29 Nisan 2011

M. Hardt & A. Negri - Ortak Zenginlik

.
.
.

Ortak Zenginlik
M. Hardt & A. Negri

Çev. Eflâ-Barış Yıldırım - Ayrıntı Yayınları 2011 (2009) İstanbul


42
Tarihin mutlak bir görecelikle tehdit edildiğine inanıldığında, dini değerler ya da iradeci onaylamalar tek alternatifmiş gibi gözükür.

49
... Foucault, elbette siyasal İslam'ı desteklemez ve açıkça böylesi bir İslam'da ya da Şii din adamları sınıfında devrimci hiçbir yan bulunmadığında ısrar eder; ancak Avrupa'da başka yerlerdeki diğer tarihsel örneklerde olduğu gibi, dinin İran'da halk sınıflarını harekete geçiren bir mücadele biçimine önayak olduğunu kabul eder. ... Foucault'nun halk hareketlerinde dini güçlerin günlük yaşam, aile bağları ve sosyal ilişkileri özenle düzenleme biçimine hassasiyet göstermesi hiç de şaşırtıcı değildir. Başkaldırı bağlamında Foucault, "Onlar için din, öznelliklerini radikal biçimde değiştirecek bir şey bulma vaadi ve garantisi gibiydi" diye açıklar. Bizim Şah'ın devrilmesinin ardından baskıcı teokratik bir rejimin, kendisinin karşı çıktığı bir rejimin iktidara geldiği gerçeğinden ötürü Foucault'yu suçlamak gibi bir niyetimiz yok. Bunun yerine, onun makalelerinde en kayda değer bulduğumuz yan, isyanın dinsel köktenciliğinde ve beden üzerine odaklanışında, eğer farklı bir şekilde kullanılıp, teokratik rejimin sınırları dışına çıkarılabilseydi, radikal bir öznellik değişimi getirebilecek ve bir özgürlük projesine katkıda bulunabilecek biyo-politik güçlerin ayırdına varmış olmasıdır.

Şehrin büyük bir sessizliğe bürünüşü, şehrin ortasında son çığırtkan ve yırtıcı hesaplaşmaların yaydığı seslerin üstünü örtüyordu. Şehir resmen boşalmıştı. Korunan hakları tehdit eden kişiler, artık ortada değillerdi. Hırsız yoktu. Şehrin ortasında kalan zümre de bir süre sonra sessizliğe büründü, dudaklar gerginleşti, aslında yana bakan sabit gözler yakında gelecek yokedilişlerinin ayak seslerini duymaya başlamışlardı bile.

64
(Hobbes'un çokluk ve halk arasındaki kavramsal ayrımının temel içeriği) Hobbes, kralın halk olduğunu ilan eder; çünkü çokluğun aksine halk, birleşik bir nesnedir ve tek bir şahıs tarafından temsil edilebilir. Hobbes'un ayrımı yüzeyde basitçe geometriktir: çokluk çoğulken (ve bu nedenle tutarsız, kendini yönetmekten acizken); halk birdir (ve bu nedenle egemenliğe muktedirdir).

72
(Foucault) İktidar yalnızca özgür özneler üzerinde ve sadece onlar özgür olduğunda uygulanır.

74
"Eğer dünyaya inanırsanız ne kadar önemsiz olurlarsa olsunlar, kontrolü berteraf eden olaylara neden olursunuz; yüzey ya da hacimleri ne kadar küçk olursa olsun yeni uzam-zamanlar yaratırsınız... Kontrole direnme ya da boyun ğeme yetimiz, her hareketimizde ayrı değerlendirilmelidir." (Gilles Deleuze, Negotiations, 1995)

75
Biyopolitik olay aslında daima eşcinsel/queer bir olaydır; egemen kimlik ve normları parçalayarak iktidar ve özgürlük arasındaki bağlantıyı açığa çıkaran ve böylelikle alternatif bir öznellik üretimini başlatan yıkıcı bir öznelleştirme sürecidir.

77
2. Bölüm: Modernite ve Alter-Modernite Manzaraları

79
Modernite her zaman ikilidir. Akıl, Aydınlanma, gelenekten kopuş, sekülerizm ve benzeri terimlerle tanımlamadan önce, modernite bir iktidar ilişkisi olarak anlaşılmak zorundadır; yani tahakküm ve direniş, egemenlik ve özgürleşme mücadelesi olarak.

80
Sömürgecilik öncesi uygarlıklar birçok örnekte oldukça ileri, zengin, derin ve karmaşık uygarlıklardır ve sömürgeleştirilenin modern uygarlık denilen şeye katkısı azımsanmayacak düzeydedir ve büyük ölçüde görmezden gelinmiştir. Bu perspektif, geleneksel ve modern, yabani ve medeni gibi yaygın kabul gören ikilikleri parçalayıp dağıtır. Burada ... daha önemli olan şey şudur: Modernitede yaşanılan karşılaşmalar, daimi karşılıklı dönüşüm süreçleri biçiminde kendini gösterir.

85
Köleler ve proleterler, dünya çapındaki kapitalist iş bölümünde tamamlayıcı roller oynar; ancak Jamaika, Recife ve Alabama'nın köleleri aslında İngiltere ve Fransa'nın kapitalist ekonomilerine Birmingham, Boston ve Paris'teki işçilerden daha az dahil değildir.

86
Hiç şüphesiz bu, Haiti Devrimi'nin modern tarihte bu kadar görmezden gelinmesinin nedenlerinden biridir.

88
"Hiç kimse, bütün haklarını ve dolayısıyla da gücünü insan olmaktan çıkacak kadar başkasına devredemez; istediği her şeyi yapabilen bir egemen güç de asla olmayacaktır." Baruch Spinoza, Theological-Political Treatise

Tarihsel açıdan bu düşünce, köle ayaklanmalarının, isyanlarının ve toplu çıkışların oynadığı belirleyici rolü aydınlatır.

93
Biyo-iktidarın bedenlere derinlemesine nüfuz eden bir işleyişe sahip olduğu gerçeği, direniş için yer olmadığı anlamına mı gelir? ... İktidarı temel olarak ve direnişi de ona tepki olarak düşünmemeliyiz; aksine kulağa her ne kadar paradoksal gelirse gelsin, direniş iktidardan önce gelir. (Savaş aygıtının devletten önce göçebenin elinde olması gibi...) Burada Foucault'nun iktidarın sadece özgür özneler üzerinde uygulandığı tezinin ne kadar önemli olduğunu görebiliriz. Öznelerin özgürlüğü, iktidarın uygulanışından önce gelir ve onların direnişi basitçe o özgürlüğü ileri taşıma, genişletme ve güçlendirme çabasıdır.

96
Endüstriyel işçi sınıfının dışındaki başkaldırı ve emek figürlerinin pre-kapitalist veya ilkel olarak küçümsenmesi Marxist gelenek içinde kayda değer bir yere sahiptir.

101
Mariategui, "Kızılderililer, yüzlerce yıllık cumhuriyetçi yasalara rağmen, bireyselci olmadılar" diye yazar; onlar aksine ortak varoluş temelinde bir toplumda ısrar ettiler.

Üç büyük sosyalist devrimin hepsi de -Çin, Küba ve Rusya'da- bu devrimlere yol açan devrimci mücadeleler güçlü anti-modernite kuvvetleriyle dolu olmasına rağmen, tereddütsüz bir şekilde modernleştirme projelerini takip etmiştir. ... ekonomik kalkınma politikaları ve ideolojileri...

103
... Sovyetler Birliği'nin kalkınma modeli eğer kapitalist kalkınma diline tercüme edilmiş bir kurtuluş yanılsaması değilse neydi?

Çin'de kriz, sistemin çöküşüne değil evrilmesine yol açtı; fakat bu, kapitalist emek organizasyonu eşliğinde kalkınma sürecinin tamamen merkezi siyasi yönetimi anlamına gelen bir evrimdi. ... Geriye dönüp baktığımızda, Çin'de şu anda varolan neo-liberal rejim, kalkınmacı ideolojinin sosyalist rejim içinde başından beri ne kadar güçlü olduğunu daha iyi görmemize yardım ediyor.

Son olarak Küba, şimdiye kadar sadece kendisini zamanda dondurarak, başlangıçtaki bileşenlerini kaybetmiş bir tür sosyalist ideolojiyi korur hale gelerek, krizin sonuçlarını kendinden uzak tutmayı başarabildi. ... iki korkutucu alternatifi bertaraf etmek zorunda: Sovyet deneyiminin feci sonu ya da Çin'in neo-liberal evrimi.

104
Modernite ve modernizasyon projesi, devrimci mücadelelerde ortaya çıkan anti-modernite kuvvetlerinin bastırılması ve kontrolü için bir anahtar haline geldi.

112
Alter-Modernite
"İçinde birçok dünyanın mümkün olduğu bir dünya" Zapatista sloganı

113
(1990'ların sonunda ve yeni milenyumun ilk yıllarında kürsel sistemin liderlerinin buluşmalarında, Kuzey Amerika ve Avrupa çapında geniş protestolar düzenli olarak görülmeye başlandığında, medya onları hızlı bir şekilde "küreselleşme karşıtı" olarak tanımladı. Bu hareketlerde yer alanlar bu kavramdan rahatsızdı; çünkü küreselleşmenin mevcut biçimine karşı çıkmakla birlikte, onların birçoğu genel olarak küreselleşmeye karşı değildi. Aslında, onların önermeleri, alternatif fakat eşit küresel ticaret ilişkileri, kültürel alışveriş ve politik süreçlere odaklanır ve hareketlerin kendisi küresel ağlar inşa etmiştir. Bu hareketlerin kendileri için öngördüğü isim, o halde, küreselleşme karşıtlığından ziyade, "alter-küreselleşme"dir (veya Fransa'da yaygın olduğu gibi, altermondialiste).

114
... biz "alter-modernite" terimiyle, bizim kavramsallaştırmamızda terim anti-modernite geleneğinden doğduğu için, modernite ve onu tanımlayan iktidar ilişkisinden bir kopuşu kastediyoruz; ancak aynı zamanda karşıtlık ve direnişin ötesine geçtiği için anti-moderniteden de ayrılır.

(Fanon) (ulusal bilinç, siyahlık ve pan-Afrikanizm tehlikeleri gibi)... İster geçmiş acılar ister geçmiş zaferler adına olsun, kimliği ve geleneği olumlamanın modernitenin tahakkümüne karşı çıkışta bile, statik bir pozisyon yaratma tehlikesi taşır. Entelektüel, anti-modernitede sıkışıp kalmaktan kaçınmalı ve onu aşarak üçüncü bir aşamaya geçmelidir.

115
Anti-moderniteden alter-moderniteye geçiş, zıtlıkla değil, kopuş ve dönüşümle tanımlanır.

116
Meksika'daki yerli hakları için verilen Zapatista mücadeleleri, bu alter-modernitenin belirgin bir politik örneğini sunar. Zapatistalar, kimlik haklarına bağlı tartışmalı stratejilerden hiçbirisini takip etmez: Onlar ne (pozitif hukuk geleneği uyarınca) yerli kimliğinin diğer kimliklere eşit olduğunun yasalarla kabulünü talep eder; ne de (doğal hukuka göre) devlet karşısında geleneksel yerli iktidar yapı ve otoritelerinin egemenliği talebinde bulunur. Aslında çoğu Zapatista için, politikleşme süreci zaten hem Meksika devletiyle bir çatışmayı hem de yerli toplumların geleneksel otorite yapılarının bir reddini gerektirir. ... Onlar "olduğumuz kişi olma" değil; daha ziyade "olmak istediğimiz olma" hakkını talep eder.

117
Sosyalizm müphem bir şekilde modernite ve anti-modernite arasında dururken; komünizm, alter-modernite yollarını geliştirmek için ortak varoluşla doğrudan bağ kurarak hem modernite hem anti-moderniteden kopmak zorundadır.

118
Alter-modernite sadece bir kültür ve uygarlık değil; aynı oranda bir emek ve üretim sorunudur.

127. alter-modernite
-Avrupa Aydınlanması içindeki alternatif hat
-İşçi hareketleri hattı
-sömürgecilik, emperyalizm, ırk temelli egemenliğe direnen hat

121
... çokluk, tekilliklerin sayısız çoğulluğu arasında özerklik, eşitlik ve dayanışma ilişkileri tarafından karakterize edilen alter-modern mücadelelerin özgünlüğünü kavrayabilen, bir uygulamalı paralelizm anlayışıdır. Dünya çapındaki başka birçok mücadelede olduğu gibi, Bolivya mücadelelerinde de tüm işçileri temsil edebilen veya onlara rehberlik edebilen madenciler gibi tek bir emek figürü yoktur. Bunun yerine madenciler, sanayi işçileri, köylüler, işsiz insanlar, öğrenciler, ev işçileri ve emeğin diğer sayısız sektörü mücadeleye eşit derecede katılır.

122
Buradaki yol gösterici ilke daha önce Zapatista bağlamında gördüğümüzün aynısıdır: Hedef, kimliklerin tanınması, korunması veya onaylanması değil; çokluğun kendi kaderini belirleyebilme gücüdür.

124
Önceli çalışmamızda biz ... post-modernite kavramından faydalandık. Buna rağmen post-modernite kavramı, sona ermiş olana odaklanarak her şeyden önce negatif bir tasarım olduğundan, kavramsal olarak belirsizdir. ... Aşırı bir çeşitlilik gösteren post-modernite teorileri, genellikle toplumsal normların ve geleneklerin çağdaş uçuculuğundan bahseder; ancak kavramın kendisi güçlü bir direniş fikri içermediği gibi modernitenin "ötesini" neyin oluşturduğunu da açıklamaz.

125
... alter-modernite öznellik üretimi için bir aygıt [dispositif] oluşturur.

alter-modernitenin kendi terimleriyle tanımlanması:
1. Avrupa Aydınlanması içindeki alternatif hat... Machiavelli, Spinoza, Marx ... Burjuva toplumunun ve modern Avrupa felsefesinin başlangıcından beri, bu hat egemen mutlakçılığa karşı, her ne kadar cumhuriyetçi bir maske altında yürütülmüş olsa bile, mutlak demokrasi arayışını ifade etmiştir.
2. Dünya çapındaki işçi hareketleri... Burada da ... alternatif hat genellikle bastırılmış ve tanınmaz kılınmıştır.
3. (Bu hat) sömürgecilik, emperyalizm ve çok değişik biçimler almış ırk temelli egemenliğe direnen anti-modernite kuvvetlerini birbirine bağlar. Daha önce, bu tür hareketlerin tepkisel, zıt bir pozisyonda sıkışmaları ve modernite diyalektiğinin dışına asla çıkamamaları tehlikesinden söz etmiştik. Ancak daha da ciddi bir tehlike, başarılı başkaldırıların sonuçta modernitenin hiyerarşik iktidar ilişkilerini yeniden üretmeleridir. Kaç muzaffer ulusal özgürlük mücadelesi, ulusun küresel hiyerarşinin dibindeki konumunu onaylayarak ve halklarını sefilliğe mahkum ederek, yalnızca kapitalist mülkiyet ilişkilerini daimi hale getiren sömürgecilik sonrası devletlerin kurulmasıyla ve bu devletler eliyle küçük bir elit grubun hükümranlığıyla son bulmuştur! 

127
Ne var ki bu üç hattın hiçbirisi, alter-modernitenin yeterli bir tanımını oluşturmak için tek başına yeterli değildir.

... normatif yapıların, toplumsal hiyerarşilerin, sömürünün, vs eleştirisi gereklilik olmaya devam etse bile, bu entelektüel etkinlik için yeterli bir temel değildir artık. Entelektüel aynı zamanda, mücadelelerin arzuları ve pratiklerini normlar ve kurumlara dönüştürüp, yeni sosyal örgütlenme tarzları öne sürerek, yeni teorik ve sosyal düzenlemeler yaratabilecek kapasitede olmalıdır.

128
Entelektüel, diğerleri arasında tekil bir varlık olarak çokluğu yaratmayı hedefleyen ortak araştırma projesinde yer alan bir militandır ve sadece bir militan olabilir.

131
Ortak varoluşta bilgi için bir temel keşfetmek, her şeyden önce, bilimsel geleneğin nesnellik yalanlarının bir eleştirisini ama elbette o geleneğe bir dışarısı aramayan türde bir eleştiriyi gerektirir.

132
(Wittgenstein) "Yani neyin doğru neyin yanlış olduğuna insanların anlaşması mı karar verir diyorsunuz?" ... "Doğru ve yanlış olan insanların söyledikleri şeylerdir ve onlar kullandıkları dil üzerinde hemfikirdirler. Bu, fikirler konusunda değil; yaşam biçimleri [Lebensform] konusunda varılan bir anlaşmadır".

Dilsel pratik, yaşam biçimlerinde örgütlenen bir hakikatin kurucusudur: "Bir dili tahayyül etmek; bir yaşam biçimini tahayyül etmek demektir."

134
Biyo-politik akıl, rasyonelliği yaşamın hizmetine, tekniği ekolojik ihtiyaçların hizmetine ve servet birikimini de ortak varoluşun hizmetine sunmak zorundadır.

136
Foucault'nun öznellik üretiminde aktif olan maddi, sosyal, duygusal ve düşünsel mekanizmalar anlamında kullandığı dispositifler kavramı... Foucault dispositif'i stratejik bir amaç tarafından yönlendirilen bir heterojen elementler ağı olarak tanımlar:

"Dispositif'ten temel işlevi, diyelim ki, verili bir tarihsel anda bir talebe [urgence] cevap vermek olan bir tür oluşumu anlıyorum. Dispositif'in böylece, onun güç ilişkisinin belirli bir manipülasyonu ve o güç ilişkisindekilerle ya onları belirli bir yönde geliştirmek veya engellemek ya da onlara istikrar kazandırıp onlardan faydalanmak için rasyonel ve düzenlenmiş bir müdahaleyi kapsaması [anlamına gelen], muazzam bir stratejik fonksiyonu vardır. Dispositif bu yüzden her zaman bir iktidar ilişkisiyle tanımlanır; ama sürekli olarak kaynaklandığı ve aynı zamanda koşullandığı bilginin bir ya da birkaç sınırına bağlıdır."

Foucault'nun stratejik bilgi kavramı, ortak varoluşun kolektif üretimini, egemen iktidarı yıkmayı ve güçleri belirli bir yönde yeniden yerleştirmeyi amaçlayan bir müdahale olarak kavramamıza olanak tanır.

141
(dünyanın pek çok yerinde emeğin geçirdiği mevcut dönüşümler:) 1. maddi olmayan emeğin hegemonyası, 2. çalışmanın kadınsılaşması, 3. karışım ve göç

143
... kapitalist üretim apaçık biçimde sadece (hatta aslen) metaların değil, toplumsal ilişkilerin ve yaşam biçimlerinin de üretimine yönelir.

145
Politik ekonomiye dair eleştiriler, Marksist gelenek de dahil olmak üzere, genellikle artı-değer ve sömürüyü anlamak için ölçümsel ve niceliksel yöntemlere odaklanmıştır. Buna karşı biyo-politik ürünler, tüm niceliksel ölçümleri aşmaya ve paylaşılması kolay ve özel mülkiyet olarak kuşatılması güç olan ortak biçimlere bürünme eğilimi gösterir.

150
Düşünsel ve duygusal emek, çağrı merkezleri veya gıda hizmetleri gibi kimi en sıkı ve en ağır sömürü koşullarında bile, işbirliğini genellikle kapitalist komuta zincirinin dışında, özerk olarak üretir. İşbirliğinin entelektüel, iletişimsel ve duygulanımsal araçları genellikle üretici karşılaşmaların kendi bünyesinde yaratılır ve dışarıdan yönlendirilemez.

151
... sermaye ve üretken toplumsal yaşam arasındaki ilişki, artık Marx'ın anladığı anlamda organik değildir; çünkü sermayenin üretim süreçlerindeki rolü giderek dışsallaşmakta ve azalmaktadır. Biyo-politik emek gücü kapitalist bünye içinde işleyen bir organ olmaktan ziyade giderek daha fazla özerk hale geliyor; sermaye de disiplinci rejimleriyle, ele geçirme aygıtlarıyla, el koyma mekanizmalarıyla, mali ağlar ve benzeri şeylerle basitçe bu beden üzerinde bir parazit gibi geziniyor.

159
[biyo-politik] emek gücünün üretkenliğinin, sermaye tarafından istihdamınca belirlenmiş sınırları giderek daha fazla aştığı gerçeği... Sözgelimi otomobil işçileri olağanüstü mekanik ve teknolojik bilgi ve vasıflara sahiptir; ancak bunlar esasen çalışma yeri odaklıdır: Bu vasıflar ev garajlarındaki bazı kaba onarım işleri dışında, sadece fabrikada ve dolayısıyla ancak sermayeyle bağlantısı içinde gerçekleştirilebilir. Buna karşılık duygulanımsal ve zihinsel yetekler, işbirliği ve örgütsel ağlar oluşturma kapasiteleri, iletişim vasıfları ve biyo-politik emeği karakterize eden diğer yetiler genellikle çalışma yeri odaklı değildir.

172
Kronolojik zamanın tekrarını ve monotonluğunu kıran fırsat anı anlamına gelen kairos'un politik bir özne tarafından yakalanması gerekir.

173
... çokluk, kendisini oluşturan tekilliklerin özerkliğini feda etmeden kendisini nasıl örgütleyebilir?

198
Spinoza, duyumlar düzeyinde bir yaşam için özlem ve yaşam özlemi (conatus) tanımlar; bu özlem duygulanımlar aracılığıyla işleyen arzu (cupiditas) üzerine inşa edilir ve arzunun içinde yönlendirilir: Buna karşılık arzu, akılda işleyen sevgide (amor) güçlenir ve onaylanır.

199
... cehalet, korku ve batıl inancı sadece akıl yoksunluğu olarak değil; ancak kendisine karşı döndürülmüş bir aklın gücü ve eşit derecede de engellenmiş ve bozulmuş bir bedenin gücü olarak değerlendirmek gerekir. Bu yaklaşım bize, insanların bazen neden kölelikleri için kurtuluşlarıymış gibi çaba gösterdiğinin, yoksulların neden kimi zaman diktatörleri desteklediğinin, işçi sınıfının neden aşırı sağ partilere oy verdiğinin ve istismar edilen eş ve çocukların neden istismarcılarını koruduğunun Spinozacı bir açıklamasını sunar.

203
... bizi (sözümona) daha büyük bir kötülükten koruyan ehvenişer...

224
cuius regio, eius religio  ... Kimin toprağı, onun dini.

236
"Ben kalabalıktan, sürüden nefret ederim. Kalabalık bana her zaman aptal ya da aşağılık zulümlerin suçlusu gibi gelmiştir... Kalabalığı, isyan günleri hariç hiçbir zaman sevmedim, belki o zamanlar bile sevmedim! O günlerde, havada muhteşem bir esinti vardır ve insan, doğanınki kadar büyük, ancak daha çoşkulu olan bir insan şiirselliğiyle sarhoş olduğunu hisseder." Gustave Flaubert'ten Louise Colet'e, 31 Mart 1853

İktidar yalnızca özgür özneler üzerinde uygulanabilir ve bu nedenle bu öznelerin direnişi gerçekten de iktidara ardıl değildir; aksine önsel olan özgürlüklerinin bir ifadesidir. Özgürlüğün bir uygulama alanı olarak isyan, iktidarın tepki olarak alacağı biçimlerden önce gelmekle kalmaz, aynı zamanda onları önceden tasarlar.

237
... bizim görevimiz, küresel yönetişimin bozuk dünyasında iktidarın özgürlük ve adalet karşıtı tutumlarıyla, hiyerarşi ve kontrolün çeşitli biçimleriyle ve el koyma ve sömürünün acımasız biçimleriyle yüz yüze kalan özneler tarafından ifade edilen  öfke temelinde aşağıdan doğan antagonistik öznelliklerin örgütlenme çerçevesini incelemektir.

238
... öfke, belli bir miktarda şiddet içerir.

Modern politik hareketlerin tarihinde, öfkeye dayalı kendi kendini örgütleyen hareketlerin önemli örnekleri genellikle jaköriler [jacqueries] olarak isimlendirilmiştir: On altıncı ve On yedinci avrupa'da görülen öfkeli köylü ayaklanmalarından, on dokuzuncu ve yirminci yüzyılın kendiliğinden işçi isyanlarına, sömürgecilik karşıtı başkaldırılardan ırksal isyanlara kadar kent ayaklanmalarının, yiyecek isyanlarının çeşitli biçimleri vs.

239
... bazılarının salgın dediği ve modern tarihi duraksatan böylesi ayaklanmaların...

240
... ekonomik üretimin alanı toplumsal düzleme boydan boya yayılmış ve ekonomik değerin üretimi giderek artan bir şekilde toplumsal ilişkiler ve yaşam biçimlerinin üretiminden ayırt edilemez hale gelmiştir.

243
Marx ve Maksist gelenek, iki temel zamansal ayrıma odaklanır: Zorunlu emek zamanı (işçinin hayatını sürdürmek için zorunlu olan değerin üretildiği zaman) ve artı-emek zamanı (kapitalist tarafından el konulan değerin üretildiği zaman) arasındaki ayrımla çalışma zamanı ve yaşam zamanı arasındaki ayrım. ... Zorunlu emek zamanı ve artı-emek zamanı bugün, giderek artan bir şekilde ardışık olarak değil, eş zamanlı olarak kavranmak zorundadır...

248
... "terörist" olarak damgalanan bütün direniş biçimlerine karşı terör uygulanır.

249
"Doğa, yani insan bedeni olmadığı sürece doğa, insanın inorganik bedenidir." Marx

250
... ortak varlık -İtalyanca il comune- kent anlamına gelir. Biyo-politik üretim için temel olarak işlev gören ortak varlık, ... esas olarak toprak, mineraller, su ve gazın maddi elementlerinde bulunan "doğal ortak varlık" değil; diller, imgeler, duygular, kodlar, alışkanlıklar ve pratiklerde bulunan "yapay ortak varlık"tır.

251
Fabrikanın alanı kent içinde olmasına rağmen, yine de yalıtıktır. Endüstriyel işçi sınıfı fabrikada üretir ve sonra bir başka yaşam faaliyeti için fabrika duvarlarını aşıp, kente geçer.

254
polis ... Tekillikler arasındaki karşılaşmaların politik olarak düzenlendiği yer.

255. Sermaye aslında metropoldeki şenlikli karşılaşmaları düzenleme değil; sadece üretilen ortak zenginliğe el koyma yetisine sahiptir.

264
En sentetik terimlerle ifade edecek olursak, krize, biyo-politik emeğin yeni ontolojisi yol açtı. Günümüz ekonomisinde merkezi bir rol olarak gelişen entelektüel, duygusal ve düşünsel emek, fabrika toplumu döneminde geliştirilen komuta ilişkisi ve disiplin biçimleriyle kontrol edilemez.

267
... üretim, yaşam biçimleri üreten "antropogenetik" bir hal alıyor. Bilginin ekonomik üretim içinde izlediği bu yörüngeden iki gerçek açığa çıkar. Birincisi bilgi artık sadece (meta formunda) bir değer yaratma amacı değildir; daha ziyade, bilgi üretiminin kendisi bir değer yaratma sürecidir. İkincisi bu bilgi artık bir kapitalist kontrol silahı olmaktan çıkmakla kalmaz, aynı zamanda aslında sermaye de paradoksal bir durumla yüz yüzedir: Bilgi üretimi yoluyla değer yaratmaya mecbur kaldığı oranda, bilgi sermayenin kontrolünden kaçar.

268
... sosyalizm, kapitalist üretimin devlet tarafından yönetilmesini sağlayan bir rejimdir.

272
... sosyalizm ve komünizm arasındaki farklılık... Bugünkü standart gazetecilik dilinde, komünizm daha çok ekonomi ve toplumun merkezileştirilmiş bir şekilde devlet tarafından kontrol edilmesini, faşizme paralel totaliter yönetim biçimini ifade etmek için kullanılır. Bir kavramın bu denli yozlaştırıldığı... komünizmi şu şekilde tanımlamaya başlayabiliriz: Kapitalizm için özel olan neyse, sosyalizm için kamusal olan neyse, komünizm için de ortak olan odur.

274
Biz doğmakta olan İmparatorluk'un, biraz ironik bir şekilde ... bir monark, sınırlı bir aristokrasi ve daha genel bir (düzmece-)demokratik temeli birleştiren piramitsel bir yapı içeren karma bir kuruluşa sahip olduğunu öne sürüyoruz.

276
Küresel aristokrasinin monarka ihtiyacı vardır: Onun Washington'da (veya Pekin'de) merkezi bir askeri iktidara; Los Angeles'ta (veya Mumbai'de) merkezi bir kültürel iktidara; New York'da (veya Frankfurt'ta) merkezi bir mali iktidara vs. ihtiyacı vardır.

280
ortak varoluş ... serbest erişim, serbest kullanım, özgür ifade, serbest etkileşim...

281
Ortak varoluşun birikimi, pek de bizim daha fazla fikir, daha fazla görüntü, daha fazla duygulanım vs. sahibi olmamız anlamına gelmez; ancak daha önemlisi, gücümüzün ve duygularımızın artışı anlamına gelir: Yani düşünme, hissetme, görme, birbirimizle ilişkilenme ve sevme güçlerimizin artışı.

Politik ekonominin bu tür kavramlarını [büyüme, varoluş stokunun artışı, üretim kapasitesi, vs.] toplumsal terimlerle yeniden düşünmemizi sağlayan gerekçelerden birisi, biyo-politik üretimin kıtlık mantığıyla sınırlanmamış oluşudur. Biyo-politik üretim, zenginlik ürettiği hammaddeleri yok etmez veya azaltmaz. Biyo-politik üretim, biyo'yu tüketmeden işe koşar. Üstelik, onun ürünü dışlayıcı değildir. Bir fikri veya imgeyi sizinle paylaştığımda, benim bu imge veya fikirle düşünme kapasitem azalmaz; aksine, fikirleri ve imgeleri değişmemiz, benim kapasitelerimi arttırır. Ve duygulanımların üretimi, iletişim devreleri ve işbirliği tarzları doğrudan doğruya toplumsaldır ve paylaşılabilir.

282
... profesyonel ekonomistlerin niceliksel göstergeleri, bu biyo-politik alan üzerine çok sınırlı bir bakış açısı sunar.

298
Tarihsel açıdan egemen olarak ortaya çıkan ve temel amacı mülkiyeti korumak ve ona hizmet etmek olan cumhuriyrtçi yönetim sermayenin gelişimi besleyerek, onun aşırılıklarını düzenleyerek ve çıkarlarını teminat altına alarak, sermaye için yeterli bir destek işlevi gördü.

303
büyük metyropoller ... içme suyu, temel sağlık koşulları, elektrik, makul fiyatlı gıda ve yaşamı sürdürmek için diğer fiziksel gereksinimler...

305
aile maaşı

321
... kimliğin vahşetinin, özellikle de bu vahşete tabi olmayanlar için büyük oranda görülmez olması, bu şiddete karşı gelmeyi çok daha zor bir hale getirir.

332
Kimliğe kıyasla tekillik kavramı, içsel olarak onu çokluğa bağlayan üç temel karakteristikle tanımlanır. Her şeyden önce tekillik, kendisi dışındaki bir çokluğa işaret eder ve onunla tanımlanır. Hiçbir tekillik kendi başına varolamaz ve kavranamaz; varlığı ve tanımı zorunlu olarak toplumu oluşturan diğer tekilliklerle ilişkisinden türer. İkinci olarak her tekillik, kendi içindeki bir çok boyutluluğa işaret eder. Her tekilliği boydan boya kesen sayısız ayrım, tekilliğin altını oymaz; aslında onun tanımını oluşturur. Üçüncü olarak, tekillik her zaman, zamansal bir çok boyutlulukla, bir farklı oluş süreciyle iç içedir.

333
Kimlikler kurtarılabilir; ancak sadece tekillikler kendilerini özgürleştirebilirler.

345
Lenin'in, insanların işte patrona ihtiyaç duyacak şekilde yetiştirildikleri için, politikada da patrona ihtiyaç duydukları iddiası... Bugünün biyo-politik üretimi... işte patrona ihtiyacı yoktur.

346
Hannah Arendt, ekonomik faktörlerin politik yaşamla olan alakasını önemsemez; çünkü işgücü kapasitelerinin (vazifelerin tekrarının ezberi, komutaya itaat vs.) özerklik- iletişim, işbirliği ve yaratıcılık gerektiren politik yaşamla bağlantılı olmadığına inanır. Bununla birlikte biyo-politik emek, giderek artan bir şekilde bu gerçek politik kapasiteler tarafından tanımlanır ve dolayısıyla ekonomik alanda ortaya çıkan bu kapasiteler, demokratik organizasyonların politik alandaki gelişimini mümkün kılar ve aslında iki alan arasındaki giderek artan genel örtüşmeyi gözler önüne serer.

369
Spinoza'nın düşüncesinde, aslında, etkileme gücümüz (aklımızın düşünme gücü ve bedenimizin eyleme gücü) ve duygulanma gücümüz arasında bir denklik vardır. Aklımızın düşünce yeteneği büyüdükçe, başkalarının fikirleri tarafından duygulanma kapasitesi de artar; bedenimizin eyleme etkisi arttıkça, diğer bedenlerden etkilenme kapasitesi de artar.
.
.
.

08 Şubat 2011

Aylin Tekiner - Atatürk Heykelleri

.

.

.

    Mustafa Kemal Üniversitesi (Antakya), Tayfur Sökmen Kampüsü'nde yer alan 
üç Atatürk heykelinden biri...



.
Aylin Tekiner
Atatürk Heykelleri
Kült, Estetik, Siyaset
İletişim Yay. 2010 İstanbul

15.
Afşar Timuçin'in de belirttiği gibi estetik araştırma bir nitelikler araştırmasıdır ve burada ortaya koyduğumuz yargılar nitelik yargısıdır. Eagleton'ın değindiği geleneksel estetiğin temel öğeleri olan güzellik, uyum, bütünlük ve görünüm bu değerlendirilmenin sezgisel temelini oluşturmuştur.

16.
Türkçe'de "anmak" fiiline bağlanan "anıt" sözcüğüne, Osmanlıca'da "abide" sözcüğü karşılık gelir. "Abid" sözcüğü, "ebedi" kökünden... anıyı sonsuz kılmayı ima ettiği söylenebilir. Romen diller, ... İngilizce ve Fransızca'da kullanılan "monument, monumento" sözcüğü de Latince'de "hatırlamak" anlamına gelen "monere" kökünden gelir...

18.
Resim, heykel, karikatür, edebiyat veya tiyatro gibi diğer sanatsal dışavurumların iktidar karşıtı yapıtlar üretebildiği görülürken bu karşı duruşun anıtlarda sergilenebilmesi daha güçtür.

(Dipnot:) Hadjinicholao, görsel ideolojiyi, bir resmin, insanların yaşamlarını varoluş koşullarıyla ilintileme biçimlerini dile getirdikleri biçimsel ve izleksel öğelerin özgül bir bileşimi, toplumsal bir sınıfın tümel ideolojisinin tikel bir biçimini oluşturan bir bileşim olarak tanımlar.

20.
Leppert'e göre teamül, herhangi bir işi toplumun onay verdiği belli bir tarzda yaparken izlenen yoldur. (eğilim)

21. Göstergeler, nitel/tek(il)/kural göstergeler, görüntüsel göstergeler (simge/ikon), belirti-simge-sözcebirim (terim) ve önerme-kanıt (çıkarım) olmak üzere üç temelde sınıflandırılırlar. Çalışma alanımızla doğrudan ilişkili olan gösterge biçimi, "varlığına işaret ettiği nesneyle bir benzerlik ilişkisi içerisinde olan" görüntüsel göstergelerdir. İkon, bir benzerlik ilişkisi içerisinde bir gösterilene (anlam) göndermede bulunan görsel bir biçimdir. Dolayısıyla nesnesini doğrudan doğruya canlandırması nedeniyle bu gösterge türü, istem dışı "belirti"nin tersine "nedenli bir göstergedir". İkonun en tipik örneklerinden biri de anıtlardır. ...Atatürk anıtları da ikon sınıfına girer.

22.
Ortaçağda heykel, mimarinin tamamlayıcı öğeliğinden çıkıp yavaş yavaş meydanlara yayılmaya başlarken, 19. yüzyıla gelindiğinde figüratif anıtlar "kamusal alan" için önemli öğeler haline gelmişti.
(Dipnot:) Bunun ilk örneğini, Sicilya Messina'da 1570'de Lepanto Fatihi'nin onuruna yapılmış olan anıtta görmekteyiz. Bu, 300 yıllık bir sürecin başlangıcı olarak değerlendirilebilir. Bu süreçte anıtlar, monarşik ve aristokratik katı sınırlardan kurtulmaya başlamış, burjuva politik kültürünün ve betiminin korunması söz konusu olmuştur.

25.
Sanatın laikleşmesiyle birlikte otantiklik, kült değerinin yerini almaya başlamıştır. Sanat dinsel işlevinden sıyrılıp özellikle 20. yüzyılın ilk yarısında siyasalın yoğun olarak beslendiği lider kültüne doğru yeni bir savrulma yaşamıştır. Her ne kadar sanatın laikleşmesi, sanat eserinin "kutsal varlık" olarak algılanmasının ve ona tapınmanın önünü kesmiş olsa da "kutsal" kavramı, lider kültünün yoğun yaşandığı 20. yüzyıl ulus-devlet oluşumlarında kendine yeni bir alan inşa etmiştir.

31.
Birçok medeniyete ev sahipliği yapmış Anadolu'nun zengin bir kültür mirasına sahip olmasıa karşın (1890 yılında yapılan kazılar, MÖ 1300'lerin sonunda Anadolu topraklarında bir heykel atölyesinin varlığını ortaya çıkarmıştır), Batılı gelenek bağlamında bir Türk heykel tarihi ancak Tanzimat dönemiyle başlatılabilir. Göçebe yaşam biçimine ait alışkanlıkların devam etmesi ve İslamiyetin tasvir yasağı bu uzun süreli kopuşun temel nedenleridir.
(Dipnot:) Selçuklu'nun, heykelin Anadolu'daki son temsilcisi ve koruyucusu olduğu sonucuna varabiliriz.

34. anıt-heykeller... meydan çeşmeleri, nişan taşları, dikili taş

35. Türkiye'nin heykel plastiğiyle tanışması 19. yüzyılda başlar. 1871 yılı bir dönüm noktası niteliğindedir. (Sultan Abdülaziz Büstü, C.F.Fuller, 1872, mermer, Topkapı Sarayı Müzesi; Sultan Abdülaziz Heykeli, C.F.Fuller, 1872, bronz, Beylerbeyi Sarayı)

45.
Tek parti dönemi 1923-1946
            Erken Cumhuriyet dönemi 1923-1933

46.
Her ne kadar Atatürk ve kurmayları kurmakta oldukları rejimin Osmanlı devletiyle hiçbir ortak özellik taşımadığını ve çürümüş geçmişten tam bir kopuşu ifade ettiğini vurgulasalar da, Osmanlı İmparatorluğu'nun idari ve siyasi yapısının hemen hemen tamamı Cumhuriyet Türkiyesi tarafından devralınmıştı.
(Dipnot:) ... son yıllarda yapılan bir araştırmaya göre, Cumhuriyet Türkiyesi'nin, Osmanlı devletinin ordusunun %93'ünü ve idari yapısının %85'ini tevarus (miras kalma) ettiğini vurgular.

47.
(Dipnot:) 1927'de milletvekili adaylarını belirleme yetkisinin CHF Genel Başkanı'na devredilmesine ilişkin tüzük değişikliğiyle Mustafa Kemal, meclis içi muhalefeti tasfiye edebileceği bir ortam yakalamış; Kazım Karabekir, Refet Bele, Rauf Orbay gibi eski yakın arkadaşlarını tamamen siyasi hayatın dışına çıkartmış ve Kazım Karabekir'in ifadesiyle "paşaların hesaplaşması" böylece sona ermiştir.

55.
Cihada katlmış Müslüman anlamına gelen "Gazi" unvanı...

56.
(Dipnot:) Edirne mebusu Mehmet Şeref Aykut 1936'da Kemalizm adlı yapıtında Kemalizmi bir ideoloji olarak tanımlamakla yetinmeyip bütün prensiplerini ekonomik temeller üzerine kuran bir din olarak kabul eder.

57.
(Dipnot:) 19 Şubat 1932'de açılan Halkevleri, "misyoner" bir anlayışın ürünüdür ve kültürel alanın parti ilkeleri doğrultusunda düzenlenmesini üstlenir. ... Rejimin topluma "yedirilmesinde" bir diğer önemli eğitim kurumu Köy Enstitüleridir.

58.
"Mecburduk inkılabımızı oturtmaya ve Atatürk'ü putlaştırmaya" Şevket Süreyya Aydemir, 1975

59.
Türkiye Cumhuriyeti'nin ulus-devlet sürecinde kendine model aldığı Batının "estetik formüllerini, elitizmini, evrenselleştirici iddialarını ve araçsal rasyonelliğini" uygulamaya koyma tarzı genel olarak tepeden inmeci bir yaklaşım olarak değerlendirilir.

60.
(Dipnot:) ... özellikle Cumhuriyet döneminin ilk evresinde, kökeni ve nüveleri Osmanlı'ya (II. Meşrutiyet Dönemine) dsayanmayan ciddi ideolojik oluşumlara rastlamak mümkün değildir: korporatizm, milliyetçilik ve popülizm.

61.
(eski düzen ile) Kopuş, en net biçimde modernleşmenin mekânı olarak düşünülen kent üzerinden gerçekleştirilir. Çünkü bilincin kesinkes mekân içinde üretileceğini, bilincin mekândan doğrudan etkileneceğini modernizm bir an dahi unutmaz. Modernizmde mekân, yeni gerçekliğin algılanmasını kolaylaştıran ve ideolojinin görselleştiği bir alana işaret eder; ...

62.
Yaratılmak istenen elit zümrenin ve burjuva kimliğin bu görsel öğelerle kendini varettiği kamusal alan aynı zamanda, bu zümrenin toplumda üst-yapısal düzeyde hegemonyasını kurduğu düzlemdir de.

63.
Kültür politikası kendi ereklerini gerçekleştirmek için sanata başvururken, sanat da kültür politikasına koşut olarak biçimlenir.
(Dipnot:) ... sanat gönüllü olarak inkılabın emrine girmelidir.

64.
Tanzimat döneminde açılan Sanayi-i Nefise-i Şahane'nin heykel eğitiminde temel aldığı akademik anlayış, Cumhuriyet kuşağınca da devam ettirilmiştir.

(Dipnot:) 1924'ün Ağustos ayında düzenlenen konkur sonucu yirmiiki kişi Almanya, Fransa ve Belçika'da öğrenim görme başarısı kazanır. Bu ilk grupta üç ressamla bir heykeltıraş (Sabiha Bengütaş/1925 İtalya) yer alır. ... ikinci kuşak heykelciler ise; Ali Hadi Bara (1927/Paris), Zühtü Müridoğlu (1928/Paris) ve Nusret Suman'dır (1929/ Almanya). ... "Sizi birer kıvılcım olarak gönderiyorum. Volkan olup dönmelisiniz." (Atatürk)

65.
(Dipnot:) Nilüfer Öndin, Türk heykeltıraşlarının heykelde akademik (resmî) sanat anlayışına bağlı kalmalarının temelini Batı'daki yeni sanatsal gelişmeleri hazırlayan sosyolojik bağlardan kopuk olmalarına bağlar. Ayrıca devletin resmî görüşünün akademik anlayış doğrultusunda olması da bu tercihte etkilidir.

67.
(Dipnot:) Atatürk, her ne kadar ecdadımızın ve bundan sonra yetişecek evlatlarımızın hatıralarını heykellerde yaşatacağı taahhütünde bulunmuş olsa da sağlığında kendi anıtlarından başka sadece Meçhul Asker Anıtı (1925) ve Menemen Şehit Kubilay Anıtı (1932) yapılacaktır.

68.
Cumhuriyet Türkiye'sinin ilk figüratif anıtı Krippel'e ait Sarayburnu Atatürk Anıtı'dır.

75.
... tek parti döneminde sivil kıyafetli Atatürk anıtlarının sayısı azınlıktadır.
(Dipnot:) Levent Köker, Kemalizmin eylemde olmasa bile söylem düzeyinde, toplumu topyekûn değiştirme tasavvuruna sahip olduğu için, totaliter bir mahiyet arz ettiği fikrindedir.

76.
Muhafazakar (onun yanında reaksiyoner) tabana hitap eden Terakkiperver Fırka'nın kapatılmasının ardından ikinci "tek adam" anıtının Konya'da yapılmasını bir görsel tahakküm hamlesi olarak nitelemekte beis yoktur.

78.
Birinci Milli Mimarlık anlayışını (Osmanlı canlandırmacılığı) yani geleneksel çizgiyi sergileyen ilk yapılar zamanla (1930'lardan sonra) yerini, simetrik planlamanın olduğu, giriş akslarının, anıtsal ölçekli merdivenlerin ve giriş hollerinin devlet otoritesini hissettirdiği, resmi törenlere elverişli ve Nazi Almanyası'nda da kullanılan Alman-Avusturya ekolüyle inşa edilmiş anıtsal mimari yapılara bırakır.

80.
(Dipnot:) "Kurtuluş Savaşı yıllarında Sakarya Meydan Savaşı esnasında (23 Ağustos- 13 Eylül 1921) savaşın zaferle sonuçlanacağına ve Misak-ı Milli sınırları içinde bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulacağına o kadar inanıyordu ki, Ankara'nın 90 km. ötesinde Sakarya Meydan Savaşı'nın tüm hızı ile devam ettiği, top seslerinin Ankara'ya ulaştığı günlerde, Ankara'da, Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nin temelini oluşturan bir Eti müzesi kurulması emrini vermesi işgal güçlerine 'biz müzemizi de kurduk bir ulus olarak geliyoruz. Bu toprakların geçmişi de geleceği de bizim' mesajını iletmek istemesi ile açıklanabilir ki ..."

88.
Atatürk'ün, Cumhuriyetin dışa dönük propoganda yayını olan La Turqie Kemaliste'de yer alan...

107.
..."fedakar anne/kadın" imgesinin de ancak Adana Milli Kurtuluş Anıtı'ndan itibaren "münevver anne/kadın" imgesine doğru evrildiği görülür.

110.
Kenan Yontunç ... kendisine bir gece geç vakitten gün ışıyana dek poz veren Atatürk'ün büstünü bire bir çalışma imkanı bulan ilk ve tek Türk heykeltıraşıdır.

118.
Türkiye'de akademik anıt anlayışının ötesine bugün dahi geçilememiş olması, heykeltıraşların yeti ve ufuklarından çok, kamusal alanda sanatın Atatürk anıtlarıyla sınırlı tutulmasıyla ve devlet patronajının bunu devam ettirmedeki ısrarcı tutumuyla ilişkilidir.

128.
(Güvenlik Anıtı) ... dönemin beden terbiyesi politikası ... Heykeltıraş Thorak, Nazi Almanyası'nın militer beden tasarımını anıtta belirgin kılmıştır.

137.
Cumhuriyet'in "peçesiz yeni kadını" koyu renkli kostümler, kısa saç ve makyajsız yüzlerle kamusal alana girmiş ve böylece erkeklerin şerefinin kadınların davranışlarıyla yakından bağlantılı olduğu bir toplumda cinsiyetsizliği adeta bir erdem haline getirerek kamusal varlığını meşrulaştırabilmiştir.

(Dipnot:) Kamusal alanda görece erkeksi ve cinsiyetsizleştirilmiş olan kadından özel alanda beklenen neşeli, alımlı, bilgili ve doğurgan olmasıdır.

149.
1930'ların sonlarında ... fütürist devrimci ruh yerini Alman ve İtalyan milliyetçi mimari eğilimlerin etkilerine ve İslam-öncesi Türk anıtlarından alınan ilhama bırakmıştır ... 1940-50 dönemine damgasını vuran ve "İkinci Ulusal Mimarlık Dönemi" olarak adlandırılan anlayış, katı çizgileriyle öylesine bir milli simgeciliğe ve iktidarı önceleyen bir anıtsallığa ulaşır ki, dönemin kimi mimarınca bu dönem "Taş Devri" olarak anılır.

156.
Bilimci, katı laisist ve rasyonalist Avrupa modernizmine karşı Amerika, pratik-teknisist, aynı zamanda "dine hürmetkar" bir modernleşmeyi temsil ediyordu.

163.
(Dipnot:) Bedi Enüstün ise, Türk milletinin en hakiki simgesinin Türk bayrağı olduğu, daha ulvi bir simge yaratmaya gerek olmadığı, yaranmak ya da ticari kazanç nedeniyle yapılan heykellerin ise ne Atatürk'ün ne de Türk milletinin simgesi olamayacağı fikrindedir (1951).

167.
Resmi ideolojinin "komünizm tehlikesi"ne karşı bir ideolojik tahkimat aracı olarak dinci ideolojiye başvurması da 60'larda yerine oturmuştur. ... Cumhuriyetçi elitler

174.
1954 yılına kadar Akademi'nin heykel bölümünün başında duran Rudolf Belling'in "az gelişmiş ülkeye temel eğitim olarak antik" anlayışı, 1930'lardan itibaren Türk heykel sanatçılarının beslendiği temel biçimsel öğreti olmuştur.

175.
Beton üzerine bronz giydirme tekniği... (Odtü anıtları)

176.
Bu eserin (Odtü - açılan sayfalar) Türk heykelciliğine kattığı bir diğer yenilik de alışılagelmiş kaide-heykel düalizminin kırılması olmuştur.

177.
Türkiye'nin anıt birikimine taze kan getiren bu iki anıtın ardından gerek biçimsel gerek teknik açıdan gerekse anıtsallık açısından yeni açılımların geldiğini söylemek güçtür. Bu anlayışta anıtlar elbette yapılmıştır ve günümüzde de yapılmaktadır ancak bunlar öncellerini ya teknik açıdan yakalayamıyor ya da tekniğin fazla ön plana çıktığı mimari yapılarla anıtsallığı ve samimiyeti gözden kaçırıyorlar.

178.
Atatürkçülük, diğer "sapık" ideolojilerin karşıtı ve alternatifi olarak görülmeye başlansa da bir ideoloji olarak tanımlanmasından kaçınılmış, bunun yerine "dünya görüşü" ya da "düşünce sistemi" kavramları tercih edilmiştir.

181.
Baskı dönemlerinde anıtlar genellikle ezici bir devasalıkla inşa edilir ve devletin gücü bu devasallık üzerinden görselleşir.

188.
Siyasal fikirlerin derinleşmesine 1960-80 döneminde aşırı politizasyon engel olurken, 1980 sonrasında da aşırı depolitizasyon ket vurmuştur.

191.
Cunta yönetimince yeniden tanımlanan Atatürkçülük, aşırı milliyetçi, anti-komünist ve islami göndermeleri de olan muhafazakar bir çizgidedir.
...
Tabi bu ideolojik yönelimin, Erken Cumhuriyet döneminin korporatist anlayışı ve bireyi ulus içinde eritmeye dönük tektipleştirme arzusuyla devamlılığı da görmezden gelinemez.

192.
(Dipnot:) Thompson'un ideolojinin işleyiş modları adı altında sınıflandırdığı 'hikayeleme' bir inşa stratejisi olarak ... belirli bir güncel girişimi, kendisiyle ilişkili olmayan bir geçmişle gerekçelendirme uğraşıdır. Kuruluşlar kendilerini görsel olarak tanımlama ihtiyacı duyduklarında geçmiş ile bugünün anlam ağını bir şekilde kesiştirme yoluna giderler. .. (örnek) Nutuk'ta geçen "Küçük kıvılcımlardan büyük yangınlar çıkar" ifadesi, bir itfaiye binasının ön cephesine yazılmıştır.

193.
... Evren'in konuşmalarına Atatürk'ün dinle ilgili sözlerinden alıntılarla başlaması... bu pragmatist yönelimden ... özellikle Türk-İslam sentezi söylemini benimseyen Aydınlar Ocağı gibi milliyetçi-muhafazakar odaklar, bu zemini, dindar ve itaatkar bir toplum tasarımını yayma imkanı olarak kullanacaklardır.

235.
(Osmanlı ve Selçuklu'ya ait geleneksel motiflerden esinlenerek yapılmış kent mobilyaları, ibrikler, kendi mekan temsillerine uygun figüratif anıtlar, iftar çadırları, şelaleler, vb.) Bu projeler Kahraman'a göre seçkinciliğin karşısına kiçi dikerken, yaklaşık yetmiş yıldır süregelen Batı eksenli Aydınlanma projesine kafa tutmaktadır.
(Dipnot:) Nilüfer Ergin, kamusal alanları dolduran ibriklerin, horozların, Van canavarlarının ve keçilerin toplumun kültür, sanat algısı üzerinde büyük bir yozlaşma yarattığına ve toplumun sanatla ilgili beklentisinin niteliğinin değiştiğine dikkat çeker.

240.
... Ümit Cizre devlet seçkinlerinin 12 Eylül'ün ardından dine karşı müsamahakar tutumları ile 28 Şubat sonrasında siyasal İslam'ı öncelikli iç tehdit saymaları arasındaki farka işaret eder.

242.
Sanatsal üretimi portre heykellerden ibaret sayan ve fabrikasyon üretimin etik yanını tartışma gereği duymayan "devlet heykeltıraşları", piyasayı solumayı özellikle 1990'ların söz ettiğimiz atmosferinde öğrenmiş hatta yeni talep alanlarını gözeterek fazla arz yaratmaya da başlamıştır.

258.
Başkentin 90'ların sonundan itibaren görmeye alıştığı ibrikler, yunuslar ve keçilerini güden çoban örneklerine ilave, devasa bir 'kiç' olarak yerini almıştır (Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Atatürk Rölyefi, Ankara).

262.
Türkiye'de farklı biçim dillerine halen kapalı olan anıt anlayışı, figüratif anıt anlayışında ısrarcı olmuş...
...
devletin dokunulmaz, eleştirilmez bir demirbaşı olarak kabul görmüş...
...
dönemin siyasal-mekansal kodlarını içeren imge-simge düzlemi

272.
(Necati İnci'ye ait Kaş Atatürk anıtındaki Atatürk figürünün çoğaltılarak gönderildiği il ve ilçeler)
Hatay Altınözü, Hatay Cilvegözü, Hatay Denizciler, Hatay Hacılar Reyhanlı, Hatay Kumlu, Hatay Reyhanlı, Hatay Yayladağı Hükümet konağı önü, ...

298. (Nuriye Akman'ın Necati İnci'yle yaptığı röportaj metni)
Kırkağaç, Keşan, Adana Seyhan Barajı Atatürk heykelleri onun (Mehmet İnci'nin) blok mermerden yaptığı heykellerdir.

302.
Ben dahil Türkiye'de heykeltıraş olmadığını iddia ediyorum. Atölyeler çok yetersiz. Eğer talebeler Marmara Üniversitesi'nin Heykel ve Seramik bölümüne gidip orada vakit harcayacağına Anadolu Hisarı'ndaki çamurcu Hasan Usta'ya gitseler daha iyi çalışırlar.

303.
General Karakoyunlu bana, "Sen Mehmet İnci'nin oğlusun değil mi? Sizin için değil bu izin belgeleri, yeni çıkan müesseseler için" dedi ve hemen izin belgesini imzaladı.

305. (Ek 14 - 16 Ekim 2007 tarihinde araştırmacının Necati İnci ile yaptığı görüşme metni)
Bu komisyonlar, belediye başkanı, kaymakam, banka müdürü ya da eşraftan oluşur. ... Türkiye'nin her yerinde o yerin komutanı da, anıt komisyonlarının kurulmasında öncü olmuştur.



.

.

.

05 Ekim 2010

Ulus Baker - Kanaatlerden İmajlara

.

.

.

.

Duygular Sosyolojisine Doğru

Ulus Baker

(Çeviren: Harun Abuşoğlu)
Birikim Yayınları 2010 İstanbul


33.
Dolayısıyla, olasılık ve şans hesaplamaları ile uyumlu olarak, eğer Tanrı’nın var olduğu iddia edilirse ve O varsa, bu iddiada bulunan kişinin kendi sonlu ve sefil mevcudiyetini gözden çıkararak, kendi kurtuluşunu, Tanrı’ya adanmışlığını kazanacağı bellidir. Eğer O’nun var olduğu iddia edilirse ve O yoksa bu iddiada bulunan kişi sadece kendi sefil hayatını sonsuza dek kaybedecektir. Son olarak, eğer O’nun var olmadığı iddia edilirse ve O varsa, kayıp sefil ve sonlu hayatlara eşlik eden bir ebedi kurtuluş olacak, eğer O yoksa sadece bu dünyadaki yaşam kazanılmış olacaktır.


34.
(dipnot 3) “din, ölümün kaçınılmazlığının kavranılmasına karşı Doğanın zekâ vasıtasıyla gösterdiği bir savunma tepkisidir.” [H. Bergson, Ahlakın ve Dinin İki Kaynağı, çev. Mukadder Yakuboğlu, Doğu-Batı Yay. 2004.] [Ölüm anında -aslında, hemen sonra- tüm yaşamımızın bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçeği ya da tamamen beyaz ya da tamamen siyah bir alanın tüm benliğimizi kaplayacağı türden bir iddiada nasıl bulunulabilir? Ölümden hemen sonrasını, en iyi ihtimalle, doğumdan hemen öncesinde bulabiliriz: Hiçbir şey yoktu, hiçbir şey olmayacak!]

42.
Spinoza bizim “yanlış” bilgi olarak adlandırdığımız şeye hiç inanmadı, çünkü yanlış fikirler asla mevcut olamazken, yalnızca yaşam-koşullarımızca bozulmaya uğramış kanaatlerimiz ve düşünmeyi beceremememize (becerememize?) bağlı olarak kısmi yanılsamalarımız söz konusudur.

43.
Foucault’nun bir zamanlar belirttiği gibi, Onsekizinci yüzyılda bir gazete okuruna bir soru yöneltildiği zaman bu, yanıtı henüz bilinmeyen “gerçek bir sorudur”.

47.
… her tarihsel çağ önüne sadece çözebileceği soruları koyar.. (Marx)

51.
“Doğa hiçbir zaman uluslar, kastlar veya sınıflar yaratmaz, yalnızca bireyler yaratır” (Spinoza)

52.
Toplumsal tipler, Durkheim sosyolojisinin birey’i terk edişiyle, sosyolojinin alanını diğer beşeri bilimlerden -psikoloji, etnoloji ve tarih- farklı kılmasıyla birlikte günümüze kadar bir yokoluş sürecine girmiş. Edebiyat ve sinemada da durum aynı, toplumsal tipler onlarda da artık ilgi çekmiyor. Fakat Charles Wright Mills’in eserlerinde ‘beyaz yakalı’, ‘iktidar seçkini’ gibi tiplere rastlanıyor…

54.
Dindar insanların yarattığı 2. doğa…

56.
Sosyal bilimler ‘duygusallığı düşünmeyi’ yitirmiş durumdalar…

58.
Marx, örneğin, bir toplumu anlamak için bünyesindeki somut insanlara kendileri hakkında ne düşündüklerini sormak yerine eylemlerine bakmak gerektiğini söylüyordu.

60.
Uzun bir zamandan beri, kanaat, düşünürler ve filozoflarca nihaî bilgi kaynağı olarak görüldüğü gibi, ayrıca yanılgının ve yanlışın  mevcudiyetinin sebebi olarak da ele alınmıştır. Bu durum tam da kavramın doğasından, “kanının” tam bir uydurma oluşu veya sadece konuşmada ifade edilen bir şey oluşundan anlaşılabilir. 61. Günümüzde … kanaat hakikate ulaşmada taşıdığı kalkış noktası olma değerini yitirmiştir.

61.
Nihai olarak, kanaat bireyi düşüncesinin efendisi ve öznesine, bir grubun mensubuna dönüştüren şeydir. Burada “mensup” terimi vurgulanmalıdır, zira, bir kişi dile getirmiş olsa bile hiçbir şekilde bireysel kanaat olmaz. Kanaat, grup tek bir gerçek kişiden oluşsa dahi, bir grup mensubu olarak özne haline gelmenin edimsel yoludur.

63.
“Bir kulübede bir saraydakinden farklı düşünülür” Marx

Marx’ın “ideoloji” anlayışını keşfetmek için formül tersine çevrilmelidir: eğer kulübedeki köylü bir saraylı gibi düşünmeye başlarsa, onun ideolojik düşündüğünü, yani “düşüncesinin” kendini doğrulayamayacağını söyleyeceğiz. Bunun anlamı düşünmenin “evrensel” bir faaliyet olmadığı, bilakis koşullu, adanmış ve dünyaya bağlanmış bir duruş olduğudur. Düşünmek kaygısızca, rastgele seçilmiş olmayan bir bakış açısına sahip olmak demektir.

64.
… kendinde “farklı düşünmek” diye bir şey yoktur, daima başkasından farklı düşünülür, o başkası da bir diğerinden farklı düşünür, ta ki bütün toplumsal dünya katedilene dek.

Doğa uluslar, sınıflar ve kastlar yaratmaz, sadece bireyler yaratır (Spinoza). Bu ulusların, sınıfların, ailelerin ve diğer toplumsal grupların hayali olduğu veya varolmadığı anlamına gelmez, daha ziyade tarihsel ve genetik olarak oluşmuş bulunan bu insan topluluklarından birine ya da birçoğuna mensup olabilmek için etkin bir katılımcı olmak gerektiği anlamını taşır.

66.
Günümüzde, Batı’dan Doğu’ya, çağdaşlarımızca, Onyedinci yüzyılın önemli Fransız filozofu René Descartes’ın “büyük günahını” anlamaya çağrılıyoruz: bilinçli varlığın “öznelliği”, beden-zihin ikiliği (ve bunun yüzünden, her türden ikilikten) ve Batı metafizik düşüncesinin “kafatası içi” oluşundan sorumlu olan Kartezyen dünya görüşü filozoflar, sosyologlar, her türden bilim adamınca şiddetle eleştiriliyor.

67.
Her şey, Descartes Cogito formülünü (“Düşünüyorum, öyleyse varım”) “insanın tanımı düzeyinde yükselttiğinde oluşur.

Her şey, Aristotelesçi biçimsel kıyas mantığına uygun olarak, tümdengelimci genel bağlamda türlerden cinslere doğru bir hareket olarak cereyan eder.

Cogito’nun eksiksiz formülüne doğru ileri yürünmelidir: kuşku duyuyorum, öyleyse düşünüyorum, demk ki varım, öyleyse düşünen bir şeyim.

Bende düşünen bir beden olduğunu bilirim, mesele bundan “kuşkulanabilmemdir”, bendeki bir tür güç gerçeklikten kuşku duymama yol açabilmektedir: bu tam olarak Descartes’ın “düşünmek” (penser) dediği şeydir. Onun “düşünmenin” mucidi olduğu bile söylenebilir, zira Stoacılar istisna tutulursa, Eski filozoflara göre düşünme, ana hatlarıyla Platon’un Menon’unda [Menon-Erdem Üzerine] ima edildiği üzere; sayesinde, idea ile zorunlu olarak modellerini taklit etmek yoluyla karşılaşılan “içsel düşünce”, “dianoia”dır. “İde” ile “içsel düşünce” arasında dışsal bir ilişki olup ikinci birinciye indirgenemeyeceği gibi, birinci de ikinciye indirgenemez. Düşünmek, Tanrısal düzene ait, dışarıdaki, gökteki bir fikrin zihni doldurması anlamını taşır ve alışılmış biçimde yaşadığımız görüntüler dünyası da dışsal biçimler ve fikirler evreninin çarpık bir imgesinden ibarettir.

68.
… “düşünmek sadece anlamak, istemek, hayal kurmak değil, aynı zamanda hissetmektir” (Descartes). Yani, klasik düşünme nosyonuna ilk kez “duygusal” bir boyut getirilmektir.

69.
Sanki “düşüme”, Cogito’nun formülasyonunda olduğu gibi sonsuz, ama bir düşünceden diğerin, bir duygudan ötekine zorunlu bir geçişe ayarlanmış bir “hız” taşıyarak vücut bulmaktadır. Bu “öznelliğin” icadından başka bir şey değildir.

Eski düşünce imajından Kartezyen düşünce imajına geçilmedikçe, düşünme ve ifade özgürlükleri talep edilemezdi.

71.
… içimizden geçen her duyguyu, her bir duygu dünyadaki tekilliklere ithaf edilmiş veya hasredilmiş olduğu için, düşünme diye adlandırırız. Genel olarak düşünme diye bir şey yoktur, tersine düşünce, tamamen, zihni oluşturan bir insan eylemidir.

76.
içtihat hukuku    usul hukuku

77.
Kanaat, mantıksal temellerinde, bir düşünce veya fikrin her “belirişi” için bir ufuk olmuş görünüyor. Yunanlılar genelde “hakikatin kendini gizlediği” şeklindeki Heraklityen öncüle inandıklarından, kuşkusuz ki, bu nihai bir ufuk değildir. Bu, “hakikat en derindeki yalandır; kazılır ve en dipteki öğeye ulaşılamaz” bu yüzden de “hakikat” olarak adlandırılır şeklindeki Nietzscheci temanın önceden dile getirildiği biçimdir. Nihai değildir, ama kuralı kendine-gönderim olan argümantasyonun her aşamasında kendini tekrar eden sınırdır: kanaat ile gerçek bilimsel bilgiyi karşı karşıya koymanın bir zorluğu vardır -eğer bir şey kanaatse-, “yanılgıya” açıktır, yine de bilimsel bilgi öncelikle kanaat olarak iletişime sokulmalıdır.

78.
... kannat ile gerçek bilimsel bilgiyi karşı karşıya koymanın bir zorluğu vardır - eğer bir şey kanaatse, "yanılgıya" açıktır, yine de bilimsel bilgi öncelikle kanaat olarak iletişime sokulmalıdır.

82.
... modern bir bilim, modern olabilmek için, "içeriklerden" ziyade, sadece "biçimleri" veya "yapıları" tanımlamalı ve tarif etmelidir. Bu bilimin evrensellik iddiasıdır.

84.
"İçerik" analizinin sınırı çoğu kez tekrar etme sıklığının hesaplanmasından ibarettir. İçerik araştırması çoğunlukla, kısmi bir temsiliyetin ortaya çıkış sayısının; genellikle, bulguların her nasılsa nesnel bir kriter olduğu varsayılan "resmi" istatistiklerle kıyaslanması suretiyle hesaplanması meselesi halini alır.

90. 
Bir toplumsal tip yaratabilmek için, sorunlar ve olaylar hakkında sistematik bilimsel bilgi yerine hayal gücü ve etkilenebilme kapasitesine ihtiyaç duyulur. Bu toplumsal tiplerin takdim edilişinde sistematik bir şey olmadığı anlamına gelmez: Max Weber ve özellikle de Georg Simmel toplumsal tipler felsefesini öyle "bilimsel" bir tarzda sistematize ve formüle etmişlerdir ki, analizleri sanat ve edebiyat alanına önce olduğundan çok daha canlı bir şekilde geri gönderilebilir. Toplumsal tipleri yaratabilmek için, hayal gücünü, duyguların bilgisini ve olguların bir karmaşık ilişkiler seti demeti olarak bilimsel bilgisini koordine etmeyi başarabilmek gerekir.

91. 
1. Edebiyat ve sinemada bir toplumsal tipi yaşam dünyasının, toplumsal çevrenin parçası olarak görselleştirilmesi ve anlaşılabilir kılınması sosyal bilimlere göre daha kolaydır. ... çünkü "bilimsel vizyon" genellemeyi ve söylemlerinde beliren temaların "kümülatif bir endeksinin" yaratımını gerektirmektedir.

2. Bir toplumsal tip bir tür "işte-bu"luktur. Sokağın köşesinde görülebilen Yoksul, Dilenci, Yabancı, Evsiz... Öte yandan, onun "endeks" değeri de kuramsal, özellikle de analitik düşünülmüşlüğü bağlamında ifade edilmelidir. Toplumsal tip vita activa ile vita contemplativa arasında, sokaklar ile kitaplar arasında saptanabilir. O özne ile nesne arasındaki, akademik disiplin ile hayat arasındaki, haya gücü ile bilimsel bilgi arasındaki bir bağlantıdır.

92.
3. Bir toplumsal tip gündelik varoluşunun yanısıra analitik olarak da belirgin olmalıdır: örneğin proletarya Marx ve Engels'in eserinde ikili bir rol oynar - "gerçek", siyasal olarak tanımlanmış toplumsal bir sınıftıt, ayrıca kapitalist toplumsal ilişkileri açıklayan analitik-kuramsal bir araç olan, kapitalist üretim ilişkilerinin soyut ağının bir parçasıdır.

93.
Sınıfın bu ikili kavranışı arasında bir denklikler dizisi olabileceği gibi aynı zamanda bir dizi farklılık ve ayrılık da olabilir.

4. Bir toplumsal tip "duygusal"dır. Sunuluşundaki soyutlama ve genellemenin düzeyi ne olursa olsun, "gerçek", psikolojik bir şahsiyetin özelliğine sahiptir.

Ne olursa olsun, bir toplumsal tip; bir duygusal, hissi ilişkiler kümesi veya buluşması olarak tanımlanması gereken "duyguları" ile belirlenir.

95.
"... birilerinin yoksul olması onların spesifik olarak toplumsal "yoksul" kategorisine dahil olduğu anlamına gelmez... Ancak [Yoksul'a] yardımda bulunulduğu andan başlayarak ... yoksulluğu ile tanımlanmış bir grubun parçası haline gelirler." (Simmel)

96.
Simmel'in bir toplumsal tipi daima kodlanmış bir şeydir. ... Yabancı "bugün buraya varan ve yarın ayrılacak olan" değil, Bugün gelen ve muhtemelen yarın ayrılmayacak olandır. Bu, bir toplumsal tipin, isterse toplumun ortalama bir üyesi olsun belli birinin bakış açısından saptanması anlamına gelir.

7. Bir toplumsal tip "moderndir". 

97.
... "Kalkınma çalışmaları" olarak adlandırılan disiplinler gelişmiş kapitalist ülkelerde tam bir çöküş halindeyken, ülkelerine "kalkınma idealleri" ile geri dönen bazı Türkiyeli ve günümüzün Afrikalı entelektüellerinin belirleyici özelliği...

98. Bir duyular demeti olmanın ötesinde, bir toplumsal tip bir "imaj" olabilmelidir. Bu ... ilkin toplum tarafından "görülmesi" [saptanması] gerektiğini söylemiş bulunduğumuz için oldukça açıktır. ['Yoksul', 'Yabancı' örnekleri]

100.
Çalışmamda, "kamusal alan" öğretilerinin eleştirisi yoluyla, özel yaşam ve deneyimin gündelikliğine karşıt oluşuyla tanımlanmayan bir siyaset alanı kavramsallaştırmaya çalışacağım.

102.
Simmel'de Yoksul gelirle ve hatta yoksulluk derecesi, birinin kendini "yoksul" olarak görmesi ve kabul etmesi ile tanımlanmaz. Yoksul sadece, verili bir cemaat bazı insanları özne olarak ele aldığı, onun varlığı ile uğraşan kurumlar yarattığı, onun hakkında toplumsal pratikler ve yargılar geliştirdiği, çevresini düzenlediği zaman "görülür".

103.
"Kimlik" nosyonu, güncel sosyoloji pratiğinin merkezi kavramlarından biri olarak, sosyal bilimlerin toplumsal tipler yaratma kapasitesini zayıflatıyor. Zira ... etnik ve dini gruplar toplumsal tipler değildirler. Kimlik bir toplumsal tipi tanımlarken, anlamamıza vesile olan bir kavram değil, bir kanaat ve siyasi etiketleme kategorisidir. ... Benzer şekilde, parti üyeliği veya yakınlığı, bir kültün partizanı olmak, bir kuşağın üyesi olmak (rock, sinema kültleri) kendilerinde toplumsal tipler yaratacak kriterler değildirler. Bu kategorilere tekabül eden toplumsal tipler yaratmak için, toplum bilimleri elbette ki televizyonda değil, aksine, genel olarak gündelik hayatta "görünür" düzeyde işleyecek olan "etten ve kemikten" bir bireyleştirmeyi ortaya çıkarabilmelidir.

104.
(Balzac, Çehov, Zola, Austen, Vertov, vb.) Sanatların bazen onlar vasıtasıyla "düşünmeyi" felsefe ve bilimden daha az olmayan şekilde başardığı üzere, toplumsal tiplerin yaratılması ve yeniden üretilmesinde sosyal bilimlerden çok daha üstün olduğu söylenebilir. ... Bu kapasite belli ki sanatın hayatı doğrudan, metinsel-olmayan ve dolayımlanmamış şekilde sunabilmesinden, Hegel'in ifade ettiği gibi, "tikel"den yola çıkarak "evrensel"i elde etme kapasitesine sahip olmasındandır.

106.
Bir toplumsal tipi tanımlamanın önemli bir boyutu onu bir kanaatler bileşimi gibi değil, "duygular demeti" gibi görmekten geçer.

Duygular yazıyla hatta tanım ile ifade edilmelerinden çok daha iyi bir şekilde "görülebilirler" ve bütün bir "belgesel" sinematografi alanının toplumsal bilim disiplinlerinden dışlanamayacağı hususunda şüpheye yer yoktur.

Bu "anlayış" kendini sinema ve videoda ortaya koyabilir ve gerçeğin doğrudan "imajı" olduğu iddiasında bulunan "belgesel" alanı ile sınırlı olmak zorunda da değildir.

107.
Duygular daima imajlarca harekete geçirilirler

... modern siyaset ve cemaat pratikleri imajlara, onların yeniden üretimine ve yönlendirilmesine daha fazla dayanmaktadır. Sonuç olarak kanaat toplumları imaj, gösteri (Debord) ile kontrol, sanallık, izleme ve "yakalama" toplumlarından başka bir şey değildir (Deleuze, Virilio).

108.
Bir cemaatin (dinî, mezhebî, kültürel, alt-kültürel), bir ailenin, bir Kentin, veya bir Devletin (yurttaşlık) mensubu olunabilir, ama "dostluğa" mensup olmaktan asla sözedilemez.

110.
Dostum başka bir "kendim"dir ve onun erdemini gözlemlerken kendiminkini görür ve tanırım. 

111.
(Aristoteles, Antik dönem) dostluk kavrayışı, ... aynılık, tek anlamlılık ve benzerlikle tanımlanır. ... modern anlayışlarda, Spinoza'nınki dahil olmak üzere, dostluk tekilliğe, dostun iyiliğinin benzersizliğine saygıyı içerir. ... Açıktır ki, bu, Eski Yunan'da "bireyselliğin" niçin kavranılamayacağının nedenlerinden biridir. Antik dönem insanının her bireye mahsus tekil, eşsiz bir duygular seti anlayışı yoktur - bu Onyedinci yüzyıl akılcı felsefesinin bir icadırır (Descartes, Spinoza ve Leibniz).

116.
"tefekkür", düşünme, düşünüş...
"pathos", bir duygulanış...
"ethos", zihin yapısının düzeni... 

117.
"tekâmül", olgunluk

119.
"oikos", hanehalkı
"aile", aynı soya ait olma stratejisi...

122.
Beckett, Mercier ile Camier
Flaubert, Bilirbilmezler

123.
"angajman"- Bir şey için söz ya da yazıyla yükümlülük altına girme, üstenme;
Toplumsal, siyasal bir eylemin içinde yer alma, ona bağlanma

124.
Aydınlanma çağında, kitlelerin aynı zamanda nihai olarak Napolyonik devlet aygıtı ile "disipline" edildiği çağda da, ...

Gelgelelim, "kitleler" ve "kalabalıklar" sorununu ortaya atmak, aynı zamanda "birey" sorununu da ortaya koymak demektir. "Bireyi" tanımlamaksızın, ondan farklı davranan "kitle" veya "kalabalığı" tanımlamak olanaksızdır.


125.
"muhayyile", imgelem, hayal etme gücü
126.
"Pedagoji" terimi akademik, bilimsel ve dersliğe dayalı bağlamlarından kopartılmalıdır.

127.
Paul Virilio'nun eserleri bize, "görsel-işitsel"in esasen askerî teknolojilerin, "savaş lojistiğinin" parçası olarak geliştirildiğini göstermektedir.

Artık temel beşeri yaşam-deneyimleri olarak "görüş" (vision) ve "duyuşu" (hearing) yeniden-temellük etmek zorunludur.

128.
... evrensel düzeyde oldukça "hatalı" görsel-işitsel aygıtlar geliştirmiş bulunuyoruz (televizyon ve kısmen de, gelecekte ne olacağını bilemediğimiz için hâlâ "açık" kalan bir sorun olan İnternet). Toplumsal tiplerin gerileyişi günümüzde sözde toplumsal tiplerin yaratılmasına karşılık gelmektedir: yuppi, rockçı, hacker ve aslına bakılırsa evlerde de, web'te neredeyse sadece "otistik" şekilde sörf yapan veya bekleme zamanlarında yalnızca televizyon izleyen yeni bir kuşağa sahibiz.

Dünya nüfusunun büyük bir kısmının halen İnternet'ten mahrum olması söylediğimiz şeye bir itiraz sayılmaz: hâli hazırda planlanmış olan internetin televizyon ile teknolojik bütünleşmesi projesi mevcut durumu yakın gelecekte değiştirecektir.

Yine de, toplumlarımızın "kanaat" toplumları olduklarını söylediğimizde, Deleuze'ün "denetim toplumları" olarak adlandırdığı şeyle uyum içindeyizdir: en azından "kanaat" düzeyinde "özgür" olsanız bile hâlâ denetlenmektesinizdir. Ve bu denetim, hiç olmazsa "liberalce" sorgulanma sürecinde olan Foucaultcu "disiplin toplumları"nın aksine, çoğunlukla görsel-işitseldir (yaşam izlenir).

129.
Her şey "disiplinlerin" yanlışlıklarını ortadan kaldırmaya ayarlanmış görünmektedir: "okula", "hastaneye", "akademiye", "istihdama" tabi kılıcı Napolyonik evrensel sistemler ile Freudcu "çocuk yetiştirme" sistemi, günümüzde çöküş halindedir ve görünen odur ki hiç kimse onların yerini neyin alacağını bilmemektedir.

Okul lisanı, matematiği, fiziği sadece "kurallar" veya "yasalar" oldukları uyarısında bulunmaksızın, yaşam-deneyimlerinin üzerinde topyekûn bir hükmedici gibi öğretir.

... her "kural" yönetir ve tam olarak bir emir gibi belirir... Matematikteki naif bir sorunun çözümü bile "x ile y'yi topla, ve sonra..." tarzında emirlere uygun olarak öğretilir.

"Çocuk yetiştirme" bile "post-modern" yaşamın her alanını kat ediyor - sadece Dr. Benjamin Spock'un kitabından veya günlük gazetelerden bazı "pratik bilimsel bilgiler" öğrenmek zorunda kalınmamakta, aynı zamanda daima denetim altında bir "özgürleşme" halini almaktadır.

130.
Şurası açıktır ki bir toplumbilimci kendi başına bir "toplumsal labaratuar" oluşturamaz - aksi halde muazzam büyüklükte sosyoloji doktorları kurulları oluşturmak, aileleri, kabileleri, toplumsal grupları, hatta sınıfları ve varoluş sorunlarıyla beraber bazı "pratico-inerte" [pratikte ölüm] malzemeyi getirtmek gerekirdi. Oysa bu "labaratuar" zaten düzenlenmiş durumdadır: önce Foucault (1975) tarafından "disiplin toplumları", sonra da Mills'in "kitle toplumu" ile görülür kılınmıştır.

(dipnot) ... kalpsiz türde bir pragmatizm...

132.
..."siyasi filmleri siyasal kılmalı" (Godard)

133.
"bir filme her şeyi koymalı" (Godard) - Historie(s) du cinéma - "sinema başarısızdı"... Deleuze (1994:1) "sinemada da felsefede de işlerin kötüye gittiğini" söyleyecektir.

134.
"Sinema sanat olduğu gibi, bilim de bir sanattır. Histoire(s) du cinéma'da bunu dile getirmekteyim. 19. yüzyılda, teknik; artistik bir anlamda değil (Jura'da üretim yapan küçük bir saatçinin hareketi düzeyinde değil, tersine yüz yirmi milyon üreten Swatch'ın düzeyinde işleyen), işlemsel (operatoire) bir anlamda doğmuştur." (Godard)

137.
Duygular sosyolojisi "hisler"in ve "sezgi"nin sosyolojisidir... Hisler basın ve televizyon tarafından yönlendirilebilir, ama sezgi hiçbir zaman yönlendirilemez...

... kanaat bir yanda "tahayyül" (Spinoza) öte yanda duygularla ikili bir özdeşlik içindedir.

138.
Kanaat bir şeyi önvarsayar: bu, bir kanaat ya da yargının terimin klasik anlamıyla "bilimsel bilgi" olmak yerine, evvelce duygulanılmış bir durumu yansıtması anlamında "duygudan" başka bir şey değildir.

147.
Freud, Breuer ile birlikte yaptıkları gözlemlerinden çıkardıkları "gerçek" soruyu sormakta duraksamayacaktır: her şey bu tür "tıbbi" sorunların göründükleri ölçüde "tekil", "biricik" ve "ampirik" olmadığını göstermektedir. Bu sorunlar daima sıradan yaşamımızın parçasıdırlar, hepimizde ortaktırlar - [Freud "toplumsal" dünya ile ilk kez, ama ... yetersiz bir tarzda karşılaşmaktadır].

148.
... Freud, üstün, sui generis bir varlık olmaktansa "her bir kişi-için-toplumsal"ı (sacial-for-each) kavramayı başarabilmişti.

149.
actes manqués: bilinçdışı kaçınılan edimler

150.
... bir dil sürçmesi yoktur, tersine Freud'un genellikle dikkate almayı başaramadığı görülen toplumsal bağlam söz konusudur.

161.
Sansür ve bastırma, halihazır "toplumsal" karşılıkları bulunan ziyadesiyle Freudcu nosyonlar olarak, yalnızca derin bir Bilinçdışının vücut bulması olmayıp aynı zamanda Fransız Devrimi'nin nihayetinden beri geliştirilmiş bulunan epeyce karmaşık toplumsal stratejilerdir. Bunlar; aileyi (Napolyon Yasası, özellikle modern evlilik ve aile ilişkilerini düzenler) yeni, disiplinli bir orduyu, zorunlu okul sistemini, Pinel'in tıbbi gözlem ve tedavi laboratuarına dönüştürdüğü "tımarhane"yi, "vaka bazında" amprik gözleme ve hastalıklar üstüne deneye dayalı hem bir söylem hem de bir kurum olarak kliniği ve eski düzenin bedensel ceza anlayışı ile kıyaslandığında daha az kaba olmasıyla bir süreliğine bir gurur kaynağı olarak kalan hapishane sistemini "kurumlaştıran" Napolyonik kurumlardır (Foucault, 1969).

162-168.
Freud

168.
Spinoza "fikirler" ve "duygular" arasında açık bir ayrım yapar: bir fikir Spinoza'nın "ideatum" adını verdiği, fikrin nesnesi olan başka bir şeyi temsil eden bir şeydir. Zihinde bir şeyin -bir "nesne"- yerine geçen, temsil eden ve açıklayan bir şey olduğunda, buna fikir denir. Zihnin (Kartezyenciliğe zıt olarak ve Spinoza'nın beden-zihin paralelliği öğretisi bakımından) bir olayı olan duygu (İngilizceye, özellikle Elwes'in tercümesinde "his" olarak yanlış tercüme edilmiştir) ise, bunun tersine, hiçbir şeyi temsil etmez: bir fikirce "belirlenir", ama ne bu fikre dair herhangi bir şeyi ne de bu fikrin nesnesini temsil eder. Bu bir duygunun (affectus) yalnızca, ikisi de aynı anlama gelecek tarzda, zihnin daha çok ya da daha az güce geçerek düşündüğü, bedenin daha çok ya da az güce geçerek eylediği bir "düşünme kipi" olduğu anlamına gelir. Diğer bir deyişle, "hisler" veya duygular (affectus) bir bireyin yetkinleşmesinin dereceleri, kendi bireysel tekil "özünü" icra ediş yollarıdır.

172.
... imajları fikirler olarak kavrayabilmeyi başarmak zorundayızdır.

176.
... her filozofta bulunan üç niteliğin müşterek eseri olan, bütünüyle "felsefi duyguları" vardır: alçakgönüllülük, dürüstlük ve yoksulluktur bu nitelikler (Netzsche).

177.
Bunlar geleneksel ya da dinsel ahlaki nitelikler değil, filozofun kendisini ve felsefesini sayesinde oluşturduğu metafizik tertiplerdir. Diğer bir deyişle, sadece bir dizi çileci âdetler veya ahlaki kurallar olmak yerine tamamen özel bir "felsefi" güç istencini oluştururlar. Onun vasıtasıyla filozof kendini saldırılardan ve darbelerden, karşıtlarından gelen eziyetlerden ve zulümlerden koruyabilir.

178.
... "conatus" ... "her şey, kendinde olduğu ölçüde, varlığını sürdürmeye çabalar"

181.
... bir dergi Onsekizinci yüzyılda eleştirmenlerine yönelik bir soru yayımladığında, yanıtı önceden-bilinmeyen, isterseniz g,"gerçek" diyelim, bir soru yöneltiyordur. Oysa günümüzde bu tür sorular görünüşe bakılırsa kanaatler düzeyinde yayımlanmaktadır.

182.
Doğu'ya özgü din sistemlerinde ahlaki yaşam "seküler" her şeyi, aileyi, cemaati, günlük yaşamı, ilişkileri, sınıfı (daha doğrusu "kast") geride bırakmaya dayanan bir "yalıtılma" ve yalnızlaşma meditasyonudur. Oysa ki, Yunanistan'da, böyle bir sistem bilinmesine rağmen (Orphism ve diğer "yalıtımcı" kültler), din toplumsal bütünleştirici bir güç olarak belirir: ritüel pratikler vasıtasıyla bir topluluğun üyesi olunur.

183.
"Duygusal" dünyanın en esaslı olumlanmalarından biri Romantizmdir. 

... tarihin hangi büyük olayı, uzam ve zamandaki mesafesi ne olursa olsun, hangi devrim, hangi savaş, kimin acısı ya da mutluluğu aynı zamanda "benim kişisel sorunum" değildir ki (Novalis). Bu Romantiğin tarih ve zamanı kendine maletme tarzıdır - "olay"ı kendi bireyselliğine, kendi "kişisel", "özel" dünyasına maletmesidir.

184.
(Dziga Vertov:) modern dünyanın makinesel ritmlerinde duygusal bakımdan önemli hale gelme eğilimindeki şeyleri arayıp bulmak...

185.
Modern yaşamın veçhelerinden biri saf ritüeller ve jestlerin yavaş yavaş ortadan kalkmasıdır ki, adeta jestlerimizi kaybediyor olduğumuz söylenebilir.

186.
(Leroi-Gourhan:) Aletlerin ve insanın evrimi tamamen tek ve aynı süreçtir.

188.
... "bilmemek" olarak bilgisizlik, bilimsel bilginin elde edilmesinden önce gelen bir durum değildir, tersine ondan sonra gelir: eylem yoluyla başarılır.

"Bilmemek" artık açıklanamaz olan, bilinmeyen olmadığı gibi bir "başarısızlık" veya "eksiklik" de değildir. Aksine "yeniyi", yeni deneylerin ve yeni arzuların üretilmesini uyaracak aktif bir güçtür.

Psikanalizin şimdiye kadar minnettar kalarak onayladığımız "keşifleri"ni iptal etmeye başlayabiliriz: Oidipus kompleksi, Arzu, İçgüdü ve Bastırma... Oidipus kopleksi bütün psikanaliz kuramının, pratiğinin ve dayandığı kültürün ve alt-kültürün vardığı ve kilitlendiği bir "saplantı nevrozu", bir fikr-i sabittir. Psikanalizi, ... ailevi bir ortam ve çevreye mahkum eden de budur. Psikanalizdeki en kötü şey terapi ile normalleştirmeyi ayırmaktaki genel kafa karışıklığıdır.

189.
... psikanaliz kuramı ve kültürü, zayıf bireyin çeşitli yollarla sosyo-ekonomik ve ailevi kurulu düzenlere bağlılığını, hatta köleliğin kaderciliğini yeniden üretir.

190.
[Psikanalizin çağdaş insanın düşüncesine verdiği en önemli zararlardan biri], "gerçek" olanın üretilmek zorunda olduğu hakikatinden uzaklaşmamızdır.

191.
... bilinçdışı vardır, ama saf bir yorum olarak kaldığında değil ancak üretildiğinde görünürleşir.

[psikanaliz ile Marksizm arasında bir kaynaşma ya da evlilik oluşturabilmek] ancak bilinçdışının içine üretimi, gerçek üretim ilişkilerinin içine ise ereksel olmayan bir arzuyu (ignoramus'unyol açacağı) katarak mümkün olabilir.

Freud'un arzuyu bir eksiklik, bir yoksunluk olarak kavramasıyla, psikanaliz daha ilk dönemlerinden kendi sonunu hem kuramsal, hem de pratik olarak hazırlamıştır.

192. 
Gabriel Tarde'ın temel tezini; bireysel fantezinin gerçekliğin yaratılması olduğunu, türü ne olursa olsun -bir rüya, tasavvur, ya da sanat işi- yeniyi yaratmaya yönelen zihinler arası bir hareket olduğunu ileri sürerek, geliştirebiliriz. Zira bir birey, bir kolektiviteye karşıtlığıyla mevcudiyetini sürdüremez. Birey "bireyler" olarak mevcut olur, ama kolektivite, Durkheim'ın inandığı gibi, kendisine özgü (sui generis) bir toplum olamaz. Yalnızca "bireyler" vardır ve "birey" tam anlamıyla mevcut değildir, sadece kuramsal bir soyutlamadan ibarettir.

anakronik: olay tarihinde yanılmış olan (kişi ya da şey)


193.
Psikanaliz narsizmi, bir "ilk hal" olarak kabul etmeyi sürdürüyor. Böylece herhangi bir bireyde belirişi bir "gerileme", dünyayla baş etme güçlerinde bir eksiklik olarak ta baştan kanıtlanmış varsayılıyor. ... böylece, narsizm önce "bireyselleştirilir", sonra yeniden, asıl kaynaklandığı tarihsel-toplumsal düzleme yansıtılır. Kulak pek uzun yoldan gösterilmiştir. ... Psikanali "narsizm" ya da "fantazm" gibi kavramları "bedensiz" ve "karşılıksız" bırakır.
Her şeye rağmen psikanalizin esaslı bir başarısı bir kez daha itiraf edilmelidir: bilinçdışını keşfetmiştir... Ancak bu başarı sonradan yitip gitmiş yani hükümsüzleşmiştir. Bilinçdışı okunacak bir çivi yazısı, yorumlanacak bir kutsal kitap, hele hele "karanlık bir dünya" değildir. Platoncu tasarımdan çekilip kurtarılacak bir bilinçdışı, aktif ignoramus'un, bilimin, sanatın ve felsefenin güçlerinin eline teslim edilebilir, onlar tarafından biçimlenmeye bırakılabilir. Ancak psikanalitik kültürün bir dizi yetersizliği ve önyargısı, böyle bir çabanın önüne en büyük kuramsal ve pratik engelleri çıkarmaktan hala geri kalmamaktadır.

198.
["ekonomi politik" ... Dolayısıyla burada hem "politika" hem de "ekonomi" vardır.]

200.
"beden ruhumuzun hapishanesidir" (Sade)

Sade'ın çağdaşları Adam Smith ve sonrasında David Ricardo'nun eserleri yoluyla ekonomi politiğin doğuşu, mutluluk ve hazların kaynaklarının yeni bir tazrda sorgulanmasından daha öte bir şey değildi. Ayrıca, Sade'ın savunduğu ahlak-dışılık (libertinage), ... bedeli olan bir şeydi. "Normal", "düzene uygun" ve "ailevi" yaşanan haz, hazzın normal cinsel etkinliğin doğrudan bir sonucu olduğu temel varsayımına dayanıyordu. Yalnızca bir yan-ürün, normal cinsel ilişkiden arta kalan bir şeydi haz.

205.
Bütün modern edebiyat, bireysellik ve kimlik mefhumlarının bir eleştirisi halini almış durumdadır.

Bu sinemanın kandine mahsus büyüsüyle sağlanabilir, ancak biz tersine, sinemanın kurgusal ve anlatısal olmaktan daha fazlasına muktedir olduğuna, saf imajlar aracılığıyla bunu ortaya koyabileceğine inanıyoruz.

206.
Virginia Woolf sözcükler ve gösterenler yerine imajlarla yazma ihtiyacı duyar...

Modern edebiyatta, (klasik edebiyatın) tam tersine, biçim doldurulmak zorunda değildir; biçimin tanım olarak bir içeriğe sahip olduğu açık olsa da, şu ya da bu içerikle doldurulması gerekmez.

207.
İmajların, dünyanın Spinozacı anlamında zorunlu olarak "duygulandırıcı" olmaları... Her bir imajda, bütün bir everen mevcuttur, baştan beri oradadır. (Spinoza'nın imajları nedenlere iliştirme ve duygular ile hislerin gücüyle ilişkilendirme tarzı felsefe tarihinde benzersizdir.)


Sevgi dış bir nedenin imajına eşlik eden haz, Nefret ise yine dış bir nedenin imajına eşlik eden acıdır. (209:) Spinozacı Sevgi ve Nefret öğretisinde her şey "imajları muhafaza" edebilme kapasitesine bağlıdır.
Benjamin tarafından vurgulanmıştır. Vertov'un "hayatı olduğu haliyle yakalamak" için en karmaşık montaj ve çekim tekniklerini kullanmayı başarabilmesinin nedeni budur.


213.
Gündelik hayata ne kadar çok nüfuz edilirse, yapılan çalışma tarihsel olmak yerine o kadar çok "sosyolojik" olacaktır.

214.
... imajlar inceden inceye "fikirler" olmaya yönelirler...

215.
Alegori her zaman, Özne-nesne mesafesinin belirli bir açıdan reddedildiği, nesnel-dünyanın kendi anlamı dahilinde dönüştürüldüğü, belirli bir özne vasıtasıyla işlenmiş bulunan bir semptomdur. (Benjamin)

216. 
Metaforlar ve alegorilerin yine de gündelik hayatın görünümünün parçası oldukları

217.
Filozoflar tahayyülü, kör inançların arzulara yönlendirilmesi olarak yorumlayıp gözden düşürdüler. ... Tahayyüle fazla değer biçmeye yetecek cesareti olan filozof, Srtre, tahayyülde bize dayatılmış olan gerçekliği yadsıma yetisi olduğunu görebilmişti.

222. 
memento mori... ölümlü olduğunu hatırla

224. 
Flusser'in teknik imajı "okunabilir", "kaydedilebilir" ve aktarımlar ile yeniden üretim süreçlerine açık bir şey olarak sorunsallaştırması...  Teknik imaj yalnızca bir "belge" değildir, aynı zamanda "belgeleme", diğer belgeleri hic et nun (burada ve şimdiliği ile) kaydederek mevcudiyetlerini ve tarihselliklerini yeniden üretme imkanı taşır.

225.
Bizler şimdi bu psikolojiye tamamen uyum sağlamış görünüyoruz ve bizi kuşatan herşey teknik imajlar aracılığıyla benzeşime uğratılmaktadır.

Bu yeni estetiğin nasıl olup da, en azından gündelik deneyimde geleneksel sanat anlayışlarını, güzelin, yücenin estetiğini "yokeder" göründüğünü ve "sanatın sonu" ile "yeni bir estetik çağının başladığını" bildiren Hegelci estetikle birebir çelişen bir konuma sahip olduğunu gözlemlemek ilginç olabilir.

226.
Dilde hareket halinde "yaşayan" bir varlık görmek yerine, göstergeleri ve dilbilimsel şifreleri "ölü" simgesel biçimler olarak alan "yapısalcılığın"...

Régis Debray'ın "medyoloji" ve "videouzam"ı, Maurizio Lazzarato'nun önerdiği "video-felsefe"si...

227.
Sinema bir "çoğaltım", ek bir gerçeklik (Bazin'e göre, plus de réalité -gerçeklik fazlalığı-) olma eğilimindedir ve günümüzde, interaktif imajlar ve görsel-işitselliğin genel alanı ile birlikte, "mekanik yeniden üretim" fikri tümüyle yıpranmıştır.

228.
... şu anlaşılmaz, ancak zihinsel aygıtın tartışmalı yetisi imaj, günlük hayat içinde dünya ile temas kurmanın yegâne imkânıdır.

İmajların deneyimlenmesi (tahayyül edilmesi) hakkında konuştuğumuz aşamada fenomenolojinin alanında kalırız, ontolojiye geçildiğinde, metafizik bir işlemin olması zorunlu görünür: imajlar dışarıdadırlar... 

230.
İkisi de "polis" hayatının parçası olan iki dizi imaja sahibiz. İlkini, özel yaşamın yol açtığı, arkeologların "antik ikonografi" dedikleri (figürasyonların popüler imajları), mitler, popüler olarak bilinen sahneler, savaşlar ve hatırda tutulacak şeyler oluşturur. İkincisi, yüksek sanatların uzamı, mimarisi ve heykeline, Agora'nın uyumlu uzamını biçimlendiren hayal kurmanın bu Apollonvari kaynaklarına aittir. Bu ikisinin arasında, sadece küçük, popüler, ritüel amaçlı yarı-estetik, hatta eğlenceye dönük nesneler yer alır.

233.
Bununla birlikte, eğer "ışık" bir ilke ise, halihazırda en gelişmiş görüntü teknolojileri sorunu -hepsi de "ışık yazıları" olan fotografik, sinematografik, videografik ve dijital teknolojiler- ile karşı karşıya kalınır. Bütün bu medyalarda, dijitalize olsun ya da olmasın, her şey ışıkla yaratılır ve şu açık olmalıdır ki, bütün bu alanlar günümüzde bir metafiziği gösterirler.

Tahayyül Spinoza'ya göre kesinlikle bütün yanılgıların kaynağıdır. Buradan, onun uouygun fikirler karşısında tahayyülü kanaat ile nasıl bir tuttuğu anlaşılabilir. Kuşkusuz, her zihin dışsal bedenlerin imajlarını, kendi bedeninin onlar tarafından bir şekilde biraz değişikliğe uğratılması halinde oluşturulabilir. Ama bu sadece yanılgının kaynağıdır, yanılgının kendisi değildir. ("Zihin salt imgelediği için yanıgıya düşmez, ama kendinde bulunuyor olarak imgelediği şeylerin varoluşunu dışlayan bir fikirden yoksun göründüğü derecede yanılgı içindedir" Spinoza E,II,P.XVII, Şerh [Scholium]).

235.
Vertov: "farkında olunmaksızın yakalanan hayat" ilkesi

237.
Bir müzik cemaati, caz, rock, rap veya metal olsun, bir tür "gerçeklik ilkesine" uymaya zorlanamazken, sinemada, hatta en avangard veya kurgusal yapımında bile, bir gerçekçilik veya gerçekdışılık sorunu daima mevcut olmuştur.

238.
Heidegger'den farklı olarak, sinema ve televizyonun "imaj" üretiyor olması olgusundan kederlenmek zorunda değiliz: tersine, önemli olan İmajın imajlarının nasıl hareket ettiği, üretildiği ve yeniden-üretildiğidir. ... Kederlenmek veya nostaljik düşünüş tarzlarının izini sürmek yerine, "bunlarla nasıl başa çıkılır" sorusu sorulmalıdır (yaşam için nasıl anlamlı ve işlevsel kılınabileceği sorusu).
...
sadece düşünceyi ateşlemekle kalmayan aynı zamanda kendileri düşünen imajlar nasıl üretilebilir? Böyle bir soru bizi o şen Spinozacı perspektife, yaşamın bir parçası olan ve insanın dünyaya uyumluluğunu tesis eden, kurgusal ve anlatısal deneyimin geçerliliğini ve etki alanını kabul etmeye götürür. Spinoza'da imajın bir yönünün nesnelliği olduğu kuşku götürmez. Ancak bu imajın maddesinin nesnelliği, yani nesnel hafızadır. Bu yaklaşık olarak Bergson'un iki hafıza türü (iradi hafıza ile nesnellik atfedilen gayri,iradi hafıza) arasında yaptığı ayrıma karşılık gelir.

245.
İktidarı yürütenlerin söylemindeki her şey Magritte'in "bu bir pipo değildir" resmindeki şekilde cereyan eder - mahkûmiyet kararı veren yargıç "bu bir hapishane değildir, çünkü onu cezalandırmıyor, eski durumuna ve ahlaki düzene kazandırmaya çalışıyor, eğitiyor, sağlığını kazandırıyoruz..." der. "Bu bir hapishane değildir" ifadesi hukukun modern söyleminin bir parçası olduğu gibi, modern disiplin toplumlarının ortaya çıkış tarzıdır aynı zamanda.

"Görmek konuşmak değildir" Maurice Blanchot

249.
İki yüzyıldır fotoğrafçılık, bir yüzyıldır sinema, elli yıldan beri televizyon ve yirmi yıldan bu yana da dijital imajlarla yaşıyoruz. ... Teknik imajlar olarak, "orjinalden kopya geliştirme" (generation) araçlarıyla oluşturulurlar, resim ve diğer grafik sanatlarda olduğu gibi "doğrudan üretim" (production) ile değil. ... fotoğraf makinesi, film makinesi, TV alıcısı ve bilgisayarın "üretim araçları" olmayıp tersine düzenek oluşlarının nedeni de budur (cihaza içsel bir programın işletimcisi gibi çalışırlar). --> kapitalizm bugün üretim araçlarından ziyade düzenekleri belirlemektedir; öyle ki, şirket düzenekleri yoluyla ayarlanmaya eğilimli toplumsal çalışmayı, günümüzde Üçüncü Dünya endüstrilerine terk edip [kapitalist] düzeneğin merkezlerinde finans alanında yoğunlaşarak "gerçek", "maddi" üretim yerine programcılığı elinde tutmaktadır.

252.
umwelt (muhit)

253.
Biçimin boş oluşu neredeyse modernitenin belirleyici bir özelliğidir: ahlakın evrenselliği yalnızca kategorik buyruk öznenin uygun herhangi bir içerikle -ahlaki bir kural ya da "ödev" ile- doldurulabileceği boş bir biçim olarak formüle edildiğinde mümkün olabiliridi.

260.
Lascaux'daki mağara resimlerinin bile görsel temsil tekniklerinin gelişimi ile ilgisi vardır. Ancak Yirminci yüzyılın başında genel olarak inanıldığı üzere, "gerçekçi" görüşe dahil değildirler. Lukacs bile bu mağara resimlerine hatalı şekilde "ilkel", muhtemelen başlangıçta mevcut bir "materyalizm" ve "gerçekçilik" atfeder. Ancal, Leroi-Gourhan'ın çerçevesi bulunmayan bu resimlerin simgesel ve pedagojik tabiatını ortaya koyduğu üzere, kesinlikle gerçekçi değildirler: bunlar, sözdizimsel bir sisteme göre gruplandırılmış ve her türlü "gerçekçilik" iddiasının karşısında yer alan yitik bir geleneğe dayanan hayvan figürü dizileridir.

264.
… bize göre sinema üzerinde egemenliğini (kültür endüstrisi düzeyinde) ispatlamış olan televizyon, bütünüyle, “görmenin” mahremiyetinin lehine videonun röntgenciliğine açık olan Edison-Dickson’un kinetoskopunun soykütüğüne aittir. … Sinematografi özel değil kamusal bir cihaz olarak doğmuştur.

265.
“Kurgu, bir öykü anlatmak için birisinin kendini dünyanın merkezine yerleştirmesidir. Belgesel, hikaye anlatmamak için, dünyanın en aşırı sınırlarına gitmektir. Ancak, fosilleşmiş kayalarda böceklerin bulunması gibi, belgeselde kurgu, kurguda da belgesel bulunur, çünkü kamera karşısında mevcut olan her şeyi kaydeder” (Daney)

269.
(Yeşilçam) Filmografik içerikleri zayıf olsa da, popüler imajlar yaratmakta güçlüdürler.

277.
Öncelikle Dziga Vertov ve Kinoki hareketine ait olan Konstrüktivizm, hiçbir zaman bir sanat akımı olmak iddiasında bulunmamış, aksine sanatı dönüştüren, toplumsallaşmış çalışma düzeyine ve proleter kitlelerin beğeni düzeylerine taşıyan yıkıcı bir güç olmaya çalışmıştı.

Bir sanatçı, bir şair, bir film yapımcısı görevinin dünyaya ilişkin yeni duyumsamalar ve algılamalar yaratmaktan başka bir şey olmadığının farkına varma şansına sahiptir. – yani, Hegelci estetiğe göre, maddi bir “tikellik” yaratma meselesidir. O “imajlarla” ilgilenir, yeni bakış açıları yeni gerçeklik alanları sunarak duyumsamalara yöneltir. Bu, herhangi bir yeni sanatsal gelişmeyi yakıcı bir soru sormaya kışkırtan Paul Klee’nin bir formülüne aittir: “daima gelecekte bir halkı bekleyen bu sanat ne olabilir?” Bu sadece bir beğeni meselesi değildir. Tersine sanata dair en asli sorulardan birini ortaya koymuş olan Nietzsche tarafından evvelce formüle edilmiş bir sorudur: bir eserin yaratıcısı eserinin düzeyine nasıl ulaşır? Yaratıcılar eserlerinin düzeyi ve gücüne ulaşmayı becebilirler mi? Açıkçası bunu başarmanın iki yolu vardır: eseri çeşitlemeler ve icatlar sahasının zihinlerarası kolektif çalışma alanına sunmak ya da şu yararsız “sanat eseri” adı altında taklide, geleneğe ve tekrara dayalı eserler üretmek.

281.
… televizüel aygıt yalnızca yanılsama, gösterim ve enformasyon sunmaz, biçimlendirmek suretiyle “gerçekliği” üretir. Bu bir yeniden üretim de değildir, … Televizyonun (kendi) gerçekliğini “ürettiğini” söylemek yeterli değildir, televizyonun kanaatleri manipüle eder ya da yansıtırken, onları “kanaatler” olarak aynen üretiyor olduğu da söylenmelidir. … “gündeme koymak”

282.
Hegel sanat çağının gerçekleştirilmiş bulunduğunu, bunun sanatın sonu olduğunu ve şimdi estetik çağına girdiğimizi bildirir.
… “modernite” hakkında Hegel’in tuhaf ve idealistik belirlemelerine nüfuz etmiş olan tarihsel olarak önemli bir sorun vardır. Bu modern olan her şeyin doğasının kendine özgü belirsizliğidir, öyle ki, şimdi Hegel “….nın zamanı” (it is time to …) olduğunu bildirir.
Kant’ın söyleyebileceği gibi, sanat çıkar taşımamakla beraber, yine de tarihsel gelişmenin genel kurallarına boyun eğer.
Peki nedir bu tarihsel gelişme? Hegel çıkarsızlığın henüz tamamen gelişmediği, sanatların en erken biçimine, sanatın “simgesel” aşamasına müracaat eder.  … bu ilk çağında sanatın en temel ve baskın dalları mimarlık ve heykeltıraşlıktır. Hegel’e göre mimarlığın ve heykeltıraşlığın üç boyutlu, “topografik” cezbediciliği Doğa’ya yakındır.

284.
Daha sonra resmin egemenliğindeki ikinci aşama gelir … Bu iki boyutluluğun anlamı bilincin rolünün artmasıdır. … Bir resmi “anlamak” bir heykeli anlamaktan çok daha zordur ve hatta simgelerin bilimsel bilgisi dönüşüme uğramıştır.
… müzik ve şiirin egemen olduğu üçüncü ve son aşama gelir: … Tin burada mümkün en yüksek derecesi ve gücündedir. … Bu sanatın nihai aşaması, “amacı” ya da “telos”udur.

285.
Bu andan itibaren, felsefe sanatın ötesinde bir şeydir, çünkü sanat daima tikelliklerin –şeyler, algılar, tekil nesneler, olaylar vb.- alanında kalmıştır. Sanatın genelleyemediği, evrenselleştiremediği için “düşünmesi” güçtür.

Her durumda, modern sanat yalnızca “belirsiz malzemeler” değil, aynı zamanda İzlenimcilik, Dışavurumculuk, Gerçeküstücülük ve Dadaizm’de olduğu gibi belirsiz “fikirler” de öne sürmüştür. Şiir bile Hegel’in Antik sanatta gördüğü ile aynı şey olmayan Simgeciliğe geri döner. “Estetik çağı” daha ziyade bir yoldan çıkış, fikirler, akımlar ve okulların birbirlerine karşı verdikleri sürekli mücadeledeki bir salınım ve karşı karşıya geliş olmuştur ve bu “modern”in kesin tanımıdır.

287.
… bir tür “duyguların otomatizmi” hakkında Spinozacı öğe … “Düşmanın yenilgi acısından sonra kederlenmesi kendini galiple özdeşleştirmiş olan izleyicide neşe uyandırır…” (Eisenstein)

289.
Tarihçiler toplumsal tipler yaratmayı halen becerebiliyorlar mı sorusunu sorduğumuzda, son derece az görülen Georges Duby ve tüm diğer “özel” tarihçiler istisna olmak üzere, olumsuz yanıt vermek zorundayız – buna “sözlü tarih” olarak adlandırdıkları da dahildir… Daha üst ya da alt bir bireylikle (ruhsal ya da toplumsal) bir ilişkisi veya bir “bağı” yoksa bir toplumsal tip yaratılamaz, yani görünür kılınamaz.

290.
… içinde yaşadığımız kanaat toplumlarında “bir şeyi” önceden sorgulamamış, temsil etmemiş, “suretini” (“simulacrum”) oluşturmamış isek, onun mevcut olduğunu asla söyleyemeyiz. Bununla birlikte kendimizi Baudrillard veya Kristeva’nın “gerçekliğin” kendisinin ortadan kalktığı, medyada temsil edilmedikçe Körfez Savaşı’nın yaşanmadığı şeklindeki tezlerinin tehlikelerinden uzak tutuyoruz.

291.
Freud bize rüyaları ciddiye almayı öğretmişti; ama bu ona göre yaşanabilecek türden rüyalar için söz konusuydu. Ancak onun karşıtı Deleuze en azından, “başkalarının rüyaları tarafından yakalanmanın kesinlikle katastrofi olduğunu göstermeyi becermişti” (“Fellini Etkisi”nin aksine Minelli Etkisi).

294.
“Sanatçı özgürlüğüne” inansak da, yalan söylemek bir tür “hakikat-deneyimine” veya “belgeye” bulaşmamalıdır. (Emir Kusturica’nın filmleri…)

297.
Lanzmann dokuz saatlik filmini üstü kapalı ideolojik önvarsayımlarla çekmiştir: sadece Yahudiler mazlumdur. Oysa işçilerin, köylülerin, birçok ülkenin Çingenelerinin, aynı nedenle, Nazilerce imha edildiklerini biliyoruz. Bu aynı zamanda Filistinlilere zulmeden İsrail (filmi finanse edip katkıda bulunduğu anlaşılan) dönemidir.

298.
Bir kez daha, “kötülük” hakkında konuşma veya düşünmenin kötülük; nefrete dair konuşma veya düşünmenin nefret yarattığına dair Spinozacı formülümüzü paylaşabileceğimiz bir durumda bulunuyoruz.

301.
… bizler günümüzde her şeyin imajlardan geçtiği ve “kaydedildiği” bir “imagosfer”de yaşıyoruz.

Bergson’a göre madde bir imajdır ve kendisi algılar – benzer şekilde Vertov’a göre, yeni doğan sinemanın temel görevi algılamaları (percepts) şeylerin kendilerine “tercüme etmektir” ve bu Kantçı-fenomenolojik kendinde-şeyler (numen) ve bize-göründükleri-şekliyle-şeyler (fenomenler) ayrımını topyekûn ortadan kaldırma girişimidir.

302.
Eylemler daima kolektiftir …

303.
Hareketin imajı artık inanılmaz bir biçimde başarısızdır, imajlar arasındaki (durumlar karşısında gösterilen hareketler veya tam tersi) mantıksal-algısal ve duyumsal-motor bağlantı bundan böyle belirgin değildir ve her nasılsa, imajlar yaşanan gerçekliğe karşılık gelmezler.

304.
Öyle görünüyor ki ilk defa, insan eylemi ve bireyleşmiş faaliyet (kolektif tarzlarında bile) genel bir kriz halindedir ve bu sadece sinemada sözkonusu değildir. Esas olarak toplum bilimleri ile belgesel film yapımcılığının birleşmesine dayalı olan bizim amaçlarımız açısından zaman-imajın önemli hale gelişinin nedeni budur.

“Eski sinema” insan eylemlerine ve yönelmişliğe inanıyordu.

306.
(Eisenstein) … automaton spiritualis fikrini ileriye taşır: film kitlelerin beyinlerini etkileyebilen ve onlara eylem istemi hissi verebilen türde etkili bir ortamdır. Ve diyalektiği kavrayışı kesin olarak Hegelci ise de (tarih ve insan bilincinin diyalektiği vardır, Doğa’nın diyalektiği yoktur), buna karşın “sine-yumruğunu” yerleştirdiği “tekhne” Kantçı estetiğe dayanır: imajdan duyguya ve duygudan düşünceye (fikirlere) doğru sürekli ve yumuşamayan bir hareket vardır ve bu tam anlamıyla Kantçı yücenin işleyiş tarzıdır.

310.
Şimdiki zaman olarak adlandırılan zamanın dolaylı imajları sadece basit bir şekilde “geçip gitmemeli”, “birikmeli” (süt ayırıcısı patlar, beyaz bir sıvı genç kızın suratına sıçrar).


311.
Sinematografinin söz dağarcığında, bir dizi iktisadi ilişkiye göndermede bulunan teknik terim dizileri bulunur – film bir “prodüksiyondur” ve bir şekilde, bireysel ama aynı zamanda kolektif “yapımcılar” tarafından üretilir. Nihaî olarak film bir “üründür”, Marx’ın söylediği gibi “mistik” karakterini ürünün üretim sürecinden kopmuş olmasına borçludur. … bir anlamda, “metalaşma” her şey için aynı değildir – çünkü sinematografik veya estetik “üretim” genelde, herhangi bir meta ile ortaklaşa paylaştığı, doğal olarak yarı mistik bir nitelikte “gözükür” gibiyse de, bu yine de bu tamamen farklı bir yoldan olur. Diğer bir deyişle, kültür tarafından farklı olarak değerlendirilmeseler de, mistik nitelik sanat nesnesine genellikle basit bir metadan daha fazla uyar. Bir film ya da bir resim, bir topluiğne veya tabakla, paketlenmiş patates veya bir araba ile aynı şey değildir.

312.
… filmin sahibi olan bir yapımcısı bulunur ve nihaî ürün bir meta olmaktan ve dolaşım sürecine girmekten kesinlikle kaçamaz. Diğer bir deyişle, Marx’ın Kapital’in Üçüncü Cildinin tanımladığı “mistik” niteliği taşıma eğilimindedir – ve bu nitelik metalaşmış her ürün için geçerli olduğu üzere, ürünün üretim sürecinden kopmasının nihai etkisi olarak “üretmek”ten ziyade “yeniden-üretmek” olduğunu anlamış görünmektedir.

Bu “mistik” nitelik, doğası gereği sinematografik ürünlerden asla uzak kalmamıştır. Ne de olsa, bu bir sanat eseridir ya da ona sanat eseri niteliği atfedilir. Atfedilen bu kültürel ve güdüleyici değerler, onu sadece bir “ürün” olmak yerine bir “yaratım” olarak ortaya çıkarır.

313.
Açıktır ki, onu piyasaya sürecek bir üreticisi vardır, ama burada, ne üretim süreci nede dolaşım ve bölüşüm süreci bir tüketim ürünü niteliği taşır.

… Ondokuzuncu yüzyılın sonundan beri Anglo-Sakson ülkelerinde ileri sürüldüğü üzere, neredeyse tamamen yanlış bir şekilde, herhangi bir “kültürel kuram” bünyesinde doğrular. Bu kuramlar antropolog Tylor’un durumundaki gibi, her beşeri ürün veya kurumu, hatalı şekilde, “kültüre ait insan yapımı nesne” (cultural artefact) başlığına indirger. Ancak, bu indirgeme veya birleştirme değişik ürünler arasındaki önemli farklılıkları ihmal etme riski içerir.

314.
(Yazar için) … kağıt, kalem, biraz sabır ve muhayyile, zaman ve emek yeterlidir. Oysa bir film ciddi bir yatırım yapılmaksızın asla üretilemez.

Tarde’ın daha geniş bir çerçevedeki “ekonomik psikoloji”yi (yahut “varyantlarını”) klasik ekonomi politiğin dar, ekonomistik ve indirgenmiş alanın yerine geçirmeye nasıl ısrarlı şekilde çabaladığını hatırlamak zorundayız. Böyle bir psikoloji olmadan, bir kültür ürününün kendisini herhangi bir metadan nasıl farklı kılabileceğini anlamanın olanaksız olduğuna inanıyoruz.
Tarde’ın pratik tezlerinden biri emeğin genel olarak tekrara dayalı, dolayısıyla “sıkıcı” olan yönüne değinir. İşin “sıkıcı” mahiyetine, önceden genç Marx ve izleyicileri tarafından, “yabancılaşma” adı altında karşı konulmuştur. Ancak Tarde’da, emek sürecinin sıkıcı niteliği “yabancılaşma”nın sonuçlarına indirgenemez. Bu nitelik zorunlu olarak genel üretim sürecine dahildir. Emek, gündelik anlamıyla, ancak yeniden-üretimde bulunur, çünkü bir “taklit” meselesinden başka bir şey değildir. Bu, “taklidin” Tarde’ın felsefesinin temel bir kavramı olmadığı anlamına gelmez: felsefesinin hazır çekirdeğini oluşturur, çünkü her şey, her beşeri etkinlik daima taklide açık olmuştur ve taklit olmaksızın, hayat alanında hiçbir şey varlığını sürdüremez. Yaygınlaşması ve rutinleşmesinden önce habitus olarak ele alınmadıkça, emek süreci asla, nhaî olarak yenilikçi yaşama tarzının gerektirdiklerini tatmin edebilecek olan, icat etmenin ve yaratmanın bir parçası değildir. Ve eğer atalardan, ana-babadan ve ustalardan öğrenilen emeğin “habitusu” hakkında konuşuyorsak, bu salt “emekle” değil, bir tür zanaatkârlıkla ilgilendiğimiz anlamına gelir. Modern sanayi-kapitalizmi yahut “sanayi-sonrası” denilen ortamda, öte yandan, sistem temel olarak yeniden-üretimin önceden-programlanması (günümüzde gelişmiş bir ekonominin birçok sektöründe olduğu üzere) suretiyle işlediğinden, yeniden-üretimin ne kadar önemli olduğunu anlayabiliriz. Kütlesel üretim için “ürün tasarımı” bugün gereklilik haline gelmektedir. Ve böyle bir bağlamda, yani, böyle bir artık-üretim döngüsünde, işçi aslında “hiçbir zaman kazanmamış olduğunu” kaybetmektedir. Diğer bir deyişle, işçinin kaybettiği bu süreçte kayıp veya borç önceden varsayılmaktadır. … Bu emeğin zorunlu ontolojisidir ve bizce (Tarde’ın bakış açısınca da) her ontik kategori tarafından önceden varsayılır. A priori olan üretim değil, yeniden-üretimdir, çünkü ilki icat ve yaratıma (“sanatsal” ya da “zihinsel” olması gerekmeyen) tahsis edilmelidir. Diğer bir deyişle, yeniden-üretim daima üretimden önce gelir.

315.
Bu üretimin yeniliğin bir parçası olduğu anlamına gelir. Tarde’a göre, bu “yeni” daima bir rastlantı ya da “röprodüksiyonlar” üzerinde yürütülen taklitlerin iki dizisinin tesadüfen karşılaşması olabilir.



343.
Spinoza her şeyin "eyleme kudreti" (potentia) ile "egemen iktidar" (potestas) arasındaki bir oyun olduğu olgusunun farkındaydı; ilki yaşamdan zevk duymanın, hazları üretme ve yaratmanın yolu olurken, ikincisi eyleme gücümüzden koparak mutsuzluğa, korkuya, teröre vb. gömüldüğümüz durumdur. Bir rejim, hatta sosyal-demokratik rejim (ve özellikle de sosyal demokrasiler) bireyselliği, "masum" olduğu ve "yönetilmek" zorunda olduğu varsayılan halk adına sorunları çözeceği niyet edilen hayali bir "potestas" bünyesinde masseder: yönetmek bir "hizmet" haline gelir ... "çözülmesi-gereken-sorunları" yaratan bizzat "potestas"ın konumudur.



345.
Her şey ondan geçtiği için -fotoğraf, film, resim, konuşma ve sohbet ve her tür belge-, televizyon imajların "benzeri", daha doğrusu "sureti" [görünme biçimi] olmuştur.

.
.

.



.

.