi olan anlamlı bir dünya, bütünüyle bir anlam ifade etmelidir. Şeylerin bizlere sunulduğu biçiminden farklı da olabileceğini tasavvur etmemizi sağlayan dürtünün aynısı, bilimde ve toplumsal adalet alanında da devreye girer. Bu sevdiğimiz ya da sevmediğimiz şeylerle, temenni ya da tutkuyla alakalı bir mesele değil, aklımızın yerinden söküp atılamayacak bir ihtiyacıdır. Öfke ve teslimiyet duyguları eşliğinde inkâr edilebilir ama asla büsbütün yok edilemez. Bir Stoacı için dünyayı size sunulduğu şekliyle kabullenmeyi reddetmek, insanın zayıflığıyla ilgili bir meseledir ve duygularını değiştirdiği takdirde geçecektir. Kant için ise bu reddiye insanın bir gücüdür. [Bazıları gerçekliği kabullenmekteki başarısızlığın kurtulmamız gereken çocukça isteklerden kaynaklandığını söylemişlerdir.] Kant için ise bu eleştirel aklın sesidir ve ona kulak kabartılmalıdır.

 

119

... akıl ile doğayı bir araya getirmenin olanaksızlığı, gerçekten bilmek isteyeceğimiz bir hakikat değildir.

 

 

Üçüncü Bölüm: Yetişkin Olmak

 

Eğitim

122

“Eğitim, dünyayı, ona karşı sorumluluk hissedecek kadar sevip sevmediğimize ve yenilenmeye, yeni ve genç olana yer açarak, dünyayı aksi takdirde kaçınılmaz olan kendi yıkımından kurtarıp kurtarmamaya karar verdiğimiz bir noktadır. Eğitim, aynı zamanda, çocuklarımızı dünyanın dışına itmeyecek, yeni olan, kimsenin öngöremeyeceği bir şeyin sorumluluğunu üstlenme şansını onların elinden almayacak, bilakis onları müşterek bir dünyayı yenileme görevine önceden hazırlayacak kadar sevip sevmediğimize de karar verdiğimiz noktadır.” (Hannah Arendt, Geçmişle Gelecek Arasında)

 

124

Kant eğitimle ilgili yorumları arasında en şaşırtıcı olanında, okulun temel görevlerinden birinin bizleri hareketsiz kılmak olduğunu söyler: “... gelecekte akıllarına düşen her şeyi mutlaka ve anında fiiliyata dökmeye kalkışmasınlar diye...”

 

125

[Kant için eğitim, çocuğun öz-disiplinini geliştirmesini teşvik eder.] ... Çocuklar, ertelenen doyumların yaşattığı hazzı bilmezler, birilerinin bunu sıklıkla onlara anlatması gerekir. Kant disiplini, daha fazla özgürlüğün aracı olarak görür... [“Özgürlük, yırtılmaz bir kağıt zarftır.” Bilge Karasu]

 

127

[Kant, bağış toplamak, kraliyet ailesinden destek] “Deneyim bizlere prenslerin umursadığı şeyin dünyanın durumundan ziyade gayelerine ulaşmak için kendi saltanatlarını sürdürmek olduğunu gösterdi. Bir tasarıya mali destek sağladıklarında tasarının onların ellerine terk edilmesi kaçınılmazdır.”

 

Kant özerk finansmanın eğitimde dönüşümü sağlamak için en güvenilir kaynak olduğunu düşünüyordu zira “bütün bir kültür müstakil bireylerle başlayıp sonra etrafa yayılır”dı.

 

[Kant’ın eğitim üzerine üç ilkesi:] 1) Küçük yaştan itibaren çocuğun her konuda özgür olmasına imkân tanınmalıdır (kendine zarar verebileceği vakalar haricinde). 2) Çocuğa ancak eğer başkalarının da amaçlarına ulaşmasını mümkün kılarsa kendi amaçlarına ulaşabileceği öğretilmelidir. 3) Çocuğa karşılaşacağı kısıtlamaların kendi özgürlüğü için olduğu, bu kısıtlamaların ileride özgür olmasını sağlayabileceği, böylelikle de başkalarına bağımlı yaşamasına gerek kalmayacağı anlatılmalıdır. (Pedagoji Üzerine Dersler)

 

130

“Dünyadaki hiçbir şey özgür ve mutlu bir çocuk yetiştirmekten daha önemli değildir.” (Emile)

 

132

Yasal düzlemde reşit olduğumuz dönem -her ne kadar yapılan araştırmalar beyinlerimizin yaklaşık 25 yaşına gelene dek tam olarak olgunlaşmadığını ortaya koysa da, reşitlik genelde 18 ila 21 yaş arasına tekabül eder- muhtemelen yaşamımızın en zor zamanı olacaktır.

 

134

... Aydınlanmanın yazarları hem evrensel ilkeler hem de tikel farklılıklara eşit değer atfetmeyi bilmişlerdi.

 

[Klasikleri okumakla (bir tür edilgenlik gerektirir) internetten bir şeyler okumak (duraksız etkinlik) arasındaki fark, fast food ile pişirilmiş bir yahni arasındaki farka benzer.]

 

135

Size sadece siber uzamda geçirdiğiniz vakti sınırlamanızı ve tıklama imlecini takip etmektense daha dişe dokunur bir eylem gerçekleştirmenizi tavsiye ediyorum.

 

136

İnternetsiz bir hayat sürmeyi önermiyorum, yalnızca onun ipleri ele geçirmesini reddetmemiz gerektiğini söylüyorum.

 

Seyahat

 

137

Sicilya’ya gidip uzun süre çevrimiçi olacaksanız evde oturup başkalarının sosyal medyada paylaştığı Sicilya fotoğraflarına bakmanız daha iyi olur.

 

139

Seyahat etmezseniz, kendi kültürünüzdeki varsayımların bütün bir insanlık için geçerli olduğunu düşünürsünüz.

 

140

Rousseau seyahatin diğer türlerini [yürüyerek olandan farklı türlerini] hor görüyor ve acınası buluyordu: Yürümeyen insanlar “tıpkı tutsaklar gibi o küçük, kapalı kafeslerinde üzgün üzgün” otururlardı.

 

142

Kuzey Avrupa ülkelerinin çoğu birkaç ufak kısıtlamayla ülkenin her yerini yürüyerek gezme hakkınızı temin eder. İskoçya, Norveç ve Estonya, özel arazilere giriş hakkını yasalarla korumaya alan ülkeler arasındadır.

 

144

[uluslararası değişim programı öğrencisi] Roma’dan ya da Paris’ten döndüğünde, gitmeden öncekine nazaran kayıptadır; üniversitenin ona sunduğu yurt dışı deneyimini yaşamış olduğunu düşünür, halbuki aslında basitçe bir kozadan diğerine naklolmuştur.

 

145

... sahici karşılaşma olanaklarını imkânsız kılan bir deneyim...

 

146

[uluslararası bilimsel konferanslar] ... profesyonellikle turizmi birleştirmenin ve tüm bunların masrafını sizin yerinize başkalarının karşılamasının cazibesi bu.

 

148

Kültürün içine girmek [en az 1 yıl] turistlerin bilemeyeceği şeyleri öğrenmenizi sağlar. Sorumluluk almak ve sorumluluktan kaçınmak nedir, amaçların belirlenmesi ve görevlerin paylaşımı nasıl yapılır, ortak ve müstakil olan nedir gibi soruların yanıtları, kültürden kültüre değişiklik arz eder. ... İdeal olan, anadiliniz dışındaki bir dili öğrenmenizi gerektirecek bir yerde yaşamaktır zira her yeni dil, içinde başka bir dille kıyaslanmadan açığa çıkmayacak varsayımları saklar.

 

İş

150

... Platon da Aristoteles de tefekküre adanmış bir yaşamın en yüce yaşam biçimi olduğunu düşünüyorlardı. [Modernitede bu ters yüz oldu] En insani yaşam biçimi olarak tefekkür değil etkinlik görülmeye başlandı. [John Lock. Doğa durumunda bile kendi bedenlerimizin sahibiyizdir ve bedenin emeğiyle bir şey yaratırsak onun da sahibiyiz demektir -özel mülkiyet-].

 

Kant için etkinlik, yaşama anlam katan şeydir, hatta başlı başına bir ödevdir.

 

152

Hegel’in emeğe yönelik şükran beyanı daha da ileri gider. ... iş/çalışma, en yüksek mevkidedir. ... galibin zaferi kısa sürer zira onun için çalışmaya zorlanan köle, aslında onu dünya tarihinin motoru kılacak bir şey yapıyordur; maddeye şekil vererek tanrının yeryüzündeki imgesi olur [melek?]. ... [Marx] Elbette bazı yüksek becerili hayvanlar nadiren de olsa bir şeyler üretirler fakat üretimin araçlarını da üreten yalnızca insanlarıdır.

 

153

[Arendt, Marx’ı emek ile iş arasında bir ayrım yapmadığı için eleştirir]. Emek, zorunluluktan, hayatta kalmak için yaptığımız ve sürekli tekrarladığımız bir üretim... Bu süreç hiçbir zaman özgür işlemez zira doğanın talepleri doğrultusunda ilerler, ayrıca kalıcı bir şeyin üretimini de mümkün kılmaz. İş ise, aksine ... özür ve kutsal niteliklere sahiptir. Masadan sanat eserlerine kadar her türden kalıcı nesnenin yaratımını içerir, bu nesneler ise evrende kendimizi sabitleyeceğimiz bir dünyanın yaratımına önayak olur. İş olmasa, evrendeki yerimiz de tıpkı bizler gibi değişken ve fani olacaktır. Üstelik yok olacağımız gerçeğini, yaşamımızın çok başlarında öğreniriz.

 

155

“Zengin veya yoksul, güçlü veya güçsüz olsun, her işsiz vatandaş bir dolandırıcıdır.” Emile. Rousseau

 

[Çiftçi kaderin her tür cilvesine tabidir.] Bir zanaatkar ise aksine nereye isterse oraya gidebilir. Korkmasına ya da dalkavukluk etmesine gerek yoktur.

 

156

[Rousseau] Marangozluk temiz iştir, yararlıdır, hatta şık ve zarif bile olabilir, özen ve beceri gerektirdiği için bedeni de güçlü tutar. Hepsinden önemlisi, marangozluk her daim sahici ihtiyaçları karşılayan bir meslek olduğu için, sahte ihtiyaçlardan ve onların yarattığı, zorunlu kıldığı bağımlılıklardan azadedir.

 

157

... zanaat, bir insanın talihi alt etmesini sağlayabilecek yegâne kuvvettir. ... Zanaat, bir insanın nerede isterse orada hayatını idame ettirmesini mümkün kılar. ... artık işler, 18. yy’da yaşamış olan en ileri görüşlü düşünürün bile tahayyül edemeyeceği kadar kötüye gitmiştir.

 

159

Reklamcılık sektöründe zihnimize sızarak bizleri ihtiyaç duymadığımız şeyleri satın almaya ikna edecek fikirler bulmak için çalışanların “kreatif” olarak adlandırılması tam isabettir. Bizlere anlamlı gelecek işlerin peşinde koşmak için bundan daha iyi rol modellere sahip olmadığımız bir çağda, büyümekle ilgili gönülsüzlüğümüz hiç de şaşırtıcı bulunamaz.

 

160

... sendikacılığın gözden düştüğü, maaşların azaltıldığı ve elektronik aletlere bağımlı bir yaşam sürerken çoğumuz günde sekiz saatimizi anlamsız işlere harcamaktan memnuniyet bile duyarız.

 

[planlı eskitme, 1924 General Elektrik, Osram, Philips ampüllerin ömrünü 2500 saatten 1000 saate düşürme kararı aldılar -> reklamcıların tüketicileri kullandıkları ürünlerin eskimeden modasının geçtiğine ikna etme yöntemi, tamir edilmesi mümkün olmayan ürünler bu yasal kararların yerini aldı 1950.

 

163

Dayanıklı bir masaya şekil veren, kaldırım taşını döşeyen ya da bir ayakkabı yapan, cümle kuran ya da ekmek yapan zanaatkârın yüzündeki tatmin duygusu... [zanaat sözcüğü hobi ile ilişkilendirilir oldu; küçük çocukların, Alzheimer hastalarının oyalanmak için yöneltildiği işler...]

 

[Zanaat] Ben, bu kişi olarak dünyaya bir şey bırakmak, imzamı atmak istiyorum. Dünyada benden bir parça kalsın istiyorum.

 

164

[iletişim ve özgürleştirme karakteri olan internetin gözetim aracına dönüşmesi; bazıları özgürleştirici yanı hâlâ olduğunu, aktivistlerin uluslararası bağlantıları onun üzerinden kurduğunu söylüyorlar.] ... fakat çevreci aktivistler suçu yanlış yere atıyorlar. Mesela iklim değişikliği konusunda Aydınlanma’yı suçlayan açıklamalarla [karşılaşıyoruz.]

 

165

Başkaları ise daha büyük resmi görüyor: Şu andaki durumumuzun Aydınlanma mirasının uygulanmasından değil, bu mirasın altüst edilmesinden kaynaklandığının farkındalar. ... insan ihtiyaçlarını tersyüz eden bir dünyanın içine düşerek onunla suç ortağı olduk.

 

166

[1989’da olan şey] Soğuk savaş bittiğinden beri neoliberalizm -kontrolsüz serbest piyasanın giderek çoğalan beş para etmez ürünlerinin insan mutluluğunun kaynağı olduğu fikri- yalnızca dinsel değil mutlakçı bir tona da büründü. Alternatiflerin peşine düşenler gizli Stalinist yahut yaşlı hippi gibi görülerek bir kenara fırlatıldılar. Margaret Thatcher’ın meşhur sözü -alternatif yok-, bugün bu doğru olamaz diye düşünenler tarafından bile kabul görüyor.

 

Dördüncü Bölüm: Niçin Büyüyelim?

 

172

“Hepimiz açık denizde terk edemeyeceğimiz gemimizi tamir etmeye mecbur olan, onu en iyi parçalarını kullanarak yeniden inşa etmesi gereken birer denizciyiz.” (Otto Neurath, Anti-Spengler)

 

174

... yaşlanmayı sönen ışık gibi tasvir eden resme duyacağımız öfke...

 

İnsanların çoğu yaş aldıkça daha mutlu oluyorlar. ... küresel düzlemdeki ortalama yaş [orta yaş] kırk altı fakat bu rakam ülkeden ülkeye epey değişiklik gösteriyor.

 

[Bir araştırma] Katılımcılar toplumsal ya da ekonomik statülerinden bağımsız olarak, yaş aldıkça hayatlarını daha mutlu biçimde sürdürdüklerini ifade ediyorlardı.

 

175

[yaş aldıkça hafızalarındaki olumsuz imgeleri azalttıkları teziyle bir araştırma:] Yaşlandıkça hipokampusun [beyin çıkıntısı] daha hoş deneyimleri seçerek geri kalanını bastırdığı öne sürüldü. ... yaşlı insanlar duygularını sağlıklı biçimde yönetmekte daha başarılıydılar. ... Yaş aldıkça daha mutlu oluruz çünkü daha küçük şeylerden mutlu olmayı öğreniriz.

 

176

Büyüdükçe daha güzel şeyleri keşfetmeye başlıyoruz.

 

177

Büyümek, yaşamınızın hiçbir evresinin en iyisi olmadığının farkına varmak ve erişilebilir sevinçlerin her anının tadını çıkarmaya karar vermektir.

 

179

Nasıl düşündüğümüzü anlarsak, daha iyi düşünmemiz mümkün hake gelir. ... Kant’ın amacı da aynıydı... ... Saf Aklın Eleştirisi’nde zihnin üç temel işlevi olduğunu söylüyordu. Duyusallık sayesinde uzam ve zamandaki hammaddeleri alır; anlama yetimizle bu verileri işleyerek cismani ve somut ve başkaca nitelikleri olan nesnelere dönüştürür; ve akıl yürütme aracılığıyla onlar üzerine düşünürdük. ... akıl, gerçekliğin salt bilgisiyle işlemez, tam da bu yüzden bir adım geri çekilir ve gerçekliğin neden şöyle değil de böyle olduğu sorusunu sorar.

 

180

Dünyadaki bazı şeylerden rahatsız olarak onları reddetmeniz, hayalperest ve çocuksu olmanızdan değil, bizatihi aklın ilk yasasından kaynaklanır. Yeter sebep ilkesi basitçe, dünyanın bir anlam ifade etmesi gerektiği talebidir.

 

Yargıda bulunmak, belirli vakalara belirli ilkeleri uygulama yeteneğidir ve Kant bunun, öğretilmesi mümkün olmayan, ancak pratikle edinilebilecek tuhaf bir kabiliyet olduğunu söyler. ... Yargı yetimiz olmadan da evrensel bir ilkeyi anlayabiliriz fakat onu belirli bir vakaya uygulamakta çuvallarız.

 

181

[Kant’ın Kategorik Emir’i: başkalarına bir araç olarak değil kendinde bir amaç olarak yaklaşmayı buyuran ahlak yasası.]

 

182

Kısacası düşünme sürecinde en önemli rolü yargı yetisi üstlenir zira hangi düşüncenin (idenin, kavramın, ilkenin) dünyanın hangi parçasına uygulanması gerektiğine karar veren yargı yetisidir. Bu yetimiz sayesinde teoriden pratiğe bir sıçrama gerçekleştiririz.

 

183

... Kant için toplumsallık, insanlığın esasıdır.

 

Kant, kendisinden önceki tüm filozoflara keskin bir eleştiri getirerek felsefenin imtiyazlı bir zümreye hitap eden bir meşgale olmadığına ... inanır. Çünkü felsefe, hepimizi ilgilendiren üç soruyla boğuşma girişimidir: Neyi bilebilirim? Ne yapabilirim? Ne umabilirim?

 

184

Yargı yetisi, yaş aldıkça gelişen yegâne yetidir. [De Beauvoir’e göre daha yaşlı olanlar gençlerin mahrum oldukları sentetik bakış becerisine sahiptirler.]

 

187

[Aydınlanma dönemi] ... dünya tarihinde ilk kez, tek tek insanların yaşamının değişime maruz kaldığı bir dönemdir. Aydınlanma öncesinde yaşamış olsaydınız, hayatınız büyük oranda babanızın babasının babası tarafından belirlenmiş olacaktı...

 

189

Hume, insanlıkla ilgili kasvet dolu görüşlerini neşeli bir zerafetle anlatmak gibi emsalsiz bir kabiliyete sahipti...

 

192

Yaşamımın hangi evreleri gerçekten bana ait? Şayet yaşamınızı kendi tercihlerinizle değil de, miras aldığınız şekilde sürdürdüyseniz kendiniz için ne kadar az düşündüğünüzü fark etmeniz bile mümkün değildir. … İnsanlar büyümeyi, büyümek yaşlanmak anlamına geldiği için reddetmiyorlar mı?

 

193

“Yaşlanmadan ölmeyi umut ediyorum.” … kadim bir duygudur bu. De Beauvoir Reşit Olmak’ta bu deyişin yazılı ilk versiyonunun MÖ 2500 yılında Mısır’da yaşamış olan filozof ve şair Plathotep’e ait olduğunu söyler.

 

Yaşlı bir insanın son günleri nasıl da zor ve acı dolu geçer! Gün geçtikçe daha da güçsüzleşir; gözlerinin feri gider, kulakları duymaz olur; kuvveti azalır; içinde huzur namına hiçbir şey kalmaz; dudakları sükûta erer, kelimeler ağzından çıkmaz olur. Zihninin kudreti eksilir ve dünü dahi anımsamaz hale gelir. Bütün kemikleri ağrır. Az bir zaman önce zevkle yaptığı şeyler artık ona acı verir; tat alma duyusu yok olur. Yaşlılık bir insanın başına gelebilecek talihsizliklerin en kötüsüdür.

 

Yaşlanmak, ölümden bile kötüdür. [De Beauvoir] … yaşlılığın bir sorun olarak algılanmasının arkasında, -tıpkı İkinci Cins’te kadınlığın erkekler tarafından kadınlara atfedilen bir statü olduğunu söylemesi gibi- yaşlılık statüsünün kazanılan değil, gençler tarafından atfedilen bir statü olmasının yattığını söyler. … İyi eğitimli, varlıklı ve yaratıcı insanlar seksenli yaşlarına kadar üretken ve dolu dolu bir hayat yaşarken, yaşlanmış bir işçinin dünyası adeta başına yıkılıyordur. [Fakat Neiman’ın bu anlatımları ve alıntıları daha önceki sayfalarda yaşlılıkla ilgili sözleri karşısında çelişkili bir durum yaratıyor.]

 

“Yaşlılık, medeniyetimizin tümüyle çuvallamış olduğunu açığa çıkarır. Yeniden yapılması gereken şey, bütün bir insanlıktır. …değiştirmemiz gereken, insanlar arasındaki bütün ilişkilerdir. …” [De Beauvoir]

 

197

18 ile 30 yaş arasındaki insanlara hayatlarının en güzel dönemini yaşadıklarını söyleyip duruyoruz, halbuki bu yıllar genellikle hayatlarının en zor zamanıdır. Hele hele yerleşik normların ve ekonomik istikrarın çözüldüğü bu dönemde daha da zorlaştı. … [Bir gence “Hayatının en güzel döneminin tadını çıkar” demek, aslında “Bundan böyle her şey daha da kötü olacak” demek…]

 

202

Gerçek bir soruna dair her felsefi yanıt, o sorunu nasıl görmezden geldiğimizi ortaya koyarak başlar.

 

“… öğrenmekten kaçındığınız şeyi zaten bildiğiniz fikrine göz yummayı getirir.” [Stanley Cavell]

 

Felsefe, çocukların sorduğu, yetişkinlerinse zaten cevaplandığını düşündükleri sorulara yanıtlar arar. “Felsefe tam da bu noktada yetişkinler için bir eğitim imkânıdır.” [Cavell]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

.

.

.