.
.
.
Sözün Teknolojileşmesi
Çev. Sema Postacıoğlu Banon
Metis Yay. İst:1999
________________________________
14. Ancak aynı zamanda artzamanlı ya da tarihsel bir yaklaşımla, birbirini izleyen devirleri karşılaştırmalı olarak incelemek, konumuzdan kaynaklanan bir zorunluluktur.
15.  Sözlü ve yazılı kültür arasındaki ayrım ilk olarak, ancak elektronik  çağda kavranmaya başlamıştır. Elektronik iletişim araçlarıyla matbaa  arasında sezilen farklar, bizi yazıyla söz arasındaki daha önce görülen  ayrıma duyarlı kılmıştır. Elektronik çağ “ikincil sözlü kültür” çağıdır;  varlığı yazı ve matbaa teknolojilerine dayanan telefon, radyo ve  televizyona özgü sözlü kültürün çağıdır.
Bugüne dek sözlü kültürlerle yazılı kültürleri karşılaştırmak için yapılan hemen tüm araştırmalarda sözlü kültür alfabeli yazıyla karşılaştırılmış, diğer yazı sistemleri (çivi yazısı, Çin harfleri, Japon hece işaretleri, Maya yazısı vb.) gözardı edilmiştir; üstelik bu çalışmalarda yalnızca Batı alfabesi dikkate alınmıştır (oysa Doğu’da örneğin Hindistan, Güneydoğu Asya ve Kore’de de alfabeler vardır).
17.  Modern dilbilimin babası Ferdinand de Saussure (1857-1913), her tür  sözel iletişimin öncelikle konuşma temeline dayandığını hatırlatmış,  modern araştırmacıların bile inatla yazı dilini temel dil sayma  eğilimine işaret etmiştir. Yazı, Saussure’ün deyişiyle “aynı anda hem  faydalı, hem yetersiz, hem de tehlikelidir”. Bununla birlikte Saussure  için yazı, düşüncenin sözel anlatımını değiştiren bir yöntem değil,  konuşmayı tamamlayıcı bir parçadan ibarettir.
18. ...birinci sözlü kültür, yazıyla uzaktan yakından ilişkisi olmayan insanların sözlü kültürüdür.
19.  Dilin sese dayanan bir olgu olduğunu kimse yadsıyamaz. İnsanlar,  sayısız yoldan iletişim kurar ve bunu yaparken tüm duyularını –dokunma,  tat, koku ve özellikle göz ve kulaklarını- seferber ederler. Bundan  başka sözlü olmayan, el kol hareketleri, yüz mimikleri gibi pek çok  iletişim yöntemleri de son derece zengindir. Ancak esas olarak  iletişime  hâkim olan dil ve dili duyuran tane tane seslerdir. Yalnız iletişim  değil, düşünce de sesle özel bir biçimde bağlantılıdır.
Bugün  konuşulan 3000 kadar dilden yalnızca 78 tanesinin edebiyatı  bulunmaktadır. ... Bugün bile konuşulan yüzlerce dil yazılmış değildir,  çünkü henüz bunlara uygun bir yazı geliştirilmemiştir. Bu bakımdan  değişmeyen tek kalıcı olgu, dilin temelden sözlü oluşudur.
İngilizce,  Sanskritçe, Malayalam, Çince, Twi ya da Shoshone vb. gibi dillerle az  çok ortak noktası olan, ancak bu insan dillerinin tamamen dışında kalan  bilgisayar “dilleri”, konumuza girmemektedir; çünkü bu tür dillerin  aksine bilgisayar dili, bilinçaltından değil, tamamen bilinçlilik  düzeyinden kaynaklanır. Bilgisayar dilinin kuralları (“dil bilgisi”),  önce belirlenip sonra uygulanır. Doğal dillerin dilbilgisi  “kuralları”ysa, uygulanmaya başladıktan sonra kullanım biçimlerinden  soyutlanıp kelimelerle binbir güçlükle açıklanır ki bu açıklamalar da  yetersiz kalmaktadır.
20.  Sözü mekana bağlayan yazı, dilin gücünü tahminimizden çok daha fazla  pekiştirir, düşüncenin yapısını değiştirir ve bu süreçte bazı lehçeleri  belli başlı “grafolekt”lere dönüştürür. Grafolekt, yazıya derinden  bağımlılığıyla diğer lehçelere egemen olan ve onları kapsayan dildir.  Yazı, grafolekte, sırf sözlü lehçelerinkinden kat kat üstün bir güç  kazandırır. Örneğin standart İngilizce diye bilinen grafolektin kelime  dağarcığında, kullanıma hazır en azından bir buçuk milyon kelime, yalnız  bugünkü değil, yüz binlerce geçmiş anlamlarıyla da birlikte bulunur.  Sırf sözlü olan lehçelerin kelime dağarcığı ise birkaç bin kelimeyi  aşmadığı gibi, bu lehçeleri konuşanlar kelimelerin geçmiş anlamlarını da  bilmezler.
(Bununla  birlikte) Bir yazılı metnin meramını anlatabilmesi için, dolaylı veya  dolaysız olarak, dilin doğal ortamı olan ses dünyasıyla bağlantı kurması  gerekir. Bir metni “okumak”, metni sese dönüştürmektir (...).
21.  Yazıdan habersiz birincil sözlü kültürde yaşayan insanlar, pek çok şey  öğrenebilirler, nitekim çoğu oldukça bilgiç ve bilgedir; fakat  “inceleme” yapamazlar.
Çıraklık  (örneğin usta avcılardan avlanmasını öğrenmek), bir tür çıraklık  sayılan müritlik, dinleme, dinleneni tekrarlama, ata sözlerine ve  bunları yeniden tertiplemeye hâkim olma veya kalıplaşmış deyişlerle  özgün deyişler oluşturma, ortak geçmişe tek vücut olarak bakıp katılma,  bu kültürlerdeki öğrenim yöntemleridir; ki bu yöntemler gerçek inceleme  sayılamaz.
techne rhetorike hitabet/konuşma sanatı
23.  ...yazı ve matbaa kavramlarının varlığını bile bilmeyen, iletişimin  yalnız konuşma dilinden oluştuğu kültürleri, “birincil sözlü kültür”  olarak nitelendirdim. Buna karşılık günümüz ileri teknolojisiyle  yaşantımıza giren telefon, radyo, televizyon ve diğer elektronik  araçların “sözlü” nitelikleri, üretimi ve işlevi önce yazı ve metinden  çıkıp sonra konuşma diline dönüştüğü için “ikincil sözlü kültür”ü  oluşturur.
24.  Yazıyla “kelimeler” somut bir nesne görünümüne bürünür, çünkü  kelimeleri görsel işaretler olarak, şifre çözücü anahtarlar gibi  algılar, metin veya kitap sayfasına basılan bu işaretlere dokunabiliriz.
36. Uç noktada bir Romantik’in gözünde kusursuz şair, Tanrı gibi yoktan yaratandır; ...
37.  Homeros devri Yunan kültürü için kalıp deyişler değerliydi, çünkü  şairlerin yanı sıra bütün sözlü düşünce dünyası bu tür kalıplardan  yararlanıyordı. Sözlü kültürlerde kazanılan, öğrenilen bilginin unutulup  kaybolmaması için sürekli tekrar gerekiyordu; kalıplaşmış düşünme  biçimleri, hem bilgelik hem de etkili bir kamu yönetimi için elzemdi.  Fakat M.Ö. 427?-347 yıllarında yaşamış olan Platon’un devrine  gelindiğinde bir değişim gerçekleşmişti: Yunan alfabesinin aşağı yukarı  M.Ö. 720-700 yıllarında geliştirilmesinden birkaç yüzyıl sonra,  Yunanlılar nihayet yazıyı etkin olarak içselleştirmişlerdi. Bilgi, artık  belleği güçlendiren sözlü kalıp depolarından çıkıp yazılı metinlerde  korunduğu için zihne çok daha özgün ve soyut düşünme yolları açılmıştı.  ...Platon’un şairleri devletine sokmamasının başlıca nedeni, (belki  bunun tam da farkında değildi), yazıyla biçimlenen düşünsel dünyasında  geleneksel şairlerin pek sevdiği kalıpların miyadını doldurmuş, hatta bu  dünyaya ters düşmeye başlamış olmasıdır.
38. Bugün biz, Platon’un inançla savunduğu felsefenin yazı temeline dayandığını biliyoruz; ancak Platon, Phaedrus ve Yedinci Mektup  yapıtlarında yazı konusundaki endişelerini şöyle dile getirir: mekanik,  sorulara kapalı, belleği mahveden, insanlık dışı bir bilgi işlem yolu.
42.  Haveloc ...tüm eski Yunan sözlü kültürünü incelemiş ve Yunan  felsefesinin filizlendiği dönemin başlangıcıyla düşünme yapısını  değiştiren yazı arasındaki bağlantıyı kanıtlamıştır. Nitekim Platon’un  devletine ozanları sokmaması, Homeros devrinden kalma kümeleşmiş,  bağlaçsız sıraların, sözlü tarz düşünceyi dışladığını gösterir. Platon  dünya ve düşüncenin ayrıntılı biçimde çözümlenmesinden yana çıkmış, bu  da ancak alfabenin Yunan ruhunda içselleşmesiyle mümkün olmuştur.  ...Havelock, çözümlemeci düşüncenin doğuşunu, Yunan alfabesinde ünlü  harflerin yazılmaya  başlanmasına bağlar. Sami  kavimlerin geliştirdiği bu alfabe, yalnız ünsüz ya da yarı-ünlü  harflerden oluşuyordu. Ünlü harfleri alfabeye sokmakla, Yunanlılar,  kaypak ses dünyasını soyut, çözümleyici ve görsel olarak şifreleyen yeni  bir düzeye eriştirmiş oldular.
46.  (Sözlü kültürde) Kelimeler göze görünen nesneleri temsil etse de, yazı  olmadığı sürece kelimelerin görsel bir varlığı olamaz. Kelimeler sesten  ibarettir. ...Kelimeler başlı başına bir eylemdir. 
47.  Tüm duyular, zaman içinde algılanır; ancak sesin zamanla ilişkisi  apayrı olup, kaydedilen diğer insan duyularının zamanla ilişkisine  benzemez. Ses, ancak varlığını yitirirken işitilir. Yalnız yok olabilir  değil, özünde geçicidir ve geçici niteliğiyle duyulur. 
Bütün duyular zaman içinde yer alsa da durdurulmaya, sabitleştirilmeye işitme kadar meydan okuyan ikinci bir duyu yoktur.
57. (Birincil sözlü kültürde) Bilgi, güç bela elde edilir ve değerlidir.
59.  Bilgiyle yaşantı arasına mesafe, ancak yazıyla üretilebilen ayrıntılı  çözümlemeli kategorilerle girer; böyle bir araçtan yoksun sözlü  kültürlerse, tüm bilgilerini insan yaşamına dayanarak, yabancı ve nesnel  dünyayı kendilerine yabancı olmayan insan etkileşimi çerçevesinde  özümleyerek kavramlaştırmak ve söze dökmek zorundadır.
61.  Edebi anlatı ciddi romana dönüştükçe, eylem odağı da, bütünüyle dış  sorunlardan uzaklaşıp gittikçe kişisel iç sorunlara kaymıştır.
62.  Yazı, bilineni bilenden ayırdığı gibi, kişisel gerçekten de  uzaklaştırarak bilgiyi “nesnel” kılar. Homeros ve benzeri sözlü  ozanların sahip oldukları “nesnellik” ise, kalıplaşmış deyişlerle  zorunlu kılınmıştır: kişinin tepkisi yalnız kişisel ya ad “öznel”  değil,, toplumun tepkisini, “ruhunu” yansıtan kalıpların içindedir.
63.  Matbaa kültürlerinde, bir kelimenin çeşitli metinlerdeki farklı  kullanım ve anlamlarının derlendiği sözlükler yaratılmıştır. Böylece  kelimelerin bugünkü anlamlarıyla pek ilgisi olmayan kat kat anlamlar  kazanmış olduğunu biliyoruz. Sözlükler, anlamsal uyuşmazlıkları  sergiler. 
Sözlü  kültürlerdeyse elbette sözlük yoktur ve pek az anlam uyuşmazlığı söz  konusudur. Her kelimenin anlamı, ... “anlamın anında onanmasıyla”, yani  kelimelerin kullanıldıkları gerçek yaşam ortamıyla derhal kenetlenir.  Sözlü zihin, tanımlarla uğraşmaz. Kelimeler, anlamlarını sadece ısrarla  kullanıldıkları gerçek yaşam ortamından kazanır; ... 
65. ...”sözlü gelenek biçimleri... geçmişin uygun olmayan bölümlerinin unutulmasını öngörüyor,” ...
69. ...Yunanlıların alfabeli yazı teknolojisini içselleştirdikten sonra biçimsel mantığı bulduklarını ...biliyoruz.
...okuma yazma bilmeyen biri, tümdengelim yöntemlerine pek başvurmaz
70.  Mantık yoluyla çıkarımlara varmanın bir metin gibi değişmez,  soyutlanmış ve kafese konmuş bir düşünme biçimi olduğunu eklemeyi de  uygun görüyorum. Bu olgu mantığın yazı temeline dayalı oluşunun önemini  vurgular.
71. Birincil sözlü kültürün dünyasını çürütmek mümkün değildir.
72.  ...sözlü kültürler, ...metin tarafından biçimlendirilmiş düşünceden  kaynaklanan geometrik şekiller, soyut kategoriler, kalıplaşmış mantıksal  irdeleme süreçleri, tanımlamalar, hatta ayrıntılı tasvirler veya ince  benlik tahlilleriyle ilgilenmezler.
79.  Tek tek kelimelerin anlam yüklü nesneler olduğu kavramını yazı besler;  kelimeleri birbirinden yazı ayırır. (İlk el yazmalarında kelimeler ayrı  ayrı, birbirinden kopuk değil, birbirine bitişik yazılıyordu.)
83. Son derece eski ve uzun derlemelerden oluşan Veda’ların M.Ö. 1500-900 ya da –500 yıllarında ortaya çıktığı sanılmaktadır;...
87.  Birincil sözlü kültürde ticaret bile, parasal bir işlemden önce, esasen  güzel söz söyleme, hitabet sanatıdır. Ortadoğu çarşılarında alışveriş  yapmak, süpermarkette yapılan alışverişe, ileri kültür insanının  bedelini ödemekle noktaladığını sandığı basit alışverişe benzemez.
Birincil  sözlü kültür, kişiliği, belli açılardan okuryazar kişiliğinden daha az  içine kapalı, dış dünyaya ve topluma daha açık kılar. Sözlü iletişim  insanları birleştirir: Yazı ve okuma ise kişinin tek başına yaptığı ve  kendi iç dünyasına döndüğü eylemlerdir.
90.  Sözlü kültür psikodinamiğini etkileyen sesin belli başlı  özelliklerinden biri de, başka duyu ve algılara oranla, sesin içsellikle  bağıdır.
Bir  nesnenin içini fiziksel iç olarak yalnızca ses doğrudan yoklayabilir.  Görme duyumuz, en iyi yüzeye çarpıp yayılan ışığı algılar.
Tat  ve doku da, nesnenin içini ve dışını tam kaydedemez. Dokunma, evet,  Ancak, dokunarak algılarken nesnenin içini de kısmen bozarız. Bir  kutunun içi dolu mu boş mu diye anlamak için, önce parmağımı sokacak bir  delik açmam gerekir. Kısacası kutuyu açtıkça içinin iç olma özelliğini  de bozarım.
92. Sözlü kültürde insan, olayların durmadan akıp gittiği evrenin merkezindedir, insan dünyanın göbeği, umbilicus mundi’dir.  İlk kez matbaanın icadıyla haritalar çizilip evren veya “dünya” diye  algılanan kavram, gözler önüne serilmiş, görüntünün sırf yüzeyini  yansıttığı, “keşfedilmeye hazır yeryüzü parçaları toplamına dönüşmüştür.
Sesin  hakim olduğu sözel iktisat, çözümleyici, parçalayıcı (ki bu, yazıyla  görüntülenen kelimeyle gelecektir: görüntü parçalar) değildir,  kelimeleri kümeleyen (uyum sağlayan) eğilimle bağdaşır. ...cansız  nesnelerin çevresinde değil, insanın ve insan biçimli varlıkların  eylemleri çevresinde örgütlenmiş bir bilgiyle bağdaşır.
...yazı ve matbaa sözlü-işitsel dünyayı görüntülenen sayfalar dünyasına indirgediğinde ...
94. “Yazı öldürür, ruh (ağızdan çıkan kelimeyi taşıyan nefes) can verir” (2 Korintoslular, 3:6).
Kelime İşaret Değildir
Jacques  Derrida (1976:14), “Yazıdan önce hiçbir dilsel işaret yoktur,” diye  belirtmiştir. Fakat yazılı metnin sözlü olana gönderme yapma niteliği  göz önünde tutulursa, yazıdan sonra da dilsel bir “işaretin” olduğu  söylenemez. Kelimenin metinsel, görsel temsili, o ana dek bilinmeyen,  yepyeni anlatım olanaklarını serbest bıraksa da, yazılan “kelime” gerçek  bir kelime değil, sadece “ikincil bir biçimlendirme sistemidir”.  Düşünce, ses dünyasına gönderme yaparak anlam kazanan, gözle görünür  simgelerden oluşan metinde değil, konuşmada barınır. Nitekim okurun bu  sayfada gördüğü gerçek kelimeler değildir; belirli bir öğrenim görmüş  herkesin bilincinde gerçek ya da hayali bir sesle çağrıştırabileceği  şifreli simgelerdir. Bilinçli bir insan, metni gerçek veya hatalı,  dolaylı veya dolaysız seslendirilen kelimelerin anahtarı olarak  kullanmadığı sürece metin, kâğıda karalanan çizgilerden başka bir şey  değildir.
Yazı  ve matbaa kültürünün insanları için aslı ses olan kelimeyi yalnız bir  “işaret” olarak algılamak çok daha rahattır, çünkü “işaret” görüntüyle  öğrenilir.
95.  Kelimeleri işaret olarak görmemiz, tüm duyguları, hatta tüm insan  yaşantısını görsel benzerlerine indirgeme eğilimimizden kaynaklanır;  sözlü gelenekte belki gizli olan bu eğilim, yazı ve matbaayla pekişmiş  ve elektronik kültüründe doruğuna ulaşmıştır. ... Takvim veya saat  yüzeyinde zamanı birimlere bölüp, yan yana dizince zamana mekân  sağladığımızı ve hâkim olduğumuzu sanırız. Gerçek zaman bölünmez,  aralıksızdır; dün yelkovan gece yarısını geçtiği için bugün olmadı! (Ellul’un benzer ifadeleri !)  ...Mekâna indirgemekle, zamanı denetlediğimiz sanıyoruz –yalnız  sanıyoruz, çünkü gerçek, bölünmeyen zaman bizi gerçek ölüme  götürmektedir. (Burada mekâna indirgemenin yararını ve teknolojik açıdan  gerekliliğini yadsımıyorum; amacım, bu başarıların akıl düzeyinde  sınırlı ve yanıltıcı olduğunu vurgulamak.) Aynı şekilde osilograf  aracılığıyla hiç ses duymamış ve sesin ne olduğunu bilmeyen sağırlar  için, bugün sesi belirli “uzunluk” dalgalarına indirgiyoruz. Veya  hepsinden önemlisi, sesi yazıya ve yazının en uç ürünü olan alfabeye  indirgemiş bulunuyoruz.
97. Yazı, insan bilincini en çok değiştiren tekil buluştur.
Yazı, “bağlamsız” olarak nitelenen bir dil ya da “özerk” bir söylem kurmuştur. (bugün teknolojik görüntüler için söylenenlere benzer ifadeler !) Yazılı  söylem, yazarından ayrı tutulduğu için, konuşmada olduğu gibi soru  sorulamayan, sorgulanamayan bir söylemdir. ... “kitapta öyle yazılı”  sözü, hemen hemen “bu gerçektir” anlamına gelir.
98. Platon, Yazı ve Bilgisayar
Bugün bilgisayara getirilen eleştirinin aslında Platon’un Phaedrus (274-7) ve Yedinci Mektup yapıtlarında yazıya getirdiği eleştiriyle aynı olduğunu öğrenenler şaşırıyor, hatta rahatsız oluyorlar. Phaedrus’da  Platon, Sokrates’in ağzından yazının insani olmadığını; gerçekte sadece  insanın zihninde var olan düşünceyi zihnin dışında kurmaya kalkıştığını  söyler; yazı bir nesne, imal edilmiş bir üründür. ... Daha sonra Platon  ... yazının belleği çürüttüğünü söyler. Yazıya alışan unutkan olur,  kendi öz kaynaklarından yararlanacağına dış kaynaklara bağımlı kalır ve  öz kaynaklarını yitirir. Yazı, zihni zayıflatır. Bugün aynı sözleri  anne-babalar, öz kaynak sayılan çarpım cetvelini ezberleyeceğine hesap  makinesi kullanan çocuklar için söylemektedir. ... Üçüncü eleştiri de,  yazının temelde yanıt verememesidir. Bir insana sözlerinin anlamı  sorulunca, açıklayıcı bir yanıt alabilirisiniz; metne soru sorulunca  soruya neden olan kelimelerin –genelde aptalca- tekrarından başka bir  şey elde edilmez. ... Platon’un yazıya getirdiği dördüncü eleştiri, yine  Sokrates’in ağzından, yazılı kelimelerin konuşma sözü gibi kendini  savunamaması, doğal konuşma ve düşünmede olduğu gibi gerçek insanlar  arasında bir söz alışverişi yaratamamasıdır. Yazı edilgendir ve kendi gerçekdışı, yapay dünyasına kapalıdır. Tıpkı bilgisayar gibi.
99.  Daha da güçlü nedenlerden ötürü matbaa da aynı eleştiriye hedef  tutulabilir. ... Latince klasiklerin basılması... ...”kitap bolluğundan  insanlar artık eskisi gibi gayretli değil” (Hieronimo Squarciafico,  1477)
Platon’un  yazı eleştirisinin zayıf noktalarından biri, yazıya karşı çıkışını daha  etkin kılmak için, eleştirisini yazıya dökmüş olmasıdır; tıpkı matbaaya  karşı çıkanların, düşüncelerini yaymak için matbaadan yararlanmaları  gibi. Aynı tutarsızlık bugün bilgisayar düşmanları için de geçerlidir,  çünkü dile getirdikleri ve yaydıkları görüşler, eleştirdikleri aletin  ekranında hazırlanıp basılmaktadır. Yazı, matbaa ve bilgisayar, sözün  büründüğü teknoloji çeşitlerindan başka bir şey değildir. Söze teknoloji  girdikten sonra, yeni teknolojinin sonuçlarını en iyi şekilde  eleştirmek, ancak mevcut en ileri teknoloji araçlarından yararlanmakla  mümkün olmuştur. Kaldı ki teknoloji sadece eleştiri yaymak için  kullanılmaz; her yeni teknoloji, aslında o güne dek varolmayan  eleştirinin kendisini doğurur.
Haveloc’un  gayet güzel açıkladığı gibi (1963), aslında Platon, bütün  epistemolojisinde eski sözlü geleneğe bağlı hareketli, sıcak, insanları  birleştiren yaşam şeklini, farkına varmadan, ama programli biçimde  dışlamıştır (Platon bu yaşam şeklinin temsilcileri olan halk ozanlarını  devletine sokmaz). “Biçim” anlamına gelen idea kelimesinin temeli görüntüdür; Latince video, “görmek” fiiliyle aynı kökten gelir ve bu kökten türeyen başka kelimeler, “görü” (vision), “görünür” (visible) ve video kasetine dek uzanır.
100.  Burada gördüğümüz çekici çelişkilerin nedeni, insan zekâsının sonsuz  kıvraklığı ve esnekliğidir; öyle ki bir zekânın yararlandığı dış araçlar  hemen “içselleştirilir”; başka bir deyişle, zekânın kendini yansıtan  araçları oluverir.
Bir  zamanlar canlı olan ölü çiçek, sözel metnin canlı simgesidir. Fakat  buradaki aykırılık, metnin ölü oluşunun, cıvıl cıvıl insan yaşamından  sıyrılışının ve sabit, görsel bir boyuta indirilişinin, aynı zamanda  metnin ömrünün uzamasını ve sonsuz sayıda canlı okurun sınırsız yaşam  bağlamları içinde tekrar canlanmasını sağlamasıdır.
101. Yazı Bir Teknolojidir
Platon,  tıpkı bugün birçok insanın bilgisayarı gördüğü gibi, yazıyı dışsal,  yabancı bir teknoloji olarak görüyordu. Bugünse yazıyı öylesine  içselleştirmiş, benliğimizin o denli ayrılmaz bir parçası kılmışızdır  ki, ... matbaa ve bilgisayarı kolaylıkla teknoloji olarak  nitelendirdiğimiz halde, yazıyı teknoloji olarak görmekte zorlanıyoruz.  Fakat yazı (özellikle alfabeli yazı), bir teknolojidir; araç gereç  kullanımını zorunlu kılar: kalem, fırça, özenle işlenmiş kâğıt, hayvan  derisi ve tahta gibi yüzeyler, boya, mürekkep vb. ... Söz konusu üç  teknolojiden en zorlayıcı olanı yazıdır. Çünkü gerek matbaa gerekse  bilgisayar, dinamik sesi suskun mekâna indiren, kelimeyi yaşanan andan  koparan yazının açtığı yolda ilerlemişlerdir yalnızca.
102.  Yazının yapay olduğu söylemek, yazıya yergi değil, övgüdür. Başka yapay  yenilikler gibi, belki de hepsinden daha fazla kişinin öz  kaynaklarından yararlanmasına en geniş olanak sağlayan, çok değerli bir  buluştur.
Teknoloji  yapaydır ve –yine bir paradoks- yapaylık insanların doğal bir  parçasıdır. Tam anlamıyla içselleştirilen teknoloji, yaşamı alçaltmaz;  tersine yaşamı yüceltir. ... Beethoven’in 5. senfonisinin notası, titiz  müzik eğitimi görmüş teknisyenlere gereçlerini nasıl kullanacaklarını  belirten bol ayrıntılı direktiflerle doludur. Legato: bir sonraki notaya geçmeden parmağını notadan kaldırma. Staccato:  notayı çalar çalmaz parmağını kaldır, vb. Müzikologların da gayet iyi  bildiği gibi, mekanik aletlerden ses çıkıyor gerekçesiyle Morton  Subotnik’in “The Wild Bull” (“Vahşi Boğa”) adlı elektronik yapıtını hiçe  saymak anlamsızdır. Mekanik alete o kadar karşıysanız orgun sesinin  nereden geldiğini sanıyorsunuz? Ya da keman sesinin, hatta  düdük  sesinin? Bir kemancı veya orgcu, bu mekanik aletler olmadan  yaratılamayan ve insan ruhuna derinden işleyen pek çok duyguyu ancak  mekanik çalgılarla yorumlayabilir. Elbette bu yorum düzeyine erişebilmek  için, önce müzik teknolojisinin içselleştirilmesi, gerecin ya da  makinanın yorumcunun ikinci doğası, kendi ruhunun bir parçası haline  gelmesi gerekir. Bunun için de yıllar yılı “çalışmak”, çalgının tüm  olanaklarını deneyip öğrenmiş olmak gerekir. Bir aleti dilediğiniz  biçimde kendinize uyarlamanız, teknolojik bir beceri öğrenmeniz pek de  insanlık dışı sayılmaz. Teknolojiden yararlanmak insan ruhunu  zenginleştirir, genişletir ve iç yaşamı yoğunlaştırır. Yazı ise, müzik  yorumundan çok daha derinlere sızmış bir teknolojidir. Ancak yazıyı  anlamak için (ki bu yazıyla yazının çıktığı sözlü kültür arasındaki bağı  kavramak demektir), yazının bir teknoloji olduğunu yılmadan kabul  etmeliyiz.
103. Homo sapiens  aşağı yukarı 50 000 yıldır yeryüzünde yaşamaktadır, oysa bildiğimiz ilk  el yazısı veya gerçek yazı M.Ö. 3500 yıllarında Mezopotamya’da yaşayan  Sümerlerin geliştirdiği çivi yazısıdır.
Bundan  önce de insanlar, binlerce yıldır resimler çizmekteydi. Çeşitli  toplumlar, çeşitli kayıt yolları ya da bellek yardımcıları  kullanmaktaydı: ... Ancak el yazısı, sırf belleğe destek aracı değildir.  Resimle yazılmış olduğu zamanlarda bile, resmin ötesindedir. Resim, bir  nesneyi temsil eder. Bir adam, bir ev, bir ağaç resmi tek başına bir  şey söylemez. (Bu resimler, uygun bir düzgü (code)  veya bir dizi kural yardımıyla belki bir şey ifade edebilir; ancak  düzgünün şekli resimle çizilemeyen başka bir düzgü olmadan çizilemez.  ...) Gerçek anlamda yazı olan el yazısı, yalnız resim, resimle temsil  edilen nesnelerin görüntüsü değil, birinin söylediği ya da söylediği  tasavvur edilen sözcenin temsilidir.
104. ...görsel işaretlerden oluşan bir düzgü sistemi...
Yazı  konuşmaya sadece bir ek değildir. Konuşmayı sözlü-işitsel duyudan  çıkarıp yeni bir duyu dünyasına, görmeye bağladığı için hem konuşmayı  hem de düşünme biçimini dönüştürür.
Kuşkusuz,  alfabenin en ilginç özelliği, tek bir kez icat edilmiş olmasıdır. ...  bütün dünya alfabelerinin kökü, Sami ırkının geliştirdiği alfabedir.
111. Ses, ... sadece yok olurken vardır.
Alfabenin  özü, resimle kelimeleri temsil etmek olsa de, alfabe, nesneler  dünyasıyla arasındaki bağı tümüyle kaybetmiştir. Alfabe sesin uçucu  dünyasını mekânın durgun, hemen hemen değişmez dünyasına dönüştürerek  sesin kendisini bir nesne olarak sunar.
114.  Eski Yunan’da da, okuryazarlığın başka toplumlarda olduğu gibi dar bir  çevreyi aşamadığına kanıt olarak Havelock, yazının bu topluma  girmesinden hemen sonra “yazıcılık zanaatı”nın geliştiğine işaret eder.  Bu aşamada yazı, “usta”ların “iş”iydi; ...
Yunan  alfabesinin icadından ancak üç asır sonra, Platon devrinde yazı zanaat  olmaktan çıkıp halkın malı olmuştur ve kitlelerin yazıyı  içselleştirmesiyle düşünme biçimi de değişmiştir.
... bazen de hayvan derisini ikinci bir kez kullanmak için bir önceki metin kazınıyordu (palimpsest).
118.  Yazı matbaanın icadıyla tamamen içselleştirilmeden önce insanlar,  yaşamlarının her anında herhangi bir soyut hesaplanmış zamanın içine  yerleşmiş hissetmiyorlardı kendilerini. Sırf Ortaçağ devrinde değil,  Rönesans devrinde bile, birçok Avrupalının yaşadıkları yılı bildikleri  kesin değildi. ... İnsan bilincinde iz bırakacak günlük gazete veya  benzerinin olmadığı bir kültürde, çoğu insanın yaşadıkları takvim yılını  bilmelerinin ne anlamı vardı?
119.  Sözlü kültürde geçmiş, ataların hüküm sürdüğü ve bugünkü varoluşumuza  ilişkin bilincimizi tazeleyebileceğimiz kaynaktır; ve tıpkı geçmiş gibi  bugünkü varoluşumuz da maddelenebilir bir alan değildir. Sözlü gelenek,  liste, belge ve sayı tanımaz.
136.  ...  Okumuş Latincesi, yazının söylemi yalıtma gücünün ve böyle bir  yalıtımın eşsiz verimliliğinin en güzel örneğidir. Yazı, ... bilgi  sahibiyle bilineni birbirinden uzaklaştırdığı için nesnelliğin  kurucusudur. ...Okumuş Latincesi, anadilin duygu yüklü derinliklerinden  uzak bir ortamda bilgiyi temellendirerek, nesnelliği pekiştirdiği gibi,  duygu ve içgüdülerin koşullandırdığı canlı insan ilişkilerinin bilim ve  bilgiye karışmasını sınırlayarak, Ortaçağ devrinin kusursuz soyut  skolastiğini ve ardından gelen yeni matematik temelli modern bilimin  doğuşunu mümkün kılmıştır. ...modern bilimin yetiştiği toprak,  Latince’dir.
137. 1.Okumuş Latincesi, 2.Klasik İbranice, 3.Klasik Arapça, 4.Sanskritçe, 5.Klasik Çince 
141.  15. yüzyılda Avrupa’da alfabe harflerinin basılmaya başlanması...  Alfabeli yazı, kelimeyi ses birimlerine, eşit mekân parçacıklarına  bölmüştür (sadece ilke olarak, çünkü harfler, hiçbir zaman tam bir  sesbirimsel gösterge olamaz). ...Kelimeleri oluşturan birimler (baskı  harfleri), kullanılacakları kelime ortaya çıkmadan önce birim  nitelikleriyle mevcuttur. İşte bu nedenle, basılan kelimeler, yazıya  oranla çok daha fazla nesne niteliği taşır.
Her  harfin ayrı bir metal parçasına dökülüp şekillendirildiği alfabe  baskısı, ruhsal açıdan yepyeni bir çığır açmıştır. Kelime, üretim  sürecinin ayrılmaz bir parçası olmuş, bir tür metaya dönüşmüştür.
151. Bir matbaa, “aynen tekrarlanabilir görsel ifade”yi, hurufattan oluşan dizgiyi bastığı gibi rahatlıkla basıp çoğaltabilirdi.
Modern  bilim, bu yeni ve bire bir tekrarlanabilir görsel ifadenin  sonuçlarından biri olmuştur. ... Modern bilimin özelliği, kusursuz  gözlemle kusursuz sözel anlatımı birleştirmesi; dikkatle gözlemlenen  karmaşık nesne ve süreçleri tam olarak, kusursuz biçimde betimlemesidir.  ... Böylece, çok görselleşmiş, yepyeni bir zihinsel dünya  yaratılmıştır.
152.
Tipografik Mekân
Görsel  yüzey anlamla yüklendiği ve matbaa, sadece bir metnin oluşturulması  için hangi kelimelerin kullanıldığını değil, bu kelimelerin sayfa  yüzeyindeki tam yerini ve birbirleriyle ilişkisini de denetlediği için,  basılı bir sayfadaki boş mekân –ki buna beyaz boşluk da denir- modern ve  postmodern dünyaya dek uzanan büyük bir önem kazandı.
156.
Tipografi  kelimeyi meta haline getirmişti. Bir zamanlar herkesin paylaştığı sözlü  kelime dünyası, matbaayla özel mülkiyetlere bölündü.
159. (Dipnot)
sanat/bilim: bugün bizim bilim olarak nitelendirdiğimiz bilgi, Ortaçağ’ın sonuna dek sanattı. (çn)
194.
Metinciler ve Kugusökümcüler
Büyük  ölçüde Husserl felsefesinden türeyen metincilik akımının da odak  noktası, basılı metinler ve özellikle Romantizm devrinin sonlarına doğru  basılan metinlerdir. ... Çoğu metinci, tarihsel sürekliliğe pek önem  vermez.
Rousseau’yla  uzun bir “diyalog”a girmiş olan Jacques Derrida, yazının “söylenen söze  ek” değil, oldukça farklı bir edim olduğunda ısrar eder. ... Zihnin  dışındaki evrene ait nesnelerle söylenen sözler arasında bire bir  denklik olduğu varsayılır; benzer şekilde sözlü kelimeyle yazılı  (basılı) kelime ilişkisinde de bire bir denklik geçerli sayılır. Bu bire  bir denklik varsayımına dayanan saf okur da, daha önceden zihnin  dışında bulunan bir nesnenin kelimeyle yakalandığını ve bunun bir tür  boru hattıyla ruha iletildiğini sanır.
Derrida,  Kant’ın “numen-fenomen” (yalnız zihinsel olarak idrak edilen olguya  karşı görüntülü, somut olgu) karşıtlığı (ki bu, yazıyla gelip matbaayla  pekişen görüntü üstünlüğüyle bağlantılıdır) üzerine geliştirdiği bir  düşünceyle, bu tür “bulunuş” (presence) metafiziğini  şiddetle eleştirmiştir. Derrida, boru hattı modelini “söz-merkezcilik”  olarak tanımlar ve bunun “ses-merkezcilik”ten, başka bir deyişle,  “logos”u ya da söylenen sözü birincil görüp, yazıyı sözlü konuşmaya  kıyasla değersizleştirmekten kaynaklandığını teşhis eder. Yazı, boru  hattı modelini bozar; çünkü yazının kendine özgü bir iktisadı olduğu, bu  nedenle söylenen sözden aldığını hiç değiştirmeden iletemeyeceği  gösterilebilir. Üstelik, yazının bu modeli bozuşundan daha da gerilere  gidersek, boru hattının çok daha önceden, söylenen sözlerle bozulduğunu  görebiliriz; çünkü söylenen sözler de, zihindışı “bulunuş” evrenini  şeffaf camdan geçirir gibi iletmezler. Dil yapıdır ve dilin yapısı,  zihindışı evrenin yapısı değildir. Bu nedenle Derrida, edebiyatın –hatta  dilin kendisinin- kendi dışında kalan bir şeyi “temsil” etmediği, “dışa  vurmadığı” sonucuna varır.
196.  İşin tuhafı Platon, ses-merkezciliğini, konuşmayı yazıya yeğleyişini,  yalnızca yazabildiği için açık ve etkili biçimde ifade edebilmiştir. ...  Ancak Platon’un “idea” öğretisini izlersek, böyle bir sonuca  varamayacağımızı görürüz; çünkü bu öğretiye göre, ruh yalnız gölge veya  gölgelerin gölgesiyle ilgilenir, gerçek “idea”ların “bulunuş”larıyla  değil. Bir bakıma Platon’un “idealar”ını ilk “gramatoloji” olarak  yorumlayabiliriz.
200.
“Metnin nesnelliği bir yanılsamadır”.
 
.
.
.
