03 Ağustos 2015

Michel Foucault - Seçme Yazılar 3 (Büyük Kapatılma)

.
.
.




.
.

Seçme Yazılar 3. Büyük Kapatılma
Michel Foucault
(Çevirenler: Işık Ergüden, Ferda Keskin), 2005, Ayrıntı Yayınları, İstanbul



            Michel Foucault
            Sunuş: Büyük Kapatılma (Ferda Keskin)
            I. Deliliğin Tarihi’ne Önsöz, 1961
            II. Derrida’ya Cevap, Şubat 1972
            III. Gövdem, Bu Kağıt, Bu Ateş, 1972
            IV. Delilik ve Toplum, Aralık 1970
            V. Su ve Delilik, Ekim 1963
            VI. Delilik, Eser Yokluğu, Mayıs 1964
            VII. G.I.P. Manifestosu, Şubat 1971
            VIII. Büyük Kapatılma, Mart 1972
            IX. Sonuç Yerine, Mart 1973
            X. Hapishaneler ve Hapishane İsyanları, Haziran 1973
            XI. Dünya Büyük Bir Tımarhanedir, Haziran 1973
            XII. Cezaevine Kapatılma Hakkında, Ekim 1973
            XIII. İktidar Mekanizmasında Hapishaneler ve Tımarhaneler, Mart 1974
            XIV. Attica Hapishanesi Hakkında, Nisan 1972
            XV. Hakikat ve Hukuksal Biçimler, Haziran 1974
            XVI. Delilik, Bir İktidar Sorunu,  Kasım 1974
            XVII. Halk Adaleti Üzerine Maocularla Tartışma, Şubat 1972


Sunuş: Büyük Kapatılma (Ferda Keskin)

11
Eserlerinin çok büyük bir bölümünde Batı’nın yakın tarihi üzerinde yoğunlaşan Foucault’ya göre on yedinci yüzyıl Avrupası’nda çok önemli bir değişiklik meydana gelmiştir. Bu değişim sürecinin en önemli anı ise Foucault’nun Deliliğin Tarihi adlı ilk önemli eserinde “Büyük Kapatılma” olarak adlandırdığı olaydır. 1656 yılında Paris’te Hôpital général (genel hastane) adlı bir kurum kurulmuş ve birkaç ay gibi kısa bir süre içinde Paris nüfusunun azımsanmayacak bir bölümü (üç yüz bin nüfusun en az altı bini) bu kurumda gözetim altına alınmıştır. Ancak Foucault’ya göre Hôpital général’in işleyişi ya da amacı bakımından hiçbir tıbbi düşünce ya da amaçla ilişkisi yoktur. Tersine, bu kurum o dönemde Fransa’da örgütlenmekte olan monarşik ve burjuva düzenin önemli bir parçası, hatta makamıdır (Foucault, 1961, s. 58-60). Üstelik aynı yıllarda bütün Avrupa’da benzer gelişmeler meydana gelmiş, çeşitli ülkelerde nüfusun önemli bir kısmı sıkı resmi denetim altındaki kurumlarda kapatılmıştır. Kapatılanlar deliler, hastalar, fakirler, eşcinseller gibi farklı özellikler taşıyan kişilerin oluşturduğu karışık bir gruptur. Ancak yine de bu gruba ait olanların önemli bir ortak özelliği vardır: hepsi bedensel özürlü oldukları için ya da başka nedenlerle çalışamayan veya çalışmak istemeyen, sabit işi ve evi olmayan yersiz yurtsuz insanlardır.

12
"O dönemde, hiç ayrım yapmadan yaşlılar, sakatlar, çalışamayan veya çalışmak istemeyen kimseler, eşcinseller, akıl hastaları, müsrif babalar, hayırsız evlatlar kapatılıyordu; hepsi birden aynı yere kapatılıyordu." (Foucault, "Büyük Kapatılma", s.106).

Foucault'ya göre bu büyük kapatılma sürecinin arkasında doğrudan doğruya ekonomik ve siyasi bir neden vardır: Büyük bir ihtimalle İspanyol ekonomisinde meydana gelen bir kriz sonucunda bütün Batı dünyasını etkisi altına alan ve ücretlerin düşmesine, işsizliğe, para kıtlığına neden olan ekonomik bir kriz.

13
İsyanları bastırmak için bir ordu göndermek, insanları katletmek, yakıp yıkmak gibi eski yöntemler, aynı zamanda büyük toprak sahiplerinin vergi toplamasını da engelleyen genel bir ekonomik felakete yol açacak önlemler haline geldiğinde daha ekonomik ve etkili bir önlem ve cezalandırma tekniği olarak hapishaneye başvurulmuştur... On yedinci yüzyılda başlayan bu kapatma pratiğinde on sekizinci yüzyıl sonu ve on dokuzuncu yüzyıl başında, yani Fransız Devrimi döneminde önemli bir değişim daha meydana gelmiş ve kapatılanlar içinde ayrımlar yapılmaya başlanmıştır: "akıl hastaları tımarhaneye, gençler ıslahevlerine, suçlular hapishaneye."

14
Foucault’nun siyasi modernliğin eşiği olarak adlandırdığı ve on sekizinci yüzyıl sonu ile on dokuzuncu yüzyıl başına tekabül eden dönem aynı zamanda kapitalizmin ihtiyaç duyduğu emek gücünün kaynağı olan insan bedeni ve bu bedenin sahip olduğu üretim gücünün doğrudan doğruya ekonomik ve siyasi müdahalelerin nesnesi haline geldiği dönemdir. Ancak bu emek gücünün fiilen üretken hale getirilebilmesi için kullanılan eski tekniklerin (örneğin hapishane, ıslahevi, akıl hastanesi, askeri kışla gibi kurumların zorlayıcı yönetmeliklerini örnek alan büyük fabrikalar) aşırı pahalı ve etkisiz hale gelmesiyle birlikte yeni bir teknik gerekmiştir. Bu yeni teknik Foucault’ya göre kapitalist üretim biçiminin gerektirdiği disiplin ve uysallığın insanlar tarafından benimsenip içselleştirilmesine ve gönüllü olarak uygulanmasına dayanır. Böylece on sekizinci yüzyıl sonunda Avrupa’da ortaya Foucault’nun “disiplinci iktidar” adını verdiği yepyeni bir iktidar türü çıkmıştır. Bu iktidarın uysallaştırma ve verimli hale getirme yöntemi ise şiddet ve bedensel zorlamaya değil, insanlara belli öznellik biçimleri dayatmasına dayanır.

Bu yüzden kendi çalışmalarının genel bir değerlendirmesini yaparken Foucault, insanların Batı kültüründe özneye dönüştürülme biçimlerinin analizine verdiği önemi vurgular ve bu özneleştirme sürecinde etkili olmuş üç ayrı nesneleştirme kipini öne çıkarır: kendilerine bilim statüsü veren ve konuşan özne, emek üreten özne ile biyolojik anlamda yaşayan özneyi nesneleştiren araştırma kipleri; özneyi kendi içinde bölen ve başkalarından bölüp ayıran pratikler; ve son olarak insanın kendisini özneye dönüştürme biçimleri.

15
"Çalışmamın (Özne ve İktidar, s.58) ikinci bölümünde, öznenin "bölücü pratikler" diye adlandıracağım pratiklerde öznenin nesneleştirilmesini inceledim. Özne, ya kendi içinde bölünmüş ya da başkalarından bölünmüştür. bu süreç onu nesneleştirir. Bunun örnekleri deli ile akıllı, hasta ile sağlıklı, suçlular ile "iyi çocuklar"dır." Burada sözü edilen nesneleştirme sürecinin Foucault'nun genel olarak Batı kültüründe insanların özneye dönüştürülmesini tarif ederken kullandığı sorunsallaştırma kavramıyla örtüştüğünü söyleyebiliriz. Sorunsallaştırma, insanların belli varlık veya davranış biçimlerinin tarihin belirli anlarında sorun olarak kabul edilip bazı söylemsel pratikler ile söylemsel olmayan pratiklerin nesnesi haline getirilmesi ve Foucault'nun "hakikat oyunları" adını verdiği sistemlere dahil edilmesidir. ... İnsanların bu hakikatlere inanması, yani onlar üzerinden tanımlanmış deneyim biçimlerini kendilerine dair hakikatler olarak görmesi ise bu deneyimlerin öznesi olmayı kabullenmeleri anlamına gelir. Böylece insanlar öznesi haline geldikleri deneyimlerin içerimlediği bilimsel, ahlâki, hukuki, siyasi normlara göre hareket eder ve kendini sınırlar.

16
... söylemsel pratikler akıl hastalığı, hastalık ya da suç gibi varlık biçimleri üzerine nesnel anlamda doğru olma, yani hakikat iddiası taşıyan önermeler üreten psikiyatri, psikoloji, patoloji, psikopatoloji, pedagoji, kriminoloji gibi "bilimsel" araştırma alanları; söylemsel olmayan pratikler ise bu araştırma alanları için gereken ortamı sağlayan hastane, akıl hastanesi, hapishane, kışla, okul gibi tecrit kurumlarıdır.

... Klasik Çağda Deliliğin Tarihi, insanların delilik ya da benzeri kavramlar altında tanımlanan varlık veya davranış biçimlerinin on sekizinci yüzyılın sonundan itibaren bir yandan psikiyatri, psikoloji ve benzeri bilim alanlarına dönüşecek söylemsel pratiklerin, diğer yandan daha sonra akıl hastanesi adını alacak olan kurum çerçevesinde söylemsel olmayan pratiklerin nesnesi haline gelmesinin ve bu süreç sonunda deliliğin "akıl hastalığı" deneyimi olarak yeniden kurulmasının bir tarihidir. Deliliğin akıl hastalığı olarak yeniden kurulması aynı zamanda akıl ile akıl-olmayan arasında derin bir yarılmanın, deliliğin dışlanıp, kapatılıp, sessizliğe itilmesinin ve aklın akıl-olmayan üzerinde tek yanlı, "bilimsel" (psikiyatrik, psikolojik) doğruluklarla bezeli ve normatif bir monolog üretmesinin de işaretidir.

17
... Foucault Kliniğin Doğuşu'nda hastalığın delilikle aşağı yukarı aynı tarihsel dönemde nesneleştirilmesini ya da sorunsallaştırılmasını ve bu sorunsallaştırma sonucunda bir yandan bilimsel olarak sınıflandırılan anatomik-patolojik bir kimliğin, öte yandan hastane biçimini alan kurumun ortaya çıkışını gösterir. ... Suçlulara daha insanca bir cezanın uygulanacağı ve mahkûmların ıslah edileceği vaatleriyle kurulan hapishane sayısız reforma rağmen bir türlü beklenen işlevi yerine getirememiş; tersine neredeyse suçun kendisinin kurumsallaştığı, suçlu girenin suça eğilimli olmayı öğrendiği bir mekâna dönüşmüştür. Dolayısıyla Foucault'ya göre hapishanenin asıl işlevi suçluları ıslah etmek değil, suçu sorunsallaştırarak suça eğilimlilik adı verilen bir öznel deneyim kurmak ve "iyi çocuklar"ı bu yeni ve bilimsel olarak tanımlanmış deneyimin içerimlediği normlara göre koşullandırmaktır.

19
Kapitalizmin ihtiyaç duyduğu disiplin, hapishanede ve benzeri kapatma kurumlarında geliştirilen bu teknik ve prosedürlerin tüm toplumsal kurumlara yayılmasıyla mümkün olmuştur.

Kapitalizmin on dokuzuncu yüzyılda varmış olduğu noktanın ortya çıkardığı iktidar mekanizması; bu mekanizmanın kullandığı söylemsel pratikler ile söylemsel olmayan pratikler; yani insan bilimleri ve onların "insan"a dair ürettiği hakikatler ile bu hakikatlerin üretilmesi için oluşturulan kurumsal mekânlar ve prosedürler, deliliği akıl hastalığına, hastalığı patolojik vakaya, suçu suça eğilimliliğe dönüştürerek yepyeni deneyimler kurmuş ve Batı insanını bu deneyimlerin öznesi haline getirmiştir. [Laboratuvar]

Büyük kapatılmanın gerçekleştiği asıl mekân insan ruhudur...


I. Deliliğin Tarihi’ne Önsöz, 1961

23
Batı ratio'sunun evrenselliğinde, Doğu anlamına gelen o bölme vardır. Köken olarak düşünülen, geri dönüş özlemlerinin ve vaatlerinin kaynaklandığı Doğu; Batı'nın sömürgeleştirici aklına sunulmuş, ama hep sınır olarak kaldığından sonsuza dek erişilmez kalan Doğu: İçinde Batı'nın oluştuğu, ama bu arada bir bölme çizgisi de çizdiği başlangıç gecesi olarak Doğu, Batı olmayan her şeydir; ama Batı ilk hakikatini yine de Doğu'da arar.

... Doğu, batı olmayan her şeydir; ama Batı ilk hakikatini yine de Doğu'da arar.

24
... delilik nedir peki? Hiç kuşkusuz eser yokluğundan başka bir şey değil.

25
Her tür aşağılayıcılıktan kaçınılarak sorgulanması gereken şey bu "eksik" olmalıdır. bir şey vardır ki ilk dile getirilişinden bu yana zaman tarafından hep susturulmuş ve sonra da yalnızca boşluk, boşunalık, hiçlik biçiminde anlaşılmıştır. Tarih ancak bir tarih yokluğu arka planında, sessizliğin görev ve hakikat olarak yolunu gözlediği o büyük mırıltılar mekânında mümkündür: "Sen olan bu şatoya ıssızlık, bu sese gece, yüzüne yokluk diyeceğim".

Batılı insanın kendi zamanına ve mekânına ilişkin algısı bir ret yapısı gösterir, bu yapıdan hareketle söz bir dil olmadığı için, edim bir eser olmadığı için, figür de tarihte yer almaya hakkı olmadığı için reddedilir. Bu yapı anlamlı ile anlamsız olanı, daha doğrusu bunların birbirine bağlandığı tekabüliyeti kurar; delilik üzerine geliştirilen rasyonel bilgi deliliği bastırsa ve ona patolojik araz statüsü vererek elini kolunu bağlasa da kültürümüzde delilik olmadan akıl olamayacağı olgusunu yalnızca bu yapı açıklayabilir.

Dolayısıyla deliliğin tarihini yapmak, yabanıl hali artık olduğu biçimiyle hiçbir zaman yeniden kurulamayacak olan bir deliliği esir tutan tarihsel bütünün -nosyonlar, kurumlar, hukuki ve polisiye önlemler, bilimsel kavramların- yapısal bir incelemesini yapmak anlamına gelir.

27
Willis'den Pinel'e, Orestes'in öfkesinden Sourd'un evine ve Juliette'e kadar Klasik Çağ, delilik ile akıl arasındaki alışverişin dilini değiştirdiği ve bunu radikal bir biçimde yaptığı o dönemi kapsar tam olarak. Deliliğin tarihinde iki olay benzersiz bir netlikte bu değişime işaret eder: 1657'de Genel Hastane'nin kurulması ve fakirlerin "büyük kapatılması"; 1794'te Bicétre'de zincire vurulmuş olanların salıverilmesi.

28
Ancak bu deneyimlerin birinden diğerine geçiş, dilsiz kurum, yorumsuz edim, aracısız bilgi olarak sabit büyük bir yapıyı ele veren sessiz bir saydamlıkta, ne imgesi ne de pozitivitesi olan bir dünyada gerçekleşir.


II. Derrida’ya Cevap, Şubat 1972

32
[Derrida üç postulatı kabul eder:] 1) Önce, her bilginin, daha geniş olarak her rasyonel söylemin, felsefeyle temel bir ilişki taşıdığını ve bu rasyonalitenin veya bu bilginin bu ilişkiyle temellendiğini varsayar. Bir söylemin örtük felsefesini ortaya çıkarmak, çelişkilerini, sınırlarını veya safdilliğini dile getirmek, a fortiori ve en kısa yoldan orada söylenmiş olan şeyin eleştirisini yapmaktır.

2) Tüm söylemlerin "yasa"sını bütüynüyle elinde tutan bu felsefe karşısında Derrida, benzersiz "hatalar" işlendiğini varsayar: Üstelik maddi olarak gösterilebilir yanlışlara sürükleyen mantık veya akıl yürütme hataları değil; daha ziyade, Hıristiyan günahı ile Freudcu lapsus karması [Lapsus: unutkanlığa ve dikkatsizliğe bağlı dil sürçmesi... nedenleri genelde bilinçaltında gizlidir Freud'a göre. O an söylemek istediğimiz, aklımızdan geçirdiğimiz veya konuyla alakası olmayan ama anılarımızda konu aracılığıyla yer edinmiş bir fikir, nesne veya isim bu olaya neden olabilir.] gibi olan hatalar.

33
3) Derrida'nın üçüncü postulatı, felsefenin her olayın ötesinde ve dışında olduğudur. Felsefeye hiçbir şey olmamakla kalmaz, aynı zamanda, olabilecek her şey de felsefe tarafından önceden görülmüş veya içerilmiştir.

Bu üç postulat kayda değer ve fazlasıyla önemlidir: Fransa'da felsefe öğretiminin temel çatısını oluştururlar. Bu postulatlar adına kendi metinlerinin sonsuz bir yorumu içinde ve hiçbir dışsallıkla ilişkiye girmeden, her bilginin (bu bilginin içerik ve biçimlerinin analizini yapmadan) evrensel eleştirisi olarak (birinci postulat); ancak kendi ışığına gözünü açma ahlâki buyruğu olarak (ikinci postulat); kendinin sürekli yinelenmesi olarak (üçüncü postulat) sunar.

34
Fakat yeniden tartışılması gereken belki de bu postulatlardır.

... Deliliğin Tarihi'nde ve başka yerlerde göstermeye çalıştığım şey, söylem biçimlerini, kavramları, kurumları, pratikleri kendi aralarında birbirine bağlayan sistematikliğin ne unutulmuş, örtülmüş, kendinden sapmış radikal bir düşünce ne de Freudcu bir bilinçdışı türünden olduğu; fakat bilginin, kendi özgün biçimleri ve kuralları olan bir bilinçdışına sahip olduğudur.

36
Metnin adını akılda tutmak gerekir: Meditasyonlar. Bu, konuşan öznenin yer değiştirmeye, kendini değiştirmeye, inançlarını değiştirmeye, kendi kesinlikleri içinde ilerlemeye, riskler almaya, girişimlerde bulunmaya devam ettiği anlamına gelir.

40
... "burada", "şimdi", "bu kâğıt", "ateşin yanındayım", "elimi uzatıyorum" ... Descartes, bu paragrafta, "bu yerde, giyinik, ateşin yanında" olduğunun düşünü görmekten başka örnek verememektedir. ... kâğıt üzerine açtığı gözleri, uzattığı bu el, salladığı bu baş düş imgelerinden başka bir şey değilmiş gibi yapacaktır. Aynı sahne üç paragraf boyunca tekrar tekrar verilir: Oturuyorum, bir kâğıda bakıyorum, ateş yanda, elimi uzatıyorum.

41
Descartes, düşün büyük gücünü kabul ederek, meditasyonda bulunmakta ve konuşmakta olan öznenin fiili durumunu tam olarak tekrarlayan örnekten başka örnekler veremez; ve bunu, yapmacık düş deneyiminin "burada" ve "şimdi" noktalarına kesin olarak yerleşebileceği biçimde yapar. Buna karşılık, deliler kendilerini kral sanan, altından giysiler taşıdığına inanan veya sırça bir gövdeleri olduğunu veya testi olduklarını hayal edenler olarak nitelenmiştir. Düşten daha az çılgın veya daha çok çılgın olsun, fark etmez, Descartes'ın örnek olarak seçtiği delilik imgeleri, düşünkinden farklı olarak, konuşmakta olan öznenin bizzat belirttiği fiiliyat sistemiyle uyumlu değildir. Deli başka yerdedir, bir başka andadır, bir başka beden ve başka elbiselerle. O, bir başka sahnededir.

46
Deli olduğunu gerçekten varsaymanın reddedilmesi. ... deliliğin dışlanması, sistemin içinden, fark edilemez.


III. Gövdem, Bu Kağıt, Bu Ateş, 1972

56
Gerçekten de kendimi, kendisini bir kral sanan bir deli olarak görmeyi denemem asla söz konusu değildir. ... Delilikte fark sınanmak istemez: yalnızca saptanır.

66
Deliliğin tüm hakikat arayışlarında diskalifiye edici olarak konması, zorunlu kuşkuyu gerçekleştirmek için delilik örneğine başvurmanın "makul" olmaması, bir an için bile olsa deliymiş gibi yapılamaması... İşte Descartes'ın, deliliği şu ya da bu biçimde hakikatin taşıyıcısı ya da ortaya çıkarıcısı olarak görenlerden ayrıldığı belirleyici nokta buradadır.

70
İlginç bir biçimde, Derrida Descartes'ın yazısının ardında bu diğer itiraz eden ve safdil sesi hayal ederek metnin bütün farklılıklarını iptal etti; veya daha doğrusu, bütün bu farklılıkları silerek, delilik sınaması ile düş sınamasını birbirine çok yaklaştırarak, birincisini diğerinin soluk ve eksik taslağı yaparak, birincinin yetersizliğini ikincinin evrenselliğinde ortadan kaldırarak Derrida, kartezyen dışlamayı sürdürüyordu.

74
En azından bir konuda tamamen hemfikirim: Klasik yorumcular, Derrida'dan önce ve onun gibi, Descartes'ın bu bölümünü dikkatsizlik sonucu silmiş değillerdir. Bu sistem sonucu olmuştur. günümüzde en kararlı temsilcisi Derrida olan sistem: Söylemsel pratiklerin metinsel izlere indirgenmesi; bir okuma için sadece işaretleri kalsın diye metinde meydana gelen olayların düşmesi; öznenin söylemlerde içerimleme kipliklerini analiz etmemek için metinlerin ardındaki seslerin icadı; söylemsel pratikleri gerçekleştikleri dönüşüm alanında yerinden etmemek için kökensel olanın metinde söylenmiş ve söylenmemiş olarak tahsis edilmesi.

Bunun bir metafizik, metafiziğin kendisi ya da metafiziğin söylemsel pratiklerin bu metinselleştirilmesinde gizlenen kapanışı olduğunu söylemiyorum. Çok daha öteye gidiyorum: Bunun, çok daha görünür biçimde tezahür eden, tarihsel olarak çok belirli küçük bir pedagoji olduğunu söylüyorum. Metnin dışında hiçbir şey olmadığını; fakat metnin içinde, satır aralarında, boşluklarında ve söylemediklerinde kökenin yerinin hüküm sürdüğünü; dolayısıyla, "varlığın anlamını" buradan başka yerde aramaya gitmek gerekmediğini, bu anlamın kesin kelimelerde değil, karalama gibi kelimelerde, onların şifre anahtarlarında söylendiğini öğrenciye öğreten pedagoji. Tersine, metni sonsuza dek yeniden söylemeyi sağlayan bu sınırsız hükümranlığı ustaların sesine veren pedagoji.


IV. Delilik ve Toplum, Aralık 1970

77
Kabaca, insan faaliyetlerinin alanı şu dört kategoriye bölünebilir:
  - çalışma veya ekonomik üretim;
  - cinsellik, aile, yani toplumun yeniden üretimi;
  - dil, söz;
  - oyunlar ve bayramlar gibi oyunsal faaliyetler.
Oysa, bütün toplumlarda, diğerlerinden farklı davranışları olan, bu dört alanda ortak olarak tanımlanmış kurallara uymayan kişiler, kısacası, marjinal bireyler diye adlandırılanlar vardır.

78
... fakat aynı kişinin bütün alanlardan dışlandığı da olur: Delidir bu.

79
Tarihçilerin geleneksel bakış açılarına göre on sekizinci yüzyılın sonunda, yani 1793 yılında Fransa'da Pinel delileri zincirlerinden kurtardı ve yaklaşık olarak aynı dönemde, bir kuaker (bir Hıristiyan mezhebi) olan Tuke bir psikiyatri hastanesi kurdu. Delilere o zaman kadar suçlu gibi davranıldığı ve Pinel'le Tuke'un onları ilk kez hasta olarak niteledikleri kabul edilir. Fakat, bu bakış açısının yanlış olduğunu söylemek zorundayım. İlk olarak, Fransız Devrimi'nden önce delilerin suçlu olarak kabul edildikleri doğru değildir. İkinci olarak, delilerin önceki konumlarından kurtarıldıklarını düşünmek bir önyargıdır.

[on yedinci yüzyıldan on dokuzuncu yüzyıla kadar bir delinin kapatılmasını isteme hakkı aileye aitti]. ... on dokuzuncu yüzyıldan itibaren, ailenin bu önceliği adım adım kayboldu ve hekimlere bırakıldı.

80
... on dokuzuncu yüzyıla kadar, edebiyat toplumun ahlâkını desteklemek veya insanları eğlendirmek için güçlü bir şekilde kurumlaşmıştı. Oysa günümüzde edebiyat dili tüm bunlardan tamamen kurtulmuştur ve tamamen anarşik bir hal almıştır. Yani, edebiyat ile delilik arasında ilginç bir yakınlık vardır. Edebi dil gündelik dilin kurallarının zorlaması altında değildir.  Örneğin, anlatan nasıl düşündüğü ve hissettiği şeye her zaman sadık kalmak zorunda değilse, edebiyat da sürekli olarak hakikati söylemeyi dayatan katı kurala tabi değildir. Kısacası, siyasetin veya bilimin kelimelerinden farklı olarak edebiyatınkiler, gündelik dil karşısında marjinal bir konum işgal eder.

81
Avrupa edebiyatına gelince, edebi dil şu üç evre boyunca özellikle marjinalleşmiştir.
1) On altıncı yüzyılda, ortaçağda olduğundan çok daha marjinalleşti: Destanlar ve şövalye romanları toplum karşısında yıkıcı ve karşı çıkıcıydı. Erasmus'un Deliliğe Övgü'sü, Tasse'ın eseri veya Elizabeth dönemi tiyatrosu buna örnektir. Fransa'da, bir delilik edebiyatı bile ortaya çıkmıştır. Bouillon dükü masrafları üstlenerek bir delinin metnini bile bastırmıştı ve Fransızlar bu metni okumaktan memnun oluyorlardı.

2) İkinci dönem... Hölderlin, Blake şiirleri ve Raymond Roussel'in eseri... Antonin Artaud şizofrendi. ... Ayrıca, edebiyatta yeni alanlar yaratmak için deliliği taklit etmek veya fiilen deli olmak gerektiğini onaylamak için Nietzsche'yi ve Baudelaire'i düşünmek yeter.

3) Günümüzde, edebiyatla delilik arasındaki ilişkiye insanlar daha fazla dikkat ediyorlar. Sonunda, delilik ve edebiyat gündelik dil karşısında marjinaldir ve genel edebi üretimin sırrını delilik modelinde ararlar.

82
Kesinlikle yapısalcı değilim. Yapısalcılık bir analiz kipliğinden başka bir şey değildir. Örneğin Delinin içinde bulunduğu koşullar ortaçağdan günümüze nasıl değişti? Bu değişim için gerekli koşullar nelerdi? Yalnızca tüm bunları analiz etmek için yapısalcı yönteme başvuruyorum.

Ortaçağda ve Rönesans'ta, delilerin toplumun bağrında varolmalarına izin verilmişti. Köyün delisi olarak adlandırılan kimse evlenmiyordu, oyunlara katılmıyordu, başkaları tarafından besleniyor ve desteklenmiyordu. Şehirden şehire dolaşıyordu, kimi zaman orduya katılıyordu, seyyar satıcılık yapıyordu; ama, çok kudurmuş ve tehlikeli olduğunda ötekiler şehrin dışında küçük bir ev inşa ediyor ve onu geçici olarak oraya kapatıyorlardı. Arap toplumu deliler karşısında her zaman hoşgörülüydü.

83
Pinel'in 1793 yılında delileri salıverdiği söylenir, fakat onun özgür bıraktığı sadece sakatlar, yaşlılar, aylaklar, fahişelerdir; delileri kurumlarda bırakmıştır. Bu olay bu dönemde meydana gelmişse, bunun nedeni on dokuzuncu yüzyıl başından itibaren sanayi gelişme hızının artması ve kapitalizmin temel ilkesi olarak proleter işsizler sürüsünün yedek işgücü ordusu olarak kabul edilmesidir. Bu nedenle, çalışabilecek durumdayken çalışmayanlar kurumlardan çıktılar. Ama burada da ikinci bir ayıklama süreci işledi: Çalışmak istemeyenler değil; çalışma yeteneği olmayanlar, yani deliler, kurumlarda bırakıldılar ve hastalıkları karakterle ilgili veya psikolojik nedenler taşıyan hastalar olarak kabul edildiler.

Böylece, o zamana kadar bir kapatma kurumu olan şey bir akıl hastanesi, tedavi organizması haline geldi. Bunu, 1) Fiziksel nedenlerle çalışma yeteneği olmayanları kapatmak amacıyla; 2) Bedensel olmayan nedenlerle çalışamayanları kapatmak amacıyla; hastanelerin yerleşmesi izledi. Bundan böyle, zihinsel hastalıklar tıbbın nesnesi haline geldi ve psikiyatri denen toplumsal bir kategori doğdu.

84
... bana öyle geliyor ki, özünde, delinin statüsü ilkel toplumlarla ileri toplumlar arasında hiç değişmez. Bu durum, bizim toplumlarımızın ilkelliğini gösterir.


V. Su ve Delilik, Ekim 1963

85
Batı imgeleminde akıl uzun süre karaya ait kalmıştır. Ada veya kıta, bu kara, suyu yoğun bir inatçılıkla reddeder: Ona sadece kumunu bahşeder. Akıl-dışı ise, en eski zamanlardan beri ve oldukça yakın bir tarihe kadar sulara aitti. Daha doğrusu okyanusa: sonsuz, belirsiz uzam; hareketli, anında silinen, artlarında ince bir iz ve bir köpük bırakan figürler; fırtınalar ya da tekdüze hava, gidecek yeri olmayan yollar.

86
Delilik, kayalık aklın sıvı ve akıcı dışarısıdır.

Uygulamada, banyolar ve duşlar on dokuzuncu yüzyıl tımarhane hekimliği tarafından düzenli olarak kullanıldı. Ama, Pinel döneminde değişmiş olan şey protokoldür: hem edimin ritüelleştirilmesi hem de edimi düzenleyen rejim. Su artık yatıştırıcı banyo, kireçlenmiş bir toprak üzerine nihayet düşen taze yağmur değildir: Sürprizdir; nefes kesen ve insanın elinden bütün direnme gücünü alan şeydir. Duş ansızın yaptırılır veya aniden sıcak suyun yerine soğuk su verilir; hastanın birdenbire suya batan bir düz satha yerleştirildiği de olur. Hasta, gömlekli, bağlıdır; başının üzerinde (elde edilmek istenen şiddete göre) değişen bir mesafede çapı beş santimetreye kadar çıkabilen bir musluk vardır. Çünkü soğuk, fizyolojik bir serinletmenin etkin faili değil; kuruntuları yerle bir eden, gururu kıran, cinnetleri gündelik gerçekliklere indirgeyen saldırganlıktır.

87
Kısacası [su], cehennem ateşinin benzeri olan tımarhanedeki yargı merciini temsil eder. Ama bu yargının bir eşi yoktur; itiraf ettirmekten başka niyeti yoktur: delirmiş kişinin söylediği şeyin yanılsama, yanlış inanç, gerçekliğe uymayan imgeler -katıksız ve basit çılgınlık- olduğunu fark etmesi için duş uygulanır. Deli, deli olduğunu kabul etmelidir...

89
On dokuzuncu yüzyılın ortasında delilik suyla akrabalığını kaybetti ve dumanla yakınlaşmaya başladı. Hastalığın küçük ve yapay modeli olarak sarhoşluğun yerine geçen uyuşturucunun (özellikle afyonun) önemi; sanrı sendromunun ön plana geçişi (kısmi-algı yanlış inançtan daha fazla kaygılandırır); bulutlu, yarı saydam, tutarsız, ama inatçı, gerçek dünyayı bulandırmak için onun üstüne binen bir başka dünya olarak kabul edilen delilik...


VI. Delilik, Eser Yokluğu, Mayıs 1964

91
[Batı kültürü] Niçin on dokuzuncu yüzyıldan beri, aynı zamanda da klasik çağdan beri açıkça deliliğin insanın çıplak hakikati olduğunu söyledi, ama yine de onu adeta hiçliğe indirgendiği yansız ve soluk bir mekâna yerleştirdi?

92
... beş asır yaşında olan biz Batılılar...

94
Her şeyi yapmasına izin verilmiş tek bir kültür yoktur dünyada. Ve uzun zamandır bilinmektedir ki insan özgürlükle değil, sınırla ve aşılamayan çizgiyle başlar. Yasak edimlerin itaat ettikleri sistemleri biliyoruz; her kültür için ensest yasaklarının düzeni ayırt edilebildi. Fakat dil yasaklarının düzenlenişi henüz yeterince bilinememektedir.

[dil yasakları, yasak söz nasıl incelenebilir?] Dilin bugün kabul ettiği bölmeler kullanılabilir mi? Ve, önce, yasağın ve imkânsızın sınırında (1), dilbilimsel kodla ilgili yasakları tanımak (çok açık olarak, dil hataları diye adlandırılan şey); sonra, kodun içinde ve var olan kelimeler ile ifadeler arasında bir telafuz yasağına uğramış olanları (bütün bir dinsel, cinsel, büyülü küfür kelimeleri dizisi) kabul etmek; ardından (2), kodun müsaade ettiği, söz ediminde izin verilmiş, ama anlamı, söz konusu kültür için, verili bir anda hoşgörülemeyen ifadeleri kabul etmek: burada metaforik dolambaç mümkün değildir, çünkü sansürün nesnesi olan anlamın ta kendisidir. Nihayet, dışlanmış dördüncü bir dil biçimi vardır: kabul edilmiş koda görünüşte uygun bir sözü, anahtarı bu sözün içinde verili olan bir başka koda tabi kılmak; öyle ki, bu söz kendi içinde ikiye katlanır: Söz söylediği şeyi söyler, ama dilin söylediği şeyi ve bunu söyleyiş yasasını sessizce sözceleyen dilsiz bir artık ekler. Burada şifreli bir dil değil, yapısal olarak ezoterik bir dil söz konusudur. Yani, yasak bir anlamı, gizleyerek, iletmez; daha baştan temel bir söz kıvrımı içine yerleştirir.

95
Çok muhtemeldir ki, hangisi olursa olsun her kültür, yasak sözün bu dört biçimini uygular ve hoşgörür (belli ölçüde); ama aynı zamanda bastırır ve dışlar. [Söz Sanatları]

Delilik, yasak edimlerle yalnızca ahlâki bir yakınlık taşır (esas olarak cinsel yasaklara bağlı kalır), fakat dil yasakları evrenine sokulmuştur... [dinsizlik, sapkınlık, kutsallığa küfür, büyücülük, simya] -kısacası, akıldışının konuşulan ve yasaklanan dünyasını niteleyen her şeyi; delilik, dışlanan dildir-

96
Pinel'in reformu, deliliğin yasak söz olarak bu bastırılışının değiştirilmesinden çok gözle görülür tamamlanışıdır.

Bu değişim, gerçek anlamda, ancak Freud'la birlikte delilik deneyimi biraz önce sözünü ettiğimiz dil yasağının son biçimine doğru yer değiştirdiğinde meydana gelmiştir. O zaman, dil hatası, bağıra bağıra söylenen küfür ve hoşgörülmeyecek anlam (ve bu anlamda, psikanaliz Freud'un bizzat tanımladığı yasakların büyük kalkışıdır) olmayı bırakmış; söylediği şeyin altında başka şey söyleyen, bu başka şeyin tek kodu yine kendisi olan ve kendi kendisi üzerine kapanan bir söz olarak ortaya çıkmıştır: kendi dilini, sonuçta bu içerimlemeden başka bir şey söylemeyen bir sözün içinde tuttuğu için ezoterik (içrek, dışa kapalı tutulan; kamuya açık olmayan, herkesin anlaması için yazılmamış yalnızca bir kurum ya da bir okulda, bir mezhepte veya belli bir alanda oldukça ileri bir düzeye ulaşmış kişiler için saklanmış, yalnızca onlar tarafından anlaşılabilir olan gizli inanç ya da ideoloji ya da öğretiler için kullanılan terim) bir dil de denebilir buna.

97
Mallarmé'den önce yazmak, kendi sözünü verili bir dil içinde oluşturmaktan ibaretti, öyle ki dil eseri, tüm diğer dillerle aynı doğadandı, Retorik, Özne ve İmgelerin (ve hiç kuşkusuz çok görkemliydi bunlar) izini taşıyordu. On dokuzuncu yüzyılın sonunda (psikanalizin keşfedildiği dönemde veya az kala), edebiyat deşifre etme ilkesini kendine kaydeden bir söz haline gelmişti...

99
patolojik   fizyolojik olmayan, normal dışı seyir gösteren; anormal, tıbbi ilgi gerektiren.

Delilik, hiç kuşku yok ki, giderek daha iyi denetlenen teknik bir mekâna dahil olacaktır: hastanelerde farmakoloji (ilaç bilim) sinir hastalarının koğuşlarını çoktan büyük, ılık akvaryumlara dönüştürdü.


VII. G.I.P. Manifestosu, Şubat 1971

101
Soruşturmacılar soruşturma yapılanlardır. Hapishaneler Üzerine Haberleşme Grubu (G.I.P.) böylece doğdu. ... G.I.S. (Sağlık Haberleşme Grubu); G.I.A. (Akıl Hastaneleri Üzerine Haberleşme Grubu); G.I.S.T.I. (Göçmen İşçiler Haberleşme ve Dayanışma Grubu).
"Hiçbirimiz hapishaneye girmeyeceğimizden emin değiliz. Bu gün her zamankinden de az eminiz. Gündelik yaşamımız üzerinde polisin sıkı denetimi artıyor: sokakta ve yollarda; yabancıların ve gençlerin etrafında; düşünce suçu yeniden ortaya çıktı; uyuşturucu karşıtı önlemler keyfiliği arttırdı. 'Gözaltı' koşullarında yaşıyoruz".

"Hiçbirimiz hapishaneye girmeyeceğimizden emin değiliz. Bugün her zamankinden de az eminiz. gündelik yaşamımız üzerinde polisin sıkı denetimi artıyor: Sokakta ve yollarda; yabancıların ve gençlerin etrafında; düşünce suçu yeniden ortaya çıktı; uyuşturucu-karşıtı önlemler keyfiliği arttırdı. 'Gözaltı' koşullarında yaşıyoruz. Adalet aşıldı deniyor bize. Farkındayız. Peki ama ya aşan polisse? Bize deniyor ki, hapishaneler aşırı kalabalık. Peki ama ya aşırı-hapsedilmiş olan halksa?

102
Hapishaneler üzerine pek az bilgi yayımlanıyor; bizim toplumsal sistemimizin gizli bölgelerinden biri hapishane, yaşamımızın kara hanelerinden biri. Bilme hakkımız var, bilmek istiyoruz. Bu nedenle yargıçlarla, avukatlarla, gazetecilerle, doktorlarla, psikologlarla birlikte Hapishaneler Üzerine Haberleşme Grubu kurduk.

Hapishanenin ne olduğunu göstermeyi tasarlıyoruz: Hapishaneye kim girer, nasıl ve niçin girer, hapishanede neler olur, mahkûmların ve de gözetim personelinin yaşamı nasıldır, binalar, beslenme, sağlık nasıldır, iç tüzük, tıbbi kontrol, atölyeler nasıl işler; hapishaneden nasıl çıkılır ve bizim toplumlarımızda hapishaneden çıkmış biri olmak nasıl bir şeydir.


VIII. Büyük Kapatılma, Mart 1972

103
Önce, ben yapısalcı değilim, yapısalcı olduğumu hiçbir zaman söylemedim, hatta yapısalcı olmadığım gerçeği üzerinde sık sık durdum ve bunu birçok kez hatırlattım. Hiçbir şey, yayımladığım şeyler içinde kesinlikle hiçbir şey, hiç, ne yöntemlerimde ne de herhangi bir kavramımda, uzaktan da olsa yapısalcılığı hatırlatır.

104
Batı'da hiç yapılmamış en altüst edici tablolardan birinin Frans Hals'un Naipler tablosu olduğuna inanıyorum, üzerine Claudel'in çok güzel şeyler söylediği olağanüstü bir resim.

105
"-Ortaçağ'da hücreler ve hapishaneler çoktan vardı."

Fakat oraya insanlar, yargılanıncaya kadar, fidye ödeyinceye kadar veya infaz edilinceye kadar kapatılıyorlardı.

106
... günümüzde, henüz çok iyi anlayamadığım nedenlerle genel, ayrımsız bir tür kapatmaya geri dönülüyor. Nazi toplama kampları bu yeni kapatılmanın kanlı, şiddetli, insanlık dışı biçimini gösterdiler: Yahudiler, eşcinseller, komünistler, serseriler, Çingeneler, siyasi ajitatörler, işçiler, hepsi aynı kampta. Ve günümüzde, aynı şeyin daha gizli, daha örtülü bir biçimde, görünüşte bilimsel bir tarzda oluştuğu görülmekte. [psikiyatri tımarhaneleri, sosyal danışmanlardan, eğitimcilerden, doktor görünümünde olanlardan], ... sonuçta polis olan insanlar tarafından yönetilen; çok insancıl, çok tıbbi, çok bilimsel gibi görünen tüm o kurumlar, koruyucu merkezler, tehlikedeki gençler için yurtlar: görünürde çok farklı bu geniş meslek yelpazesi içinde bunları birbirine bağlayan ortak bir işlev saptanır, zindancının işlevi.

109
"- 1966'daki bir röportajda şöyle diyordunuz:..."
O zamandan bu yana birçok şey kökten değişti.

112
goşist   aşırı solcu

113
"- 1966'da şöyle dediniz: ..."
Dönüp dolaşıp eskiden söylediğim şeylere gelmeyin! Onları dile getirdiğimde çoktan unutulmuşlardır. Unutmak için düşünüyorum. Geçmişte söylediğim her şey kesinlikle önemsizdir. Bir şey, kafada güçlü şekilde tüketildiğinde yazılır; düşünce cılızlaşır, o zaman yazılır. Yazdığım şey beni ilgilendirmez. Beni ilgilendiren şey yazabileceğim ve yapabileceğim şeydir.

114
Bir filozofun çalışmaları hakkındaki fikrim mi? Fikrim filozofların çalışmadığıdır! Filozofu niteleyen şey gerçeklikten uzaklaşmasıdır. Ona yaklaşamaz.
"- Felsefeyi ve belki de filozofları yıkmak çok zaman alır!"
Felsefe çoktan yıkıldı. İnsanların entitenin [entity, gerçek ve ayrı bir "varoluş"a işaret eder. Belirli oluş ya da varlık. Lat. entitas, kendilik] bütünselliğinden, "yazı"dan, "gösterenin maddiliği"nden ve benzeri diğer şeylerden söz ettikleri küçük, belirsiz bir üniversite bilim dalından başka bir şey değil.

115
Sorun model hapishane veya hapishanelerin ortadan kalkması değil. Günümüzde, bizim sistemimizde, marjinalleşme hapishane tarafından gerçekleştiriliyor. Bu marjinalleşme, hapishaneyi ortadan kaldırmakla otomatik olarak yok olmayacaktır. Bu durumda toplum, bir başka araç oluşturuverirdi. Sorun şudur: Günümüz toplumunun nüfusun bir bölümünü dışarıya itiş sürecini açıklayan bir sistem eleştirisi sunmak. işte sorun.


IX. Sonuç Yerine, Mart 1973

118
"Sen bir deliydin, dolayısıyla, ömrünün sonuna kadar, deli olmuş biri olarak kalacaksın". Akıl hastalığı düzeninde semptom doğrulanmaz, damgalar.


X. Hapishaneler ve Hapishane İsyanları, Haziran 1973

123
... kesinlikle içler acısı maddi koşullar; ceza evinde en utanmaz sömürü ve kölelik düzeyindeki çalışma; tıbbi bakım yokluğu; gardiyanların dayak ve şiddeti; tek yargıcı hapishane müdürü olan ve mahkûmları ilave cezalara çarptıran keyfi bir mahkemenin varlığı.

125
Hak ettiğimiz ceza sisteminde yaşıyoruz. Marksist olduğu söylenen, biraz basit ve tüm bunları üstyapıya bağlamaktan ibaret bir analiz var. Üstyapı düzeyinde her zaman düzenlemeler ve değişiklikler hayal edilebilir. Ama, aslında, ceza sisteminin üstyapıya dahil olduğunu sanmıyorum. Gerçekte bu bireylerin yaşamına derinlemesine nüfuz eden ve üretim aygıtıyla ilişkilerini ilgilendiren bir iktidar sistemidir.

126
Disiplinleriyle hastaneler, tımarhaneler, öksüzler yurdu, okullar, eğitim evleri, fabrikalar, atölyeler ve nihayet hapishaneler; bütün bunlar on dokuzuncu yüzyılın başında yerleştirilmiş ve hiç kuşkusuz sanayi toplumunun ya da kapitalist toplumun işleyiş koşullarından biri olmuş olan iktidarın bir tür büyük toplumsal biçiminin parçasıdır. İnsanın vücudunu, varlığını ve zamanını işgücüne dönüştürmesi ve onu kapitalizmin işletmek istediği üretim aygıtının hizmetine sokması için bütün bir zorlama aygıtı gerekli oldu; ve bana öyle geliyor ki, insanı kreş ve okuldan alıp kışladan geçirerek, hapishane veya akıl hastanesiyle tehdit ederek -"ya fabrikaya gidersin, ya da hapishaneye veya tımarhaneye düşersin!"- sonunda düşkünler evine götüren bütün bu zorlamalar aynı iktidar sisteminden kaynaklanıyor. Diğer alanların çoğunluğunda bu kurumlar esnekleşmiş ama işlevleri aynı kalmıştır. Günümüzde insanlar artık sefalet tarafından değil, tüketim tarafından kuşatılmıştır. On dokuzuncu yüzyılda olduğu gibi, başka bir biçimde de olsa, insanlar kendilerini gün boyu çalışmaya, fazla mesai yapmaya, işe bağlı kalmaya zorlayan (bir ev, mobilya... satın almışlarsa) bir borç sistemi içine sürekli kapatılmışlardır. Televizyon imajlarını tüketim nesneleri olarak sunar ve on dokuzuncu yüzyılda insanların yapmalarından onca korkulmuş olan şeyi yapmalarını engeller, yani siyasi toplantıların yapıldığı, işçi sınıfının kısmi, yerel, bölgesel gruplaşmalarının siyasi bir hareket yaratma tehlikesi, belki de bütün bu sistemi devirme imkânı taşıdığı bistrolara gitmek.

128
Siz benden hapishanelerin olmadığı ütopik bir toplum tarifi istiyorsunuz. Sorun, kuralların uygulanmasının grupların kendileri tarafından denetlendiği bir toplum hayal edip edemeyeceğimizi bilmektir.


XI. Dünya Büyük Bir Tımarhanedir, Haziran 1973

129
On dokuzuncu yüzyıl önemli bir aşamanın başlangıcına işaret eder: Monarşi dünyadan kaybolur. İmdi monarşi, iktidarın onu miras yoluyla devralan biri tarafından uygulandığı siyasi bir sistemdi. Mutlakiyetçiliğin sonuyla birlikte iktidar, ekonomik, toplumsal, demografik süreçlerin bilgisini içeren belli bir yönetimsel bilginin müdahalesiyle uygulanmaya başlanır. Böylece iktidarla bilgi arasında bağ oluşmaya başlar. Siyasi, ekonomik ve insani bilimler gerçek bir Rönesans’tan geçerler, çünkü yöneticiler bir bilgi olmadan yönetemeyeceklerini bilmektedirler. Bilginin niteliği yönetmeyi niteler. On dokuzuncu yüzyıl boyunca ve yirminci yüzyılın ilk yarısında siyasi bilgi, ekonomik gelişmeyle -atılımına neden olarak- bir arada olmak zorundaydı. Yıllar geçtikçe, ekonomik gelişmenin bireylerin yaşamı üzerinde olumsuz etkiler ürettiği de görüldü. Öyle ki, şimdi iktidarın bilgeliği bu gelişmenin meydana getirdiği etkilerin sürekli olarak düzeltilmesinde yatmaktadır.

130
Günümüzde dünya hastane modeline göre evrimle yolundadır ve yönetim bir tedavi işlevi edinmektedir. Yöneticilerin işlevi, hakiki bir toplumsal ortopediye uygun olarak, bireyleri gelişme sürecine uyarlamaktır.

Hasta olan toplumsal grup olmasın.

131
Dünya, yöneticileri psikologlar ve halkı da hastalar olan büyük bir tımarhanedir. Geçen her günle birlikte kriminologlar, psikiyatrlar ve insanın zihinsel davranışını inceleyen herkesin oynadığı rol büyümektedir. Bu nedenle siyasi iktidar yeni bir işlev edinmek üzeredir, bu işlev de tedavi ediciliktir.

Beni ilgilendiren şey güncellik, çevremizde olup bitenler, bizim ne olduğumuz, dünyada olanlar olduğu ölçüde kendimi gazeteci olarak görüyorum. Felsefenin, Nietzsche’ye kadar, varlık nedeni ebediyetti. İlk filozof-gazeteci Nietzsche oldu. O, bugünü felsefenin alanına dahil etti. Ondan önce filozofun bildiği zaman ve ebediyetti. … Geleceği yapanın biz olduğumuzu sanıyorum. Gelecek, meydana gelen şeye tepki verme tarzımızdır, bir hareketi, bir şüpheyi hakikate dönüştürme tarzımızdır. Kendi geleceğimizin efendisi olmak istiyorsak, esas olarak, bugün sorusunu ortaya atmamız gerekir.


XII. Cezaevine Kapatılma Hakkında, Ekim 1973
           
133
Her rejimde farklı toplumsal grupların, farklı sınıfların, farklı kastların kendi yasadışılıkları vardır. [Eski rejimde] Yasadışılık, bizzat iktidarın uygulanışının parçasıydı. Kraliyetin keyfi otoritesi, bir anlamda, tüm yönetme pratiklerindeki keyfi otoritede yansıyordu. Burjuvazinin de bir yasadışılığı vardı. Yani burjuvazi, kendi ekonomik çıkarı olan şeyi uygulayabilmek için, örneğin, gümrük sistemi, lonca kuralları, ticari faaliyet kuralları, ekonomik etiğin (ahlâki veya dinsel) kurallarından oluşan kuralları sürekli altüst etmek zorundaydı. Dahası, halka özgü denebilecek bir yasadışılık vardı, bu da vergiden kurtulmaya çalışan köylülerin, lonca veya jurande (Eski loncalarda loncayı temsil etmek, çıkarlarını korumak ve iç kuralların uygulanmasına göz kulak olmak için seçilmiş bir veya birkaç kişiye verilmiş görev. y.h.) kurallarını ellerinden geldiğince sarsmaya çalışan işçilerin yasadışılığıydı. ... Burjuvazi için halk tabakalarında vergiye karşı sürekli bir mücadelenin olması çok önemliydi; çünkü burjuvazi de vergiden kurtulmaya çalışıyordu. ... Burjuvazi, bir anlamda, halkın yasadışılığına ihtiyaç duyuyordu. Dolayısıyla bir tür modus vivendi yerleşiyordu.

modus vivendi  yaşama biçimi; uluslararası hukukta, uyuşmazlık içindeki iki devletin, temeldeki anlaşmazlığın çözümünü başka bir zaman bırakarak, geçici bir durumla yetinmeleri.

Eski rejim koşullarında servet esas olarak toprağa ve paraya dayanıyordu. ... Fakat burjuva serveti sanayi türü bir ekonomiye büyük ölçüde yatırıldığında atölyelere, aletlere, makinelere, alet-makinelere, hammaddelere, stoklara yatırıldığında ve bütün bunlar işçi sınıfının eline teslim edildiğinde burjuvazi servetini tam anlamıyla halk tabakasının eline teslim etti. Halkın, bir yandan, geleneksel olarak eski bir yasadışılığı vardı ve diğer yandan [yeni bir siyasi yasadışılık imkanını biliyorlardı].

135
[Burjuvazi] Belki Bentham'ın önerdiği mimari yapı biçiminde gerçekleştirmedi, fakat Bentham'ın Panopticon konusunda söylediğini hatırlamak gerekir: Bu, elbette, mimari bir biçimdir, fakat özellikle bir yönetim biçimidir; zihin için zihin üzerinde iktidar uygulama biçimidir. ... 1787 tarihli Bentham'ın metnini Fransa'daki 1810 tarihli Treilhard'ın ceza yasasının sunumuyla karşılaştırın: ... Şöyle der: İmparator'un gözü devletin en ücra köşelerine kadar yönelecektir. Çünkü İmparator'un gözü başsavcıları denetleyecek, onlar da İmparatorluk savcılarını denetleyeceklerdir, imparatorluk savcıları da herkesi denetleyecektir. Böylece, devlette hiçbir karanlık alan kalmayacaktır. Herkes gözetim altında olacaktır. Bentham'ın mimari düşü Napoléon devletinde hukuksal ve kurumsa bir gerçeklik haline geldi, bu da on dokuzuncu yüzyıldaki bütün devletlere model olarak hizmet etti.

Mutlak anlamda genelleşmiş gözetim yapıları var; ceza sistemi, adli sistem bu yapıların bir parçasıdır ve hapishane de parçalardan biridir, psikoloji, psikiyatri, kriminoloji, sosyoloji sonuçlarıdır.

136
[üretmekle görevli olanlar] Her çalışan olası bir yağmacıdır. Ve her artı-değer üretimi aynı zamanda muhtemel bir mal kaçırma vesilesi veya her hâlükârda imkânıdır. Bu durumda, ceza sisteminde ve özellikle hapishaneler sisteminde bana çarpıcı gelen şey ceza sisteminden geçen her bireyin ömrünün sonuna kadar damgalı kalması; toplumun içinde, geldiği yere, yani proletaryaya geri gönderilmeyecek bir konumda bırakılmasıdır. ... Fabrikaya gitmezsen işte başına bu gelir. ... bunun proletarya üzerinde muhtemel bir baskı gücü olması gerekir. Ve gerçekten de polis, muhbir, sarılar, grev kırıcılar, vs. bu insanlar arasından seçilir.

137
... Fransa'da mahkûmlara öğretilen mesleklerin işçi ortamında kullanılamaz meslekler olduklarını görürsünüz. Onlara zanaat yaptırılır, terlikler, fileler, bu tür ıvır zıvır yaptırılır.

Sanıyorum aslında onlar işçi sınıfına yeniden dahil etmeye çalışılmıyor. Onlar, marjinal konumlarında çok değerliler. Ve bir iş bulmak istediklerinde zaten polise bağımlı kalıyorlar.

["-okul, kışla, fabrika, hapishane... tesadüfi veya dışsal benzerlikler mi söz konusudur yoksa tersine doğalarından kaynaklanan bir benzeşim mi?"]

Burada, “doğa” kelimesinden [kurumların doğası] pek hoşlanmadığımı söylemeliyim. Şeyleri en dışsal şekilde görmek gerekir. ... Bence, aslında, tıpatıp aynı olan şey bu kurumlara özgü iktidar yapısıdır. Ve gerçekten de, benzeşim olduğu söylenemez, özdeşlik vardır. Aynı tür iktidardır bu...

138
1840’a doğru burjuvazi proletaryayı fiilen kapatmaya çalıştı, özellikle hapishane modeline uygun olarak. Fransa’da, İsviçre’de, İngiltere’de hakiki hapishaneler olan “fabrika-manastırlar” vardı. Fransa’da 40 bin genç kız bu “atölyeler”de çalışıyordu, izin verilmeden dışarı çıkamıyorlardı, sessizliğe, gözetime, cezalara tabiydiler. Burjuvazinin bunu aradığı hissediliyor: Proletaryayı tugayda toplamak, kışlada bir araya getirmek, kapatmak imkânları…

Fakat bunun ekonomik olarak yaşamayacağı ve siyasi olarak çok tehlikeli olduğu çok kısa sürede ortaya çıktı.

139
Fakat, kapatılma işlevini burjuvazi terk etmedi. Başka araçlarla aynı etkileri elde etmeyi başardı. İşçinin borçlandırılması, örneğin ücretini ay sonunda alırken kirasını bir ay önceden ödemek zorunda kalması, taksitli satış, tasarruf sandıkları sistemi, emekli sandıkları ve yardım sandıkları, işçi siteleri; tüm bunlar işçi sınıfını daha esnek, daha zekice, daha incelikli denetlemenin ve kapatmanın farklı biçimleriydi.

On dokuzuncu yüzyıl başında, hapishane gerçekten bir ceza infaz yeri haline geldiğinde ...  mahkûmlara işe yaramaz, iktisadi dolaşımda, dışarıda kullanılamaz işler verildi ve işçi sınıfının dışında tutuldular.

142
... eskiden tıbbi bir gözetim, okulda bir gözetim, cezai bir gözetim vardı; bunlar kesinlikle birbirinden farklı üç gözetimdi. Oysa şimdi görüyorsunuz ki, oldukça güçlü tıbbi bir katsayısı olan; fakat aslında okulda hocanın, elbette, hapishane gardiyanının, bir noktaya kadar atölye şefinin, psikiyatrın, insanseverin, yardım derneklerinde çalışan kadının, vs. işlevlerini patoloji bahanesiyle üstlenen bir tür gözetim var.


XIII. İktidar Mekanizmasında Hapishaneler ve Tımarhaneler, Mart 1974

144
"-... analizlerinize, antikçağdan hiç söz etmeden, her zaman ortaçağın sonundan başlıyorsunuz."

Birkaç yıl önce "Heidegger tarzı" diyebileceğim bir alışkanlık vardı: Düşüncenin veya bir bilgi dalının tarihini yapan her filozof en azından arkaik Yunan'dan yola çıkmalıydı ve özellikle öteye gitmemeliydi. Platon, her şeyin kristalleşmeye başladığı dekadans olabilirdi ancak. Platon'la bir kere yerleşmiş ve burada, Fransa'da Derrida tarafından yeniden başlatılmış bu metafizik kristalleşme biçimindeki tarih türü bana üzücü geliyor. Üzücü, çünkü Yunan'dan sonra bir yığın eğlendirici ve ilginç şey meydana gelmiştir, öyle ki, polemik hedeflerimden biri yakın bir geçmişin arkeolojisini yapmaktır. ... Yunan'dan söz etmekten kaçındığım doğrudur, çünkü düşünce tarihçilerinin bizi uzun süre içine kapadıkları Helenik arkaizm tuzağına düşmek istemiyorum. Pratik olarak şimdi yapabileceğimiz bir tarihimiz var, bir etnolojimiz var, bir arkeolojimiz var.

145
"-Felsefeyi mahkumlar, deliler gibi başka nesnelerin altında yerleştirmeye niçin ihtiyaç duyuyorsunuz?"

Nesnesi olmayan felsefi söylem yoktur. Bakınız: filozoflar nesne olarak ya deneyimi, kendi deneyimlerini, bilincin doğrudan verilerini, yaşanmışı alırlar -bunlar sarih (apaçık, aşikar) nesnelerdir- ya da düşünce nesnesi olarak varlık, uzam, zaman gibi bir şeyi, yani üretilmiş, her hâlükârda okuldaki, üniversitedeki felsefi gelenek tarafından titizlikle korunmuş düşünme nesneleri seçerler. Varlık, zaman, deneyim öyle kullanılmış, gündelik, tanıdık, yani şeffaf hal almış nesnelerdir ki, sonunda artık onları nesne olarak kabul edemez hale geliriz.

146
... biraz basit bir Marksizm'de söylendiği gibi, siyasi iktidarın sadece ideoloji üzerinde işlemediğini fark ettim. Siyasi iktidar, ideoloji üzerinde, kişilerin bilinci üzerinde etkide bulunmadan önce çok daha fiziksel olarak bedenleri üzerinde işler. Kişilere davranışlarının, tavırlarının, alışkanlıklarının, mekânsal dağılımlarının, yerleşme kipliklerinin dayatılma tarzı; insanların bu fiziksel, uzamsal dağılımı, bence, siyasi bir beden teknolojisine aittir. [heykeloji, resmi heykel tarihinin sunduğu hakikate karşı bir stratejisidir]

147
Yazan herkes gibi ben de bir dil hastasıyım. Benim kişisel hastalığım dilden iletişim kurmak için yararlanmayı bilmememdir. Dahası, yazdıklarımla sanat eserleri üretmek için gerekli ne yeteneğim ne de deham var. Bu durumda, -makineler diyeceğim, fakat bu çok Deleuze'vari olur- aletler, avadanlık [el aletleri; çekiç, pense, keser, tornavida vb.], silahlar üretiyorum. Kitaplarımın, başkalarının kendi alanlarında istediklerini yapmalarına yarayacak bir alet bulmak için karıştırabilecekleri bir tür tool-box olmasını istiyorum. ... Bir kitleye yazmıyorum, kullanıcılar için yazıyorum, okurlar için değil. [sanat üretemiyorsanız, makinalar üretin]

148
Klinik tıbbın oluşumu üzerine bir metin yazdığımda, bana göre siyasi bir kitap, kimse ondan söz etmedi, gerçekten kimse.

Yazarın siyasi eylemi açısından mesele herkes tarafından anlaşılmak değil, sözünü ettiği kişiler tarafından anlaşılmaktır.

149
Daha önemli ve daha ciddi düşmanlara saldırmaktansa küçük burjuvazinin varlık biçimlerine ve düşüncelerine saldırmak daha kolaydır.


XIV. Attica Hapishanesi Hakkında, Nisan 1972

151
Bu durumda, doğal olarak, insan kendine şu soruyu soruyor: Makine ne üretmektedir? Bu devasa tesisat neye yarar ve ondan çıkan nedir? … hapishanenin fiili olarak bir şey ürettiğine inanılıyordu: Erdemli insanlar. Fakat bugün bilinmektedir ki -ve cezaevi idaresi bunun tamamen bilincindedir- hapishane bu türden hiçbir şey üretmemektedir. Sadece olağanüstü bir aldatmaca, tamamen özel bir değirmi eleme mekanizması söz konusudur…

152
Geleneksel sosyoloji, yani Durkheimcı tipteki sosyoloji sorunu şöyle koyar: Toplum, bireyler arasında bir bağlantıyı nasıl yaratabilir? Bireyler arasında kurulan ilişki biçimi, sembolik veya duygusal iletişim biçimi nedir? Toplumun bir bütünlük oluşturmasını sağlayan örgütlenme sistemi nedir? Bana gelince, ben, bir anlamda, bunun tersi sorunla ilgilendim, buna ters cevapla da diyebilirsiniz: Hangi dışlama sistemi dolayısıyla, kimi eleyerek, hangi bölünmeyi yaratarak, hangi yadsıma ve inkâr oyunu dolayısıyla toplum işleme başlayabilir?

154
Mahkûmların günde on ila on iki saat geçirdikleri yer, kendilerini evlerinde gibi hissettikleri yer; bir buçuk metreye iki metrelik, bir yanı demir parmaklıklarla tamamen kapalı korkunç bir hayvan kafesidir.

155
no man's land... banliyölerdeki boş alanlar...

(dipnot: 1972-78, Aynı dönemde zenci nüfus Amerikan nüfusunun yüzde 11.27'sini temsil ediyordu.)

156
... hepimizin aslında hapishanede olduğumuz; sokakta, fabrikada, bir koğuşta aynı zamanda hapiste olduğumuz anlamına gelir. Sürekli bir gözetleme ve cezalandırma sistemine dahil olduğumuzu söylemek doğrudur. Fakat hapishane sadece cezalandırıcı değildir; aynı zamanda eleme sürecinin araçlarından biridir.

159
[Maocular] "Adli suçlularla benzer görülmek istemiyoruz, kamuoyunda bizim imajımızın onlarınkiyle karışmasını istemiyoruz ve bizlere, siyasi mahkûm haklarına sahip olan siyasi mahkûmlar olarak davranılmasını talep ediyoruz." ... Maocular hızla anladılar ki, sonunda, hapishane tarafından adli mahkûmların elenmesi, bizzat kendilerinin de kurbanı oldukları eleme sisteminin parçasıydı. Eğer ayrım yapılırsa, siyasi hukuk ile kamusal hukuk arasındaki farklılık kabul edilirse, bu, esas olarak, ötekinin mülkiyetine saygı, geleneksel değerlere saygı konusunda burjuva ahlâk ve yasasının kabul edildiği anlamına gelir.

161
Attica’da bize rehberlik etmiş olan bu kültürel programlar sorumlusunun, dolaysız şekilde tehlikeli olduğunun da söylenebileceğini sanıyorum.

162
Suç, “aşağıdan gelen bir hükümet darbesidir.” Deyim, Sefiller’dendir.


XV. Hakikat ve Hukuksal Biçimler, Haziran 1974

pleb  genellikle çiftçi ve zanaat erbabı; Roma döneminde vatandaşlık hakları yok; reaya burjuvalar; orta halli kesim; Roma döneminde genel halkı temsil eden; patristenlerin yurttaşlık haklarına sahip olmayan fakat köle de olmayan kimseler.

plebist   halk oylaması; referandumun yozlaşmış hali; bir siyasi iktidarın arkasına meşru destek almak için propogandaya ve hileye başvurarak yaptığı halk oylaması.

164
… “hakikat ve hukuksal biçimler” … sorununa girişebilmek için metodolojik bir düşünme tarzı sunacağım.

Birinci olarak, tamamen tarihsel bir araştırma: Toplumsal pratiklerden yola çıkarak bilgi (savoir) alanları nasıl oluşabilmiştir? Soru şudur: Biraz ironik bir şekilde akademik Marksizm diye adlandırabileceğimiz ve iktisadi varoluş biçimlerinin insanların bilincinde nasıl yansıdığını ve nasıl ifade bulduğunu araştıran bir eğilim vardır. Bana öyle geliyor ki, Fransa’daki ve Avrupa’daki üniversite Marksizminde geleneksel olan bu analiz biçiminin çok ciddi bir kusuru vardır: Bu da, aslında, insan öznesinin, bilgi öznesinin ve bizzat bilgi biçimlerinin bir anlamda önceden ve kesin olarak verilmiş olduklarını ve iktisadi, toplumsal ve siyasi varoluş biçimlerinin bu kesin olarak verilmiş özneye konmaktan veya yerleşmekten başka bir şey yapmadıklarını varsaymaktır.

Benim hedefim, toplumsal pratiklerin sadece yeni nesneler, yeni kavramlar, yeni teknikler ortaya çıkarmakla kalmayıp nasıl tamamen yeni özne ve bilgi öznesi biçimleri de doğuran bilgi (savoir) alanları meydana getirebildiklerini sizlere göstermektir.

[Fransızcadaki savoir ve connaissance kelimelerinin her ikisini de Türkçeye “bilgi” olarak çeviriyor ve gereken yerlerde ayrımı göstermek için … orjinalini veriyoruz. Fransızcada connaissance tikel bilgi biçimlerini adlandırmakta kullanılırken savoir genel anlamda bilgi, yani tikel bilgilerden oluşan bütün için kullanılıyor. y.h.n.]

165
İkinci araştırma ekseni söylem analizi olarak adlandırılabilecek metodolojik bir eksendir. … söylemi, tümcebilimsel yapı kurallarıyla birbirine bağlı dilbilimsel olgular olarak ele alma…

Bu söylem olgularını sadece dilbilimsel yanları bakımından değil, bir biçimde oyun, games, stratejik etki-tepki, soru-cevap, tahakküm ve sıyrılma oyunu olduğu kadar, mücadele olarak da değerlendirme anı gelmiştir. Söylem, belli bir düzeyde, dilbilimsel olguların ve bir başka düzeyde polemik ve stratejik olguların bu düzenli toplamıdır. Söylemin stratejik ve polemik oyun olarak bu analizi, bence, ikinci bir araştırma eksenidir.

Nihayet, size önerdiğim ve ilk iki eksenle çakışması kendimi konumlandırdığım birleşme noktasını tanımlayacak olan üçüncü araştırma ekseni, özne teorisinin yeniden oluşturulmasından ibarettir. Son yıllar boyunca bu teori belli sayıda teori tarafından veya daha ciddi olarak belli sayıda pratik tarafından -bu pratikler arasında psikanaliz elbette ilk sırada yer alır- derinlemesine değiştirilmiş ve yenilenmiştir.

İki veya üç yüzyıl önce Batı felsefesi, açık veya zımni (üstü kapalı) şekilde, özneyi temel olarak, tüm bilginin merkez çekirdeği olarak, özgürlüğün kendini gösterdiği ve kendine çıkış noktası olarak aldığı, hakikatin ortaya çıktığı şey olarak ileri sürüyordu. Oysa, bana öyle geliyor ki psikanaliz, öznenin bu mutlak konumunu ısrarlı bir şekilde sorgulamıştır.

zımni   üstü kapalı

166
... bana öyle geliyor ki, özne teorisi hâlâ çok felsefi, çok Descartesçı ve Kantçı kaldı...

Kesin anlamda verili olmayan, hakikatin tarihe varmak için yola çıktığı şey olmayan, bizzat tarihin içinde oluşan ve her an tarih tarafından oluşturulan ve yeniden oluşturulan bir öznenin oluşumunu, tarih boyunca, nasıl meydana geldiğini görmeye çalışmak ilginç olacaktır.

Önermek istediğim hipotez, hakikatin iki tarihini olduğudur. Birincisi hakikatin bir tür iç tarihidir, kendi düzenleme ilkelerinden yola çıkarak kendi kusurlarını düzelten bir hakikatin tarihi: Bu, bilim tarihi içinde veya bu tarihten yola çıkarak oluşan hakikatin tarihidir. Diğer yandan toplumda veya en azından bizim toplumlarımızda, hakikatin oluştuğu, belli oyun kurallarının tanımlandığı -belli öznellik biçimlerini, belli nesne alanlarını, belli bilgi (savoir) türlerini doğuran oyun kuralları- birçok başka nokta olduğu kanısındayım ve sonuç olarak buradan yola çıkarak hakikatin dış, dışsal bir tarihi yapılabilir.

Yargı pratikleri, insanlar arasında haksızlıklara ve sorumluluklara hakemlik etme tarzı, Batı'nın tarihinde insanların işledikleri suçlara göre yargılanabilme tarzının tasarlanma ve tanımlanma kipi, belirli bireylere eylemlerinden bazılarının telafi edilmesinin ve diğer bazılarının cezalandırılmasının dayatılış tarzı; tüm bu kurallar veya -denebilir ki- tüm bu düzenli fakat tarih tarafından sürekli değişikliğe uğratılan pratikler, incelenmeyi hak eden toplumumuzun öznellik türlerini, bilme biçimlerini ve sonuç olarak insan ile hakikat arasındaki ilişkileri tanımladığı biçimlerden biri gibi gelmektedir bana.

Ceza pratiğinden yola çıkarak bazı hakikat biçimlerinin nasıl tanımlanabileceğini göstermeye çalışacağım. Çünkü, soruşturma diye adlandırılan şey -on beşinci ve on sekizinci yüzyıl filozofları tarafından ve de coğrafyacı, botanikçi, zoolog, iktisatçı olsun, bilim adamları tarafından uygulandığı ve hâlâ uygulanmakta olduğu haliyle soruşturma- bizim toplumlarımızda hakikatin oldukça karakteristik bir biçimidir.

Soruşturma, yargı düzeninin içinde hakikati araştırmanın biçimi olarak ortaçağın ortasında ortaya çıktı. Batı, daha sonra bilimsel düzende ve felsefi düşünme düzeninde kullanılabilmiş olan karmaşık soruşturma tekniklerini kimin, neyi, hangi koşullarda ve ne zaman yaptığını bilmek için geliştirdi.

Aynı şekilde, on dokuzuncu yüzyılda, hukuksal, adli, cezai sorunlardan yola çıkarak, soruşturma değil, inceleme diye adlandıracağım analiz biçimleri icat edildi. Bu tür analiz biçimlerinden sosyoloji, psikoloji, psikopatoloji, kriminoloji, psikanaliz doğdu. Bu analiz biçimlerinin kökeni araştırıldığında, kapitalist dönemin oluşum döneminde, on dokuzuncu yüzyıl sonunda, belli siyasi ve toplumsal denetimlerin oluşumuyla doğrudan ilişki içinde doğduklarının nasıl görüleceğini size göstermeye çalışacağım.

168
Yunan düşüncesi... Oedipus hikâyesi. Oedipus hikâyesinden köken noktası olarak, insan arzusu veya arzu biçimlerinin formüle edildiği nokta olarak değil; tersine, bilgi (savoir) tarihinin oldukça ilginç bir bölümü ve soruşturmanın çıkış noktası olarak söz edeceğim.

Nietzsche'de, bir bilgi öznesinin önvarlığını asla kabul etmeden bizzat öznenin oluşumunun tarihsel analizini, belli bir bilgi (savoir) türünün doğuşunun tarihsel analizini yapan bir söylem tipi bulunur.

... Nietzsche'nin 1873 tarihli olan ve ancak ölümünden sonra yayımlanan bir metnini alacağım. Metinde şöyle der: "Sayısız güneş sistemlerinin ateşiyle yıkanmış evrenin bir köşesindeki bir kıvrımda bir gün bir gezegen ortaya çıktı, gezegenin üzerinde zeki hayvanlar bilgiyi keşfettiler. Bu, 'evren tarihi'nin en gurur verici ve en yalancı dakikası oldu."

169
Öncelikle ve kendi rızasıyla, bilginin bir gök cismi üzerinde ve belirli bir anda icat edildiğini söyleyen Nietzsche'nin saygısızlığını, patavatsızlığını dikkate alacağım.

İcattan söz ettiğinde, Nietzsche'nin kafasında her zaman "icat"a karşıt bir kelime vardır: "Köken" kelimesi. "İcat" dediğinde, bu, "köken" dememek içindir; Erfindung dediğinde, bu, Ursprung dememek içindir.

Bu konuda belli kanıtlar var. [Ör. Nietzsche'nin din tarihi analizi]

170
... dinin kökeni yoktur, Ursprung'u yoktur, icat edilmiştir...

Yine Şen Bilim'de, şiirden söz eden Nietzsche, şiirin Ursprung'unu, kökenini arayanlar olduğunu, aslında ise şiirin ... icadının olduğunu ileri sürer. Bir gün birinin aklına konuşmak için, kendi kelimelerini dayatmak için, kendi kelimeleri aracılığıyla başkaları üzerinde belli bir iktidar ilişkisi kurmak için dilin belli ritmik veya müzikal özelliklerini kullanmak gibi oldukça ilginç bir fikir geldi. Şiir de icat edilmiş veya imal edilmiş oldu.

İcat, ... Nietzsche'ye göre, bir yandan bir kopmadır, diğer yandan aşağı, değersiz, itiraf edilemeyecek küçük bir başlangıca sahip bir şeydir.

Demek ki bilgi icat edilmiştir. Bilginin icat edildiğini söylemek kökeni olmadığını söylemektir. Daha kesin olarak, ne kadar paradoksal olsa da, bilginin kesinlikle insan doğasına kazınmış olmadığını söylemektir. Bilgi, en eski içgüdüsü değildir veya tersine, insan davranışında, insan iştahında, insan içgüdüsünde bilginin tohumu gibi bir şey yoktur. Aslında, der Nietzsche, bilginin içgüdülerle bir ilişkisi vardır, fakat onlarda var olamadığı gibi içgüdüler arasında bir içgüdü de değildir. Bilgi, sadece içgüdüler arasındaki oyunun, karşı karşıya gelmenin, birleşmenin, mücadele ve uzlaşmanın sonucudur. İçgüdüler karşılaştığı, mücadele ettiği ve nihayet, mücadelelerinin sonunda, bir uzlaşmaya vardığı için ortaya bir şey çıkar. Bu bir şey bilgidir.

Sonuç olarak, Nietzsche'ye göre, bilgi içgüdülerle aynı doğaya sahip değildir, bizzat içgüdülerin incelmesi gibi bir şey değildir. Bilginin temeli, tabanı ve çıkış noktası içgüdülerdir, fakat bunlar çatışma içindeki içgüdülerdir ve bilgi sadece bunların yüzeydeki bir sonucudur. Bilgi bir şimşek gibidir, yayılan fakat tamamen farklı doğadaki gerçeklikler veya mekanizmalar tarafından yaratılmış bir ışık gibidir. Bilgi, içgüdülerin etkisidir; bir rastlantı veya uzun bir sözleşmenin sonu gibidir. Dahası, der Nietzsche, "iki kılıç arasındaki kıvılcım" gibidir, fakat aynı demirden yapılmış değildir.

İnsan doğasında önceden tasarlanmış yüzey etkisi olarak bilgi, oyununu içgüdülerin önünde, üzerinde, ortasında sürdürür; onları sıkıştırır, içgüdüler arasındaki belli bir gerilim veya yatışma durumunu ifade eder. Fakat bilgi analitik biçimde, doğal bir türev alma biçimine göre türetilemez. Zorunlu biçimde, içgüdülerden türetilemez. Bilgi, aslında, insan doğasının parçası değildir. Mücadeledir, savaştır, savaşın sonucudur, ve bilgiyi doğuracak olan şey sonuçta risk ve rastlantıdır. Bilgi içgüdüsel değildir, içgüdü karşıtıdır; tıpkı doğal değil, doğal-karşıtı olması gibi.

Fakat bu önermeye verilebilecek ikinci anlam, bilginin, insan doğasına bağlı olmamasının, insan doğasından türememesinin yanı sıra bilinecek dünyayla, bir soy hakkıyla, akraba bile olmamasıdır. Nietzsche'ye göre, bilgi ile bilinecek şeyler arasında hiçbir benzerlik, önceden görülebilecek hiçbir yakınlık yoktur. Daha Kantçı terimlerle konuşulursa, deneyim koşulları ile deneyim nesnesinin koşullarının bütünüyle heterojen olduğunu söylemek gerekir.

172
... oysa ki deneyim koşulları ile deneyim nesnesinin koşullarının özdeş olduğunu açıkça ilk söyleyen Kant'ın kendisi olmuştu. Tersine, Nietzsche, bilgi ile bilinebilecek dünya arasında bilgi ile insan doğası arasında olduğu kadar farklılık olduğunu düşünür.

Dünya asla insanı taklit etmeye çalışmaz, hiçbir yasa tanımaz. Doğada yasalar olduğunu söylemekten sakınalım. Bilginin mücadele etmek zorunda olduğu dünya, düzensiz, bağlantısız, biçimsiz, güzelliksiz, bilgelikten yoksun, uyumsuz bir dünyadır. Bilgi böyle bir dünyayla ilgilidir. Bilgide, herhangi bir hakla, bu dünyayı bilmeye kendisini yetkili kılacak hiçbir şey yoktur. Doğanın bilinmesi doğal değildir. Böylece, içgüdüyle bilgi arasında bir süreklilik değil, bir mücadele, tahakküm, kölelik, ikame ilişkisi bulunur; aynı şekilde, bilgi ile bilginin bilmesi gereken şeyler arasında hiçbir doğal süreklilik ilişkisi olamaz. Bilgi, bilinecek şeylerin ihlali olabilir ancak; yoksa bir algı, bir tanıma, şunun özdeşleştirilmesi veya bununla özdeşleşme değildir.

... Nietzsche'nin bu analizinde, Batı felsefe geleneğiyle ders alınması gereken ikili ve çok önemli bir kopma vardır. Birincisi bilgi ile eşya arasındaki kopmadır. ... Bilgiye dünyadaki şeyleri gerçekten bilme gücünü sağlayan ve bilginin sürekli hata, yanılsama, keyfilik olmamasını sağlayan nedir? Batı felsefesinde bunu sağlayan Tanrı değilse nedir?

173
Nietzsche açıkça sorar: "Tanrı'nın tüm bu gölgeleri bizi karartmaya ne zaman son vereceklerdir? Doğayı tanrısallıktan ne zaman tümüyle kurtaracağız?" (Le Gai Savoir)

174
[bilginin imali, içgüdü olmadıkları] Şen Bilim, 333. aforizma. "Bilgi ne anlama gelir?"

Spinoza diyordu ki, eğer şeyleri anlamak istiyorsak, eğer onları kendi doğaları, kendi özleri ve dolayısıyla kendi hakikatleri içinde gerçekten anlamak istiyorsak, onlara gülmekten, onlara acımaktan veya onlardan tiksinmekten sakınmalıyız. Ancak bu tutkular yatıştığında onları anlayabiliriz. Nietzsche sadece bunun doğru olmadığını söylemekle kalmaz, tamamen tersinin meydana geldiğini de söyler.

Nietzsche, tüm bunların ardında, gülmek, şikayet ve kinden ibaret bu üç içgüdünün, bu üç mekanizmanın veya bu üç tutkunun oyunu ve mücadelesi olduğu için anlarız, der.

Öncelikle bu üç tutkunun veya bu üç itkinin -gülmek, acımak, tiksinmek- ortak yanlarının, nesneye yaklaşmanın, onunla özdeşleşmenin bir biçimi olmaları değil; tersine, nesneyle aramıza mesafe koymak, ondan farklılaşmak veya kendimizi ondan kopuk bir biçimde konumlandırmak, gülme yoluyla ondan sakınmak, şikayet yoluyla onu değersizleştirmek, ondan uzaklaşmak ve gerektiğinde kin yoluyla onu yok etmenin bir biçimi olmaları olduğunu saptamaktır. ... Bilginin radikal kötülüğü.

175
... ikinci önemli düşünce... Bu itkilerin -gülmek, acımak, iğrenmek- hepsinin kötü ilişkiler düzenine ait oldukları düşüncesi.

Eğer bu üç itki bilgiyi meydana getiriyorsa, Spinoza'da olduğu gibi yatıştıkları veya uzlaştıkları veya bir birliğe ulaştıkları için değildir. Bu, tersine, kendi aralarında savaştıkları, karşı karşıya geldikleri içindir. Bu itkiler ... birbirlerine zarar vermeyi denedikleri, savaş halinde oldukları için, bu savaş halinin anlık bir durağanlaşmasında bir duruma, sonunda bilginin "iki kılıç arasındaki kıvılcım" olarak ortaya çıkacağı kopmaya varırlar.

Demek ki, bilgide nesneye bir upuygunluk, bir kendine katma ilişkisi değil, daha ziyade, bir mesafe ve tahakküm ilişkisi vardır; bilgide, mutluluk ve aşk gibi bir şey değil, kin ve düşmanlık vardır; birleşme değil, geçici iktidar sistemi vardır. [Ulus Baker, "bilincimiz, doğanın eksiltilmiş hallerini bize sunar"]

Batı felsefesi, -bu kez Descartes'e göndermede bulunmak zorunlu değildir, Platon'a kadar gidilebilir- bilgiyi her zaman logos-merkezcilikle, benzerlikle, upuygunlukla, ahiret mutluluğuyla birlikte nitelemiştir. Bütün bu büyük temalar şimdi sorgulanmaktadır.

176
Bilgi gerçekten bilinmek isteniyorsa, ne olduğunu bilmek, kökü, oluşumu içinde kavramak isteniyorsa filozoflara değil; siyasetçilere yaklaşmak, mücadele ve iktidar ilişkilerinin neler olduklarını anlamak gerekir. ... şeylerin kendi aralarında, insanların kendi aralarında birbirlerinden nefret etme, birbirleriyle mücadele etme, birbirleri üzerinde tahakküm kurmaya çalışma, birbirleri üzerine iktidar uygulamak isteme biçimleriyle anlaşılabilir.

Nietzsche'nin bu metnini ... benim "hakikat siyaseti" diye adlandırdığım şeyin tarihsel bir analizi için bir modeli kullanımımıza sunacak belli unsurların Nietzsche'de var olduğunu göstermek için [ele aldım].

... Güç İstenci'nde Nietzsche, tıpkı kendinde bilginin olmaması gibi kendinde varlık olmadığını da ileri sürer. Ve bunu söylediğinde, Kant'ın kendinde bilgiden anladığı şeyden tamamen farklı bir şeyi belirtir. Nietzsche bilginin bir doğası, bilginin bir özü, bilginin evrensel koşulları olmadığı; fakat bilginin, her seferinde bilgiyle aynı düzene ait olmayan koşulların tarihsel ve anlık sonucu olduğunu söylemek istiyor. Bilgi, gerçekte, etkinlik olarak değerlendirilebilecek bir olaydır. Bilgi ne bir yetenek ne de evrensel bir yapıdır. Evrensel olarak kabul edilebilen belli unsurları kullandığında bile bilgi sadece sonuç, olay, etki niteliği taşıyacaktır.

Nietzsche, bilginin perspektif karakterinden söz ettiğinde, bilginin sadece kendi aralarında farklı ve özlerinde çoğul belli edimler biçimi altında var olduğunu belirtmek istemektedir... Yani bilgi her zaman insanın kendini içinde bulduğu belli bir stratejik ilişkidir.

178
Nietzsche'de, bilginin hem en genelleştirici hem de en tikel şey olduğu yolundaki sürekli tekrarlanan fikri, bu nedenle buluruz. Bilgi şematize eder, farklılıkları göz ardı eder, şeyleri birbirine indirger ve bunu da hakikatte hiçbir temeli olmadan yapar. Bu nedenle bilgi her zaman bir bilmemedir. ... İnsan ile bildiği şey arasında özel bir mücadele, bir kafa kafaya gelme, bir çatışma gibi bir şey oluştuğu, hazırlandığı ölçüde bilgi vardır. Bilgide her zaman çatışma niteliği taşıyan ve bilgiyi her zaman tekil yapan bir şey vardır. ... bilginin çelişkili özelliği... Genelleştirici ve her zaman tekil.

Böylece, ... ideoloji kavramına varıyoruz. Geleneksel Marksist analizlerde ideoloji bir tür negatif unsurdur; öznenin hakikatle ilişkisi veya sadece bilgi ilişkisinin, toplumsal ilişkiler tarafından veya bilgi öznesine dışarıdan dayatılan siyasi biçimler tarafından bulandırıldığı, karanlıklaştırıldığı, örtüldüğü olgusu bu öğe dolayısıyla ifade edilir.

Bu konferanslarda gösterme iddiasında olduğum şey, siyasi, ekonomik yaşam koşullarının bilgi öznesi için aslında nasıl bir peçe veya engel olmadığı; fakat bilgi öznelerinin ve dolayısıyla hakikat ilişkilerinin bu ilişkiler üzerinden oluştuğudur.

II
179
Oedipus hikâyesi...

Deleuze ve Guattari, baba-anne-oğul'dan oluşan Oedipus üçgeninin ne zaman dışı bir hakikati ne de arzumuzun derinlemesine tarihsel bir hakikatini ortaya çıkardığını göstermeyi denediler. Bu ünlü Oedipus üçgeninin, tedavi içinde onu kullanan psikanalistler için, arzuyu denetim altında tutmanın; arzunun bizi çevreleyen dünyayı kuşatmamasını, bu dünyaya yayılmamasını, aile içinde kalmasını ve ana, baba ve oğul arasında neredeyse burjuva bir küçük dram olarak seyretmesinin sağlamanın bir yolunu oluşturduğunu göstermeye çalıştılar.

180
Oedipus bir iktidar aygıtıdır, tıbbi ve psikanalitik iktidarın arzu ve bilinçdışı üzerinde bir uygulanma tarzıdır.

181
Sofokles'te okuduğumuz haliyle Oedipus tragedyasının -bu trajedinin bağlı olduğu mitsel temel sorununu bir yana bırakıyorum- henüz toplumumuzun kurtulmadığı, iktidar ile bilgi (savoir) arasındaki, siyasi iktidar ile bilgi arasındaki belirli bir ilişkiyi nasıl temsil ettiğini gösterdiğini iddia ediyorum. Bizim medeniyetimizde, bana öyle geliyor ki, gerçekten bir Oedipus kompleksi vardır. Fakat ne bizim bilindışımız ve arzumuzla, ne de arzu ile bilinçdışı arasındaki ilişkilerle ilgilidir. ... bu bireysel düzlemde değil, kolektif düzlemde görülür; arzu ve bilinçdışı konusunda değil, iktidar ve bilgi (savoir) konusunda. Analiz etmek istediğim bu tür bir "kompleks"tir.

Oedipus tragedyası, esas olarak, Yunan hukuk prosedürlerine ilişkin sahip olduğumuz ilk tanıklıktır. Herkesin bildiği gibi, bir hakikati bilmeyen insanların -bir hükümran, bir halk- sözünü edeceğimiz bir dizi teknikle hükümranın hükümranlığını bile tartışma konusu eden bir hakikati keşfetmeyi başardıkları bir hikaye söz konusudur. ... Bu nedenle, önümüze çıkan ilk sorun, arkaik Yunan'da hakikati hukuksal biçimde araştırmanın ne olduğunu bilme sorunudur.

182
... rakipler Menelaos ile Antilokhos arasında tartışma vardır. ... Menelaos'un, "bir kural çiğnediniz" suçlamasından ve Antilokhos'un "kural çiğnemedim" savunmasından sonra Menelaos meydan okur: "Sağ elinizi atınızın alnına koyun, sol elinizle kamçıyı tutun ve kural çiğnemediğinize dair Zeus önünde yemin edin."

İşte, eski ve çok arkaik hakikat sınaması pratiği budur; hakikat, bir tartışma, bir tanık, bir soruşturma veya zorbaca bir soruşturmayla değil; bir sınama oyunu yoluyla hukuksal olarak ortaya çıkarılır. Sınama, arkaik Yunan toplumunun özelliğidir.

[Burada Oedipus Tragedyası'nda geçen olaylar anlatılıyor...]

188
... diyebiliriz ki, bütün Oedipus piyesi hakikatin dile getirilmesini bir kehanet ve öngörü söyleminden, kâhinlik değil tanıklık niteliği taşıyan retrospektif bir başka söyleme doğru yer değiştirme biçimidir. Bu yine parıltıyı veya kehanetçi ve ilahi olan parıltının hakikatinin ışığını çobanların bir anlamda empirik ve günlük yaşama özgü bakışına doğru kaydırmanın bir biçimidir. Çobanlarla tanrılar arasında bir tekabüliyet vardır. Aynı şeyi söylerler, aynı şeyi görürler, fakat aynı dille veya aynı gözlerle değil.

189
Oedipus'ta hakikatin yol alışının bu mekanizmasını anlamamız için üzerinde durmamız gereken noktalardan biri budur. Bir yanda tanrılar vardır, diğer yanda çobanlar. Fakat, ikisinin arasında, kralların düzlemi bulunur veya daha doğrusu, Oedipus'un düzlemi.

... Oedipus, Freud'a göre, unutuşun insanıdır, bilmemenin insanıdır, bilinçdışının insanıdır. ... Oedipus'un bilmeyen kişi değil; tersine, çok bilen kişi olduğunu göstermek istiyorum.

Oedipus iktidar insanıdır, belli bir iktidar uygulayan kimsedir.

Bütün piyes boyunca iktidar tematiğinin önemini görebiliriz. ... Oedipus'un iktidarı... Oedipus'un kendini tehdit altında hissetmesine yol açan şey budur.

190
Kral Oedipus'ta, kendini asla masumiyeti temelinde savunmaz. Onun sorunu sadece iktidardır. İktidarı koruyabilecek midir? Piyesin başından sonuna kadar tartışma konusu edilen bu iktidardır.

... Oedipus, masumiyet terimleriyle cevap vermeden, Tiresias'a şöyle der: "Sen benim iktidarımı istiyorsun; beni iktidarımdan yoksun bırakmak için bana karşı bir komplo tezgâhladın".

191
... Oedipus'a yöneltilen son söz yeni kral Kreon tarafından edilir: "Artık efendi olmaya çalışma."

192
Fakat, Oedipus'un bu iktidarı nedir? Özellikleri nelerdir? ... Tiran...

Tiran, birçok macera yaşadıktan ve iktidarın zirvesine ulaştıktan sonra bu iktidarı kaybetme tehdidiyle sürekli karşı karşıya kalan kimsedir.

193
Tam anlamıyla bir tiran olmayan, fakat bir yasa-koyucu olan Solon altıncı yüzyıl sonunda Atina sitesini doğrultmakla övünüyordu. Yedinci ve altıncı yüzyıllarda Yunan'da görülen bütün tiranların özelliği budur. Sadece yukarıyı ve aşağıyı tanımakla kalmamışlar, Korinthos'de Kypselos'un yaptığı gibi adil bir iktisadi paylaşım yoluyla veya Atina'da Solon'un yaptığı gibi adil yasalar aracılığıyla siteleri düzenleme rolü de oynamışlardır.

... Oedipus yasalara önem vermeyen ve onların yerine kendi iradesini ve emirlerini koyan kimsedir. Bunu açıkça söyler. ... "Adil olup olmadığı beni ilgilendirmiyor, her şeye rağmen itaat etmek gerekir."

195
[Oedipus'un bilgisi] ... söyelenen şeyden destek almadan, kimseyi dinlemeden kendi gözleriyle görmek isteyen yapayalnız insanın, tanımanın bu tek başına edinilmiş bilgisidir. Site'yi kendi başına yönetebilen ve yönetmeye muktedir tiranın otokratik bilgisi. ... Oedipus, şeylere açık, otokratik bakışlı bir insan olduğu için tuzağa düşer.

196
Oedipus, tiranca iktidarıyla çok fazla şey yapabiliyor, yalnız bilgisinde çok şey biliyordu. Bu aşırılıkta, hâlâ annesinin eşiydi ve oğullarının kardeşi. Oedipus, fazlalığın adamıdır, her şeyde aşırı olan insandır: iktidarında, bilgisinde, ailesinde, cinselliğinde. Oedipus, çifte insan, çobanların bildikleri ve tanrıların söyledikleri şeyin sembolik şeffaflığına göre fazlaydı.

Oedipus'un tragedyası, demek ki, birkaç yıl sonra, Platoncu felsefe olacak olan şeye oldukça yakındır. ... Sonuç olarak, Platon'un metninde veya Sofokles'in metninde mevcut olmasa da, tüm bunların ardında hedeflenmiş olan şey, bir efsane bağlamında ele alınmış olsa da fiilen varolmuş olan büyük tarihsel kişiliktir: Ünlü Asur kralı.

197
Doğu Akdeniz Avrupa toplumlarında, ikinci bin yılın sonunda ve birincinin başında, siyasi iktidar her zaman belli bir tür bilginin sahibiydi. İktidara sahip olma olgusuyla kral ve etrafındakiler diğer toplumsal gruplara aktarılmaması gereken ve aktarılamayan bir bilgiye sahipti. Bilgi ve iktidar tam olarak birbirine denk, bağlantılı, üst üsteydi.

Yunan toplumunun kökeninde, beşinci yüzyıl Yunan çağının kökeninde, bizim uygarlığımızın kökeninde meydana gelmiş olan şey, aynı zamanda bir bilgi de olan siyasi bir iktidarın bu büyük birliğin parçalanmasıdır. ... Arkaik Yunan'ın beş veya altı yüzyıl süren bu uzun çözülmesine tanık oluruz. Ve klasik Yunan ortaya çıktığında -Sofokles bunun başlangıç tarihini, doğum noktasını temsil eder- bu toplumun var olabilmesi için yok olması gereken şey, iktidar ile bilginin birliğidir. Bu andan itibaren, Oedipus kör, bir şey bilmeyen ve çok şey yapabileceği için bilmeyen iktidar insanı gibi yapacaktır.

198
Hakikatin siyasi iktidara asla ait olmadığı, siyasi iktidarın kör olduğu, hakiki bilginin tanrılarla ilişkide olunduğunda veya hatırlandığında, büyük ebedi güneşe bakıldığında veya olan bitene gözler açıldığında sahip olunan bilgi olduğu şeklindeki büyük mit Batı'ya egemen olacaktır. Bilgi ile iktidar arasındaki çatışkı olduğu şeklindeki o büyük Batı miti Platon'la birlikte başlar. Eğer bilgi varsa iktidardan vazgeçmesi gerekir. Bilginin ve bilimin saf hakikatleri içinde bulundukları yerde siyasi iktidar olamaz.

Bu büyük mitin tasfiye edilmesi gerekir. Nietzsche'nin, her bilginin ardında, her bilginin (connaissance) ardında söz konusu olan şeyin bir iktidar mücadelesi olduğunu belirtmiş olan çok sayıda metinde göstererek yıkmaya çalıştığı şey bu mittir. Siyasi iktidar bilme yokluğu değildir, bilme ile birlikte örülmüştür.

Belli bir anlamda anlaşmazlık, suçla ilgili bir tartışma sorunu da olan -Kral Laios'u kim öldürdü?- sorununu çözmek için Homeros'un eski usulüne göre yeni bir kişi ortaya çıkar: Çoban.

199
Antigone, Elektra gibi Sofokles'in birçok piyesi hukuk tarihinin bir tür teatral ritüelleştirilmesidir.

200
Ortaçağ Avrupası'nda, soruşturmanın, daha karanlık ve daha yavaş; fakat birinciden daha etkili bir başarı elde etmiş olan bir tür ikinci doğumuna tanık olunur.

Bu, soruşturma sisteminin var olmadığı bir hukuktur; çünkü bireyler arası anlaşmazlıklar sınama oyunu yoluyla çözümleniyordu.

İlk olarak, kamusal dava yoktur, yani bireylere karşı suçlamaları yürütmekle görevli kimse -toplumu, grubu, iktidarı temsil eden veya iktidarı elinde tutan kimse- yoktur. Cezai türden bir davanın olması için haksızlığın olması gerekiyordu, en azından bir kişinin haksızlığa uğradığını ileri sürmesi veya kendini kurban olarak göstermesi ve kurban olduğunu ileri süren bu kişinin düşmanını belirtmesi, kurbanın doğrudan saldırıya uğrayan kişi olması veya kurbanın ailesine dahil ve akrabasının davasını üstlenen bir kişi olması gerekiyordu.

201
Bir tür kamusal kovuşturmanın olduğu oldukça ilginç iki durum biliyoruz sadece: ihanet ve eşcinsellik. ... Sonuç olarak, eski Germen hukukunda cezai kovuşturmanın olabilmesinin ilk koşulu iki kişinin varlığıydı, asla üç değil.

... birisi öldüğünde, yakın akrabalarından biri hukuksal intikam uygulamasını yerine getirebilir, bunun anlamı birini, kural olarak da katili öldürmekten vazgeçmemektir. Hukuk alanına girmek katili öldürmek anlamına gelir; fakat katili belirli kurallara, belirli biçimlere göre öldürmektir. Eğer katil suçu falanca veya filanca biçimde işlemişse onu parçalayarak ya da kafasını uçurarak öldürmek gerekir. ... hukuk savaşın ritüel biçimidir.

202
Roma İmparatorluğu'nun istilasından önce eski Germen hukuku bu şekilde oluşmuştur.

... feodal hukuk esas olarak Germenik türdedir. Yunan toplumlarındaki veya Roma İmparatorluğu'ndaki hakikati soruşturma ve belirleme prosedürlerinin öğelerinden hiçbirine sahip değildir.

Feodal hukukta, iki kişi arasındaki anlaşmazlık sınama sistemiyle düzenleniyordu. Bir kişi, öldürdüğü veya çaldığı için bir başkasını suçlayarak bir hak talep ettiğinde, bir itirazda bulunduğunda, iki taraf arasındaki anlaşmazlık her ikisinin de kabul ettiği ve ikisinin de tabi olduğu bir dizi sınamayla çözümleniyordu. Bu sistem hakikati değil, konuşanın gücünü, ağırlığını, önemini kanıtlamanın bir biçimiydi.

203
İlk olarak toplumsal sınamalar vardı, bir bireyin toplumsal öneminin sınanması. On birinci yüzyıldaki eski Bourgogne hukukunda biri cinayetle suçlandığında, cinayet işlemediğine yemin edecek on iki tanığı etrafına topladığında masumiyetini tümüyle kanıtlayabilirdi.

İkinci olarak, sözel türden sınamalar vardı. Bir kişi herhangi bir şeyle suçlandığında -hırsızlık ya da cinayet- bu suçlamaya, cinayet ya da hırsızlık işlemediğini garanti eden belli formüllerle cevap vermeliydi. Bu formülleri dile getirirken başarısızlığa uğrayabilir ya da başarabilirdi. ... Bir dilbilgisi hatası, bir kelime değişikliği formülü geçersiz kılıyordu, yoksa kanıtlanmaya çalışılan şeyin hakikatini değil.

204
Son olarak, "ordalie" denen ve kazanıp kazanamayacağını gözlemek için bir kişiyi kendi bedeniyle bir tür oyuna, mücadeleye tabi tutmaktan ibaret ünlü bedensel, fiziksel sınamalar vardı. Örneğin, Karolenj İmparatorluğu döneminde, Fransa'nın kuzeyindeki bazı bölgelerde cinayetle suçlananlara dayatılan ünlü bir sınama vardı. Suçlunun korlar üzerinde yürümesi gerekiyordu ve iki gün sonra hâlâ ayağında izler varsa davayı kaybediyordu. Yine su "ordalie"si gibi başka sınamalar vardı; bunda, bir insanın sağ eli sol ayağına bağlanıyor ve suya atılıyordu. Eğer o kişi boğulmuyorsa davayı kaybediyordu, çünkü su bile onu kabul etmemiş oluyordu, çünkü su onu reddetmiş oluyordu.

205
Hakikati söylemiş olan bir kişi haklıdır, bir yalan söylemiş olan bir başkası haksızdır. Sonuç olarak, hüküm, feodal hukukta yoktur: Hakikatle hatanın bireyler arasında ayrılması burada hiçbir rol oynamaz; sadece zafer ya da yenilgi söz konusudur.

Hukuksal sınamaların geliştiği anda, yargıç adını taşıyan biri -siyasi hükümran ya da iki rakibin karşılıklı onayıyla seçilmiş biri- sadece mücadelenin kurala uygun olarak geliştiğini saptamak için hazır bulunur. Yargıç, hakikat üzerine değil, usulün kurala uygunluğu üzerine tanıklık eder.

Dördüncü karakteristik, bu mekanizmada, sınamanın hakikati söylemiş olanı seçmeye, belirlemeye değil; en güçlü olanın, aynı zamanda, haklı olan olduğunu saptamaktır.

206
Bu hukuksal uygulama sistemi on ikinci yüzyıl sonunda ve on üçüncü yüzyıl boyunca yok olur. Ortaçağın tüm ikinci yarısı boyunca bu eski pratiklerin dönüşümüne ve yeni yargı biçimlerinin, yeni hukuksal uygulama ve prosedür biçimlerinin keşfine tanık olunur. ... Hukukun bu geliştirilişinde icat edilen şey bilginin içeriğinden çok bilginin biçimleri ve koşullarıyla ilgilidir.   Bu bilgi kipliği, ... soruşturmadır.

Ortaçağ başında mal dolaşımını sağlamanın en önemli yollarından biri savaş, vurgun, toprağın, bir şatonun ya da bir şehrin işgal edilmesiydi.

208
[on ikinci yüzyıl ortasında ya da sonunda, ilk büyük ortaçağ monarşisinin oluşumu] [hukukta yeni şeylerin ortaya çıkışı]

1) Kişiler arasında itilaf ve bu kişiler tarafından belli sayıda tasfiye kurallarının özgürce kabulü olmayan; fakat, tersine, kişilere, rakiplere, taraflara yukarıdan dayatılan bir adalet.

2) Roma hukukunda öncesi olmayan, tamamen yeni bir kişi ortaya çıkar: Savcı. On ikinci yüzyıl dolaylarında Avrupa'da ortaya çıkan bu ilginç şahsiyet, hükümranın, kralın ya da efendinin temsilcisi olarak ortaya çıkar. ... zarara uğrayan bir iktidarın temsilcisi...

3) Tamamen yeni bir kavram ortaya çıkar: Yasaya aykırı davranış. ... sadece bir kişinin diğerine saldırısı değil, aynı zamanda bir kişinin devlete, devletin temsilcisi olarak hükümrana saldırısı...

4) Savcının ve yasa ihlalinin keşfi kadar şeytansı son bir keşif, son bir icat daha vardır: Devlet, veya, daha doğrusu, hükümran (çünkü o dönemde devletten söz edilemez) sadece zarar gören taraf değil; aynı zamanda tazminat talep eden taraftır. ... Ceza mekanizmalarıyla birlikte, büyük müsadere mekanizmaları (devletin toprak ya da mala el koyma hakkı) da böyle ortaya çıkar. Doğmakta olan büyük monarşiler için zenginleşmenin ve mülklerini büyütmenin önemli araçlarından biri olan mal müsadereleri. Batı monarşileri adaletin ele geçirilmesi üzerinde kurulmuştur; bu, müsadere mekanizmalarının uygulanmasını sağlar.

212
Kilise onuncu, on birinci ve on ikinci yüzyıllarda Avrupa birliğinin tek ekonomik-siyasi gücü haline geldiğinde kilise engizisyonu hem günahlar, hatalar ve işlenen suçlar hakkında tinsel soruşturmaydı hem de kilise mallarının idare ediliş ve kârların bir araya getiriliş, biriktiriliş, vs. tarzı üzerine idari soruşturma.

213
Bu analizden bazı sonuçlar çıkarabiliriz.
1) Genellikle, eski barbar hukuku sınamalarının karşısına yeni rasyonel soruşturma usulü çıkarılır. ... bunların barbar, arkaik, irrasyonel sistemler oldukları kanısındayızdır. Soruşturma sistemiyle birlikte, hakikati ortaya çıkarmanın rasyonel bir sistemine nihayet varmak için on ikinci yüzyıla kadar beklenilmiş olması etkileyicidir. Yine de, soruşturma prosedürünün sadece rasyonalitenin ilerleyişinin sonucu olabileceğini sanmıyorum. ... Bu prosedürün hukuk alanında kullanımını sadece mümkün değil, zorunlu da kılan şey, tüm bir siyasi dönüşümdür, yeni bir siyasi yapıdır.

Aklın ilerlemesi, bilginin incelikli bir hal alması terimleriyle yapılan hiçbir tarih, soruşturmanın rasyonalite kazanmasını açıklayamaz.

214
2) Soruşturma, belli bir iktidar ilişkisinden, bir iktidar uygulama biçiminden kaynaklanır. Kiliseyle birlikte hukuka dahil olmuştur ve sonuçta, dinsel kategorilerin izini taşır.

215
... on ikinci yüzyıl çevresinde, yasaya zarar verme ile dinsel hata arasında ilginç bir bağlantı vardır. Hükümrana zarar vermek ve bir günah işlemek birleşmeye başlayan iki şeydir. Klasik hukukta derinlemesine birleşmiş olacaklardır. Bu bağlantıdan tamamen kurtulmuş değiliz.

3) Siyasi yapılardaki ve iktidar ilişkilerindeki bu dönüşümün sonucu olarak on ikinci yüzyılda ortaya çıkan soruşturma ortaçağın ve hatta modern dönemin bütün hukuksal pratiklerini tamamen yeniden düzenledi. Daha genel olarak, bu hukuksal soruşturma başka birçok pratik alana -toplumsal, ekonomik- ve birçok bilgi alanına yayılmıştır.

Devlet yönetimlerinin, siyasi iktidarın aktarım ve sürekliliğinin düzenli bir biçimi kadar ekonomi politik, istatistik, vs. gibi bilimler de buradan doğmuştur.

Bu soruşturma teknikleri, iktidar uygulama alanlarına doğrudan bağlı olmayan alanlara da yayılmıştır: Kelimenin geleneksel anlamıyla bilgi (savoir) ya da bilgi (connaissance) alanlarına.

[coğrafya, astronomi, iklim bilgisi, seyahat tekniği, Amerika'nın keşfi, tıp, botanik, zooloji]

216
Sınama, hukuksal pratikten kaybolma eğilimindedir; bilgi alanlarından da kaybolur.

Simya, modeli sınama olan bir bilgidir. ... Esas olarak, iki güç arasında bir çatışma söz konusudur: Arayan simyacı ile sırlarını saklayan doğanın güçleri...

218
On sekizinci yüzyılda, İngiltere'de herhangi bir kişiyi darağacına, idam sehpasına götürebilecek 315 davranış vardı; ölümle cezalandırılan 315 durum. Bu, on sekizinci yüzyıl İngiliz ceza sistemini, ceza yasasını, ceza kuralını uygarlık tarihinin gördüğü en vahşi, en kanlı yasalardan biri yapıyordu. Bu durum, on dokuzuncu yüzyıl başında derinlemesine değişti, ancak hukuksal biçimler ve kurumlar derinlemesine değişmedi.

219
[Beccaria, Bentham, Brissot] Bu yazarlar tarafından tanımlanan ceza yasasının teorik sisteminin temel ilkesi, terimin cezai anlamıyla suçun ya da daha teknik olarak, yasa ihlalinin ahlâki ya da dinsel hatayla hiç ilişkisinin olmadığıdır. ... Yasa var olmadan önce ihlal olmaz. Bu teorisyenlere göre, ancak yasa tarafından fiilen kınanacak davranışlar olarak tanımlanan davranışlar cezalandırılabilir.

İkini bir ilke, iyi yasaların olabilmesi için, bir toplumun içindeki siyasi iktidar tarafından formüle edilen bu pozitif yasaların, doğal yasayı, dinsel yasayı ya da ahlâki yasayı pozitif terimlerle yeniden yazıyor olmamalarıdır. Bir ceza yasası, sadece toplum için yararlı olan şeyi temsil etmelidir. Yasa, topluma zararlı olan şeyi, kınanacak diye tanımlar, böylece, yararlı olan şeyi de ne olmadığını söyleyerek tanımlar.

Üçüncü ilke, ... Suçun açık ve basit bir tanımı gerekir. Suç, günah ve hata ile yakınlığı olan bir şey değildir; topluma haksızlık yapan bir şeydir; toplumsal bir zarardır, karışıklıktır, tüm toplum için bir rahatsızlıktır.

Suçlu, toplum düşmanıdır.

220
Eğer suç toplum için bir bela ise, eğer suçun hata ile, doğal, ilahi, dinsel hukukla ilişkisi yoksa, ceza yasasının bir intikam, bir günahın kefaretini istemeyeceği açıktır. Ceza yasası, sadece toplumda yol açılan karışıklığın telafisini sağlamalıdır. Ceza yasası öyle olmalıdır ki, bireyin topluma verdiği zarar silinebilmelidir; eğer bu mümkün değilse, zararın, söz konusu birey ya da bir başkası tarafından tekrarlanmaması gerekir.

Bu teorisyenlere göre, buradan, olası dört tür ceza kaynaklanır. Birincisi, şu önermede ifade edilen ceza: "Toplumsal sözleşmeyi bozdunuz, artık toplumsal gövdeye dahil değilsiniz, yasallık alanının dışına siz kendiniz yerleştiniz; biz sizi bu yasallığın işlediği toplumsal mekândan kovuyoruz." [Beccaria, Bentham gibi yazarlarda sık sık rastlanan bu fikre göre] ... ideal cezalandırma aslında insanları basitçe kovmak, sürgün etmek, sürmek ya da ihraç etmektir.

İkinci olasılık, bir tür bulunduğu yerde dışlamadır. ... Hatası açığa vurulur, herkesin önünde kişiliği teşhir edilir, kamuda bir tiksinti, küçümseme, mahkûm etme tepkisi kışkırtılır.

Üçüncü ceza, toplumsal zararın telafi edilmesidir: Zorunlu çalışma.

221
Nihayet, dördüncü olarak, ceza, zararın yeniden meydana gelmemesini sağlamaktır... BU sonucu elde etmek için, buna eklenen ideal ceza, kısasa kısastır. Birini öldüren öldürülür, hırsızlık edenin malları elinden alınır...

İşte, bir cezalar takımı: ihraç, zorunlu çalışma, utanç, kamusal skandal ve kısasa kısas.

Ceza usulünün bu çok kesin projelerinin yerine oldukça ilginç bir ceza geçmiştir. Beccaria bundan hafifçe bahsetmiştir ve Brissot da çok önemsiz olarak anmıştır: Hapsetme, hapishanedir bu.

222
Hapishane, on sekizinci yüzyıldaki ceza usulü reformunun teorik projesine dahil değildir. On dokuzuncu yüzyıl başında, neredeyse hiçbir teorik gerekçesi olmadan, fiili bir kurum olarak ortaya çıkmıştır.

... ceza yasası, on dokuzuncu yüzyıl başından itibaren ve tüm yüzyıl boyunca ...  bizim toplumsal fayda diye adlandırabileceğimiz şeyden sapmıştır; toplumsal olarak faydalı olan şeyi artık hedeflemeyecek, tersine, bireye uyar hale gelmeye çalışacaktır. [-> hafifletici nedenler] ... Sadece toplumsal çıkarları hedefleyen evrensel bir yasa ilkesi, giderek daha fazla önem kazanacak olan hafifletici nedenlerin uygulanmasıyla önemli ölçüde bozulmuştur. Ayrıca, on dokuzuncu yüzyılda gelişen ceza usulü, topluma zararlı olan şeyi soyut ve genel bir şekilde tanımlamayı, topluma zararlı bireyleri uzaklaştırmayı ya da onların yeniden suç işlemeye başlamasını engellemeyi giderek daha az kendine dert edinir.

223
On dokuzuncu yüzyılın bütün ceza usulü bir denetim haline gelir; sadece bireylerin yaptıkları şeyin değil -bu yasaya uygun mudur, değil midir?- yapabilecekleri şeyin, yapmaya muktedir oldukları şeyin, yapmaya yükümlü oldukları şeyin, pek yakında yapacakları şeyin de denetimi.

Böylece, on dokuzuncu yüzyıl sonuna doğru, kriminolojinin ve ceza usulünün büyük kavramı, ceza teorisi terimleriyle, utanç verici tehlikelilik kavramıydı. Tehlikelilik kavramı, bireyin toplum tarafından, edimleri düzeyinde değil, potansiyelleri düzeyinde ele alınması anlamına gelir; fiili bir yasanın fiili ihlali düzeyinde değil, bireylerin temsil ettikleri davranış potansiyelleri düzeyinde ele alınması anlamına gelir.

Ceza usulü teorisinin, Beccaria'dan daha güçlü bir şekilde ele aldığı son önemli nokta, bireylerin denetlenmesini güvence altına almak için cezai kurumun tümüyle özerk bir iktidarın, hukuksal iktidarın ellerinde olamayacağıdır.

Böylece, Montesquieu'ye atfedilen ya da en azından onun formüle ettiği, yargı, yürütme ve yasama gücü arasındaki büyük ayrılığın tartışılmasına geldik. Bireylerin denetimi, bireylerin potansiyel güçleri düzeyinde bu tür cezalandırıcı cezai denetim, adaletin kendisi tarafından değil; polis ve tüm bir gözetleyici ve ıslah edici kurumlar ağı gibi adaletin dışındaki diğer bir dizi yatay iktidar tarafından gerçekleştirilir: Gözetleme için polis, ıslah etme için psikolojik, psikiyatrik, kriminolojik, tıbbi, pedagojik kurumlar. Böylece, on dokuzuncu yüzyılda, hukuk kurumu etrafında ve bireylerin tehlikelilikleri düzeyinde denetlenmesi işlevini üstlenmesini sağlamak için, bireyleri yaşamları boyunca kuşatacak olan bir dizi dev kurum gelişir: okul gibi pedagojik kurumlar; hastane, tımarhane, polis gibi psikolojik ya da psikiyatrik kurumlar... Hukuksal olmayan tüm bu kurumlar ağı, adaletin bu dönemde üstlendiği işlevlerden birini yerine getirmek zorundadır: Bireylerin yasa ihlallerini cezalandırma değil, potansiyellerini ıslah etme işlevi.

224
Bu, toplumsal denetim çağıdır. ... Şu önermem için felsefe tarihçilerinden özür dilerim ama, Bentham'ın bizim toplumumuz için Kant ya da Hegel'den daha önemli olduğu kanısındayım. Her bir toplumumuz ona olan minneti ödemelidir. İçinde yaşadığımız iktidar biçimlerini en kesin biçimde programlamış, tanımlamış ve betimlemiş olan ve bu genelleşmiş ortopedi toplumunun ünlü, küçük bir modelini sunmuş olan odur: Ünlü Panoptikon. Zihnin zihin üzerindeki bir tür iktidarına imkân tanıyan mimari bir biçim; okullar, hastaneler, hapishaneler, ıslahevleri, yetimhaneler, fabrikalar için geçerli olan kurum türü.

[Burada Panoptik mimari anlatılıyor]

225
Panoptikle birlikte tamamen farklı bir şey meydana gelecektir; artık soruşturma yoktur, gözetleme, inceleme vardır. Bir olayı yeniden oluşturmak değil; bir şeyi ya da daha ziyade bir kimseyi aralıksız olarak ve tümüyle gözetlemek söz konusudur. Bireyler üzerinde bir iktidar uygulayan ve iktidar uyguladıkça hem gözetleme hem de gözetledikleri üzerinde, onlar hakkında bir bilgi imkânına sahip olan biri -müdür, atölye şefi, doktor, psikiyatr, hapishane müdürü tarafından bireylerin sürekli gözetimi. Artık temel özelliği bir şeyin olup olmadığını belirlemek değil; bireyin gerektiği gibi davranıp davranmadığını, kurala uygun olup olmadığını, gelişme gösterip göstermediğini belirlemek olan bir bilgi. Bu yeni bilgi, "Bu oldu mu? Kim yaptı?" gibi sorular etrafında düzenlenmez artık; mevcudiyet ya da namevcudiyet, varlık ya da yokluk terimleriyle düzenlenmez. Norm etrafında, normal olanla olmayan, doğru olanla olmayan, yapılması gerekenle gerekmeyen terimleriyle düzenlenir.

Bu, iktidarın temelidir; soruşturma örneğinde olduğu gibi, gözlemenin büyük bilimlerine değil, "insan bilimleri" diye adlandırdığımız şeye -psikiyatri, psikoloji, sosyoloji- yer verecek bilgi-iktidar biçimidir.

Şimdi bunun nasıl meydana geldiğini analiz etmek istiyorum.

İngiltere ve Fransa örneği.

226
[İngiltere ve Fransa'da] Bu [denetim] mekanizmalar[ı], on sekizinci yüzyıl boyunca, belli ihtiyaçlara cevap vermek için gizli kapaklı oluşturulmuşlardır ve giderek daha fazla önem kazanarak, sonuçta tüm topluma yayılmışlar ve ceza usulü pratiğine dayatılmışlardır.

... Anglikancılıktan ayrılmış -Quakerler, Metodistler- ve kendi polislerini örgütlemekle görevli dinsel cemaatler vardı. ... Bütün düzensizlik durumları, sarhoşluk, zina, çalışmayı ret ona [Wesley'e] getirilirdi.

227
... çalışmayan kişinin gerçekten hasta olup olmadığını, yoksulluğunun ve sefaletinin sefahate, sarhoşluğa, kötü alışkanlıklara bağlı olup olmadığını gözlemlemek.

1692 yılında İngiltere'de, çok karakteristik bir biçimde Adapların (tutum, davranış) Islahı İçin Topluluk adlı bir dernek kuruldu. ... pazar ayinlerine saygı gösterme, kumar, sarhoşluğu engellemek, fahişelik, zina, beddua, dine küfür, Tanrı'yı tiksindirecek her şeyi engellemek.

... Bildirge Derneği... Bu topluluk 1802 yılında değişti ve Ahlâk Düşkünlüğünün Ortadan Kaldırılması İçin Dernek şeklinde karakteristik adını aldı. Hedefi, pazar ayinine saygı gösterilmesi, açık saçık ve müstehcen kitap dolaşımını engellemek, kötü edebiyata karşı dava açmak ve kumarhaneleri ve genelevleri kapattırmaktır.

228
[İngiltere'de] Paramiliter (devlet tarafından destek verilen ama sivil ve gönüllülerden oluşan silahlı insanlar) nitelikte özsavunma grupları. ... bir dizi birlik -Londra askeri piyadeleri, Topçu birliği [Osmanlı!]- iktidarın desteği olmaksızın ya da yan desteğiyle, kendiliğinden örgütlenirler.

ekonomik dernekler... Büyük işletmeler, büyük ticari dernekler, mal varlıklarını, stoklarını, mallarını, Londra limanına demirlemiş gemileri isyancılara, haydutlara, gündelik talana, küçük hırsızlara karşı savunmak için polis derneği olarak örgütlenirler.

Başlangıçta, bu gruplar neredeyse halk gruplarıydı, küçük burjuvaziden geliyorlardı.

229
... düzeni hâkim kılma istenci, aslında, siyasi iktidardan kaçmanın bir biçimiydi; çünkü bu iktidar korkunç, korkutucu ve kanlı bir aracı elinde tutuyordu: cezai yasamayı.

Demek ki, fiili gözetim gruplarından ziyade yasaya karşı özsavunma grupları söz konusuydu.

Oysa, on yedinci yüzyıl boyunca, bu gruplar toplumsal eklenmeyi değiştirecek ve halkçı ya da küçük burjuva katılımı giderek terk edeceklerdir. On sekizinci yüzyıl sonunda, bu ahlâki özsavunma gruplarını, ahlâki düşkünlüklerin ortadan kaldırılması için kurulan bu birlikleri aristokrasi, rahipler, en zengin kişiler harekete geçirecektir.

İktidar, sahip olduğu korkunç ceza aletinin yanı sıra bu baskı, denetim aletlerini de üstlenecektir.

[231 ve 232. sayfalarda lettre de cachet inceleniyor]

233
Fransa tarihinde grev olarak nitelenebilecek ilk grev 1724 yılındaki saatçilerin grevidir. Saatçi patronları, greve tepki gösterdiler ve grevin liderleri olarak gördüklerini saptayarak kraldan bir lettre de cachet talep ettiler ve bu lettre de cachet hemen gönderildi.

Lettre de cachet'nin cezalandırıcı olduğu durumda, bunun sonucu kişinin hapsedilmesiydi. On yedinci ve on sekizinci yüzyıl ceza usul sisteminde hapishanenin yasal bir ceza olmadığını görmek ilginçtir. Hukukçular bu konuda çok kesindirler. Yasa birini cezalandırdığında cezanın ölüme mahkûm etme, yakılma, kol ve bacakların çekilerek koparılması, damgalanmak, sürgüne gönderilmek, ceza ödemek olacağını belirtirler. Hapis, bir ceza değildir.

234
Bireylerin potansiyel durumlarına uygulanan bu ceza biçimi [hapsetme], ağır hapis cezasıyla ve kapatarak onları ıslah etmeye çalışan ceza biçimi, doğruyu söylemek gerekirse, hukuk evrenine ait değildir, ...  Hapsederek ıslah etmeye çalışan bu cezalandırma fikri polisiye bir fikirdir.

235
... niçin iktidar ve iktidar sahipleri, nüfusun en alt düzeyinde yer alan bu denetim mekanizmalarını yeniden ele aldılar?

Buna cevap vermek için, önemli bir fenomeni dikkate almak gerekir: Üretimin üstlendiği yeni biçim. Analiz etmeye çalıştığım sürecin kökeninde olan şey, zenginliğin yeni maddi biçimidir. Doğruyu söylemek gerekirse, Fransa'dan çok daha önce, on sekizinci yüzyıl sonunda İngiltere'de ortaya çıkan şey, servetin, zenginliğin açıkça parasal olmayan bir sermayeye giderek daha fazla yatırılmasıdır. On altıncı ve on yedinci yüzyılların zenginliği esas olarak toprak servetlerinden, parasal türlerden ya da muhtemelen kişilerin mübadele edebildikleri bonolardan ibaretti. On sekizinci yüzyılda, artık parasal olmayan, yeni tür bir maddiyata yatırılan yeni bir zenginlik biçimi ortaya çıkar: mallara, stoklara, makinelere, atölyelere, hammaddelere, gönderilecek mallara yatırılır. Ve kapitalizmin doğuşu ya da kapitalizmin yerleşmesinin dönüşümü ve hızlanması, servetin maddi yatırımının bu yeni kipi içinde ifade bulacaktır. Oysa, stoklardan, hammaddelerden, ithal mallarından, makinelerden, atölyelerden ibaret bu servet doğrudan tahribata maruz kalır. Yoksullardan, işsizlerden, iş arayan insanlardan oluşan bu nüfusun şimdi servetle, zenginlikle doğrudan, fiziksel bir teması vardır. Gemilerin soyulması, mağazaların ve depoların talanı, atölyelerdeki tahribat, on sekizinci yüzyıl sonunda İngiltere'de yaygın hale gelmiştir.

236
İngiltere'de olduğu kadar Fransa'da da küçük mülkiyetin çoğalması, mülklerin bölünmesi ve sınırlanmasıyla ... [bu durum] ... her mülk sahibini yağmaya maruz bırakacaktır.

Fransız Devrimi'nin büyük sorunlarından biri, bu tür köylü çapulluğunu ortadan kaldırmaktı.

238
[1830 yılında Julius adında bir yazar, Hapishaneler Üzerine Dersler adında büyük bir kitap yazar.] "Modern mimarlar, önceden bilinmeyen bir biçim keşfetmek üzeredirler. Eskiden [Yunan uygarlığında], mimarların en büyük sorunu, bir olayın, bir tavrın, tek bir kişinin seyrinin en çok sayıda insana nasıl açılacağını bilme sorununu çözmekti [dinsel kurban törenleri, tiyatro, sirk, hatipler ve söylevler]. ... Günümüzde, modern mimari için ortaya atılan temel sorun bunun tersidir. En çok sayıda insanın, onları gözetlemekle görevli tek bir kişinin seyrine sunulmuş olması istenmektedir."

240
[Bu ve 241. sayfada Faucault, kurumun adını vermeden, bu kurumun yönetmeliğini anlatıyor. Kurumun fabrika mı, hapishane mi, bir psikiyatri hastanesi mi, bir manastır mı, bir okul mu, bir kışla mı olup olmamasının önemini yitirdiği an için... önemli!]

241
Aslında sadece bir fabrikaydı. Rhône bölgesinde kadınların çalıştığı ve dört yüz kadın işçinin bulunduğu bir fabrika.

242
Fransa'nın tek bir bölgesinde, güneydoğuda, bu koşullarda çalışan kırk bin kadın işçi vardı, bu, dönem için önemli bir rakamdı.

Tüm bunların sadece patronların düşü olmakla kalmadığını, patronların gerçekleşmiş düşü olduğunu da söyleyebiliriz. Aslında iki tür ütopya vardır: Asla gerçekleşmeme özelliği olan proleter, sosyalist ütopyalar ve genellikle gerçekleşme kötü eğilimini gösteren kapitalist ütopyalar. ... Ve sadece sanayide gerçekleşmekle kalmadı, aynı dönemde ortaya çıkan bir dizi kurumda da gerçekleşti. Özünde aynı işleyiş prensiplerine ve modellerine itaat eden kurumlar; okullar, yetimhaneler, yetiştirme yurtları gibi pedagojik türde kurumlar; hapishane, islahevi, çocuk ıslahevi gibi ıslah edici kurumlar; hastane, psikiyatri hastanesi, Amerikalıların asylums (sığınaklar) diye adlandırdığı ... hem ıslah edici hem de tedavi edici kurumlar.

243
... özellikle önemini vermeye, siyasi ve ekonomik kapsamını ölçmeye çalışarak, başka ülkeler için de bunu yapmak gerekir.

Daha ileriye girmek gerekir. Sadece sanayi kurumları ve bunların yanında bir dizi başka kurum yoktu, aslında, gerçekleşen şey, bu sanayi kurumlarının bir anlamda mükemmelleşmiş olduklarıdır; çabalar anında bunların inşasında yoğunlaştı, kapitalizm bunları hedeflemişti. Yine de kapitalizm tarafından yaşatılabilir ya da yönetilebilir  olmadıkları kısa sürede ortaya çıktı. Bu kurumların iktisadi yükünün çok ağır olduğu anında ortaya çıktı ve bu hapishane-fabrikaların katı yapısı içlerinden çoğunu hızla iflasa sürükledi. Sonuç olarak bunların hepsi yok oldu. Gerçekten de, bir üretim krizi olduğu anda, belli sayıda işçiyi işten çıkarmak gerektiğinde, üretimi yeniden uyarlamak gerektiğinde, üretimin büyüme ritmi arttığında, sabit sayıdaki işçileri ve değiştirilemeyecek biçimde kurulmuş ekipmanlarıyla birlikte bu dev evlerin, kesin olarak işe yaramaz oldukları ortaya çıkmıştır. ... Başlangıçta bu katı, kâbus gibi, biraz ütopik kurumların yerine getirdiği, sanayi dünyasında, işçi sınıfını kapatma, tecrit etme, bir yere sabitleme işlevlerini sağlamak için yatay ya da marjinal teknikler düzenlenmiştir.

245
Günümüzde tüm bu kurumların -fabrika, okul, psikiyatri hastanesi, hastane, hapishane- amacı, bireyleri dışlamak değil; sabitlemektir. Fabrika bireyleri dışlamaz, onları bir üretim aygıtına bağlar. Okul, bireyleri, kapatırken bile dışlamaz; onları bir bilgi aktarım aygıtına bağlar. Psikiyatri hastanesi bireyleri dışlamaz, onları bir ıslah aygıtına, bireyleri normalleştirme aygıtına bağlar. Islahevi ya da hapishane de böyledir. Bu kurumların sonuçları bireylerin dışlaması olsa da, ilk amaçları bireyleri normalleştirme aygıtına bağlamaktır. [Bu kurumların hedefi] bireyi bir üretim sürecine, bir üretici oluşturma ya da ıslah etme sürecine bağlamaktır. Böylece, belirli bir norm çerçevesinde üretimi ya da üreticileri garanti etmek söz konusudur.

246
... bunların [bu kurumların] açıkça devletçi ya da devlet-dışı olduklarını, devletin parçası olup olmadıklarını söylemek güçtür. ... Yeni olan şey, devlet ile devlete ait olmayan şeyin özünde iç içe girmesi, bu kurumların içinde kesişmesidir. Devlete ait olan ve olmayan kurumlardan söz etmek yerine, devlet-içi olan kurumsal bir hapsetme ağının varlığından söz etmek gerekir.

247
Bu ağ ve bu kurumlar ne işe yarar? Bu kurumların işleyişini şu şekilde niteleyebiliriz. İlk olarak, bu kurumların -pedagojik, tıbbi, cezai ya da sınai- çok ilginç bir özelliği, bireylerin zamanının tümünün ya da hemen hemen tümünün denetimi sorumluluğunu sürdürmektir; demek ki, bunlar, belli bir biçimde, bireylerin yaşamının tüm zamansal boyutunu üstlenen kurumlardır.

Feodal toplumda ve etnologların ilkel diye adlandırdığı birçok toplumda bireylerin denetimi esas olarak yerel içerilmeleriyle, belirli bir yere dahil olmalarıyla yapılır. Feodal iktidar, insanlar üzerinde, belli bir toprağa ait oldukları ölçüde uygulanır. ... Buna karşılık, on dokuzuncu yüzyıl başlarında oluşan modern toplum, ... bireylerin bir toprağa, bir yere aidiyetleri biçimindeki mekânsal denetimleriyle ilgilenmez, bireylere ilgisi onların kendisine sunacağı zamanla orantılıdır. ... Sanayi toplumunun oluşması için iki şey gereklidir. bir yandan, insanların zamanının pazara sunulmuş olması, satın almak isteyenlere sunulması ve bir ücret karşılığında satın alınması gerekir; ve diğer yandan, insanların zamanının çalışma zamanına dönüşmüş olması gerekir.

Aynı fenomeni, ... başka kurumlarda, kapalı pedagoji kurumlarında, ıslahevlerinde, yetimhanelerde ve hapishanelerde de görürüz.

248
On dokuzuncu yüzyıl boyunca, ... işçilerin ekonomisini kontrol etmek için çok incelikli bir teknik geliştirilir. Bir yandan ekonominin, gerekli esnekliğe sahip olması için, ihtiyaç olduğunda insanları işten çıkarabilmek gerekiyordu; fakat diğer yandan, işçilerin zorunlu işsizlik zamanından sonra çalışmaya yeniden başlayabilmeleri ve bu aralıkta açlıktan ölmemeleri için, rezervleri ve tasarrufları olması gerekiyordu. ... Fakat, işçilerin parası olduğu andan itibaren, tasarruflarını işsiz kalacakları andan önce kullanmamaları gerekir. Tasarruflarını istedikleri an, grev yapmak ya da şenlik yapmak için kullanmamalıdırlar.  O zaman işçinin tasarruflarını kontrol etme zorunluluğu ortaya çıkar. 1820'li yıllarda ve özellikle 1840 ve 1850 yıllarından itibaren işçilerin tasarruflarını toplamayı ve bunları kullanma tarzlarını kontrol etmeyi sağlayan tasarruf sandıklarının, yardım sandıklarının yaratılması buradan kaynaklanır.

Tabi kılma kurumlarının ikinci işlevi artık bireylerin zamanını denetlemek değil, sadece bedenlerini denetlemektir.

249
[iyileştirme, öğretim, cezalandırma, işçilerin cinselliği] Okullarda niçin sadece okuma öğretilmez ve insanlar yıkanmaya da zorlanır?

... bireylerin tüm varoluşlarının bu kurumlar tarafından denetlenmesinin nedenleri daha yakından analiz edilirse, aslında, sadece azami zaman miktarını elde etmenin, hesaplamanın değil; bireyin bedenini belirli bir sisteme göre denetlemenin, oluşturmanın, değerlendirmenin söz konusu olduğu görülür.

250
Bu tabi kılma kurumlarının üçüncü işlevi, yeni ve ilginç bir iktidar türünün yaratılmasıdır. ... Çokbiçimli, çokanlamlı bir iktidar. ... Birine bir şey öğretmek için niçin cezalandırmak ve ödüllendirmek gerekir?

251
... bireylerin davranışlarından yola çıkarak bizzat kendilerinden elde edilen bir bilginin nasıl oluştuğu görülür.

253
Biri şöyle dedi: İnsanın somut özü, emektir. Doğrusu, bu tez birçok kişi tarafından dile getirilmiştir. Bu tezi Hegel'de, post-Hegelcilerde, ve Marx'ta, Althusser'in deyişiyle bir dönemin Marx'ında buluyoruz. ... Göstermek istediğim şey, aslında emeğin asla insanın somut özü ya da insan varoluşunun somut biçimi olmadığıdır. ...  İnsanın özünün çalışma olarak ortaya çıkabilmesi için siyasi bir iktidarın gerçekleştirdiği işlem ya da sentez gerekir.

Dolayısıyla emeğin insanın somut özü olduğu, bu emeği kâra dönüştürmenin, aşırı-kâra ya da artı-değere dönüştürmenin kapitalist sistem olduğunu varsayan geleneksel Marksist analizin doğrudan kabul edilebileceğini sanmıyorum.

254
... aşırı-kârın olabilmesi için alt-iktidarın olması gerekir. ... İnsanın çalışmaya bağı sentetik, siyasidir; bu, iktidarın yaptığı bir bağdır. Alt-iktidar olmadan aşırı-kâr olmaz.

255
Yuvarlak Masa

Deleuze'ün kitabında [Anti-Oedipus] önemli olan şey, psikanalitik tedavide psikanalist ile hasta arasında oluşan iktidar ilişkilerinin sorgulanmasıdır. ... Deleuze psikanalizi aslında, doğum yeri, nesnesi ve sınır merkezi, aile içinde olmayan bir arzunun yeniden aileselleştirilmesi ya da zorunlu aileselleştirilmesi olarak tanımlar.

Herhangi bir iktidar ilişkisinden geçmeyen psikoterapik, ahlâki bir tedavi düşünülebilir mi?

256
Bu şizofreni kavramı açık değildir. ... Deleuze'ün, şizofreninin, şizofreni olarak adlandırdığı şeyin, Oedipusçu olmayan arzu olduğunu söylemeye daha yatkın olduğunu sanıyorum. Oedipus derken, kişiliği oluşturan bir evreyi değil, -kendinde toplumu temsil eden- psikanalistin arzunun nirengi noktalarını belirlediği bir baskılama, zorlama girişimini anlıyorum.

257
Ve Oedipus'un, benim için, var olmadığını söylemeliyim. Adı Kral Oedipus olan bir Sofokles metni söz konusudur... Oysa Deleuze'ün analizi, ... şundan ibarettir: Oedipus, biz değiliz, Oedipus ötekilerdir. Oedipus ötekidir. Ve Oedipus, özellikle, doktor, psikanalist olan bu büyük Öteki'dir. Oedipus, iktidar olarak ailedir. İktidar olarak psikanalisttir.

258
... size Deleuze'cü terimlerle cevap vereyim ki, bu asla insan varoluşunun temel bir yapısı değildir, bir tür zorlamadır, toplumun, ailenin, siyasi iktidarın, vs. bireyler üzerinde kurduğu bir tür iktidar ilişkisidir.

bağlaşık   ittifak, müttefik

İnsan niçin annesini arzular? Bir anneye sahip olmak zaten pek eğlenceli bir şey değildir... Arzulanan nedir?

259
[Deleuze] Öğrenimini benimle aynı zamanda yaptı ve Hume üzerine bir çalışma yapıyordu. Ben Hegel üzerine yapıyordum. Ben öte taraftaydım; çünkü, o dönemde ben komünisttim, o ise çoğulcuydu. Ve bunun ona her zaman yardım ettiğini sanıyorum. Temel tezi şuydu: Hümanist olmayan, militarist olmayan bir felsefe, bir çoğulluk felsefesi, farlılık felsefesi, kelimenin az çok metafizik anlamıyla empirik bir felsefe nasıl yapılabilir?

Eğer, aile yaşamı, eğitim, çocuğa gösterilen özen sisteminin çocuğun arzusunu, ilk nesne -kronolojik olarak ilk- olarak anneye yönelttiğini söylüyorsanız, hemfikir olacağımı sanmıyorum. Bu bizi ailenin, pedagojinin, çocuğa gösterilen özenin tarihsel yapısına yöneltir. Fakat annenin temel nesne, esas nesne, ana nesne olduğunu, Oedipus üçgeninin insan varoluşunun temel yapısını nitelediğini söylüyorsanız, hayır diyorum.

260
"-Analık edecek kimseleri olmayan çocuklar, ana gibi anne olmadığından yok oluyor, ölüyorlar."

Anlıyorum. Bu, tek bir şeyi kanıtlar: annenin kaçınılmaz olduğunu değil, hastanenin iyi olmadığını.

Sofokles'in tragedyasını bir arzu tarihine ya da arzunun temel ve esas yapısını ifade eden mitolojinin içine yerleştirmek yerine bir hakikat tarihine yerleştirmek bana çok daha ilginç geliyor. Yani, Sofokles'ın tragedyasını bir arzu mitolojisinden kesinlikle gerçek, tarihsel bir hakikat tarihine aktarmak.

261
[Kral Oedipus metni üzerine] Ben bir metnin analizini yaptım, yoksa bir sırrın analizini değil. ... Benim yaptığım şey, yapmak istediğim şey ... kelimelerden çok piyeste gelişen söylem türünü, örneğin, insanların, şahısların birbirine soru soruş, cevaplayış tarzını hedefliyordu.

263
[strateji olarak bir tür söylem analizi, projelerimden biridir]. ... kısmen Anglo-Saksonların, özellikle Wittgenstein, Austin, Strawson, Searle'ın yaptığı gibi. Searl'ın ve Strawson'un, vs. analizinde bana biraz sınırlı gelen şey, bir bardak çay etrafında, Oxford'un bir salonunda yapılan söylem stratejisi analizlerinin ilginç olan, fakat bana son derece sınırlı gelen stratejik oyunlar içermeleridir. Sorun, söylem stratejisini daha gerçek bir bağlamda ya da salon sohbetlerinden farklı türde pratikler içinde inceleyip inceleyemeyeceğimizi bilmektir.

264
"- ... sizi (hakikat sözü) filozofları arasına değil, (gerçeğe uygunluk) sofistleri arasına yerleştirmek doğru olur mu?"

Aaa, bu konuda ben kesinlikle sofistlerin yanındayım. ... sofistlerde esas olarak stratejik bir söylem pratiği ve teorisi vardır; Söylemler inşa ediyoruz ve hakikate ulaşmak için değil, yenmek için tartışıyoruz. ... sofistlere göre konuşmak, tartışmak, bedeli ne olursa olsun, hatta en kaba hileler pahasına, zafer kazanmak ise, bunun nedeni, onlara göre, söylem pratiği iktidar uygulamasından ayrılamayacağı içindir. ... Ve bu noktada, Sokratesçiliğin ve Platonculuğun tamamen ihmal ettiği çok ilginç bir şey daha vardır: Konuşma, logos. Sokrates'ten itibaren, bir iktidarın uygulanması değildir; bellek egzersizinden başka bir şey olmayan bir logostur.

265
İlk olarak şunu onlar demiştir: At arabası kelimesini söylediğimde at arabası gerçekten ağzımdan geçer mi? ... Son olarak da, bu ikili maddilikle oynamışlardır: Konuşmamızın maddiliği ile kelimenin kendisinin maddiliği.

Söylemin maddiliği, söylemin olgusal karakteri, söylem ile iktidar arasındaki ilişki; tüm bunlar bana son derece ilginç olan ve Sokratesçilikle Platonculuğun, belli bilgi kavramları adına tamamen reddettikleri bir fikirler çekirdeği gibi gelir.

Söylemlerin fiilen olaylar olduklarını, bir maddiliklerinin olduğunu söyleyebilirim.

266
Sorun, hitabeti, retoriği, söylem mücadelesini analiz alanına yeniden dahil etmektir.

"- Hakikat istencini yok etmek gerekir, değil mi?"
Evet.

267
ilk devlet, Urstaat

268
Dumézil'in analizlerinde bir yapı araştırması vardır, yani örneğin bir mitteki iki kişi arasındaki karşıtlığın yapısal yani belli sayıda tutarlı dönüşümler içeren türde bir karşıtlık olduğunu gösterme teşebbüsü vardır. Bu anlamda, Dumézil tam olarak yapısalcılık yapmaktadır. Fakat onda önemli olan, bugüne kadar az çok ihmal edilmiş olan şey, Dumézil tekrar okunduğunda, iki önemli noktadadır. Öncelikle Dumézil, karşılaştırma yaparken, örneğin bir Sanskrit miti ile bir Sanskrit efsanesini ele alabileceğini ve sonra onları karşılaştırabileceğini söylüyordu. Ne ile? Bir diğer mitle değil; örneğin, bir Asur ritüeliyle ya da bir Roma hukuk pratiği ile. Dumézil'e göre, sözel mite, sözel üretim olarak mite atfedilen mutlak ayrıcalık yoktur, aynı ilişkilerin bir söyleme olduğu kadar dinsel bir ritüele ya da toplumsal bir pratiğe de müdahale edebileceğini kabul eder. ... Dumézil ile Lévvi-Strauss arasındaki temel fark budur.

269
Yapısalcılık, söylem bütünlerini ele almaktan ve bu önerme bütünleri arasında geçiş, dönüşüm yasaları, izomorfizmler arayarak onları sadece ifadeler olarak görmekten ibarettir. Beni ilgilendiren bu değildir.

"- Yani, farklılık bir corpus farklılığıdır... oysa siz heterojen corpus'lar arasında karşılaştırma yapmayı öneriyorsunuz."

Heterojen corpus'lar arasında; fakat bir tür izotopiyle, yani uygulama alanı olarak özel bir tarihsel alana sahip olarak. Lévi-Strauss'un yaptığı ayrım, gerçekte, bir tür homojenlik varsayar, çünkü mitler, söylemler söz konusudur, fakat tarihsel ya da tarihi-coğrafi homojenlik yoktur; oysa ki Dumézil'in aradığı şey, Hint-Avrupa toplumlarının oluşturduğu bir bütünde bir corpus oluşturan şeyi, coğrafi ve siyasi, tarihsel ve dilbilimsel bir izotopi, teorik söylemlerle pratikler arasında bir karşılaştırma oluşturan şeyi bulmaktır.

270
Bana gerçekte analiz edilebilir, bize sunulabilecek tek unsurun söylem olduğu ve sonuç olarak, geride başka bir şey olmadığı, sadece söylemin varolduğu fikrini atfediyorsunuz.

Gerçekte, varolan tek şeyin söylem olduğunu söylemenin anlamı yoktur. Çok basit bir örnek: [Kapitalizmin] Nerede ortaya çıktığını göreceğiz? Geniş anlamda anlaşılan söylemlerde, yani ticari kayıtlarda, ücret oranlarında, gümrüklerde. Dar anlamdaki söylemde de görürüz: Yönetim kurullarının aldığı kararlarda ve fabrikaların yönetmeliklerinde, fotoğraflarda, vs. Tüm bunlar, bir anlamda, söylem elemanlarıdır. Fakat, dışına yerleşip inceleyeceğimiz tek bir söylem evreni yoktur.

273
Bir psikoterapi, bir grup ilişkisi, bu iktidar ilişkisini tamamen kırmayı deneyecek bir ilişki fikri, son derece verimli bir fikirdir ve psikanalistler, bu iktidar ilişkisini projelerinin eksenine yerleştirirlerse harika olur.

Fakat psikanalizin, bugün uygulandığı şekliyle, seans başına bilmem kaç frankla, "iktidar ilişkilerinin yıkımı"nı denemeyeceğini söylemeliyim. Psikanaliz şimdiye kadar bir normalleştirme biçiminde sürdü.

274
... bir bütün oluşturan pratik olarak psikanaliz, normalleşme yönünde bir rol oynamıştır. Ayrıca, yine iktidar ilişkileri oluşturan Üniversite hakkında da aynı şey söylenebilir; fakat bu rolü yerine getirmemeyi denemiş ve deneyen bazı üniversiteler de vardır. ... Fransa'da, Freudo-Marksist dediğimiz ve belli bir ideolojik önemi olan insanlar var. Bu insanlara göre özünde devrimci ve karşı çıkışçı iki teori vardır: Marksist teori ve Freudcu teori. Biri, üretim ilişkilerini merkez almaktadır, diğeri zevk ilişkilerini; üretim ilişkilerinde devrim, arzuda devrim, vs. Oysa, Marksist teoride bile, iktidar ilişkilerinin sürdürülmesinin birçok örneğini bulabiliriz...

Kesinlikle iktidar ile baskıyı özdeşleştirmek istemedim. Niçin? Öncelikle, tek bir iktidar olduğunu düşünmüyorum, bir toplumda son derece çok, çeşitli, farklı düzeylerde iktidar ilişkileri vardır; bu ilişkilerden bazıları diğerlerine dayanır ve bazıları diğerlerine karşı çıkar. Çok farklı iktidar ilişkileri bir kurumda fiili hale gelirler; örneğin, cinsel ilişkilerde iktidar ilişkileri vardır ve bu ilişkilerin sınıf iktidarının yansısı olduğunu söylemek kolaycılık olur. ... daha ziyade iktidar ilişkilerini betimleyebiliriz; bu güç bir iştir ve uzun bir süreci gerektirir. İktidar ilişkilerini psikiyatri, toplum, aile açısından inceleyebiliriz. Bu ilişkiler öyle çoktur ki, "iktidar baskı yapar" şeklinde tek bir cümlede özetleyerek baskı olarak tanımlayamayız. Bu doğru değildir. İktidar baskı yapmaz; iki nedenle: Birinci olarak, en azından bazı kişilere zevk sağlar. Tüm bir libidinal zevk düzeni, tüm bir iktidar erotiği vardır; bu, iktidarın sadece baskıcı olmadığını kanıtlar. İkinci olarak, iktidar yaratabilir. ... Otantik devrimciler için iktidarı ele geçirmek, bir sınıfın elinde bulunan hazineyi, bir başka sınıfa, söz konusu durumda proletaryaya teslim etmek için ele geçirmek anlamına gelir. ... O zaman Sovyetler Birliği'ne bakın. Ailedeki, cinsellikteki, fabrikalardaki, okullardaki iktidar ilişkilerinin aynı kaldığı bir rejim karşısındayız. Sorun, bugünkü rejimde, iktidar ilişkilerini mikroskobik düzeylerde -okulda, ailede- dönüştürüp dönüştüremeyeceğimizi bilmektir; öyle ki, siyasi-ekonomik bir devrim olduğunda, daha sonra, şimdi karşılaştığımız iktidar ilişkilerinin aynısını orada bulmayalım.

276
"- Arkeoloji bir yönteme uymadığında onu sanata yakın bir faaliyet olarak kabul edebilir miyiz?"

Yapmayı denediğim şeyin, az çok bilimsel bir disiplin oluşturma fikrinden giderek uzaklaştığı fikri doğrudur. Yapmak istediğim şey, sanata bağlı olacak bir şey değil; daha ziyade, bir faaliyet türüdür. Bir faaliyet türü; bir disiplin değil. Esas olarak tarihsel-siyasi bir faaliyet. Tarihin, modeller ya da örnekler sağlayarak siyasete hizmet edebileceğini sanmıyorum. Örneğin, on dokuzuncu yüzyıl başındaki Avrupa'nın durumunun hangi ölçüler içerisinde yirminci yüzyıl sonunda dünyanın geri kalanının durumuna benzer olduğunu bilmeye çalışmıyorum. Bu benzeşim sistemi bana verimli gelmiyor. ... arkeolojik analizin ilk olarak işlevi, içimize işlemiş bu karanlık süreklilikleri keşfetmek olmalıdır. ... Bana göre, arkeoloji şudur: Geçmiş ile bugün arasındaki benzerlik ilişkilerine değil, daha ziyade, süreklilik ilişkilerine ve mücadele stratejisinin tektik hedeflerini günümüzde tanımlama imkânı üzerinde -özellikle buna göre- temellenen tarihsel-siyasi bir teşebbüstür.

277
"-Deleuze, sizin bir şair olduğunuzu söyledi. Oysa siz şair olmadığınızı, arkeolojinin bir sanat olmadığını, bir teori olmadığını, bir şiir olmadığını, bir pratik olduğunu ileri sürdünüz."

Şiire özgürleştirici bir işlev yüklediğimiz ölçüde arkeolojinin şiirsel olduğunu değil, olmasını istediğimi söyleyebilirim. ... Deleuze, benim söylemimin bilinen anlamdaki tarihi yöneten hakikat yasalarına itaat etmediğini söylemek istemiştir.

278
Aslında, yazma zevki için yazıyorum.


XVI. Delilik, Bir İktidar Sorunu,  Kasım 1974

282
İktisadi süreçlerin bir analizi, kurumların, yasama yetkisinin ve siyasi rejimlerin tarihi zaten yapıldı; fakat bize dayatılan, bedenimizi, dilimizi ve alışkanlıklarımızı evcilleştiren küçük iktidarlar toplamının, bireylere uygulanan bütün denetim mekanizmalarının tarihi yazılmayı beklemektedir.

Güncel denetim biçiminin karakteristik özelliği olarak gördüğüm şey, her bir bireye uygulanıyor olmasıdır: Bize bir bireysellik dayatarak bizim için bir kimlik imal eden bir denetim. Her birimizin bir biyografisi, bir okul dosyasından bir kimlik kartına, pasaporta kadar, herhangi bir yerde her zaman belgelenen bir geçmişi vardır. Herhangi bir anda her birimize kim olduğumuzu söyleyebilecek bir yönetim organizması her zaman vardır ve devlet, istediğinde, tüm geçmişimizi bir uçtan diğerine kat edebilir.

... bireyselleştirmenin asla iktidara karşı durduğunu sanmıyorum, tersine, bireyselliğimizin, her birimizin zorunlu kimliğinin iktidarın bir sonucu ve bir aracı olduğu kanısındayım; iktidarın en çok korktuğu şey şudur: grupların güç ve şiddeti.


XVII. Halk Adaleti Üzerine Maocularla Tartışma, Şubat 1972

(Victor: Benny Lévy;  Gilles: André Glucksmann)

301
... ilkokulda öğretilen ahlâk, tüm değerler sisteminin okuma yazma öğretimi süs verilerek yavaş yavaş dayatılması, okumanın ve yazmanın bu dayatmayı gizlemesi...

304
... bir buçuk yüzyıl boyunca burjuvazi bu plebe şu tercihleri sundu: ya hapse girersin ya orduya; ya hapse gidersin ya sömürgelere; ya hapse gidersin ya da polis olursun. O zaman, proleterleşmemiş bu pleb sömürgeleştirici olduğunda ırkçı; ordudayken milliyetçi, şoven oldu. Polis olduğunda faşist oldu.

308
... nasıl bürokrasi olmamalıysa mahkeme de olmamalıdır; mahkeme, adalet bürokrasisidir. Eğer halk adaletini bürokratikleştirirsen ona mahkeme biçimini verirsin.

Fransız Devrimi sonuç olarak yargı-karşıtı bir isyandı. Havaya uçurduğu ilk şey yargı aygıtıydı. Komin de son derece hukuk-karşıtıydı.

309
(Victor) ... Marx'ın eski düşüncesidir: Yeni olan eskiden doğar.


           



.
.
.
.