28 Ağustos 2017

Giorgio Agamben - Çıplaklıklar

.
.









.
.

Türkçe’de Giorgio Agamben

 

1970 İçeriksiz Adam. (Çev. Kemal Atakay), Monokl Yayınları, 2019 İstanbul

1978 Çocukluk ve Tarih: Deneyimin Yıkımı Üzerine Bir Deneme. (Çev. Betül Parlak), Kanat Kitabevi, 2010 İstanbul

1985 Nesir Fikri. (Çev. Fırat Genç), Metis Yayınları, 2009 İstanbul

1990 Gelmekte Olan Ortaklık. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul

1995 Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat. (Çev. İsmail Türkmen), Ayrıntı Yayınları, 2001 İstanbul

1998 Tanık ve Arşiv: Auschwitz'den Artakalanlar. (Çev. Ali İhsan Başgül), Dipnot Yayınları, 2017 Ankara

2002 Açıklık: İnsan ve Hayvan. (Çev. Meryem Mine Çilingiroğlu), Yapıkredi Yayınları, 2009 İstanbul

2003 Olağanüstü Hal. (Çev. Kemal Atakay). Varlık Yayınları, 2008 İstanbul

2005 Dünyevileştirmeler. (Çev. Betül Parlak). Monokl Yayınları, 2011 İstanbul

2006 Dispozitif Nedir? / Dost. (Çev. Ekin Dedeoğlu), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul

2008 Şeylerin İşareti: Yöntem Üstüne. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul

2008 Yeminin Arkeolojisi: Dilin Kutsal Ayini. (Çev. Önder Özden), Nika Yayınevi, 2020 İstanbul

2009 Çıplaklıklar. (Çev. Suna Kılıç), Alef Yayınevi, 2017 İstanbul





Çıplaklıklar

 

Giorgio Agamben

 

(Çev. Suna Kılıç), Alef Yayınevi, 2017 İstanbul

 

 

                İçindekiler

                1. Yaratım ve Kurtarma                                                                                 7

                2. Çağdaş Nedir?                                                                                             17

                3. K.                                                                                                                     29

                4. Hayaletler Arasında Yaşamanın Yararları ve Sakıncaları            51

                5. Yapmayabileceğimiz Şey Üzerine                                                         57

                6. Kişisiz Kimlik                                                                                              61

                7. Çıplaklık                                                                                                        71

                8. Yüce Beden                                                                                                   111

                9. Bir Öküzün Açlığı: Şabat, Bayram ve İşlemezlik...                         125

                10. Dünya Tarihinin Son Bölümü                                                              137

 

 

 

1. Yaratım ve Kurtarma

 

8

Hıristiyanlıkta olduğu gibi Yahudilikte de yorumbilgisi peygamberliğin yerini almıştır, peygamberin işi ancak yorum şeklinde uygulanabilir.

 

Doğal olarak peygamber Batı kültüründe tamamen yok olmamıştır. Çeşitli kılıklarda ölçülü bir biçimde işini yapmayı sürdürüyor... ... Aby Warburg, Nietzsche ile Jakob Burckhardt’ı nebinin iki zıt türü olarak sınıflandırmıştı; ilkinin yüzü geleceğe ikincininki geçmişe dönüktü. Benzer bir biçimde Michel Foucault Collegé de France’daki 1 Şubat 1984 tarihli dersinde antik dünyada hakikati dile getiren dört figürü birbirinden ayırıyordu: peygamber, bilge, uzman ve doğruyu söylen (parrhesiast). Bir sonraki dersinde onların soyundan gelenlerin izini modern felsefe tarihinde sürmeye devam etti.

 

... İslami geleneğin, peygamber figürünü ve işlevini Tanrı’nın iki işine ya da eylemine sıkıca bağlaması manidardır. Bu öğretiye göre Tanrı’da iki farklı iş ya da praksis (sünnet) vardır: yaratma işi ve kurtarma işi (ya da Emir). Peygamberler ikincisinde yer alır; uhrevi kurtuluş için aracılık işlevi görürler. Melekler birincisinde yer alır; yaratma işini temsil ederler (parolası İblis’tir -başlangıçta krallığın emanet edildiği ama Adem’e tapmayı reddeden melek). “Tanrı’nın” diye yazıyor Şehristani* “iki iş ya da praksisi vardır: biri yaratımıyla ilgilidir, diğeri Emriyle. Emir işini yerine getirmek için peygamberler, yaratma işinde ise melekler aracı olarak hizmet ederler. Ve Emir yaratımdan daha önce olduğundan Emrin aracısı (yani peygamber) yaratımın aracısından daha yücedir.”

 

*Şehristanî ya da tam adıyla Ebü’l-Feth Tâcüddîn Muhammed b. Abdülkerîm b. Ahmed eş-Şehristânî (d. 1086(?) - ö. 1153) Ortaçağ İslam dünyasının meşhur dinler tarihçisi. Çeşitli hocalardan Arap dili ve edebiyatı, mantık, matematik öğrendi. Kuşeyri'den fıkıh, Nişaburi'den tefsir ve kelam, Medainî'den hadis okudu. wikipedia

 

9

İslami gelenekte kurtarmanın sıralamada yaratımdan önde olması, takip eder gibi görünenin aslında önce olması çok önemlidir.

 

10

Kökenleri ne olursa olsun yaratma ve kurtarma işinin tanrısal eylemin iki kutbunu oluşturması elbette İslam’a özgü değildir. Şayet Tanrı'nın, insanların belirleyici sorunlarını düşündükleri yer olduğu doğruysa, o halde bunlar insani eylemin de iki kutbunu oluşturur.

 

... iki iş farklıdır, hatta birbirinin zıddıdır, bununla birlikte birbirlerinden ayrılamazlar. Kim iş görüyor ve üretiyorsa o aynı zamanda yarattığını kurtarmalı ve özgürlüğe kavuşturmalıdır. Yapmak yetmez, yapılanı kurtarmayı bilmek de gerekir. Hatta, kurtarma görevi yaratma görevinden önce gelir, yapmanın ve üretmenin yegâne meşruluğu yapılmış ve üretilmiş olanı kurtarma becerisidir neredeyse.

 

11

[Şehristani] “Ve şu hayrete şayandır: ruhsal varlıklar [melekler] doğrudan Emir’den gelseler dahi yaratımın aracıları oldular, yaratılmış cismani varlıklar [peygamberler] ise Emir’in aracıları oldular.” Burada, hayret verici olan, yaratılmış olanın kefaretinin yaratıcıya (ya da doğrudan yaratıcı güçten gelen meleklere) değil de bir yaratılana emanet edilmiş olmasıdır.

 

Modern çağ kültüründe felsefe ve eleştiri peygamberin kurtarma işini miras edindi (önceleri kutsal alanda tefsire emanet edilmişti bu). Şiir, teknoloji ve sanat meleklere özgü yaratma işinin mirasçılarıdır. Ancak dini geleneğin sekülerleşmesi sürecinde bu disiplinler kendilerini son derece içsel bir şekilde birbirini bağlayan ilişkiye dair hafızanın tamamını peyderpey yitirdiler. İlişkilerini belirler gibi görünen karmaşık ve neredeyse şizofrenik mizaç buradan gelmektedir. Bir zamanlar şair şiirini anlatmayı bilirdi (“Şiiri nesire açmak” diyordu Dante), eleştirmen de şairdi. Şimdi yaratma işini yitirmiş olan eleştirmen onu yargılıyor gibi yaparak öcünü alıyor; artık kendi eserini korumayı bilmeyen şair, kendini meleğin uçarılığına gözü kapalı teslim ederek bedel ödüyor. Aslında bu iki kişi (özerk ve birbirinden bağımsız görünürler) aynı tanrısal gücün iki çehresidir; ve en azından peygamberle ilgili olduklarında tek bir varlıkta toplanırlar.

 

12

... işin statüsünü, yine yaratım ile yeteneğin değil, deha ile kurtarmanın attığı imzanın sonucu belirler. Bu imza üsluptur. ... peygamberin işinde üslup, yaratımın -tam da kurtarılma sırasında- kurtarmanın üzerine attığı imzadır; yaratımın kendi kefaretine direnirken, bütünüyle karanlıkta ve bütünüyle yaratılmış varlık olarak kalmanın ve bu yolla mahiyetini düşünceye sunmanın yollarını ararken kazandığı saydamsızlık ve neredeyse cüretkârlıktır.

 

13

Yaratımla herhangi bir şekilde asli bir ilişkide olmayan bir eleştiri ya da felsefe eseri avare dolaşmaya mahkûmdur, aynı şekilde bir şiir ya da sanat eseri içinde eleştiri ihtiyacı barındırmıyorsa unutulmaya mahkûmdur. Ama bugün, iki farklı özneye ayrılmış iki ilahi sünnet can havliyle bir buluşma noktası arıyor, yitirmiş oldukları birliği yeniden bulabilecekleri bir kayıtsızlık eşiği... Bunu da, yine amansızca ayrılmış kalacak olan rollerini değiş tokuş ederek yapıyorlar. ... Günümüzde felsefe hastanesi kapılarını kapatmıştır. “Sağaltıcı” [curator] haline gelen eleştirmenler, sanatçıların bıraktıkları yaratma işini taklit etmek üzere pervasızca onların yerini alıyor, ve bu sırada iş görmez hale gelen sanatkârlar da kurtarılacak herhangi bir işin olmadığı bir kefaret işine kendilerini şevkle adıyor. Her iki durumda da yaratım ile kurtarma birbirinin üzerine inatçı, tutkulu çatışmalarının imzasını çakamıyor. İmzasız ve bölünmüş bir halde, biri bir diğerini bir aynanın karşısına oturtuyor. Ve oradan yansıyan görüntüde kendilerini tanıyamıyorlar.

 

... potansiyelin eylemden önce gelmesi ve onu aşması gibi, kefaret işi de yaratma işinin önündedir.

 

14

... sanat ve ustalık eserleri de, uzun ve sabırlı bir emeğin meyveleri de er ya da geç yok olmaya mahkûmdur.

 

İslami geleneğe göre İblis -gözü yaratma işinden başka bir şeyi görmeyen melek- işte bu hatırlanamayacak kütle için, kaybedilmeye mahkûm, biçimsiz ve bitimsiz kaos için durmaksızın yanıp yakınmaktadır. Yakınır, çünkü kaybedilenin Tanrı’ya ait olduğunu, yaratımın bütün işi unutulduğunda, bütün işaretler ve sözler okunamaz hale geldiğinde sadece kurtarma işinin silinemez bir iz bırakacağını bilmez.

 

 

2. Çağdaş Nedir?

 

17

Bu seminerin [Venedik UIAV, Facolta di Design e Arti’de 2006-2007 kuramsal felsefe dersinin ilk dersini içermektedir.] girişine şu soruyu yazmak isterim: “Kiminle ve neyle çağdaşız? Ve, her şeyden önce, çağdaş olmak ne demektir?”

 

“Çağdaş olan erken (vakitsiz) olandır.” Roland Barthes

 

18

... Nietzsche [Vakitsiz Düşünceler - Türkçe çevirilerinde “Çağa Aykırı Düşünceler” tercih edilmiş] şimdiki zamana göre “güncellik” iddiasını, “çağdaşlık”ını bir irtibatsızlığa ve bir uyuşmazlığa yerleştiriyor. Kendi zamanıyla mükemmelen çakışmayan, çağın taleplerine de uymayan ve bu yüzden, bu anlamda, güncel olmayan kişi gerçekte kendi zamanına aittir, ve gerçekte çağdaştır; fakat bilhassa bu yüzden, bilhassa bu irtibatsızlık ve bu anakronizm aracılığıyla, o diğerlerinden çok daha fazla kendi zamanını görebilme ve kavrayabilme yeteneğine sahiptir.

 

19

O halde çağdaşlık kişinin, bağlı ve aynı anda mesafeli olduğu kendi zamanıyla tekil ilişkisidir. ... bu öyle bir ilişkidir ki zamana bir ayrılma ve anakronizm aracılığıyla bağlanır. Dönemleriyle fazlaca çakışan, onunla mükemmelen her noktada buluşan kimseler çağdaş değildir; çünkü tam da bu yüzden onu görmeyi başaramazlar, bakışlarını onun üzerinde tutmayı beceremezler.

 

21

... çağdaş olan bakışını zamanının üzerine, ışığını değil ama karanlığını seçebilmek için kenetleyen kişidir. ... Peki ama “bir loşluk görmek,” “karanlığı seçebilmek” ne demektir?

 

Görme nörofizyolojisi bize bir ilk cevap sunuyor. Işıksız bir ortamda bulunduğumuzda ya da gözlerimizi kapattığımızda ne olur? Baktığımız sırada gördüğümüz karanlık nedir? Nörofizyologların söylediğine göre ışığın yokluğu retinada, off-cells denen bir dizi periferik hücrenin üzerindeki engeli kaldırır. Bu hücreler etkin hale getirildiğinde karanlık adını verdiğimiz o özel görüntü türünü üretir. Karanlık, bu yüzden, küçültücü bir kavram, basitçe ışık yokluğu, görüntü yokluğu gibi bir şey değildir, aksine o hücrelerin faaliyetinin sonucudur, retinamızın bir ürünüdür. O halde şimdi çağdaşlığın karanlığı hakkındaki tezimize dönecek olursak, söz konusu karanlığı seçmek bir atalet [durağanlık] ya da edilginlik hali değildir. Aksine özel bir faaliyeti ve beceriyi ifade eder. Bizim örneğimizde bu beceri çağın loşluğunu, onun ışıklarından ayrılamayan kendine has karanlığını yakalamak için ondan yayılan ışıkları etkisizleştirmek anlamına gelir.

 

22

Geceleri göğe baktığımızda, etrafı kesif bir karanlıkla çevrili, pırıl pırıl parlayan yıldızları görürüz. Evrende sonsuz sayıda galaksi ve ışıklı cisim olduğundan gökyüzünde gördüğümüz karanlık, bilim adamlarına göre, açıklanmaya muhtaçtır. ... [çağdaş astrofiziğin yaptığı açıklama:] Genişleme halindeki evrende çok uzak galaksiler bizden öylesine büyük bir hızla uzaklaşır ki ışıkları bize ulaşamaz. Bizim göğün karanlığı olarak algıladığımız şey işte bize doğru büyük bir hızla ilerleyen ama yine de ulaşamayan bu ışıktır, çünkü çıktıkları galaksiler ışığın hızından daha büyük bir hızla uzaklaşırlar.

 

Şimdinin karanlığında bize ulaşmaya çabalayıp ulaşamayan bu ışığı algılamak çağdaş olmak demektir.  ... Bir başka deyişle, insanın ister istemez kaçıracağı bir randevuya vaktinde gitmesi gibidir.

 

23

Çağdaşlıkta söz konusu randevunun basitçe kronolojik zamanda yer almadığını anlamak önemlidir: bu randevu kronolojik zaman içerisinde işlerken onu acele ettirir, zorlar ve dönüştürür. Ve bu aciliyet vaktinden önce olma halidir; kendi zamanımızı, “çok geç” de olan bir “çok erken” biçiminde, “henüz olmayan” da olan bir “çoktan olmuş” biçiminde kavramamıza izin veren anakronizmdir. Ayrıca, şimdinin alacasında bize asla ulaşmaksızın daima bize doğru yol alan ışığı tanımamızı sağlar.

 

Çağdaşlık dediğimiz bu özel zaman deneyimine iyi bir örnek, modadır. Modayı tanımlayan şey onun zamanın içine özel bir süreksizlik sokmasıdır..

 

... modanın “şimdi”si, modanın varolduğu an, hiçbir kronometreyle tespit edilemez. Bu “şimdi” acaba stilistin giyimin yeni tarzını belirleyecek çizgiyi, ince ayrımı kafasında şekillendirdiği an mıdır? Yoksa bunu desinatöre, sonra da ilk örneği dikmesi için terziye anlattığı an mıdır? Ya da özellikle giysinin daima ve sadece modaya uygun olan yegâne kişiler, ve bununla birlikte, tam da bu yüzden öyle olmayan kişiler, yani mankenler tarafından giyilmiş olduğu defile anı mıdır? Bu yüzden son kertede, “tarzın” ya da “biçim”in moda olması mankenlerden -çehresiz bir tanrıya sunulan bu kurbanlardan- farklı, etten kemikten insanların onu moda diye kabul edip kıyafetlerinde o tarzı seçmelerine bağlıdır.

 

24

O halde modanın zamanı, temelde kendini bekler ve sonuçta hep çok geçtir de. Daima, “henüz değil” ile “artık değil” arasındaki ele avuca gelmez bir eşik biçimini alır. ... Her halü kârda, nedeni ne olursa olsun, modanın kairos'u kavranamaz: “şu anda modaya uyuyorum” cümlesi çelişiktir, çünkü özne bunu ifade ettiği anda zaten modası geçmiştir.

 

25

Çağdaşlık kendini şimdiye, onu her şeyden önce arkaik olarak göstererek nakşeder. Sadece en modern ve yakın olanda arkaik olanın belirtilerini ve işaretlerini gören kişi onun çağdaşı olabilir. Arkaik, Arkhē'ye, yani başlangıca yakın demektir. Fakat başlangıç sadece kronolojik bir zaman içinde konumlanmış olmakla kalmaz: tarihsel oluşla çağdaştır ve onun içerisinde işlemeye devam eder, embriyonun yetişkin bedenin dokularında, bebeğin yetişkinin ruhsal hayatında davranmayı sürdürmesi gibi.

 

Edebiyat ve sanat tarihçileri arkaik ile modern arasında gizli bir anlaşma olduğunu bilirler; bu, arkaik formların şimdide özel bir cazibesi olmasından değil, modernin anahtarının kadimde ve tarih öncesinde saklı olmasındadır.  Böylece antik dünya batarken kendini yeniden bulmak için başlangıcına döner: Zamanla kendini kaybeden avangard da ilkelin ve arkaiğin izini sürer. Bu anlamda, şimdiye giriş noktasının zorunlu olarak bir arkeoloji biçimini alması gerektiği söylenebilir; ancak bu, tarihsel bir geçmişe geri giden bir arkeoloji değil, şimdide kesinlikle yaşayamadığımız o parçaya geri dönen bir arkeolojidir. Bu nedenle, yaşanmadan kalan şey, durmaksızın başlangıca doğru çekilir, ama ona asla ulaşamaz. Şimdi, yaşanan her şeyin içindeki bu yaşanmayan unsurdur.

 

26

... “şimdinin zamanı” (ho nyn kairos)

 

27

[Bu metnin başarısı ya da başarısızlığı şuna bağlıdır:] ... sadece yüzyılımızın ve “şimdi”nin çağdaşı değil aynı zamanda onun, geçmişin belge ve metinlerindeki figürlerinin de çağdaşı olabilmemiz.

 

 

3. K.

 

29

Dava

[Roma hukuku, “K” -> Kalumniator, müfteri, asılsız suçlamada bulunan, kara çalan, iftira eden (kimse).] [kalumnia, asılsız suçlama] (Biri Josef K.ya iftira etmiş olmalıydı, çünkü, kötü bir şey yapmamış olmasına karşın bir sabah tutuklandı.”) Dava.

 

30

[Hapishane papazının katedralde yaptığı uzun konuşmada:] “Mahkeme senden hiçbir şey istemez. Geldiğin takdirde seni kabul eder ve gittiğin zaman da seni bırakır.” Yani: “Mahkeme seni suçlamaz, sadece kendi aleyhine yaptığın suçlamaları toparlar.”

 

31

Her insan kendi aleyhine bir iftira davası açmaya çalışır. Kafka'nın [Dava'sında] hareket noktası budur.

 

Davalı kendine iftira attığında, masum olduğunu pekâlâ bilir ama iftira atmakla suç işlediğini, damgalanmayı hak ettiğini de bir o kadar iyi bilir. [Fakat neden her insan kendine iftira atar, kendini asılsız suçlar?]

 

32

Roma’da dava nominis delatio ile başlar[kovuşturma]: davacının buyruğu uyarınca itham edilen kişinin adını davalılar listesine kaydetme. Accusare (suçlamak) etimolojik olarak “davaya çağırmak” anlamına gelen causa’dan (dava) türemiştir. Causa, bir anlamda, en temel hukuk terimidir, çünkü bir şeyin hukuk alanına girdiğini adlandırır (tıpkı res sözcüğünün bir şeyin dil alanına girdiğini belirtmesi gibi). ... Causa ile res (Latince’de “şey, durum” demektir)... [bir davada sorun olan şeyi isimlendirirler; konu edilen şey, bahis konusu edilen şey]

 

[suçlama anı] [suç ya da ceza değil, itham] ... o [itham] olmadığında bütün hukuki yapı çöker: Varlığı hukuk alanına çağırmak. ... Varlık hukuk alanına çağrıldığında ya da “suçlandığında”, masumiyetini kaybeder cosa (şey) olur, yani causa (dava), bir mahkeme nesnesi olur.

 

33

... papaz, ortada bir cezanın olmadığını ama “bizzat davanın yavaş yavaş cezaya dönüşmekte olduğunu [söyler].

 

34

Josef K. ... [1] kendine iftira atar; ... [2] kendine iftira atarak kendiyle gizli anlaşma yapmıştır; ... [3] kendi ithamıyla dayanışma içinde değildir. 

 

... yasa, bizzat suç iddiasını suça dönüştürerek ve öz iftirayı kendi temeline yerleştirerek karşılık verir. Yani tam da ithamın asılsızlığını tanıdığı anda mahkûmiyeti ilan etmekle kalmaz, öz-iftiracının dalaveresini de kendi ebedi haklılığına dönüştürür.

 

36

[Proust] “Asla itiraf etmeyin”.

 

37

[İmparatorluk döneminde] “Hakikat arama”daki şevk, azim öyle büyüktü ki işkence günlerce sürebilirdi, en nihayet itiraf elde edilene kadar.

 

38

... Dava’nın yazımını yarım bırakıp 1914 Ekiminde birkaç gün içerisinde “Cezalılar Kolonisi” hikayesini yazması...

 

39

[“Cezalılar Kolonisi”] “Bunu ona bildirmek boşuna zahmettir,” diye açıklar subay, “çünkü nasılsa kendi bedeninde öğrenecek.”

 

İşkence sırasında sıkça olduğu gibi ölüm hakikatin elde edilmesinin bir yan etkisidir.

 

43

Roma’da kadastrocunun [Agrimensore, yerölçümcü] özel bir önemi vardı. ... Roma’da sınırın gerçekten öylesine kutsal bir özelliği vardı ki, sınırları silen kişi sacer oluyordu ve herhangi biri bu kişiyi öldürebilir, ceza da almazdı. ... bir finitor -sınırları belirleyen, tanıyan ve karar veren kişi- olduğu için, kadastrocuya “hukuk yaratıcısı” ... denmiştir.

 

44

Dik açıyla birleşen temel iki çizgi, kuzeyden güneye çizilmiş olan kardo ve doğudan batıya giden decumanus’tu.

 

[Roma, Hyginius] “... sınırlar dünyaya dayanılarak oluşturulur: decumanuslar aslında güneşin yolu izlenerek ve kardolar kutupların eksenine göre çizilir.”

 

46

16 Ocak 1922’de Şato’nun yazımı sırasında, Kafka günlüğüne, sınırlar konusunda bazı düşüncelerini not eder [Günlükler, s.588]. [Kafka bu notlarında o sırada yaşadığı ruhsal bir çöküntüden bahseder. Bu çöküntüyü iç ve dış dünyasıyla açıklar.] İçte oluşan vahşi gaddarlık, bir av [Kamuran Şipal ‘av’ kavramını ‘koşturma’ olarak çevirmeyi tercih etmiştir.] olarak tasvir edilmiştir. ... av imgesi yerini insanlar arasındaki sınır, insanların dışında ve üzerinde olan şey üzerine bir düşünceye bırakıyor:

 

Söz konusu koşturma insanlıktan dışarı bir yol izliyor. Büyük bölümüyle öteden beri bana zorla benimsetilen, biraz da benim kendimce aranan yalnızlık giderek pek açık seçik nitelik kazanıyor ve en son sınıra gelip dayanıyor. ... “Koşturma” bir benzetidir yalnız, bunun yerine “dünyevi son sınıra karşı saldırı” da diyebilirdim; saldırı, aşağıdan, insanlardan geliyor...

 

Bütün bu edebiyat, sınıra karşı yöneltilen bir saldırıdır... Söz konusu yolda atılmış ilk adımlar görülüyor. Bunun için köklerini adeta yeni baştan eski yüzyıllara salacak ya da eski yüzyılları yeniden yaratacak ve böyle davranırken varını yoğunu harcamış olmayacak, ancak sonradan harcamaya başlayacak anlaşılması güç bir dehanın gerekeceği kuşkusuzdur. [s. 588-9]

 

48

[Şato]

Bir kez daha -Kafka'nın büyük stratejik sezgisi, hazırladığı yeni Kabala budur- mücadele Tanrı'ya ya da yüce hükümrana karşı değil, meleklere, ulaklara ve onları temsil eder gibi görünen bürokratlara karşı verilmektedir. Uğraşması gereken şato personelinin listesi bu anlamda öğreticidir: çeşitli “şato hizmetçileri”nden başka bir kâhya vekili, bir ulak, bir sekreter, bir kalem şefi. Burada bahis konusu edilen tanrı ile bir çatışma değildir. Aksine, insanların (ya da meleklerin) tanrıya dair yalanlarıyla bitip tükenmek bilmeyen bir mücadeleden bahsediliyor. İnsanlar arasında, insanlarla tanrı arasına konan işte bu sınırlar, ayrımlar ve engellerdir kadastrocunun sorgulamak istediği.

 

49

K. köyde ne yapacağını bilmez şatoda ne yapacağı konusunda fikri bile yoktur. Kadastrocu köy ile şatoyu ayıran ve bitiştiren sınırı düşünür ve istediği şey de onu kaldırmak ya da iş göremez hale getirmektir. Bu sınırın maddi olarak geçtiği yeri kimse bilmez görünmektedir. Belki aslında yoktur, ama görünmez bir kapı gibi her insanın içinden geçmektedir.

 

Kardo yalnızca bir yerölçüm terimi değildir: kapı menteşesi anlamına da gelir. “Kapı [ostium],” diye devam ediyor Isidorus (Kafka'nın hiç çekinmeden altına imzasını atacağı bir tanımla), “birinin girmesini engelleyen şeydir.” ... Menteşe, dönüm noktası, girişi engelleyen kapının etkisizleştirildiği yerdir. Θ

 

50

Peki kapı (yani, ilişkileri düzenleyen, gerek yazılı gerek de yazılı olmayan yasalar sistemi) etkisizleştirilince ... ne olacaktır? ... şu “hakikat dünyasına” ne olacaktır? Kadastrocunun bir anlığına görmesine izin verilen işte bu kadardır.

 

 

4. Hayaletler Arasında Yaşamanın Yararları ve Sakıncaları   2008

 

51

1993 Şubatında Venedik Üniversitesi Mimarlık Enstitüsünde yaptığı açılış konuşmasında Manfredo Tafuri Venedik'ten apaçık “ceset” diye söz etmişti. Şehri EXPO'nun ev sahibi olarak önerenlere karşı verilen mücadeleyi hatırlatmış ve konuşmasını bitirirken bir hüzün ifadesi eklemeden edememişti: “Mesele, cesedi çocukları bile güldürecek kadar allayıp pullama, dudaklarını boyama meselesi değildi; ne de biz âciz savunucuların, silahsız peygamberlerin elinde kala kala gözlerimizin önünde eriyip giden bir cesedin kalmış olmasıydı.”

 

Her türlü yetki ve yeterliliğe sahip bir kişi tarafından yapılmış ve hiç kimsenin (bugünkü gibi o gün de, Tafuri'nin sözleriyle cesedi süsleyip püsleyip indirimli satışa sunmaya devam etme “münasebetsizliğinde” bulunmuş ve halen bulunmakta olanlar, belediye başkanları, mimarlar, bakanlar arasında bile hiç kimsenin) doğruluğundan samimiyetle kuşku duymayacağı bu amansız teşhisin üzerinden on beş yıl geçti. Ama bunun anlamı, iyi bakıldığında, Venedik'in artık bir ceset olmadığıdır; şayet herhangi bir şekilde hâlâ varsa, bu da ancak ölümü ve cesedin çürümesini izleyen evreye geçmiş olmasındandır. Bu yeni evre hayalet evresidir, ölülerin, tercihen gece yarısı, apansız ortaya çıktığı, gacur gucur ederek sinyaller gönderdiği, hatta çoğunlukla anlaşılmaz olsa da konuştuğu evre. Tafuri, “Venedik sadece fısıldayabiliyor,” diye yazıyor ve bu fısıltıların modern kulakları dayanılmazcasına tırmaladığını ekliyor.

 

52

Venedik'te yaşayanların bu hayalete belirli bir aşinalığı vardır. Kişi, bir gece gezintisinde bir köprüyü geçerken, gözleri, gölgeler içinde kaybolan bir kanalın kuytusuna çevrilmişken ve başka bir yolcu, başka bir köprüde elinde buğulu aynasıyla onu gözetlerken, uzaklardaki bir pencerede yanan portakal renkli ışığın parıltısıyla birlikte ansızın ortaya çıkar. Ya da Giudecca Adası suyosunlarını ve plastik şişeleri Zattere kordonuna adeta çağıl çağıl boşaltırken. Ve kanallarda belli belirsiz titreşen, son bir ışık huzmesinin görünmez yansısı sayesinde Marcel'in gittikçe kararan dolambaçlarda palazzo'ların yansımasına bürünmüş gördüğü de aynı hayaletti. Ve ondan önce de bu hayalet bu şehrin en derindeki köklerinde görünür. Çünkü İtalya'daki hemen diğer bütün şehirler gibi bu şehir de sona ermekte olan geç antikite ile yeni barbar kuvvetlerin karşı karşıya gelmesinden değil, zengin yerleşimlerini Roma'da arkada bırakırken, onun hayalini şehrin sularına, çizgilerine ve renklerine yedirmek üzere hafızalarında taşıyan bitkin sığınmacılardan doğmuştur.

 

Bir hayalet neden yapılmıştır? İşaretlerden, daha doğrusu imzalardan, yani zamanın şeyler üzerinde çizdiği işaretler, rakamlar ya da monogramlardan. Bir hayalet, her zaman üzerinde bir tarih taşır, başka bir deyişle özünden tarihsel bir varlıktır. Bu nedenle eski şehirler, flâneur'ün kendini akıntıya bıraktığı gezintileri boyunca neredeyse dalgınlıkla okuduğu imzaların en iyi mekânıdır. Bu nedenle Avrupa şehirlerini şekerle kaplayıp ve homojenleştiren zevksiz restorasyonlar onların imzalarını siler: okunaksız hale getirir. Ve bu nedenle şehirler -özellikle Venedik- rüyalara benzer. Rüyalarda rüya gören kişinin gözleri her nesneye takılır; her yaratık bireysel özelliklerinden, jestlerinden ve sözlerinden çok daha ifadeli bir imzaya işaret eder. Yine de inatla rüyasını yorumlamaya çalışan kişi bir yandan da bunların anlamsız olduğu kanısındadır kısmen. Benzer şekilde, şehirde sokağın, meydanın, caddenin, kordon boyundaki kaldırımın, daracık geçidin birinde olup biten her şey aniden, şehirdeki hem yanardöner hem müşkülpesent, hem dilsiz hem şakacı, hem alıngan hem mesafeli bir figürde yoğunlaşır ve billurlaşır. İşte o figür, mekânın hayaleti ya da cinidir.

 

53

Ölülere ne borçluyuz? “Bir sevgi edimi olarak bir ölüyü hatırlamak,” diye yazıyor Kierkegaard, “en çıkarsız, bedelsiz ve sadık sevgi edimidir.” Ama elbette en kolay olan değil. Ne de olsa ölüler hiçbir şey istememekle kalmaz, unutulmak için de ellerinden geleni yaparlar. Ama bilhassa bu yüzden ölüler belki de en talepkâr sevgi nesneleridir. Ölülere karşı hep savunmasız ve ihmalkârız; onlardan kaçarız, alaka göstermeyiz.

 

Venediklilerin şehirlerine karşı sevgisizliği bu şekilde açıklanabilir ancak. Onu sevmeyi bilmezler, sevemezler, çünkü bir ölüyü sevmek zordur. En kolayı o yaşıyormuş gibi yapmaktır, turistlere ücret karşılığı teşhir edebilmek için kırılgan ve solgun organlarını maskelerle ve makyajla kapatmaktır. Venedik'te tacirler tapınakta değiller, mezardalar; bulundukları yerde sadece hayata değil, ölüye de saygısızlık ediyorlar (daha doğrusu ölü olduğuna inandıkları şeye, bunu itiraf edecek değiller gerçi). Oysa bu ölü aslında bir hayalettir; yani (tacirler onun varlığını fark etseler) en bulutsu, en ince varlıktır, bu haliyle de bir ölüden düşünülebilecek en uzak şeydir.

 

54

Hayalet olma hali bir hayat biçimidir, ancak her şey bittikten sonra başlayan, ölüm sonrası ya da tamamlayıcı bir hayattır. Hayalet olma hali bu nedenle, hayata göre, tamamlanmış olmanın kıyaslanmaz hoşluğu ve dirayetine, artık önünde hiçbir şey kalmamış insanların nezaket ve hassasiyetine sahiptir. Henry James'in Venedik'te seçip tanımayı öğrendiği yaratıklar işte bu türdendir (hayalet hikâyelerinde onları hava perileriyle, elflerle kıyaslar). Bu hayaletler öylesine tedbirli, öylesine kaçıcıdırlar ki onların evlerini istila eden ve onları susmaya zorlayanlar hayattakiler olur.

 

Ama larva diye adlandırabileceğimiz başka bir tür hayalet olma hali de vardır. Kendi durumunu kabul etmemek, ne pahasına olursa olsun bir ağırlık ve beden taşıyormuş gibi yapmaktan doğmuşlardır larva hayaletler. Tek başına yaşayamazlar ama inatla, karanlık vicdanlarından türemiş oldukları insanları ararlar. Yalandan yapılmış ipleriyle cansız organlarını içeriden hareket ettirerek kâbusları, karabasanları ya da ifritleri olarak onlarda yaşarlar. İlk türe giren hayalet olma hali, yaptıkları ve dedikleri şeylere eklenecek başka bir şey olmadığı için kusursuzken, larva hayaletlerin aslında kendi geçmişlerindeki bir yarayı kapatmak, gerçekten de tamama erdiklerini kavrama yetersizliklerini gidermek için bir gelecekleri varmış gibi yapmaları gerekir.

 

Ingeborg Bachman bir keresinde dili bir şehirle kıyaslamıştı. Eski ve yeni merkezleri, banliyöleri, çevre yolları ve nihayet ayrılmaz bir parçası olan benzin istasyonlarıyla tüm bir şehir. Şehir ve dil aynı ütopyayı ve aynı yıkımı içerir, şehrimizde de dilimizde olduğumuz gibi düşler kurar ve kayboluruz, hatta dil de şehir de sadece bu düş kurma ve yolunu kaybetme biçimidir. Venedik'i bir dille karşılaştıracak olursak, Venedik'te oturmak Latince çalışmak gibidir, ölü bir dilde her kelimeyi tek hecesini kaçırmamacasına telaffuz etmeye uğraşmak gibi; ad çekimlerinin dar boğazlarında ve fiilimsilerle gelecek zaman mastarlarının ani çıkışlarında yolunu şaşırmak ve yeniden bulmak gibidir. Öte yandan, hâlâ bir şekilde konuşulduğu ve okunduğu için bir dilin ölü olduğuna hükmetmemek gerektiğini aklımızdan çıkarmayalım; bu dilde sadece bir özne konumu, “ben” diyen kişinin konumunu yüklenmek imkânsızdır -ya da hemen hemen imkânsızdır. İşin aslı şu ki, ölü dil, tıpkı Venedik gibi, hayalet dildir; o dili konuşamayız ama hâlâ kendi tarzında titreşir, mırıldanır ve fısıldar, böylece biraz gayretle ve sözlük yardımıyla eninde sonunda anlar ve deşifre ederiz. Peki ölü bir dil kime seslenir? Dilin hayaleti kime yönelir? Bize değil elbette; ama artık haklarında herhangi bir hatırasının da bulunmadığı muhataplarına da değil. Ne var ki tam da bu yüzden, sanki sadece şimdi, ilk kez konuşuyormuş gibidir bu dil, filozofun o söylüyor -biz değil- diyerek atıfta bulunduğu bir dil (gerçi bunu yapmakla ona hayaletsi bir tutarlılık kazandırdığını fark etmez.)

 

55

O halde Venedik gerçekten modernliğin amblemidir, -açılış konuşmasının sonunda Tafuri'nin dile getirdiğinden tümüyle farklı bir anlamda da olsa. Zamanımız yeni [nuovo] değildir, yepyenidir [novissimo], yani sonuncudur ve larva halindedir. Post-tarihsel ve postmodern terimlerinden anladığımız budur genellikle, ama böyle derken bu durumun zorunlu olarak ölüm sonrası bir hayata, bir hayalet hayatına teslim olmak anlamına geldiğinden şüphe duymayız, hayalet hayatının sabah, akşam, yatsı ve diğer bütün vakitlerin kendine özgü farzlarıyla insan davranışını sorgulanmaz kurallara bağlayan ve tören eziyetini çektiren en ayinsel ve katı bir durum olduğunu aklımıza getirmeyiz.

 

56

Aramızda yaşayan larva hayaletlerde incelik ve edebin bulunmaması buradan gelmektedir. Bütün halklar ve bütün diller, bütün toplumsal tabakalar ve bütün kurumlar, bütün parlamentolar ve bütün hükümdarlar, kiliseler ve havralar, herminler ve togalar karşı konulmaz bir biçimde art arda larva durumuna geçtiler, ama hazırlıksız ve şuursuzca. Bu yüzden yazarlar kötü yazıyor çünkü dilleri sanki yaşayan bir dilmiş gibi yapmak zorundalar, parlamentolar beyhude yasalar çıkarıyor, çünkü larva uluslarına bir politik hayat sureti göstermek zorundalar, dinler merhametten yoksunlar, çünkü artık mezarları kutsamayı bilmiyorlar ve kendilerini onlar arasında rahat hissetmiyorlar. Bu yüzden iskeletler ve dimdik yürüyen mankenler ve mezarlarından çıkarılışlarını pür neşe yönetiyormuş gibi yapan mumyalar görüyoruz, lime lime çürüyen organlarının onları terk ettiğinden, sözlerinin anlaşılmaz bir lisana döndüğünden haberleri yok.

 

Ama Venedik hayaleti bunları hiç bilmez. Artık ne Venediklilere görünüyor ne de turistlere tabii ki. Belki yüzsüz yöneticilerce kovulan dilencilere ya da yeri koklayarak sokaktan sokağa endişeyle geçen sıçanlara ya da rağbet görmeyen bu derse sürgünler gibi çalışan ender insanlara görünüyordur. Hayaletin koro çocuğu sesiyle ileri sürdüğü şudur: mademki Avrupa'nın bütün şehirleri ve bütün dilleri artık birer hayalden ibaret olarak yaşamını sürdürmektedir, o zaman sadece bu en samimi ve en tanıdık eylemleri anlamış olanlar, sadece gövdesiz kelimeleri ve taşları ezberleyip kayda geçirenler belki günün birinde tarihin -hayatın- bir anda vaadini yerine getireceği o gediği yeniden açabileceklerdir.

 

 

5. Yapmayabileceğimiz Şey Üzerine

 

57

Deleuze bir keresinde iktidarın işleyişini insanları yapabileceklerinden, yani kendi potansiyellerinden ayırma olarak tanımlamıştı. Etkin kuvvetlerin uygulamaya sokulması engellenmiştir, ya onları mümkün kılan maddi şartlardan yoksun olduklarından ya da bir yasak resmi olarak imkânsız kıldığından. Her iki durumda da iktidar -ve bu onun en baskıcı ve acımasız biçimidir- insanları kendi potansiyellerinden ayırır ve onları bu şekilde iktidarsız yapar. Bununla birlikte iktidarın başka bir, daha sinsi bir işlemi vardır; doğrudan insanların yapabilecekleri şey -potansiyelleri- üzerinde çalışmaz, aksine “potansiyel-sizlikleri” üzerinde çalışır, yani yapamayacakları şey, daha doğrusu, yapmayabilecekleri şey üzerinde çalışır.

 

Potansiyelin daima yapısal olarak da potansiyel-sizlik olduğu, her yapabilmenin aynı zamanda zaten daima yapmayabilmek olduğu, Aristoteles'in Metafizik'inin IX. Kitabında geliştirdiği potansiyel kuramının belirleyici noktasıdır. “Potansiyel-sizlik [adynamia]” diye yazar, “potansiyele [dynamis] karşıt bir yoksunluktur. Her potansiyel kendi [potansiyelinin] ve kendi [potansiyeline] kıyasla kendi potansiyel-sizliğidir” (Metafizik, 1046a, 29-31). “Potansiyel-sizlik” burada yalnızca potansiyel yokluğu, yapamamak anlamına gelmez, aynı zamanda ve bilhassa “yapmayabilmek”, kendi potansiyelini edimsel hale getirmeyebilmek anlamına da gelir. Ve insani potansiyeli de belirleyen tam da her potansiyelin bu özel -daima olmak ile olmamak, yapmak ile yapmamak olan- bu çift değerliğidir. Bu da demektir ki insanoğlu, potansiyelin kipinde var olarak, hem bir şeyi hem de zıddını yapabilen canlıdır; yapar da yapmaz da. Bu onu başka herhangi bir canlıdan daha çok hata yapma riskine maruz bırakır ama becerilerini özgürce kendinde toplamasına ve onlara hükmetmesine, “yetilere” dönüştürmesine de izin verir. İnsani potansiyel, insanın yapabileceği şeyin ölçüsü olmakla kalmaz, aynı zamanda ve öncelikle kendi yapmama imkânını koruma becerisidir, ki bu da onun eyleminin statüsünü belirler. Ateş sadece yakarken ve öteki canlılar yalnızca kendi özel potansiyellerini kullanabilirken, sadece biyolojik yeteneklerinde kayıtlı olan şu ya da bu davranışı yapabilirken, insan kendi potansiyel-sizliğini gerçekleştirebilen hayvandır.

 

58

Bugün, ironik olarak “demokratik” diye tanımlanan iktidarın harekete geçirmeyi tercih ettiği işte potansiyelin bu diğer ve daha karanlık çehresidir. İktidar insanları yalnızca ve daha çok yapabileceklerinden değil, fakat her şeyden öte ve daha çok yapmayabilecekleri şeyden ayırır. Potansiyel-sizliğinden ayırılmış, yapmayabileceği eylemin deneyiminden yoksun bırakılmış günümüz insanı her şeyi yapabileceğini zannediyor ve o şen şakrak “mesele değil”ini ve o sorumsuz “olabilir”ini tekrarlayıp duruyor, özellikle tam da üzerlerinde her türlü kontrolü yitirdikleri güçlere ve süreçlere görülmemiş ölçüde teslim edilmiş olduklarını anlamaları gerektiği zamanda. Becerilerine karşı değil ama becerisizliklerine karşı, yapabileceğine değil yapamayacağına ya da yapmayabileceğine karşı körleşmiştir.

 

59

Dolayısıyla zamanımızda işler ile meşgaleler, mesleki kimlikler ile sosyal roller karman çorman olmuştur. Bunların her biri küstahlığı oyun oynayışındaki sebatsızlığı ve silikliğiyle ters orantılı olan bir figüran tarafından kişisizleştirilmiştir. Herkesin her şeyi yapabileceği ya da her şey olabileceği fikri; sadece bugün beni muayene eden doktorun yarın bir televizyon oyuncusu olabileceği değil, beni öldüren katilin bile aslında -Kafka'nın Dava'sında olduğu gibi- bir şarkıcı olabileceği kuşkusu, bugün piyasanın her insandan talep ettiği başlıca nitelik olan bu esnekliğe doğru herkesin bükülüverişiyle ilgili farkındalığın yansımasından başka bir şey değildir.

 

Bu potansiyel-sizlikten yabancılaşma kadar hiçbir şey insanı böylesine yoksullaştırmaz ve özgürlüğünü kısıtlamaz. Yapabileceği şeyden ayırılmış olanlar yine de direnebilir, yine de yapmayabilir. Oysa kendi potansiyel-sizliğinden ayırılan kişi, her şeyden önce, direnme becerisini kaybeder. Ve nasıl ki oluşumuzun hakikatini sadece olamayacağımız şey konusundaki yakıcı farkındalık garantiliyorsa, eylemlerimize tutarlılık kazandıran da, ancak yapamayacağımız ya da yapmayabileceğimiz şeyler konusundaki açık görüşümüzdür.

 

 

6. Kişisiz Kimlik

 

61

Başkaları tarafından tanınma arzusu insan olmaktan ayrılamaz. [yalnızca başkalarının tanıması aracılığıyla insanın kendini kişi olarak inşa edebilmesi]

 

63

[Aktörün maskesiyle ilişkisi... Epiktetos'a göre aktör, ona dilenci rolü verilmişse, bunu en iyi şekilde oynamalıdır. Ama bu rolü seçmek başkasına aittir. Diğer taraftan oyuncu rolüyle tamamen özdeşleşmemeli, kendi kişiliğiyle karıştırmamalıdır da.]

 

Ahlaki kişi, böylece, sosyal maskeye hem bağlanmakla hem de ondan uzaklaşmakla kendini kurar: maskeyi çekincesiz kabul eder ve aynı zamanda aralarına neredeyse fark edilmeyecek kadar mesafe koyar.

 

64

[sabıkalı suçlu], [itiyadi suçlu]

 

[Paris emniyeti, 1870, antropometrik ölçüler] ... gözaltına alınma durumunda kalmış herhangi biri derhal çeşitli ölçümlere tabi tutuluyordu: kafatası, kollar, el ve ayak parmakları, kulaklar ve yüz.

 

65

Artık, “başkaları”, ahbaplarım, dostlarım ya da düşmanlarım tanınmamı garantilemiyor. ... benimle zerrece alakası olmayan, kendisiyle ya da kendisi üzerinden başka bir şeyle hiçbir durumda özdeşleşemeyeceğim ve mesafe de alamayacağım bir şey bu: çıplak hayat, saf bir biyolojik veri.

 

67

Tümüyle biyolojik olan bilgiler üzerinden ne gibi bir kimlik oluşturulabilir? Kişisel bir kimlik değil tabii ki. Çünkü bu toplumsal gurubun diğer üyelerinin tanımasına ve bunun yanı sıra bireyin sosyal maskeyi ona indirgenmeden takabilmesine bağlıydı. Eğer son tahlilde kimliğim artık hiçbir şekilde irademe bağlı olmayan ve üzerlerinde herhangi bir kontrolümün olmadığı biyolojik olgularla belirleniyorsa kişisel etik gibi bir şeyin kurulması problematik olur. Parmak izlerim ya da genetik kodumla ne gibi bir ilişki kurabilirim? ... Yeni kimlik kişisiz bir kimliktir...

 

68

İnsanın çıplak bir hayata indirgenmesi bugün öylesine sorgusuz sualsiz kabullenilmiştir ki artık devletin vatandaşlarında tanıdığı kimliğin temelinde bulunmaktadır. [koluna kazınmış bir numaradan ibaret olan Auschwitz sürgünü, biyometrik verilerinden ve DNA’sından başka tanımlanabilcek hiçbir şeyi olmayan çağdaş vatandaş]. ... Her düzenek gibi biyometrik teşhis de, aslında, açıkça itiraf edilmemiş bir mutluluk arzusunu yakalıyor. Bu durumda kişi olmanın ağırlığından, kişinin bununla birlikte taşıdığı ahlaki ve bir o kadar da hukuki sorumluluktan da kurtulma isteğinden söz ediyoruz. ... Bireyler saf bir biyolojik ve toplumdışı kimliğe mıhlanma noktasına getirildikleri anda, onlara bütün maskeleri, internette rastladığı kendilerine ait olamayacak artık ikinci mi olur, üçüncü mü olur ne kadar hayat varsa kendine mal etme marifeti vaat edilmiş de olur. ... Değil mi ki başka bir insan tarafından tanınmanın ayrılamaz parçası olan duygusal sonuçlara katlanılmıyor. Metropolisin insanları birbirlerine karşı samimiyetini yitirdikçe, birbirlerinin gözlerinin içine bakamaz hale geliyorlar, aygıtla -ne ki onların retinalarına derinlemesine bakmayı öğrenmiş olan bir aygıtla- sanal samimiyet geliştirerek teselli buluyorlar. ... Eğer makine beni tanıyorsa, en azından görüyorsa, buradayım; eğer ne uyku ne de uykusuzluk bilen ama ebediyen tetikte olan Makine yaşadığımı teyit ediyorsa yaşıyorum; eğer Büyük Bellek benim sayısal ya da dijital verilerimi kaydettiyse unutulmam.

 

69

Bununla birlikte, tarihin hiçbir zaman geçip gitmiş bir duruma geri dönemeyeceğini öngören kural uyarınca, yakınmadan ve umut da etmeden, kişisel kimlik kadar kişisiz kimliğin de ötesinde, insani varlığın yeni figürünü aramaya hazırlanmalıyız.

 

 

7. Çıplaklık

 

71

8 Nisan 2005’te, Berlin’de Neue Nationalgalerie’de Vanessa Beecroft’un bir performansı sergilendi. Yüz çıplak kadın, ... hareketsiz ve lakayt ayakta duruyordu. Çekingen ve meraklı izleyiciler, nihayetinde orada bakılmak için bulunan o vücutları ... [göz ucuyla süzmeye başladılar, aralarında gezindiler ve asker gibi saf tutmuş çıplak vücutlardan rahatsız olarak uzaklaştılar.] Sadece kadınları değil ziyaretçileri de gözlemlemeye çalışanların ilk izlenimi buranın bir olay yeri olmamasıydı. Gerçekleşebilecek ve belki de gerçekleşmesi gereken şey olmamıştı.

 

Çıplak bedenleri inceleyen giyimli insanlar: bu sahne karşı konulmaz bir biçimde sadomazohist iktidar ritüelini çağrıştırıyordu. Pasolini’nin Salo’sunun (ki az çok sadakatle Sodom’un 120 Günü’nün Sade modelini kopyalamıştı) başlangıcında villalarına kapanmak üzere olan şehrin dört ileri geleni, içeri çıplak girmeye mecbur edilmiş ve nitelikleri ve kusurları dikkatle incelenmiş kurbanların denetimini giyinik olarak yaparlar. Ebu Garip hapishanesinde işkence edilmiş mahpusların yığın halindeki çıplak bedenleri karşısında Amerikan askerleri giyiniktiler. Neue Nationalgalerie’de buna benzer bir şey olmamıştı: bir anlamda ilişki burada tersine çevrilmiş gibi görünüyordu. Çünkü gencecik kızların korunmasız seyircilere her an fırlattıkları sıkıntılı ve densiz bakışlardan daha tekinsiz bir şey yoktu.

 

72

Ziyaretçilerse ... haklarındaki hükmü bekleyen dirilenleri temsil ediyorlardı.

 

Meydana gelmemiş hadise (ya da diyelim ki sanatçının niyeti de zaten buydu, vuku bulmamış olmakla meydana gelmiş hadise) insan vücudunun çıplaklığını tartışmasız bir biçimde mesele ediyordu.

 

73

Âdem ile Havva ... çıplak değillerdi: üstlerine yüce bir elbise gibi uyan tanrının inayet giysisiyle örtülmüşlerdi. Günahın üzerlerinden çıkardığı işte bu doğaüstü elbisedir. ... Bunun anlamı çıplaklığın ilk atalarımıza yeryüzü Cennetinde sadece iki kısacık an süresince verildiğidir: birincisi, tahminen çok kısa bir süre, çıplaklığın fark edilmesiyle incir yaprağının giyilmesi arasında, ikinci olarak da incir yapraklarını hayvan derileriyle değiştirmek üzere çıkardıklarında. Ve bu iki anlık örnekte de çıplaklığa sadece olumsuzluk atfedildiği söylenebilir: Tanrı’nın inayet giysisinden yoksunluk olarak ve Tanrı’nın cennetliklere bahşedeceği görkemli elbisenin alameti olarak. Tam bir çıplaklık, belki, sadece Cehennemde, günahkârların mütemadiyen ilahi adaletin sonsuz acılarına sunulan bedenlerine verilir. Bu anlamda Hıristiyanlıkta çıplaklığın bir teolojisi yoktur, sadece giysilerin teolojisi vardır.

 

74

[modern teolog Erik Peterson] “Günahtan önce giysilerin yokluğu vardı fakat bu henüz çıplaklık değildi.”

 

75

“Düşüşten önce insan Tanrı için vardı ve bedeni giysinin yokluğunda bile “çıplak” değildi. ... “Tanrı’nın yüceliğiyle de sarmalanmış, örtünmüştür. Günahla birlikte insan Tanrı’nın yüceliğini yitirir ve kendi doğası içinde artık yücelikten yoksun ve görülebilen bir beden haline gelir: saf bedenselliğin çıplak hali, bedenin saf işlevsellikte soyunması, her türlü soyluluktan yoksun bir beden...”

 

76

Eğer günahtan önce insan vücudunu inayet örtüsüyle gizlemek ihtiyacı vardıysa, mutlu ve masum cennetsel çıplaklıktan önce başka bir çıplaklık vardı demektir: günahın inayet giysisini çıkararak merhametsizce ortaya serdiği bir “çıplak bedensellik.”

 

[Peterson] “İnsan giysilerden yoksun olarak yaratıldı -demek insanın kendine özgü bir doğası vardı, tanrısal doğadan farklı- fakat o tanrısal yüceliğin doğaüstü elbisesiyle giyindirilmek için giysilerin yokluğuyla yaratıldı.”

 

77

[Sant’Isidoro kutsal emanet kutusu, XI. yy, gümüş levha üzerine kabartma] ... sanatçı ‘Adem’i giyinmiş olarak, belirgin bir hüzün tavrıyla canlandırmış; ama hoş bir keşifle, Havva’yı bacakları henüz açıkta, adeta Tanrı’nın zorlamasıyla tuniği giyme anında canlandırmış. Giysinin boyun kısmında ancak yüzü beliren kadın, bütün gücüyle tanrısal zorlamaya direniyor: bu sadece bacakların doğal olmayan bükülüşüyle, kısılmış gözler, buruşmuş yüzle değil, tanrısal giysiyi çaresizce tutan sağ elin jestiyle de kuşku götürmez bir biçimde kanıtlanmış.

 

78

Havva neden “deriden elbiseyi” giymek istemiyor?

 

79

... giyinmeye umutsuzca direnen, bu narin, gümüşten figürcük, dişiliğin olağandışı bir sembolüdür. Bu kadın cennetsel çıplaklığın kararlı muhafızıdır.

 

... “verilecek olanlar henüz yokken verildiği” için, insan doğası zaten hep çıplak olarak kurulmuştur, zaten hep “çıplak bedensellik”tir. [Augustinus]

 

... “insanın kendi de giysilerinden yapılmıştır çünkü insan onlar olmaksızın yorumlanamaz.” [Peterson]

 

82

Bizim kültürümüzde doğa ile inayeti, çıplaklık ile giysiyi sıkı sıkıya birleştiren teolojik bağın sonuçlarından biri, aslında çıplaklığın bir hal değil bir olay olmasıdır.

 

Striptiz, yani çıplaklığın imkânsızlığı, bu anlamda bizim çıplaklıkla olan ilişkimizin paradigmasıdır. Tamamlanmış biçimine asla ulaşamayan bir olay olarak ... çıplaklık kelimenin tam anlamıyla sonsuzdur: gerçekleşmesi asla sona ermez.

 

85

 Âdem ile Havva hayvani bedenle yaratılmışlardı, ruhsal değil: ama bedenleri adeta bir giysi gibi inayetle örtülüydü. Dolayısıyla hastalık ve ölümü bilmedikleri gibi, libido’yu, yani mahrem uzuvların kontrol edilemez uyarılımını da bilmiyorlardı. [Pavlus2un bir pasajında] ... libido, tenin ve arzularının ruha karşı isyanı olarak tanımlanmıştır...

 

Günahtan önce, aslında, Kutsal Yazı’nın dediği gibi “insan ve karısı her ikisi de çıplaktı ve utanç duymuyorlardı” ve kendi çıplaklıklarını görmediklerinden değil, çıplaklıkları henüz hayâsızlık değildi, çünkü libido uzuvlarını iradeye karşı huzursuz etmiyordu [...] uzuvlarının iradeye karşı isyanını bilmiyorlardı. İtaatsizliklerine uygun bir ceza olarak inayet ellerinden alınınca bedenlerinin içgüdülerinde çıplaklıklarını yakışıksız hale getiren yeni bir iffetsizlik ortaya çıktı, durumlarının farkına vardılar ve üzüldüler. [Augustinus]

 

Bedenin, Tanrı katında serbestçe teşhir edilebilen kısımları böylece saklanması gereken şeyler olur.

 

88

İnsan günahından sonra, Tanrı’yı terk ettiği için, kendiyle baş başa kaldı ve tümüyle kendi doğasının merhametine bırakıldı. ... İnayet kaybı sonucunda sadece bozulmuş bir doğa ortaya çıkar. İnayetin kaldırılmasıyla ... bu doğa bu günahın bir türevidir ancak.

 

89

“Âdem de karısı da çıplaktılar, henüz utanç nedir bilmiyorlardı” Yaratılış 2:25. ... utançsız bir çıplaklıktan gizlenmesi gereken bir çıplaklığa geçiş...

 

[Tomas İncili] “Müritler ona sordu: ‘Bize ne zaman görünür olacaksın, seni ne zaman göreceğiz?’ İsa cevap verdi: ‘utanç duymadan soyunduğunuzda, giysilerinizi çıkarıp çocuklar gibi ayaklarınızın altında çiğnediğinizde, o zaman tanrının oğlunu göreceksiniz ve ondan korkmayacaksınız.’”

 

... yetişkinlerle ilgili olan vaftiz... Vaftiz çıplak katakümenin cemaat üyelerinin huzurunda suya batırılmasını gerektiriyordu (bizim kültürümüzdeki plaj çıplaklığına duyulan göreli ve başka türlü açıklanamayacak hoşgörüyü, vaftiz törenindeki bu çıplaklığa borçluyuz).

 

90

[çocukların kendi çıplaklıklarından utanç duymamaları -> cennetsel masumiyet]

 

91

... çocuklar, çıplaklıklarını algılamadıkları için, bir tür arafta ikamet ederler...

 

[dinsel törenlerde çocuk sesi: beyaz ses] ... ergenlik sonrası değişmiş seslere nazaran, düşüş-öncesi masumiyetin imzasını [taşıyormuş gibidir]. ... Dini müzik tarihinde, koro çocuklarının hadım edilerek çocuk sesinin devamını sağlama çabası bundandır. “Beyaz ses” kaybedilmiş Adenî masumiyete duyulan nostaljinin şifresidir.

 

[Sartre] ... müstehcenlik ve sadizm bakımından çıplaklığı ele alıyor. [Bunu Augustinus’un kategorilerini yakından hatırlatan terimlerle yapıyor.]

 

92

Başkasının bedeni kökensel olarak bir durum içindeki bedendir; bunun tersine ten mevcudiyetin salt olumsallığı olarak belirir. Ten genelde görüntüsel yapaylıklarla, giysilerle vs gizlenmiştir; özellikle de hareketlerle gizlenmiştir ... Arzu, bedeni tıpkı giysileri gibi hareketlerinden de soymak ve bu bedeni salt ten olarak var etmek için bir girişimdir; Başkasının bedeninde ete kemiğe bürünme (incarnation) girişimidir. [Sartre, Varlık ve Hiçlik] [Ortega y Gasset ile karşılaştır]

 

94

Pek çok ülkede yakın zamanlarda bir tür sadomazohist yayın revaç buldu. Bu yayınlarda müstakbel kurbanı alışkın olduğu üzere gayet şık giyimiyle gülümserken ... görüyoruz. Okur sayfayı çevirdiğinde birden aynı kızı soyunmuş, bağlanmış ve birtakım özel aletlerle hiç doğal olmayan ve acı veren pozisyonlara zorlanmış haliyle görür. [Bağlarla, kamçılarla] sadist düzenek, günahın mükemmel din dışı karşılığıdır.

 

95

... sadistin arzusu başarısızlığa mahkûmdur, mekanik olarak üretmeye çalıştığı “enkarnasyonu” hiçbir zaman gerçekten elinde tutamaz. ... “Sadist başkasına bir araç muamelesi etmek üzere debelendiği ölçüde özgürlük de ondan kaçar.” [Sartre]

 

96

Çıplaklık da doğa gibi murdardır, çünkü ona ancak giysi (inayet) çıkartıldığında erişilir.

 

97

[1981 Kasım, Vogue dergisi, ikikanatlı [diptik] bir görsel yayınlandı.] Sadece modanın giysisi vardır orada, yani ten ile kumaş, doğa ile inayet arasında karar verilemez bir unsur. Moda giysi teolojisinin din-dışı mirasıdır, düşüş öncesi yeryüzü cennetine özgü şartların ticari sekülerleşmesidir.

 

98

... iyi ve kötü bilgisinin tek içeriği çıplaklıktır. ... Çıplaklığı bilmekle neyi bilmiş oluruz?

 

İnsanın ilk bilgisinin bu içeriksizliği...  Bu ilk bilginin içerikten yoksun oluşu aslında onun herhangi bir şeyin bilgisi olmadığı, daha ziyade salt bilinebilirliğin bilgisi olduğu anlamına gelebilir. ... sadece bir bilme imkânı bilinir. İlk insanların gözleri açıldığında Cennette ilk gördükleri şey olan çıplaklık, o halde, bilgiyi mümkün kılan hakikatin, gizli kalmayanın (a-letheia, “gizleme-me”) açılışıdır.

 

99

atechnia   uygulamalı bilginin yokluğu

 

... günah, insan doğasındaki, inayet giysisinin örttüğü bir eksikliği ya da kusuru açığa vurmaz. Aksine, günah yeryüzü cenneti durumunu tanımlayan doluluğu eksiklik olarak algılamaya dayanır.

 

[Basileios] İnsanları yeryüzü cennetinin kutlu temaşasını terk etmeye zorlayan günah, onları teknik ve bilim peşinde boş arayışa düşürür, böylelikle Tanrı’yı temaşa etmekten alıkoyar. ... bu gelenekte [doğu geleneği, Basileios, Yahya ibn Sarjûn, vb.] çıplaklık ... temaşanın -yani Tanrı’nın salt bilinebilirliğinin bilgisinin- kaybıyla ve onun yerine uygulamalı ve dünyevi bilginin konmasıyla ilişkilendirilir.

 

100

Çıplaklık -aslında soyma- bilginin şifresi olarak felsefe ve mistisizm dağarcığına aittir. ... Ortaçağ psikolojisinde bilginin ortamına imge denir, ya da ‘fantasma’ ya da hayal. Mükemmel bilgiye götüren süreç, dolayısıyla, bu ‘fantasma’nın giderek çıplaklaştırılması olarak tarif edilir; -duyulardan imgeleme, sonra belleğe geçerken -duyulur öğeler kat kat soyulur, artık mükemmel soyma tamamlandığında, bir “anlaşılabilir hayal”, bir saf mana ya da imge elde edilmiştir. Anlama eyleminde imge mükemmelen çıplaklaşır -diye yazar İbn Sina- “daha da çıplak değilse her halü kârda çıplaklaşacaktır, çünkü temaşa yetisi bu imgeyi öyle soyar ki içinde hiçbir maddi duygu kalmaz.” Tamamlanmış bilgi çıplaklıkta ve çıplaklık üzerine tefekkürdür.

 

102

[Benjamin] ... güzellikte örtü ile örtülmüş olan, görünüş ile öz arasındaki ilişkiyi sorgular. Güzellikte, örtü ile örtülü, zarf ile mazruf [zarflı] Benjamin’in “gizli” dediği zorunlu bir ilişkiyle bağlanmıştır. ... güzellik, özünde, bir açılma imkânsızlığıdır; “örtünün açılamazlığıdır”.

 

103

Örtü ile örtülü olan arasında oluşan birlik nedeniyle güzellik, diye yazıyor Benjamin, sadece çıplaklık ile giyinme ikiliğinin bulunmadığı yerde öz olarak var olabilir: sanatta ve çıplak doğanın fenomenlerinde.

 

108

Çıplaklığın maheme’si [Lacan’ın “kıssa” anlamında kullandığı bir kelime] bu anlamda basitçe şudur: haecce! “bundan başka hiçbir şey yok.” ... Gizlerin yokluğundaki bu sade görüntü yuvası onun özel titreyişidir -bir koro çocuğunun “beyaz” sesi gibi hiçbir şey ifade etmeyen ve tam da bu nedenle bize nüfuz edebilen çıplaklık.

 

 

8. Yüce Beden

 

111

Yüce beden meselesi, yani Cennette dirilenlerin bedenlerinin doğası ve özellikleri -ve daha genelde hayatı-, teolojinin en önemli konusudur ve literatürde nihai amaç başlığı altında sınıflandırılır. Ne var ki, papalığın yönetim organı Curia Romana, “nihai şeylere” dair tartışmaya açılan uhrevi kapıyı modernlikle uzlaşmayı sağlama almak üzere alelacele kapatmaya karar verdi; daha doğrusu bu tartışmayı dondurdu -köhnemiş olmasa bile lüzumsuzmuş. Ama bedenin dirilişi dogması Hıristiyan inancının temel parçası olarak kaldığı sürece bu çözümsüzlüğün mesele çıkarmaması mümkün değil.

 

[dirilen bedenin özdeşliği] İnsan, diye cevap veriyor Aquino’lu Tommaso, herhangi bir doğal kusuru olmadan dirilmelidir. ... [İsa’nın dirildiği yaş, dirilenlerin kusursuz gençlik yaşı, dirilme yaşı olacaktır.] Cennet büyüme ile elden ayaktan kesilme arasında değişmezcesine dengede duran otuzlu yaşlarındaki insanlara tahsis edilmiş bir dünyadır.

 

112

Dirilenlerin bedeni ile yeryüzündeyken kendilerine verilmiş beden arasındaki maddi özdeşlik sorusu daha da sinsidir. ... Elbette bir hırsızın kesilmiş elinin -pişman olduktan ve kurtarıldıktan çok sonra- dirilme anında bedene yeniden ekleneceği kabul edilebilir. Ama Havva’nın bedeninin yaratılması için Âdem’den alınan kaburga kemiği Havva’nın ya da Âdem’in bedeninde yeniden ortaya çıkacak mıdır? Ve, bir yamyamlık durumunda, yamyamın yediği ve bedeninde sindirdiği insan eti, kurbanın bedeninde mi yoksa yamyamınkinde mi yeniden ortaya çıkacaktır?

 

113

Dirilenlerin özdeşliği sorununa, Origenes daha şık ve daha dolambaçsız bir çözüm sunmuştur. Her bireyde kalıcı olan şey, ... onu her gördüğümüzde kaçınılmaz değişikliklere rağmen tanımaya devam ettiğimiz imgedir (eidos). ... “Maddi çizgilerimiz sürekli değişime uğrasa da eidos’umuz çocukluktan yaşlılığa nasıl aynı kalıyorsa, ... eidos aynı şekilde gelecek dünyada da dirilecek ve özdeş kalacaktır. Değişmişse de daha iyi ve daha yüce hale gelmiştir.”

 

114

Yüce bedenin dünyevi bedenle paylaştığı özdeşlik garantiye alındıktan sonra artık sıra birini ötekinden ayıranın ne olduğunu kesinleştirmeye gelir. Teologlar yücelikte dört özellik belirliyorlar: hissizlik, incelik, çeviklik, berraklık.

 

Cennetliklerin bedeninin hissiz olması, ... algılama yetilerinin olmadığı anlamına gelmez. ... Hissizlik, bedenin, kusursuzluğunu elinden alacak rastgele tutkulara tabi tutulmayacağı anlamına gelir.

 

115

... bazı teologlar, bütün duyuları cennet durumunun dışında tutarlar. Tommaso ve onunla birlikte Kilise Babalarının büyük kısmı bu ampütasyonu reddederler. Cennetliklerin koku alma duyuları nesnesiz olmayacaktır: “Kilise şarkılarında azizlerin bedenlerinden çok tatlı bir koku yayıldığı söylenmiyor mu?” En üst durumunda yüce bedenin kokusu, esasen süzülmüş buharın çıkması gibi maddi nemden ari olacaktır. Cennetliklerin hiçbir nemle engellenmemiş burunları en ufak farkı algılayacaktır. Tat alma da besin olmaksızın işlevini yerine getirecektir, belki “seçilmişlerin dilleri üzerinde çok lezzetli bir salgı olacağı” için. Ve dokunma duyusu bedenlerde özel nitelikleri algılayacaktır -bu özel nitelikler modern sanat tarihçilerin “dokunsal değerler” diye adlandırdıkları imgelerin maddi olmayan özelliklerini andırıyor.

 

116

Zahmetsiz ve çekinmesiz hızlı hareket eden şey çeviktir. ... yüce bedenin aradaki mesafeyi geçmeksizin bir yerden diğerine yer değiştirebileceğini ileri sürenlere karşı teologlar bunun bedenselliğin doğasıyla çeliştiğini vurguluyorlar.

 

Berraklık (claritas) iki şekilde anlaşılabilir: ya altının ışıltısı (yoğunluğundan ötürü) gibi ya da billurun pırıltısı (saydam olduğu için) gibi.

 

117

... cennetlikler ilelebet cinsiyetlerine göre, ya bir erkeklik organına ya da bir vajinaya ve her iki durumda da bir mideye ve bağırsaklara sahip olacaklardır. Peki ama, besbelli ki ne üreyecekler ne de besleneceklerdir, bu durumda amaç nedir? Elbette damarlarında kan dolaşacaktır ama kafalarında saçların, yüzlerinde kılların ve parmak uçlarında tırnakların lüzumsuzca ve sıkıcı bir şekilde uzamaya devam etmesi gerekecek midir? Teologlar bu hassas sorularla uğraşırken sonucu belirleyecek bir açmazla karşılaşırlar... ... bedenin başka bir kullanım imkânını düşünebileceğimiz konumu da oluştururlar.

 

Saçların ve tırnakların dirilmesi problemi Tommaso tarafından, bir o kadar utandırıcı bedensel salgıların (kan, süt, safra, ter, sperm, sümük, idrar ve dahası) dirilmesi probleminden hemen önce ele alınmıştır. [Saç ve tırnaklar insan doğasının kusursuzluğuna kendi tarzlarında katkıda bulundukları için yüce bedende dirileceklerdir.] Mankenlerin ve porno starlarının kılı tüyü tas tamam alınmış bedenleri cennete yabancıdır. ... cennetliğin yaşı gibi saç ve tırnaklarının da ilelebet değişmeden kalacağı düşünülmelidir.

 

118

Tommaso’nun salgılarla ilgili çözümü gösteriyor ki daha on üçüncü yüzyılda bile Kilise teolojinin talepleri ile biliminkileri uyumlu hale getirme gayreti içindeymiş. Salgılardan bazıları -idrar, sümük ve ter dahil- ... dirilmeyeceklerdir. [Sperm ve sütün de dirilmesi gerekmez.] ... özellikle bedenin mizacını belirleyen dördü: kan, safra ya da kara safra [melankoli], sarı safra ve balgam, sonraları ros, cambium ve gluten de katılmış onlara- yüce bedende dirilecektir çünkü onun doğal kusursuzluğuna yöneliktirler ve ondan ayrılamazlar.

 

Bitkisel hayatın başlıca iki işlevi -cinsel üreme ve beslenme- ...  ... dirilişten sonra ... beden ne küçülmeye ne de büyümeye maruz kalacaktır. Bu durumda üreme ve beslenmenin artık varolma nedeni kalmayacaktır.

 

119

Tommaso’nun stratejisi açıktır: organı özel fizyolojik işlevlerinden ayırmak. Her araçta olduğu gibi organların amacı işleyişleridir; ama işleyişe gerek kalmadı diye araç boşa çıkar demek değildir bu. İşleyişinden ayrılmış, diyelim ki askıya alınmış organ ya da araç tam da bunun için göstermelik bir işlev kazanır; askıya alınan işleme karşılık gelen meziyeti sergiler. “Aslında araç sadece failin işlemini yürütmeye değil aynı zamanda ondaki meziyeti göstermeye hizmet eder.” ... dirilişte avare cinsel organlar da, o şekilde üremenin potansiyelini ya da meziyetini gösterecektir. Yüce beden, işlevleri yerine getirilmeyen fakat sergilenen göstermelik bir bedendir. Yücelik bu anlamda işlemezlikle dayanışma halindedir.

 

120

... kullanımlarından ayrılmış nesneler muammalı, hatta huzursuz edici olurlar.

 

... Napolili için bir şey kullanılamaz hale geldiğinde işlev görmeye başlıyor. .. Napolililer kendi başına iyi işleyen sağlam şeyleri sevimsiz bulurlar...

 

121

[Öte dünyada, cennette insanlar gene dışkılamayı sürdürecek mi? Bu tür bitkisel hayat süreçleri cennette daha da artacak diyenler var; (Kayserili Basileios) İsa’nın yediklerini tümüyle özümseyeceğini iddia edenler var; besinlerin bir tür mucizevi buharlaşmaya ve ruhsal bir doğaya dönüşeceğini söyleyenler var.]

 

122

... cahil bilgiçlikleriyle teologlar, İsa yediği kızarmış balığı sindirip özümsemiş midir ve sindirim artıkları bedeninden atılmış mıdır acaba diye kendi kendilerine sorarlar.

 

123

Bir bedeni kullanmak ile onu belli bir amaca hizmet eden bir araç haline getirmek aynı şey değildir. Burada etik ile güzellik arasında kafa karışıklığına yol açan basit ve sıkıcı bir amaçsızlıktan da söz etmiyoruz. Daha çok bir amaca yönelmiş bir etkinliğin, eskiyi ortadan kaldırmayan ama onda ısrar edip onu sergileyen yeni bir kullanıma konulmak üzere işlemez kılınması bahis konusudur. Beslenme ve üreme işlevlerinin organlarını kullanıp onları -bizzat kullanma eylemi sırasında- fizyolojik anlamından uzaklaştırarak yeni ve daha insani bir işleme yönelttikleri her seferinde aşk arzusu ve güya sapkınlığın yaptığı tam da budur.

 

124

Çıplak, basit insan bedeni burada daha yüksek ve soylu bir gerçekliğin yerine konulmamıştır: ... şimdi ilk defa kendi hakikatine girmiş gibidir. Bu şekilde -öpüşe doğru açıldıkça- ağız gerçek ağız haline gelir, en mahrem ve özel uzuvlar bir ortak kullanım ve haz yeri haline gelir; dansçının alışılmış jestleri gizli anlamını herkes için deşifre ettiği okunaksız yazı haline gelir.

 

 

9. Bir Öküzün Açlığı: Şabat, Bayram ve İşlemezlik Üzerine Düşünceler

 

125

Bayram günü ile işlemezlik arasında özel bir ilişki olduğu İbrani Şabatında çok açıktır. Yahudilerin en önemli bayram günü ... yaratma işinde değil, kutsal ilan edilen her türlü çalışmaya ara verilmesinde bulur.

 

“Altı gün çalışacak, bütün işlerini yapacaksın. Ama yedinci gün bana ... adanmıştır.” [Mısır’dan Çıkış 20:8-10]

 

126

Yahudilerin Şabat günü ... işlemezlik olarak adlandırılır. [“işlemez olmak” aslında sadece Tanrı’ya özgüdür, Şabat, Tanrı’nındır].

 

[Şabat boyunca yapılmaması gereken 39 faaliyet... ekip biçmek, yemek yapmak, yazı yazmak, ateş yakmak, vb.]

 

127

Onu halen kuşatan hafif nostalji havasına rağmen, bayramın bugün tam bir inançla yaşanamayacağı açıktır. [Artık müziği duymasa da dans etmek isteyen kişinin durumu...]. ... Ama gerçek şu ki, artık müziği işitmiyoruz, artık “kutsama”yı bilmiyoruz. ... niçin işlemezlik bizim için bu kadar zor ve ulaşılmaz?

 

128

[Bulimia kovma, Boulimos: “bir öküzün açlığı” (büyük açlık); boubrostis: öküz gibi yeme.]

 

132

tashmish   cinsel birleşme ya da dışkılama anlamına gelen bir kelime

menucha   işlemezlik, dinlenme, kurtarma

 

[Bayram günü yaptıklarımızın işlemez kılınması; sebeplerinden ve amaçlarından kurtarılması, boşa alınması] [askıya alma, ekonomilerinden koparma, tersine çevirme]

 

“Danssız eski bayram yoktur” ... bedenin yararcı hareketlerinden kurtuluşu, jestlerin saf işlemez hallerinde sergilenmesi değilse nedir dans? [Pek çok bayramda kullanılan maske], her şeyden önce yüzün etkisizleştirilmesi değilse nedir?

 

134

[Bayrama ait işlemezlik] ... insanların basit, gündelik faaliyetlerinin ne olumsuzlanması ne de ortadan kaldırılmış olması ama bir bayram havasıyla sergilenmek üzere askıya alınıp işlemez kılınması. Böylece tören alayı ve dans, insan bedeninin yürürken attığı basit adımı sergiler ve dönüştürür, hediyeler ekonominin ve emeğin ürünlerinde beklenmedik bir imkânı ortaya çıkarır, bayram yemeği öküz açlığını yeniler ve dönüştürür. Amaç, bu faaliyetleri kutsal ve dokunulmaz kılmak değildir. Aksine onları Şabat ruhuyla yeni bir -ya da daha eski- kullanım imkânına açmaktır.

 

 

10. Dünya Tarihinin Son Bölümü

 

137

Şeyleri bilmeme hallerimiz onları bilme hallerimiz kadar, hatta belki daha da önemlidir. Sakarlık ve çirkinliğe yol açan bilmeme halleri vardır, düşüncesizlik, dikkatsizlik, unutkanlık gibi. Ama bazılarının da kusursuzluğuna hayran kalırız, ... bir çocuğun büyüleyici aldırışsızlığı gibi. ... Ama öte yandan biz, bedeninin gayet iyi uyum sağladığı bir sırdan zihninin memnuniyetle habersiz göründüğü bir kadına güzel diyoruz. O halde, kendini bilmemenin başarılı halleri vardır ve güzellik bunlardan biridir. ... insanlar yüzyıllardır bilgilerini korumayı, geliştirmeyi ve kesinleştirmeyi düşünmüşken, cehalet sanatının temel ilkelerinden bile mahrumuz. Epistemoloji ve yöntembilim, bilmenin şartlarını, paradigmalarını ve yasalarını araştırıp tespit ediyor ama bir bilgisizlik bölgesinin eklemlenmesi konusunda reçete yok. ... mesele bir eksiklik ya da kusurdan ibaret değildir. Aksine cehaletle ilişkiyi doğru sürdürmek, jestlerimize rehberlik ve eşlik edecek bilginin yokluğunu kabul etmek, sözlerimize net karşılık verecek inatçı bir sessizliğe izin vermek anlamına gelir. ... Bu anlamda yaşama sanatı, bizden kaçanla ilişkiyi ahenkli sürdürme becerisidir.

 

138

Bilgi de son tahlilde cehaletle bir ilişkiyi sürdürür. Ama bunu bastırma yoluyla yapar, hatta etkili ve inandırıcı bir yolla, varsayımla yapar.  ... [bir bilgisizlik bölgesiyle ilişki] ... Oranın karanlığını yücelterek (mistisizmde olduğu gibi) değil, gizemini kutsayarak (ayinde olduğu gibi) değil, hatta fantezilerle doldurarak (psikanalizin yaptığı gibi) değil. Belki bir bilgisizlik bölgesi hiç yoktur, belki yalnız jestleri vardır. Kleist’in çok iyi anlamış olduğu gibi bir bilgisizlik bölgesiyle ilişki bir danstır.

 


.
.
.
.

04 Ağustos 2017

El ciudadano ilustre - 2016 Arjantin

.
.
.
.


.
.

El ciudadano ilustre
2016 - 1s 58dak, Arjantin
Yönetenler: Gastón Duprat, Mariano Cohn
Yazar: Andrés Duprat



01:38:07 – 01:38:57

-- En iyi kültürel politika, politika olmamasıdır. Kültürümüzü korumak mı dedin? Kültür her zaman korunması gereken, desteklenmesi gereken, para yardımı yapılması gereken, zayıf, hassas ve güçsüz bir şey olarak görülür.

Kültür asla yok edilemez. En kötü felaketlerden bile sağ kurtulabilir.

Afrika'da vahşi bir kabile vardı. Dillerinde “özgürlük” diye bir kelime yoktu. Neden biliyor musunuz? Çünkü özgürlerdi.

Bence “kültür” kelimesi her zaman en cahil, aptal ve tehlikeli insanların dudaklarından çıkıyor.

.
.
.
.

10 Haziran 2017

Hannah Arendt - Geçmişle Gelecek Arasında

.
.
.
.


















.
.

Geçmişle Gelecek Arasında (1956)
Hannah Arendt
(Çev. Bahadır Sina Şener), İletişim Yayınları, 2012 İstanbul

İçindekiler
Hannah Arendt'in Seçme Eserleri 11
Önsöz: Geçmiş ile Gelecek Arasındaki Uçurum 13
1. Gelenek ve Modern Çağ 31
2. Tarih Kavramı: Antik ve Modern 61
3. Otorite Nedir? 127
4. Özgürlük Nedir? 195
5. Kültürdeki Bunalım: Toplumsal ve Politik Anlamı 233
6. Hakikat/Doğruluk ve Siyaset 271


5. Kültürdeki Bunalım: Toplumsal ve Politik Anlamı

[Sanat ve İşlevsellik]
246
Kültür nesnelerle ilgilidir ve dünyanın bir görüngüsüdür; eğlence halk ile ilgilidir ve yaşamın bir görüngüsüdür. Bir nesne, kalıcı olabildiği oranda kültüreldir; ömrü, işlevselliğinin tam karşıtıdır. İşlevsel vasfı, tekrar tekrar kullanılıp tüketilmekle görüngüsel dünyadan silinmesini sağlar. Nesnelerin en büyük kullanıcısı ve tüketicisi, gerek bireysel gerekse bir bütün olarak toplumsal yönüyle hayatın kendisidir. Hayat bir nesnenin "şeysel niteliği"ne kayıtsızdır; onun için her şeyin işlevsel olması, belli ihtiyaçları karşılaması gerekir. Şimdi ya da geçmişte üretilmiş dünyaya ait bütün nesnelere ve şeylere, sanki orada bulunmalarının nedeni belli ihtiyaçları karşılamakmış gibi, salt toplumun hayat sürecinin işlevleri olarak muamele edilirse kültür tehlikede demektir ve bu işlevselleştirme açısından bakıldığında sözkonusu ihtiyaçların büyük ya da küçük olmasının neredeyse hiçbir önemi yoktur. Sanatın işlevsel olması gerektiği, katedrallerin toplumun dinsel ihtiyaçlarını karşıladığı, bir resmin ressamın kendini ifade ihtiyacından doğduğu ve izleyenin de tabloya kendini mükemmelleştirme arzusundan dolayı baktığı; bütün bu görüşler sanattan öylesine uzak ve tarihsel olarak öylesine yenidir ki, insanın bunlara modern önyargılar deyip bir yana atası geliyor. Katedraller, ad maiorem gloriam Dei (Tanrının şanını yüceltmek amacıyla) yapılmışlardır; birer yapı olarak topluluğun ihtiyaçlarına hizmet ettikleri kesindir, ama şekilsiz bir yapıyla da pekala karşılanabilecek bu ihtiyaçlar, katedrallerin özenilmiş güzelliklerini açıklayamaz. Güzellikleri bütün ihtiyaçları aşar; yüzyıllardır baki kalmalarını sağlayan odur. Ama güzellik, seküler bir yapının olduğu kadar bir katedralin de güzelliği, ihtiyaçları ve işlevleri aşsa bile, hatta işin muhteviyatı dini de olsa, dünyayı asla aşmaz. Tam tersine gerek dinsel gerekse dünyevi muhtevaları ve kaygıları elle tutulur dünyevi gerçeklikler haline dönüştüren tam da bu dini sanatın güzelliğidir. Bu anlamda bütün sanat sekülerdir ve "dini sanat" ayrımı, sadece dini sanatın dış dünyadan önce varolan şeyi "sekülerleştirmesinde" -"nesnel" , elle tutulur, dünyevi bir bulunuş halinde şeyleştirmesi ve dönüştürmesinde- yatar; bu anlamda geleneksel dini izleyerek bu "dış olan''ı öte dünyaya havale etmemizin ya da modem açıklamaları izleyerek onu insan kalbinin en ücra yerine göndermemizin fazla bir önemi yoktur.

247
İster bir kullanım nesnesi, ister bir tüketim malı, isterse bir sanat eseri olsun, her şeyin bir biçimi vardır; her şey bu biçimi sayesinde görünür ve ancak bir biçime sahip olduğu ölçüde biz ona bir "şey" diyebiliriz. Doğada değil yalnızca, insan eseri dünyada varolan şeyler arasında da, kullanım nesneleri ve sanat ürünleri şeklinde bir ayrım yaparız; her iki nesne türünün de, olağan bir ömür süresinden, sanat eserlerinde olduğu gibi potansiyel bir ölümsüzlüğe dek uzanan belli bir kalıcılığı vardır. Bu anlamda sözkonusu nesneler, bir yandan dünyadaki ömürleri onları hazırlamak için gereken süreyi nadiren aşan tüketim mallarından; öte yandan olaylar, edimler ve sözler gibi, kendi başına alındığında şayet evvela hakkında hikayeler kuran insan belleği ile ve sonra da insanın üretme yetileri aracılığıyla korunmazsa, her biri dünya üzerindeki görünüm süresi bir saati ya da bir günü aşamayacak kadar fani ve geçici olan eylem ürünlerinden farklıdırlar. Salt süresellik [ömürlü oluş] açısından bakılırsa, sanat eserlerinin diğer her şeyden üstün oldukları açıktır; bu dünyada diğer her şeyden daha uzun süre kaldıklarından bütün şeyler arasında dünyaya en fazla ait olanlardır. Öte yandan toplumun yaşam süreci içerisinde hiçbir işlevi olmayan yegane şeylerdir; tam olarak söylersek insanlar için değil, ölümlülerin ömrünü , birbiri ardına gelip giden kuşakları aşan dünya için üretilirler. Sadece tüketim malları gibi tüketilmemekle kalmazlar, kullanım nesneleri gibi de kullanılamazlar; üretim ve kullanım süreçlerinden bilinçli olarak uzak tutulmuşlardır ve insan hayatının zorunluluk alanına karşı yalıtılmışlardır. Bu uzaklık pek çok yoldan sağlanabilir -ve sadece bunun sağlandığı yerde özgül anlamıyla sanat ortaya çıkar.

248
Ancak ... mevcudiyetleri bütün faydacı ve işlevsel yüklenimlerden bağımsız ve nitelikleri daima aynı kalan şeylerin bulunduğu yerde sanat eserlerinden söz edilebilir.

249
Bu "ilgiden soyulmuş haldeyken duyulan sevinç" (Kant'ın kavramını kullanırsak uninteressiertes Wohlgefallen [ilgisiz/kayıtsız memnuniyet] ) ancak canlı organizmanın ihtiyaçları karşılandıktan, dolayısıyla yaşamın zorunluluklarından kurtulduktan, insanlar dünya için özgür [dünyayı almaya hazır] hale geldikten sonra tecrübe edilebilir.

[Kültür]
251
Kelime ve kavram olarak "kültür" köken olarak Romalıdır. "Kültür" (culture) kelimesi -toprağı işlemek, ürün yetiştirmek, ikamet etmek, bakmak, mukayyet olmak ve korumak anlamına gelen- colere kelimesinden gelir ve esasen insan ile doğa arasında, insanın yerleşmesine uygun hale gelinceye kadar doğayı işlemek, uğraşmak anlamında bir etkileşimi ifade eder. Bu anlamda [doğaya karşı] müşfik bir tutumu anlatır ve doğayı insan tahakkümüne sokmayı amaçlayan bütün girişimlerle keskin bir karşıtlık içindedir. Dolayısıyla sadece toprağı işlemeyi, çift sürmeyi içermez, aynı zamanda tanrıların "kült"ünü, tanrılara layık ve ait olana göz kulak olmayı da anlatır. Bilindiği kadarıyla kelimeyi ruh ve akıl ile ilgili konularda ilk kullanan kişi Çiçero olmuştur. Çiçero, bizim bugün bile "kültürlü kafa" derken kastettiğimiz manada cultura animi ile, aklı/zihni/ruhu işlemek ve geliştirmek anlamında excolere animum demektedir. Ancak bizler artık bu ifadenin tam metaforik içeriğinin farkında değiliz. Öyle ki Romalı anlamından bakıldığında kültür-doğa ilişkisi can alıcı bir önem taşır; kültürün özgün anlamı, şiirsel sanatların ya da imalat sanatlarının tam tersine Roma'da çok büyük saygı gören "tarım"dır. Hatta felsefe eğitimi görmenin sonucu olan ve belki de iddia edildiği gibi Yunanca [Yunanca harfler]'ya karşılık olsun diye uydurulmuş Çiçero'nun cultura animisi, sanat eseri yaratıcısı veya imalatçısının tam tersini ifade etmektedir. Kültür kavramı ilk olarak esasında tarımsal eksenli bir halkın içinde ortaya çıkmıştır ve kavramın bu kültürle ilişkilendirilebilecek sanatsal yan anlamlarının, Latin halkının ünlü İtalyan peysajını yaratırken doğayla kurduğu eşsiz yakınlığın bir ilgisi vardır. Romalılar sanatın, bir kır kadar doğallıkla ortaya çıktığını varsaymaktaydılar. Onun doğa gibi işlenmesi gerekirdi; ve bütün şiirin kaynağını, "ormanın yeşil yalnızlığında yaprakların kendi başlarına söyledikleri şarkı"da görmekteydiler. Ama ne kadar şiirsel de olsa, buradan büyük sanatın doğması mümkün değildir. Bahçıvan zihniyetinden sanat üretmesini beklemek akıl karı olmazdı.

252
Büyük Roma sanatı ve şiiri, nasıl itina gösterilip korunacağını -asla Yunanlıların değil- sadece Romalıların bildiği Yunan mirasının etkisi altında ortaya çıkmıştır. Yunanlılarda, Roma'nın kültür kavramının dengi olabilecek herhangi bir kelimenin bulunmamasının nedeni, Yunan uygarlığında imalatçı sanatların sahip olduğu üstünlükten ileri gelmektedir. Romalılar doğayı işlemenin bir türü, bir tür tarım olarak sanata saygı gösterirken, Yunanlılar tarımı daha çok imalatın esaslı bir parçası olarak, en fazla huşu telkin eden varlık olarak insanın doğayı evcilleştirmesini ve doğaya hükmetmesini sağlayan kurnaz, mahir, "teknik" yollarından biri olarak değerlendirme eğilimindeydiler. Halen Roma mirasının büyüsünde olan bizlerin insanın en doğal ve barışçıl etkinliği olarak değerlendirdiği toprak işleme işi, Yunanlılar için bıkıp usanmadan yeryüzünü her yıl durmadan bozan ve ihlal eden cüretkar ve şiddet içeren bir girişim anlamına geliyordu. Yunanlılar kültürün ne olduğunu bilmiyorlardı, çünkü onlar doğayı işlememiş, tanrıların insanlardan sakladıkları (Hesiod) meyvaları yeryüzünün rahminden adeta koparmışlardı. Sadece Yunan mirasının korunmasını değil, ama tam da geleneğimizin devamını borçlu olduğumuz Romalıların "geçmişe tanıklık" denen şeye duydukları büyük saygının Yunanlılara bu kadar yabancı olmasının da bu durumla yakından bir ilgisi vardı. Gerek geçmişin anıtlarına göz kulak olmak anlamında gerekse doğayı insanların ikamet edebilecekleri bir yer haline koymak anlamında kültür, "kültür" derken kafamızda şekillenen içerik ve anlamı belirlemeye bugün bile devam etmektedir.

253
Bununla birlikte bu Romalı unsurların "kültür" kelimesinin bütün anlamını tüketmesi mümkün değildir. Hatta Çiçero'nun cultura animi deyişi, "beğeni" [zevk] ile birlikte, sadece güzel şeyler üreten kimselerde yani sanatçılarda değil, onların arasında gezinen kimselerde yani izleyenlerde de güzelliğe duyarlılık gibi bir şeylerin varlığını akla getirmektedir. Elbette Yunanlılarda bu güzellik sevgisi olağanüstü ölçülere varmıştı. Bu anlamda "kültür" derken belki de en az yararlı ve en dünyevi şeyler olan sanatçıların, şairlerin, müzisyenlerin, filozofların vs. eserlerine karşı bir tutumu, daha doğrusu bu eserlerle, kurallarını uygarlıkların koyduğu bir etkileşim tarzını anlıyoruz. Şayet "kültür" derken insanın dünyaya ait şeyler ile bir etkileşim tarzını kastediyorsak, bu durumda Tukidides'in aktardığı ve Perikles'e atfolunan, çokca zikredilen bir deyişi hatırlatmak suretiyle (Yunan sanatından farklı olarak) Yunan kültürünü anlamaya çalışabiliriz. Sözkonusu deyiş şudur: [Yunanca]. Son derece basit olan bu cümle ne yazık ki çeviriye elvermiyor. Güzellik aşkı ya da (felsefe adı verilen) bilgi sevgisi gibi haller veya vasıflar, bu deyişte bir etkinlik olarak; sanki "güzel şeyleri sevmek" onları yapmaktan aşağı kalır yanı olmayan bir etkinlikmiş gibi tarif edilmektedir. Üstelik cümledeki kelimeleri çevirirken bizim verebileceğimiz "amacın dakikliği" ve "kadınsılık" gibi karşılıklar, her iki terimin de tamamıyla siyasi olan anlamlarını (yani "kadınsılık" bir barbar erdemsizliğidir; amacın dakikliği de, nasıl hareket edeceğini bilen insanın erdemidir) aktarmayı başaramaz. Dolayısıyla Perikles şöyle bir şey demeye getirir: "Biz güzelliği siyasi yargı hükümleri dahilinde severiz; felsefeyi de, barbarların kadınsılığına düşmeden yaparız".

254
Harcıalemliğe düşmeden çevrilmesi son derece güç olan bu kelimelerin anlamı bizi sarmaya başladığında, kendimizi şaşkınlıktan alamayız. Birincisi, açıkça söylenen şudur: Bilgi ve güzellik sevgisinin sınırlarını çizen Polis'tir, siyasi yaşam alanıdır ve Yunanlıların (hiçbir suretle üstün bir sanatsal başarım olmayan) Polis ile "siyasi olan"ın, onları barbarlardan ayırdettiğini düşündüklerini bildiğimiz için şu sonucu çıkartabiliriz: [Barbarlar ile Yunanlılar arasındaki] bu fark, aynı zamanda "kültürel" bir farktır; yani barbarlar ile Yunanlıların "kültürel" şeylerle etkileşim tarzlarına ilişkin bir farktır. Ancak Polis kurumunun koyduğu sınırlar dahilinde sevilebilir olan güzellik ve bilgiye ilişkin tutum farkıdır. Başka bir deyişle nasıl seçeceğini bilmeyen, ayrım gözetmeyen bir duyarlılık gibi ifrat ölçüsünde bir incelik ve zerafet, -bizim anlayacağımız gibi ilkel bir kültür noksanlığı ya da kültürel şeylere özgü herhangi bir belirli özellik değil- bir barbar tavrı olarak görülmekteydi. Hatta belki de çok daha şaşırtıcı olanı şudur: Namerd olmaktan, yani kadınsılıktan (ki bunlardan güzelliğe aşırı düşkünlüğü ya da estetizmi anlayabiliriz) burada felsefenin sebep olabileceği özel bir tehlike çeşidi olarak sözedilmektedir. Yine ne amaçladığını bilmek, ya da dediğimiz gibi nasıl yargıda bulunacağını bilmek (ki bunların hakikate nasıl ulaşacağını bilmek zorunda olan felsefenin birer niteliği olmasını beklerdik) burada güzel olan ile etkileşim kurabilmek için zorunlu görülmektedir. Güzelliğe duyulan sevgi ile karşılaştırıldığında -merakla, [Ynanca] ile başlayan ve (en azından Platon ile Aristo'da) ortaya çıkartılmış, hakikatin konuşmadan seyriyle son bulan- Yunanın anladığı anlamda felsefenin hareketsizliğe yol açması çok daha güçlü ihtimal değil miydi? Öte yandan [Yunanca], yani yargıda, seçmede, ayrımda bulunma yetisinin eşlik etmediği güzellik sevgisi, barbarca olmaz mı? Özetle "beğeni" dediğimiz şey, bu acayip ve kötü tanımlanmış yetenek değil midir? Ve son olarak doğru güzellik sevgisinin, -insanın dünyaya ait şeylere özen göstermesini sağlayan ve Yunanlıların aksine Çiçero'nun felsefeye atfettiği- güzel şeylerle bu uygun etkileşim tarzının siyasetle ilgili bir yanı olması gerekmez mi? Beğeninin siyasi yetiler arasında sayılması gerekmez mi?

255
Bu soruların ortaya attığı problemlerin anlaşılabilmesi için, kültür ile sanatın aynı şeyler olmadıkları hatırda tutulmalıdır. Aralarındaki farklılığa dair bilinci yitirmemenin bir yolu, güzellik sevgisine ve kültürlü akıla övgüler düzen insanlarla, sergilenip hayranlık toplayacak şeyleri üreten sanatçılara ve zanaatkarlara o eski derin güvensizliği duyanların aynı kişiler olduğunu unutmamaktır. Romalıların değilse bile Yunanlıların filistenizm yerine kullandıkları bir kelimeleri vardı ve oldukça tuhaftır ki bu kelime, [Yunanca], sanatçılar ve zanaatkarlar için kullanılan kelimeden türetilmiştir: Bir filisten [philistine] olmak, banausik [vülger, kaba] ruhlu biri olmak, bugün olduğu gibi o zamanlar da sadece faydaya dönük çalışan bir zihniyete işaret etmekte, bir şeyi işlevinden ya da yararından ayırarak düşünme ve değerlendirme gücünden yoksun olmak anlamına gelmekteydi. Ama [Yunanca] olan sanatçının kendisinin de filistenizm tekdirinden kurtulması mümkün değildi; tersine filistenizm, [Yunanca]'ye hakim olanlarda, imalatçı ve sanatçılarda ortaya çıkması en muhtemel erdemsizlik olarak görülmekteydi. Yunan anlayışına göre [Yunanca]'i övmek, güzele sevgi duymak ile güzeli üretenleri hor görmek arasında hiçbir çelişki yoktu. Sanatçıya duyulan güvensizlik ya da daha doğrusu sanatçının hor görülmesi siyasi düşüncelerden ileri gelmekteydi: Sanat ürünleri de dahil "şey imalatı", siyasi etkinlikler arasında yer almaz; hatta onların tam tersidir. Her çeşidiyle imalata güvensizlik beslemenin başlıca nedeni, imalatın tam da doğası gereği faydacı bir yapıda olmasından kaynaklanmaktadır. Eylem ya da konuşma değil ama imalat daima amaç ve araç gerektirir; aslına bakılırsa amaç-araç kategorileri meşruiyetini, herkesin tanıyabileceği bir amacın, nihai ürünün, bu süreçte rol oynayan her şeyi belirlediği ve düzenlediği yapma ve imal etme alanından alır. Malzeme, iş araçları, etkinliğin kendisi ve hatta imalat sürecinde bulunan kişiler, hepsi de sadece amaç için araç haline gelirler ve haklılıklarını bu bağlamdan alırlar. İmalatçıların elinden her şeyi amaç araç olarak görmekten ya da sırası geldiğinde her şeyi özgül yararlarına göre değerlendirmekten başkası gelmez. Bu bakış açısı genelleştirildiğinde ve imalat alanı dışında başka alanlara da yaygınlaştırıldığında banausik [vülger] bir zihniyete sebep olacaktır. Yunanlılar haklı olarak bu filistenizmin, eylem hakkında hüküm verirken imalat için geçerli fayda ölçütlerinin aynını kullanacağı ve eylemin önceden belirlenmiş bir amacının olmasını ve bu amaca ulaşmak için mümkün bütün araçların kullanılmasına izin verilmesini isteyeceği çok açık olduğundan, sadece siyasi alan için değil; şayet onları meydana getiren zihniyetin hakim olmasına göz yumulursa yine aynı fayda ölçütüne göre değerlendirilecek, dolayısıyla asli, bağımsız değerlerini yitirecek, sonuçta salt araçlar derekesine düşecek "şeyler olarak şeyler"in değer kaybına yol açacağından, kültürel alan için de bir tehdit oluşturacağını düşünmüşlerdi. Başka bir deyişle bitmiş bir eserin varlığına yönelik en büyük tehdidin, onu ortaya çıkartan zihniyetten geleceği kesindir. İçinde hareket ettiğimiz şeyler dünyasını kurarken, inşa ederken ve süslerken mutlaka geçerli olması gereken ölçütler ve kurallar, bitmiş şeylerden oluşan dünyanın kendisine uygulandığında geçerliliğini yitirip birer tehlike halini alırlar.

257
Elbette siyaset ile sanat arasındaki ilişkinin bütün hikayesi bu anlatılanlardan ibaret değildir. İlk dönemlerinde Roma'da sanatçıların ve şairlerin gravitas'a, [yani] Romalı bir yurttaşın ciddiyet ve vakarına yakışmayan çocukça oyunlar peşinde koştukları öylesine kabul görmüştü ki, Yunan etkisinden önce cumhuriyet döneminde sanatsal kabiliyetlerin gelişmesine imkan verecek her şey bastırılmıştı. Oysa Atinalılar siyaset ile sanat arasındaki çatışmayı, her hangi birinin yararına karara bağlamış değillerdi -geçerken belirtelim ki klasik Yunan'da sanatsal dehanın olağanüstü bir gelişme ve sergilenme imkanı bulmasının nedenlerinden biri de bu olabilir. Atina bu çatışmayı canlı tutmuş ve aralarında taraf tutmamıştır. Yunanlılar adeta şunu der gibidirler: "Pheidias'ın yaptığı Olimpos'daki Zeus heykelini görmemiş olan yaşadım demesin" ve: "Pheidias gibileri, yani heykeltıraşlar yurttaşlığa ehil değildirler". Doğru [Yunanca] ve [Yunanca]'i, bilgelik ve güzellik ile canlı etkileşimi övdüğü aynı söylevde Perikles, Atinalıların "Homeros ve benzerleri"ne gereken yeri vermeyi bilmeleriyle böbürlenir; [ama] yaptıkları işlerin namı yeri göğü öylesine tutacaktır ki, kent canlı sözü ve canlı edimi şeyleştiren, onları büyüklükleri arşıalaya [arş-ı âlâ - göğün en yüksek tabakası] varacak ölçüde kalıcı nesneler haline dönüştüren şair ve sanatçılara, meslekleri ün ve nam kazandırmak olan kimselere gerek duymayacaktır.

Oysa bizler bugün daha çok siyaset alanının ve kamu işlerine etkin katılımın filistenizme sebep olduğunu; bunun da, işlevlerini ve faydalarını düşünmeden şeyleri gerçek değerleri ile kabul edebilecek yetişmiş bir aklın gelişmesini engellediğini düşünmeye yatkınızdır. Bu vurgu kaymasının nedenlerinden biri de elbette -burada ele alınmayan nedenlerden ötürü- imalat mantığının siyasi alanı, bırakalım imalatın eylemin bile amaç-araç kategorileri ile belirlendiğini "doğal" kabul ettirecek kadar istila etmiş olmasıdır. Ancak bu durumun şöyle de bir üstünlüğü vardır: imalatçılar ve sanatçılar bu tür konular hakkında kendi görüşlerini ortaya serme ve eylem insanlarına karşı besledikleri düşmanca hisleri açığa vurma imkanına kavuşmuşlardır. Kamunun gözünde bu düşmanlığın gerisinde sadece rekabet yoktur. Sorun şuradadır ki, homo faberin kamu alanı ve onun aleniyeti ile ilişkisi, görünüşleri, kümelenişleri ve biçimleriyle kendi yaptığı, ürettiği şeylerle olan ilişkisinin aynısı değildir. Önceden de varolan bir dünyaya durmadan yeni şeyler ekleyebilecek bir konumda bulunmak için, kendini kamu yaşamından soyutlaması, ondan korunması ve saklanması gerekmektedir. Öte yandan gerçek anlamda siyasi etkinlikler olan eylemek ve konuşmak başkalarının varlığı olmadan, kamudan ve yığının oluşturduğu bir mekandan yoksun bir şekilde icra edilemezler. O nedenle sanatçı ile zanaatkarın etkinliği siyasi etkinlikleri kuşatan koşullardan son derece farklı koşullara tabidir ve sanatçı siyasi şeyler üzerine düşüncelerini söylemeye başladığında, siyasi alana ve onun aleniyetine karşı tıpkı Polis'in imalat zihniyetine ve koşullarına duyduğu güvensizliği hissetmesinde anlaşılmayacak bir yan yoktur. Sanatçının toplumla değil ama siyasetle ilgili gerçek sıkıntısı budur ve siyasi etkinlik karşısındaki güvensizlik ve çekingenlik, eylem adamlarının homo faberin zihniyetine duyduğu itimatsızlıktan daha az meşru değildir.

258
Ancak dikkatimizi "sanat yapmak" tan sanat ürünlerine, dünyada [kalıcı] bir yeri olan şeylere çevirdiğimizde, devlet adamı ile sanatçıyı kendilerine özgü etkinliklere ayrıştıran çatışmanın artık geçerli olmadığını görürüz. Bu şeyler siyasi "ürünler" olan sözler ve edimlerle şu ortak niteliği paylaşırlar: Hepsi de görünebilecekleri ve görülebilecekleri, kendi varlıklarını gerçekleştirebilecekleri, yani herkes için müşterek bir dünyada görünebilecekleri bir kamusal mekan ihtiyacı içindedirler. Özel yaşamın ve özel mülkiyetin gizliliğinde sanat nesneleri kendilerinde içkin olarak varolan geçerliliğe ulaşamazlar; aksine bireylerin sahipleniciliğine karşı korunmaları gerekir. Bu koruma işi kutsal yerlere, tapınaklara ve kiliselere yerleştirilmeleri biçiminde olabileceği gibi, müzelere, anıtların bekçilerine de ait olabilir. İşin bu yanı "kültür"ümüzün özelliğine, yani onlarla etkileşim tarzımıza bağlıdır. Genel konuşursak kültür, siyasi güvenliğini eylem adamlarının sağladığı kamu alanının, özü görünmekten ve güzel olmaktan ibaret bu şeylere sergilenecekleri bir mekan sunması anlamına gelir. Başka bir deyişle kültür, aralarında çatışmalar ve gerilimler de olsa sanat ile siyasetin birbirleriyle ilişkili olduklarını, hatta karşılıklı olarak birbirlerine bağımlı olduklarını gösterir. Güzellik bozulmazlığın dışavurulmasıdır ve arkaplanında kendi başlarına bırakılacak olurlarsa bu dünyada hiçbir iz bırakmadan gelip geçecek olan etkinlikler ve siyasi deneyimler yeralır. Sözlerin ve edimlerin uçucu büyüklüğü, bu dünyada ancak kendilerine bir güzellik bahşedildiği oranda payidar olabilir. Güzellik, yani potansiyel ölümsüzlüğün kendini insanın dünyasında duyururken sergilediği o ışıltılı görkem olmasaydı, ne insan yaşamı nafile bir uğraş olmaktan kurtulabilir, ne de herhangi bir büyüklük kalıcı olabilirdi.

259
Sanat ile siyaseti birbirine bağlayan ortak unsur, her ikisinin de kamu dünyasına ait görüngüler olmasıdır. Sanatçı ile eylemci arasındaki çatışmayı dolayımlayan şey cultura animidir, yani ölçütü güzellik olan görünümler dünyasına bakmak, mukayyet olmak konusunda güven duyulabilecek ölçüde eğitimli ve yetişmiş bir kafa. Çiçero'nun bu kültürü felsefi öğretime bağlamasının nedeni, elde etme arzusu duymadan şeylere salt "izleyici" olarak yaklaşanların yalnızca filozoflar olmasından kaynaklanıyordu. Dolayısıyla onları, büyük oyunlara ve eğlencelere katılarak ne "kraldan onur nişanı almaya" ne de "alarak, satarak kazanç temini"ne çalışan, "sadece olup bitenin çekiciliğine kapılmış ve her şeyin nasıl olduğunu yakından izlemek isteyen" kimselere benzetmişti. Bugün söyleyebileceğimiz gibi tümüyle "ilgisizdirler"; onları yargıda bulunmaya en ehil kılan nitelik de buydu, ama aynı nitelik seyrettikleri manzara karşısında adeta büyülenmelerine de sebep olmaktaydı. Çiçero onlara maxime ingenuum der; yani yaptıkları işten dolayı, özgür doğmuş insanlar arasında en soylu olanlar; sadece görmek uğruna bakmak, bütün uğraşılar arasında en özgür, liberalissimum olanıydı.

260
Etkin güzellik sevgisinin unsurlarını belirlemek, ayrıma tabi tutmak, seçmek, haklarında yargıda bulunmak gibi -Perikles'in [Yunanca] dediği- işlemleri anlatacak iyi bir kelime olmadığından "beğeni" [zevk] kelimesini kullandım ve gerek bu kelimenin kullanılmasını haklı göstermek ve gerekse kültür denen şeyin kendini içinde ifade ettiğini düşündüğüm bir etkinliği belirtmek amacıyla Kant'ın Critique of Judgment'ının [Yargının Eleştirisi], belki de Kant'ın siyaset felsefesinin en büyük ve en özgün yanını içeren ilk bölümünü, "Estetik Yargının Eleştirisi"ne dikkati çekmek istiyorum. Başlıktan da anlaşılacağı gibi bu bölümde izleyen ve yargıda bulunan birinin bakış açısından esastan güzel olanın bir çözümlenmesi yer alır ve başlangıç noktası olarak, güzel olan şey ile etkin bir ilişki olarak anlaşılan beğeni görüngüsünden hareket edilir.

Yargı gücüne en uygun açıdan bakmak ve salt teorik olmaktan çok siyasi bir etkinliği içerdiğini anlamak için, Kant'ın siyaset felsefesi olarak görülen ve aklın yasa koyucu gücünün ele alındığı Critique of Practical Reason'ı kısaca hatırlamak yerinde olur. "Kategorik imperatif' olarak nitelenen "yasa koyma ilkesi" -"daima eyleminizin ilkesi genel bir yasa haline gelebilecek şekilde hareket edin"-, rasyonel düşüncenin "kendi" ile uzlaşma zorunluluğuna dayanır. Örneğin bir hırsız, aslında kendiyle çelişir; çünkü böyle bir yasa onu derhal kazandıklarından mahrum edeceği için, eylem ilkesinin, yani başkasına ait olanı çalmak ilkesinin genel bir yasa haline gelmesini isteyemez. Kişinin kendisiyle anlaşma içinde olması ilkesi, çok eski bir ilkedir; ilk olarak Sokrates tarafından keşfedilmiştir ve temel düsturunu Platon'un formüle ettiği şu cümlede bulur: "Bir[i] olduğum için, kendimle anlaşmazlık içinde olmaktansa bütün dünya ile anlaşmazlık içinde olmayı yeğlerim". Kişinin kendi vicdanıyla anlaşma halinde olması gerektiğini ileri süren Garp etiği ile, çelişkiyi aksiyom olarak alan Garp mantığı, hareket noktalarını bu cümlede bulmuşlardır.

261
Bunun yanında Critique of Judgment'da Kant farklı bir düşünme yolu üzerinde durur; buna göre kişinin "kendi" ile anlaşma halinde olması yetmeyecektir. Bu düşünme yolu, [kendini] "başka herkesin yerine [koyarak] düşünebilmek" ten oluşmaktadır ve Kant bu yüzden ona "genişletilmiş zihniyet" (eine erweiterte Denkungsart) der. Yargının gücü, başkalarıyla potansiyel bir anlaşmaya dayanır ve bir şey hakkında yargıda bulunurken etkin durumda olan düşünme süreci, saf akıl yürütmede olduğu gibi "ben" ile "kendi" arasında geçen bir diyalog değildir; kendini daima ve özünde, "kafamı toplarken yalnız bile olsam", önceden tanıdığı ve sonunda mutlaka belli bir anlaşmaya varmak zorunda olduğu birileriyle öngörülmüş [farazi] bir iletişim içinde bulur. Yargı, kendine özgü geçerliliğini bu potansiyel anlaşmadan alır. Bir yandan bu, bu tarz bir yargının kendini "öznenin özel koşulları"ndan, yani doğal olarak kendi özelliği/gizliliği içinde her bireyin bakış tarzını belirleyen ve özel alana ait düşünceler olarak kaldıkları sürece meşru olan, ama kamu alanına sokulmaya uygun olmayan ve kamu alanında bütün geçerliliklerini yitiren mizaç özelliklerinden kurtarmış olması anlamına gelir. Öte yandan bu düşünme tarzı, tam bir yalıtılmışlık ya da yalnızlık durumunda varolamaz, zira yargı kendi bireysel sınırlarını nasıl aşacağını bilir; düşünmesi için "kendi bulunduğu yerde" başkalarının da bulunmasına ihtiyacı vardır; bu olmadan hiçbir işe yaramaz. Sağlam olmak için mantık nasıl ki "kendi"nin varlığına bağlıdır, aynı şekilde geçerli olmak için yargı da başkalarının varlığına ihtiyaç gösterir. Bu anlamda yargının geçerli olduğu belli/özgül bir sınır vardır, geçerliliği evrensel değildir. Yargının geçerlilik savı, yargıda bulunan kişinin düşünceler ileri sürdüğü yere teşmil edilemez. Yargı, diyor Kant, "her yargıda bulunan tekil kişi" için geçerlidir; ama bu cümlede vurgu "yargıda bulunmak" üzerinedir, yargıda bulunmayanlar ya da yargı konularının/nesnelerinin bulunduğu kamu alanına mensup olmayanlar için geçerli değildir.

262
Yargıda bulunma gücünün tam da Kant'ın kastettiği anlamda bilhassa siyasi bir yeti, yani meseleleri sadece kendi bakış açısından değil, orada bulunan herkesin bakış açısından görebilme yetisi olması; hatta kişiye kamu alanı içinde, müşterek dünyada konumlanma imkanı verdiğine göre, yargıda bulunmanın siyasi bir varlık olarak insanın en temel yetilerinden biri olması; bütün bunlar aslında belirtik bir duruma getirilmiş siyasi deneyimler kadar eski görüşlerdir. Yunanlılar bu yetiye [Yunanca], yani içgörü [basiret] derlerdi ve filozofun hikmetinden ayrı olarak onu devletadamının başlıca erdemi veya hususiyeti saymışlardı. Yargıda bulunma gücü ile kurgusal düşünce arasındaki farklılık şuradadır: Birincisinin kökleri, bizim ağız alışkanlığıyla "sağ duyu" dediğimiz şeydedir; oysa ikincisi bu "sağ duyu"yu durmadan aşar. Fransızların isabetli bir şekilde le bon sens, "iyi duygu" dedikleri "sağ duyu", tam da dünyanın "müşterek" doğasını önümüze serer; tamamen özel ve "öznel" beş duyumuz ile onların sağladığı duyu verilerinin, kendilerini başkalarıyla müştereken sahip olduğumuz ve paylaştığımız öznel olmayan, "nesnel" dünyaya uydurabilmelerini ona borçluyuzdur. Yargıda bulunmak, "dünyayı başkalarıyla paylaşma"nın [duyulur halde yaşandığı] en önemlisi olmasa bile önemli etkinliklerden biridir.

263
Bununla birlikte Kant'ın Critique of Judgment'da ileri sürdüğü önermelerde tamamen yeni, hatta bir başlangıç oluşturma anlamında yeni olan şey şudur; Kant bütün görkemi ile bu görüngüyü, "beğeni" olgusunu, yani salt estetiği ilgilendirdiğinden daima gerek akıl alanının gerekse siyasi alanın dışında addedilmiş yegane yargı türünü incelerken keşfetmiştir. Özel mizaçlar sözkonusu olduğunda tamamen geçerli olan de gustibus non disputandum est -zevkler tartışılmaz- [önermesinde dile getirilen] sözde keyfilik ve öznellik, Kant'ı rahatsız etmekteydi; zira bu keyfilik onun estetik değil, siyasi duygularını incitiyordu. Güzel şeyler karşısında asla aşırı bir duyarlılığa kapılmayan bir kişi olarak Kant, güzel olanın kamusal niteliğinin tamamen farkındaydı. Bu beylik özdeyişin aksine, "başkaları ile aynı hazzı paylaştığımızı umduğumuz" için zevk ile ilgili yargıların tartışmaya açık olduklarını ve "herkesten anlaşma beklediği" için de zevkin çekişme konusu olabileceğini ileri sürmesinin nedeni, güzel olanın kamusal açıdan taşıdığı bu önem ve münasebetti. O nedenle diğer her yargı gibi zevk de sağ duyuya hitap ettiği oranda "özel duygular" ile tam bir karşıtlık içindedir. Siyasi olduğu kadar estetik yargılarda da bir karar sözkonusudur ve bu karar her zaman belli bir öznellik tarafından, herkesin dünyayı kendi durduğu yerden gördüğü ve yargıladığı gibi basit/düz bir gerçek tarafından belirlenmiş olsa da, aynı zamanda dünyanın kendisinin nesnel bir veri, yaşayan herkes için ortak bir şey olduğu gerçeğinden de kaynaklanır. Zevk etkinliği, bizim ona olan yaşamsal ilgilerimizden ve içerdiği faydadan bağımsız bu dünyanın nasıl görüneceğine ve duyulacağına, insanların orada ne göreceklerine ve ne duyacaklarına karar verir. Zevk, dünya hakkında görünümü ve dünyeviliği içinde yargıda bulunur; dünyaya olan ilgisinin "çıkar"la hiçbir ilgisi yoktur. Bu demektir ki burada bireyin yaşam ilgilerine ve kendinin ahlaki ilgilerine yer yoktur. Zevkin yargıları açısından dünya insan olmayan, ne insanın yaşamı ne de kendi olan ilk şeydir.

264
Üstelik bugün bile zevkle ilgili yargıların keyfi oldukları düşünülür; çünkü onlar, tanıtlanabilir olgular ile, temellendirme yoluyla kanıtlanabilir gerçeklerin [tarafları] anlaşmaya varmaya mecbur etmesi anlamında zorlayıcı bir mahiyet taşımazlar. İkna edici olmak bakımından siyasi görüşlerle aynı özelliği paylaşırlar; -Kant'ın çok güzel söylediği gibi- yargıda bulunan kişi, sonunda kendisiyle anlaşacakları umuduyla sadece "başkalarının rızasına işmarda bulunur" [işmar etmek: el, göz, kaş ya da baş işaretiyle bir şey demek]. Bu "işmar" [kur] ya da iknada bulunma, Yunanlıların [Yunanca] dedikleri ve karşılıklı konuşan insanlara özgü siyasi bir biçim olarak gördükleri inandırıcı ve ikna edici konuşmaya karşılık gelir. Fiziksel şiddeti dışarda bıraktığı için, Polis'in yurttaşları arasındaki etkileşime ikna egemendir; filozoflar, bunun bir başka şiddet dışı zorlama tipinden, hakikatin [sebep olduğu] zorlamadan da ayrı olduğunu biliyorlardı. Aristo'da ikna, felsefi konuşma biçiminin (Yunanca) karşıtı olarak ortaya çıkar. Çünkü felsefi diyalog tarzı hakikatin bilgisi ve bulgusuyla ilgiliydi, o nedenle kanıtlamanın zorlayıcı niteliğine sahipti. Oysa bu durumda kültür ve siyasi yaşam birbirlerine aittirler, çünkü burada söz konusu olan bilgi ya da hakikat değil, daha ziyade yargı ile karardır; yani kamusal yaşam alanı ve müşterek dünya üzerine makul bir görüş alışverişi ile, bu müşterek dünyada hangi tür eylem tarzında bulunulacağı, hangi tür şeylere yer verileceği ve onlara nasıl bakılacağı gibi hususlar.

265
Başta gelen kültürel etkinliklerden biri olan beğeniyi insanın siyasi yetileri arasında saymak kulağa öylesine tuhaf geliyor ki, sanıyorum çok daha aşina olduğumuz ama teorik olarak pek az kabul gören bir başka düşünceyi daha belirtmek durumundayım. Hoşlarına giden ve gitmeyen konularda aralarında bir benzerlik bulduklarında insanların ne denli süratle birbirleriyle kaynaştıklarını, neredeyse birbirleri için yaratıldıklarına inandıklarını hepimiz biliriz. Bu ortak deneyimden bakıldığında sanki zevk, dünyanın nasıl görüneceğine değil, aynı zamanda kimlerin orada birarada bulunacaklarını da belirler gibi görünmektedir. Bu aidiyet duygusunu siyasi terimlere göre düşünürsek, zevki temelde aristokratik bir örgütlenme/düzenleme ilkesi olarak kabul etmek durumunda kalırız. Ama zevk [ilkesinin] siyasi anlamı bundan çok daha öteye ve derine uzanır. İnsanlar müşterek dünyalarına ait şeyler hakkında yargıda bulunduklarında, bu yargılarda şeylerin kendisinden başka şeyler de yer alır. Yargıda bulunmakla kişi belli ölçülerde kendini, ne tür bir kişi olduğunu da ortaya koyar ve irade dışı gerçekleşen bu teşhirin, kendini salt bireysel mizaç özelliklerinden kurtardığı ölçüde bir geçerliliği vardır. İşte konuşma ve eylem alanı odur; bu kişisel niteliği kamunun önüne çıkartan, sahip olabileceği bireysel vasıflar, tıynet vs.'den ziyade "kim olduğu"nu dışavuran etkinlikler bağlamıdır siyasi alan. Bu bakımdan siyasi alan, yine sanatçının ve imalatçının yaşadığı, işlerini yaptığı ve kişisel vasıfları ile yaptığı şeyin niteliğinin daima hesaba katıldığı alanın karşıtıdır. Bununla birlikte zevk yargısının hedefi basitçe bu nitelikler değildir. Tersine nitelik çekişmenin dışında kalır; her ne kadar geride niteliğin apaçıklığını kabul eden ancak birkaç kişinin kaldığı sanatsal ve kültürel çöküş zamanları varolmuşsa da, nitelik en az hakikat kadar zorlayıcı bir şekilde varlığını duyurur ve yargı kararlarının dışındadır; ne ikna yoluyla ne de kur/işmar yoluyla hakkında mutabakata varmayı gerektirir. Gerçek anlamda yetişmiş/eğitimli bir kafanın -cultura animi- etkinliği olarak zevk, ancak nitelik bilincinin geniş bir yayılma olanağı bulduğu, gerçekten güzel olanın kolayca kabul gördüğü yerlerde ortaya çıkar; çünkü zevk ayrım yapar, nitelikler arasında seçimde bulunur, karar verir. Bu anlamda zevk ile onun dünyaya ait şeyler hakkında sürekli tetikte bulunan yargı gücü, salt güzele duyulan ve hiçbir ayrım gözetmeyen müfrit sevgiye sınırlar koyar; imalatın ve niteliğin bulunduğu alana kişisellik unsurunu sokar, yani ona humanist bir anlam verir. Zevk [ilkesi] , onun altında ezilmemekle güzelin dünyasını barbarlıktan kurtarır; güzele, kendi "kişisel" biçimi içinde özen gösterir ve bu sayede bir "kültür" yaratır.

266
Kültür gibi humanizm de köken itibariyle Romalıdır; yine burada da Yunancada Latince humanitas'a karşılık gelen bir kelime yoktur. Dolayısıyla -burada anlatılanları bağlamak maksadıyla- zevk [ilkesinin] güzeli insani kılan ve bir kültür yaratan siyasi bir yeti olduğunu göstermek için Roma'dan bir örnek almamda yakışıksız bir yan olamaz. Çiçero'da öyle tuhaf bir önerme vardır ki, sanki bilhassa zamanın beylik yargılarına ters düşmek amacıyla ileri sürülmüştür: Amicus Socrates, amicus Platon sed magis aestımanda veritas. [Sokrates('i severim, ya da) dosttur (dostumdur), Platon('u severim, ya da) dosttur (dostumdur), ama doğruyu daha üstün tutarım (tutmak gerek)]. Katılınsın katılınmasın bu eski söz Romalı humanitas duygusunu, yani kişi olarak kişinin bütünlüğü duygusunu epey incitmiş olmalıdır; zira insani olanın kıymeti ve kişisel paye, arkadaşlıkla birlikte, burada mutlak bir hakikatin önceliğine kurban edilmektedir. Yine de Çiçero'nun söylemek durumunda kaldığı şu sözlerle karşılaştırıldığında hiçbir şey mutlak ülküsünden, zorlayıcı hakikatten bundan daha uzak olamazdı: Errare mehercule mala cum Platone . . . quam cum istis (sc. Pythagoraeis) vera sentire: "Düşmanları ile birlikte doğru görüşleri savunmaktansa, Platon'la yoldan çıkmaya razıyım". İngilizce çeviri, özgün metinde varolan ikiliği tam aksettirmemektedir; cümlede kastedilen şudur: Pitagorasçı irrasyonalite ile hakikati "sezin"lemektense (sentire), Platoncu rasyonalite ile yoldan çıkmak evladır. Ama sözkonusu diyalogda verilen cevaba bakarak bu yorumu yapmak pek mümkün gözükmemektedir: "Benim şahsen böyle bir adamla yoldan çıkmaya itirazım olmazdı" (Ego enim ipse cum eodem isto nan invitus erraverim). Burada yine birlikte yoldan çıkılacak kişiye vurgu yapılmaktadır. Dolayısıyla ingilizce çeviriyi izlemekte beis yoktur. Bu durumda cümlede açıkca şu söylenmektedir: Bizi hakikatten uzaklaştıracak bile olsa Platon'un ve fikirlerinin yoldaşlığını tercih etmek bir zevk meselesidir. Bilhassa hakikat sözkonusu olduğundan son derece cüretkar, hatta haddinden fazla cüretkar bir önermedir bu. Güzellik konusunda da aynı önermede bulunulabilirdi; çünkü hakikat, aklını eğitenler için olduğu kadar duyularını eğitenler için de en az aynı ölçüde zorlayıcıdır. Çiçero'nun aslında söylediği şudur: Gerçek bir humanist için ne bilim adamının doğruları, ne filozofun hakikati ne de sanatçının güzeli mutlak olabilir; uzman bir kişi olmadığından humanist yargı gücünü ve zevk [ilkesini] kullanır ki, bunlar uzman bir kişinin bize dayattığı zorlamaların dışındadır. Bu Romalı humanitas [duygusu] , her bakımdan özgür olan, -hatta felsefede, bilimde ve sanatlarda bile- zorlamayı değil, özgürlük sorununu tayin edici bulan kimseler için geçerliydi. Şöyle der Çiçero: İnsanlarla ve şeylerle hasbıhalimin olduğu her konuda ne hakikat ne de güzel olan tarafından mecbur tutulmayı kabul ederim.

268
Bu humanizm, cultura animinin, yani dünyaya ait şeylere nasıl mukayyet olacağını, koruyacağını ve hayranlık duyacağını bilen bir tutumun sonucudur. Bu anlamda pek çok bakımdan birbirine ters düşen tamamıyla siyasi olan ile tamamıyla imalata özgü etkinlikler arasında arabuluculuk, hakemlik yapma görevi ona düşmektedir. Hümanistler olarak devlet adamı ile sanatçı arasındaki çatışmaların üstüne çıkabiliriz, çünkü öğrenmek ve iştigal etmek zorunda olduğumuz uzmanlıkların ötesine geçerek özgür olabiliriz. Zevk [ilkesini] özgürce nasıl kullanacağımızı öğrendiğimiz ölçüde her tür filistenizmin ve uzmanlığın da üzerine çıkabiliriz. O zaman bize Platon'un ya da geçmişin başka büyük yazarlarının işlerinin çoktan bittiğini söyleyenlere nasıl karşılık vereceğimizi biliriz; Platon'a yöneltilmiş bütün eleştiriler doğru bile olsa, yine de eleştirenlerinin değil de Platon'un daha iyi bir yoldaş olabileceğini anlarız. Her halükarda -bizimkine benzer tarzda kültürü ciddiye alan ilk halk olan- Romalıların yetişmiş/görgülü bir kişinin nasıl olması gerektiği hakkındaki düşüncelerini unutmamalıyız: Geçmişten olduğu gibi bugün de insanlar arasından, şeyler arasından, düşünceler arasından yoldaşını nasıl seçeceğini bilen biri.


.
.
.
.