05 Haziran 2016

Hoimar Von Ditfurth - Dinazorların Sessiz Gecesi

.
.














.
.

Dinazorların Sessiz Gecesi  (1974)

Hoimar Von Ditfurth
(Çev. Veysel Atayman), Alan Yayıncılık, 1994 İstanbul


1. Kitap

12
Assam’da (Hint eyaleti) larva bırakma aşamasında, düşmanlarından kurtulmak için, … kendisini koruyan bir tırtıl yaşamaktadır. Kelebek araştırmacılarının Attacus Edwardsii adını verdikleri, üstü parlak, altı mat imparator ipeğini üreten tırtıldır bu.

Öteki birçok kelebek tırtılı gibi, bu tırtıl da, nemfa dönemi geldiğinde, kozanın içinde kelebekleşmeyi bekler. Bu ipekböceği ayrıca gizleyici örtü olarak bir de yaprak kullanır.

13
Tırtılın bu örtünme işini gerçekleştiriş tarzı, önceden belirlenmiş, belli bir hedefe yönelik amacın büyük ölçüde varlığına işaret eder gibidir. Çünkü yeşil, yaş bir yaprak, bir tırtılın onu bükerek koruyucu bir kabuk gibi örtünmesine olanak vermeyecek kadar esnek ve dengesizdir. Attacus tırtılı … kalkıp yaprağın sapını ısırır (ama daha önce yaprak düşmesin diye onu ipeğiyle dala bir güzel bağlar!). Bu girişimin kaçınılmaz sonucunda yaprak kurumaya başlar. Başka bir deyişle kuruyarak büzülür. Ama kuruyan bir yaprak aynı zamanda yuvarlaklaşır da. Birkaç saat sonra ipek böceği, içine girebileceği ideal bir yaprak boru elde etmiştir bile. … Buraya kadar bile oldukça şaşırtıcı, hayranlık uyandırıcı bir öyküdür bu; üstelik işin daha başında sayılırız.

Solmuş bir yaprak, “ambalaj” olarak gerçi tırtıla güvenilir bir korunak sunar, ama kuru yaprak öteki bütün yeşil yapraklar arasında hemen göze batmaktan da kurtulamayacaktır. … er ya da geç, kuşlardan biri böyle kuru bir yaprağı da inceleyecek ve içindeki lezzetli tırtılla karşılaşacaktır.

14
… imparator ipeğinin böceği, bu sorunu oldukça zekice, ama etkili bir biçimde çözmüştür. … Tırtıl, içine gireceği yapraktan başka, beş altı yaprağın daha sapını ısırarak bunları içinde yatacağı o yaprağın yanına yapıştırır. Böylelikle, dalda sarılmış, kuru altı-yedi yaprak yan yana sallanıp dururlar. … Kuşun larvayı ilk yoklamada bulma şansı 1/6’dır. Bu orandaki bir riziko güvencesi, kozasının içinde bilinçsiz ve hareketsiz uyuyan kelebek larvasına, hayatta kalma mücadelesinde oldukça büyük bir avantaj sağlar.

15
Bütün bunların ancak oldukça akıllı bir insanın hayatta kalabilmek için başvurabileceği yollar olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Oysa gerek merkezi sinir sisteminin ilkelliğini gerekse öteki davranışlarını göz önüne bulundurduğumuzda Attacus tırtılının ne belli bir amacı tasarlayabilmesi ne de bu doğrultuda akıl yürütebilmesi söz konusu olabilir.

17
… pratikte organik bir beyinden yoksun olan tırtılın akıllılığından söz etmek anlamsızdır. … Gene de … Belli bir amaca ve hedefe yöneliklik, gelecekteki olayları tahmin etme, kendi dışındaki canlı türlerinin olası davranışlarını ve tepkilerini hesaba katma, akıllılığın belirtileri değillerse nedirler?

18
Bu söylenenlerden … olağanüstü heyecan verici bir sonuç çıkmaktadır: Akıl (zekâ), bu dünyaya biz insanlarla birlikte gelmemiştir. Bu sonuç, öyle sanıyorum ki modern bilimlerden çıkarabileceğimiz en önemli ilkelerden birini dile getirmektedir. Belli bir amaca ve hedefe ulaşmaya çalışmak, ortam ile uyum sağlamak, öğrenmek, öğrendiğini sınamak, deneyimleri bellekte toplamak, hayal gücünü kullanmak ve yaratıcı buluşlar yapmak; bütün bu beceriler ve yetenekler, … bireysel beyinler ortaya çıkmadan önce vardırlar. … Akıl, hayal gücü, tasarlama, amaca yönelme becerisi, evrenin başlangıcından evren ile birlikte var oldukları için, doğa yalnızca hayatı değil, beyni ve bilinci yaratabilmiştir.

19
… doğa bilimlerinin ortaya çıkardığı bu gerçeğe bakarak canlı doğanın her alanında karşımıza çıkan düzenin ardında, onu dıştan düzenlemiş ya da düzenleyen, doğaüstü bir ruhun ve aklın var olduğu biçiminde aceleci sonuçlar çıkarmaktan kaçınmak gerekir.

20
Özellikle hayal gücü, yaratıcı buluş ya da gelecekteki olanak ve olasılıkların önceden kestirilmesi gibi etkinliklerin, bizim, yani insanın beyninin varlığını şart koştuğunu sanmamız bir yanılgı belirtisidir. Hint ipeklisinin tırtılı bize, evrende (Dünyada) bu türden işlemlerin en eski beyinlerden daha eski olduğunu kanıtlamaktadır.

38
Çevremizde bulduğumuz Dünyanın ve evrenin bütün zenginlikleri, çeşitlilikleri ve gizli nedenleriyle özellikle de biz insanların beyinlerinin kapasitesine sığmasını beklememizin ardında, ne büyük bir saflık yatıyor Bizden başka hiçbir canlıda bu serüvenci düşünceye rastlama olanağı yoktur. Dışımızdaki bütün öteki yaşama biçimlerinde, böyle bir beklentinin olanaksız olduğunu çok iyi bilmekteyiz.

39
Neandertal beyninin, onun göz algısının çok arkalarında kalan gerçekliğin parçalarını kavrayacak kadar gelişmemiş olduğunu kesinlikle iddia edebiliriz. Dünyanın büyük bölümlerinin bu ön insanın yaşantı alanı dışında kaldığını ya da ona göre yok sayılabileceğini ileri sürmek pek güç olmasa gerekir.

40
Ama söz konusu olan kendimizsek, aynı şeyleri düşünmekte nedense güçlük çekeriz. O zaman, bugüne kadar uzanagelen milyarlarca yıllık gelişme sanki yalnızca bizi şu anda bulunduğumuz gelişmişlik basamağına tırmandırabilme amacına hizmet etmiştir, diye düşünmekten kendimizi alamayız…

Gerçekte ise durumumuz, Neandertal insanınkiyle karşılaştırıldığında öyle dişe dokunur bir değişme göstermemiştir. … son 100 bin yılın bu ilerlemeleri, evrenin o korkunç boyutları ve içinde gözlemlenmesi gereken olay ve nesnelerin akıllar durdurucu karmaşıklığı ve bolluğu karşısında devede kulaktır.

92
… bundan yaklaşık 5-6 milyar yıl önce uzay tozu kütlelerinden, bugün üzerinde yaşadığımız gezegen doğdu. Varoluşunun ilk aşamasında bugünkünden birkaç kat büyük, gevşek dokulu bir toptu. Gittikçe artan ağırlığı yavaş yavaş büzülüp topaklaşmasına ve kütlesinin yoğunlaşmasına yol açmakla kalmadı, artan basınç, başlangıçta karmakarışık kütle yığınlarının içerdikleri radyoaktif elementlerin … etkisiyle, büyük bir ısınmaya yol açtı.

[Yaklaşık 4,5 milyar yıl önce dünyanın bugünkü görünümüne kavuştuğu düşünülüyor.]

155
…yerden 15 km yükseklikte 1000 metreküp havada ortalama 100 değişik mikroorganizma saptanmıştır. 25 km’de bu yoğunluk 15’e düşmektedir.

158
… yeryüzündeki deneylere göre daha yıllar önce kimi organizmalar mutlak sıfır noktası sayılan eksi 273 C’de bile hiçbir zarar görmeden yaşamsal işlevlerini sürdürebilmekteydiler.

163
Tüm belirtiler, tüm bulgular, tüm kanıtlar, hayatın doğuşunda öyle birdenbire ortaya çıkma gibi bir durumun kesinlikle söz konusu olmadığını apaçık göstermektedir.

165
… en uzak geçmişte bugün yeryüzünde rastladığımız elementlerin hemen hepsi vardı. Ne var ki bunlar birbirlerinden yalıtılmış değil de çeşitli kimyasal bileşimler halindeydiler. [gaz halinde yer alanlar: amonyak, metan, karbondioksit ve su].

166
Bu bağlamda her şeyin hidrojenle başladığını bir kez daha anımsatmakta fayda var.

172
Sorun metan, amonyak, su ve karbondioksit gibi dört temel bileşimden, proteinlerin, nükleik asitlerin ve hayatın bütün öteki karmaşık yapı taşlarının, bunları üretecek canlı öncülleri ortalarda yokken, nasıl türemiş olduklarını açıklayamamaktan kaynaklanıyordu.

173
(Chicagolu bir kimya öğrencisi Stanley Miller)
1953 yılında metan ve amonyağı bir araya getirdi, suyla karıştırdı. yeryüzünde birkaç milyar yıl önce egemen olan özgün koşulların aynısını kopya etmeyi aklına koymuştu, güneşin morötesi ışığı ve elektrik deşarjları, yani yıldırımlar, Miller ikincisini, yıldırımları seçti, yüksek gerilim uyguladı, 24 saat içinde bir dizi organizma bileşiminin yanı sıra çok önemli 3 amino asidin de meydana gelmesine yol açmıştı: Glisin, alanin ve asparajindi. … aminoasitler, biyolojinin vazgeçilmez temel öğeleri olan proteinlerin oluşumunu sağlayan moleküllerdir. Bütün bilinen proteinleri kuran aminoasit sayısı 20’dir. İşte Miller bu 20 aminoasitten üçünü elde etmişti.

194
Canlı ile cansız arasında, yaşayan ile yaşamayan, diri ile ölü doğa arasındaki çizgi gerçekten nereden geçmektedir?

197
… virüsler ilk bakışta kolay ve sorunsuz görünen bir ayrımı yapmaya ve doğanın canlı bölümü ile cansız bölümü arasına kesin bir çizgi çekmeye kalkıştığımızda, bu alanda geçerli bir tanım getirebilmenin ne kadar güç olduğunu göstermek bakımından da çok ilginç örneklerdir. Ayrıca biyolojik, yani canlı dünyaya özgü “üreme” ya da “çoğalma” kavramının canlılığın yeterli ve güvenilir bir belirtisi olabileceği düşüncesinin ne ölçüde yanıltıcı olduğunu da gene virüslerin varlığıyla kanıtlanmaktadır. Bu ve benzeri gerekçelerden ötürü son yıllarda biyoloji uzmanları canlı niteliğini belirleyebilme konusunda tanımlarını dayatabilecekleri yeni ölçütler aramaya başlamışlardır. … “enerjiyi düzenli bir biçimde dönüştürebilme” yeteneği…, “düzenli enerji dönüştürme mekanizmasına ilişkin bilgiyi başka bir özdeş sisteme aktarabilme yeteneği”…

198
… biyoloji uzmanları canlı niteliğini belirleyebilme konusunda tanımlarını dayatabilecekleri yeni ölçütler aramaya başlamışlardır. Bu bağlamda kullanılmaya başlanan yeni ölçütlerden biri enerjiyi düzenli bir biçimde dönüştürebilme yeteneğidir. Bir başkası ise, ‘düzenli enerji dönüştürme mekanizmasına ilişkin bilgiyi başka bir özdeş sisteme aktarabilme’ yeteneğidir. [canlı-cansız ayrımını tanımlayabilme güçlüğünün nedeni aslında çok basittir:] Canlı olmayanla canlı olanı birbirinden ayırt etmeye kalkışmak, aslında doğaya onun kendisinde bulunmayan bir duruma ilişkin dıştan bir müdahale ve bu müdahaleye bağlı bir kavram getirme anlamına gelmektedir. Gerçekten de böyle bir girişim doğaya, kendisinin tanımadığı sınırları yerleştirmekle eşanlamlıdır.

199
(Maddenin cansız durumdan canlı duruma geçtiğini varsaydığımız bölge…) … canlı olanın yeryüzünde ortaya çıkmasıyla birlikte, sanıldığı gibi yepyeni, temelden farklı ve beklenmedik bir şeyin birden kendini gösterdiği (bir durum yaşanmamıştır). (Hayat daha çok adım adım, basamak basamak ve gelişme zincirleri halkasında herhangi bir boşluk bırakmadan ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla hangi uğrakta, hangi noktada ve hangi durumda ortaya çıktığını söylemek olanaksızdır.)

Bugüne kadar bulunabilmiş en eski fosiller, çekirdeksiz algler türünden mineraller içindeki fosilleşmiş cisimlerdir ve bunların üç milyar yıldan daha uzun bir geçmişleri vardır. Ne kadar ilkel olurlarsa olsunlar, bunlar bile oldukça karmaşık … organize edilmiş yaşam biçimlerini temsil etmektedirler.

209
Bundan yaklaşık 3,5 milyar yıl önce yeryüzünde canlıların görünmeye başladığı aşamada…

221
Mikroskoplarla organların hücrelerine ulaşan bilim adamları, sinir hücrelerinin yarım metreyi bulan uzantılarını da ortaya çıkarmakta gecikmediler. Bu kollar vücudun her noktasına ulaşırlarken, içlerinden elektrik sinyalleri geçiyor, bu sinyaller hücre yapıları öteki hücrelerden tamamen farklı beyin merkezi hücrelerinden yollanıyorlardı.

Bu yeni boyutların ortaya çıkartılması, bilim adamlarının hayat olayına tamamen değişik bir gözle bakmaya başlamalarına yol açtı. Daha önce çıplak gözle gördükleri insan, hayvan ve bitkilerin hayatı, aslında çıplak gözle görünmeyen milyonlarca, milyarlarca hücrenin ortak faaliyetinden başka bir şey değildi.

229
Bitkiler, hayvanlar ve insanlar yeni edinilmiş bilgilerin ışığında, ancak aracı aygıtlarla görülebilen sonsuz sayıda minik organizmaların (hücrelerin) bir araya gelmesiyle oluşmuş yapılar olarak benimsendiler. [Bu hücreler], bir araya gelerek oluşturdukları organik yapı sisteminin, başka deyişle, bireyin dışında kendi başlarına yaşayabilme yeteneğine sahip değillerdi…

249
Yeryüzündeki hayat tek bir kökten gelmiştir. (250) Bir şifrenin (kodun) yazılması için kullanılan dil, yani doğanın başvurduğu ifade sistemi, bütün canlılar için geçerlidir. Belli bir aminoasidin kurulması için gerekli buyruğu ileten bir baz-üçlü-öbeği ister bakteri, ister çiçek, ister balık, ister insan olsun, bütün canlılar dünyasında aynı aminoasidin kurulmasına yol açar.

254
… bizim sitokrom-c solunum enzimimiz ile Rhesus maymununkinin 104 aminoasitten oluşan diziliminin bir tek aminoasit dışında tıpatıp aynı oluşu, nispeten yakın bir akrabalığın belirtisidir. Köpekle aramızda 11 aminoasitlik bir fark bulunması, akrabalık bakımından nispeten birbirimize uzak oluşun bir göstergesidir. Bir balık, bize akraba olarak bakteriden daha yakındır, ama tavuktan daha uzak. Fırıncının kullandığı mayayla bile oldukça uzak bir akrabalığımız bulunduğu, ikimizin de aynı yaşama biçimini paylaşan bir aileye ait olduğumuz besbellidir. Maya ile aramızdaki bu derin akrabalık kimilerine ters ve inanılmaz gelse de, sitokrom-c enzim zincirinin üzerindeki aminoasitlerin bazılarının her iki durumda da aynı olması hiçbir şekilde rastlantıyla açıklanamayacağına göre, bize bu akrabalığı ‘kutlamak’ kalacaktır.

[Homo sapiens sapiens olan bizler ve primat akrabalarımız, o denli özel varlıklar değiliz; daha çok evrim sahnesine yeni çıkmış varlıklarız. İnsanların öteki yaşam biçimlerine olan benzerlikleri, farklılıklarından daha çarpıcıdır. Uçsuz bucaksız jeolojik çağlar boyunca süregelen derin bağlantılarımızın tiksinti değil, hayranlık uyandırması gerekir. (Ortakyaşam, 10)]


2. Kitap

19
… kloroplastlar sadece bitki hücrelerine özgü organellerdir; daha doğrusu bir hücrenin plazmasında 10 ile 20 arası kloroplastın yer alması, bu hücrenin bir bitki hücresi olduğu anlamına gelir.

20
İnsan ve hayvan, yaşamın üstesinden kloroplastsız gelmek zorundadırlar. Bu yüzden de sırf güneş ışığının enerjisiyle ayakta durabilmeleri sözkonusu olamaz.

27
… yeryüzündeki ilk canlı varlıklar, daha varolduklarından itibaren, kendilerini meydana getiren malzemeyi “yemeye” başlamışlardı. (28) Yeryüzünde hayat daha ortaya çıkar çıkmaz, handiyse kaçınılmaz görünen kıtlık tehlikesiyle burun buruna gelmişti.

54
Oksijensiz bir atmosfer, ultraviyole ışığının ve öteki enerji türlerinin etkisiyle, o ilkel okyanusların başlangıçta iyice “steril” sayılacak suları içinde git gide daha karmaşık molekülleri, sonunda da biyopolimerleri meydana getirdi. Bu moleküllerden ve polimerlerden ilk canlı hücreler oluşur oluşmaz, biyopolimerlerin birikimleri önü alınmaz bir biçimde gerilemeye başladı. Bunlar artık besin olarak öteki canlı hücrelere hizmet etmeye yöneldiler ve abiyotik yoldan ürediklerinden çok daha hızlı bir biçimde tükenmeye yüz tuttular. … besin krizi…

67
Yaklaşık 3,5 milyar yıl önce ilk çekirdeksiz hücreler ortaya çıkmış olmalılar. Daha yüksek düzlemdeki bir evrimin ürünü olan çok hücreli canlıların gelişmesi ise ancak bundan 3 milyar yıl sonra, yani günümüzden 600-700 milyon yıl önce başlamıştır. (68) Ve ilk omurgasız çok hücrelilerden insana kadar uzanagelen evrim içinse “sadece” 600-700 yıl kadar süren bir yol.

121
… ilk gerçek çok hücreli birey, ünlü “Volvox”tur. Volvox sayıları yüzleri hatta kimileyin binleri bulan kamçılı alg hücrelerinden oluşmuş bir birliktir.

123
(Volvox küreleri) … burada ölümsüz olanlar sadece üremeye yarayan çoğalma hücreleridirler. Öteki hücreler belli bir ömrü olan “bedeni” oluşturup, onunla birlikte yok olup giderler.

Bütün bu söylediklerimize bakarak, çok hücreli bir organizma bireyinin, dolayısıyla da biz insanların bedenlerinin, cinsellik hücrelerini paketleyen bir “ambalaj”dan öteye bir şey olmadığını ileri sürmek mümkündür. … bir ambalaj… bir kabuk…


3. Kitap

Dinazorların Sessiz Gecesi
Hoimar von Ditfurth
Alan Yayıncılık 1995 İstanbul

40
Anlaşılır nedenlerden ötürü her zaman, belli bir durumu kendi konumumuzdan ve koşullarımızdan, içinde bulunduğumuz anın perspektifinden hareket ederek değerlendirme eğilimi gösteririz. ... dilimizin kullanım alanında, bu hangi dil olursa olsun, farklılaştırma, ayırt etme, tanıma, öğrenme, seçme ve ayıklama anlamına gelen kavramlar bulunmaktadır... gerek bizim dilimizde gerekse yeryüzündeki konuşulan bütün dillerde, ayırtetme, tanıyıp öğrenme ve seçip ayıklama anlamına gelen kavramların bulunması, bu kavramların, bunların temelindeki düşünce yapılarının, doğuştan getirilmiş olmalarıyla açıklanabilir. Bu düşünce kategorilerinin insana doğuştan hazır gelmesi ise bu kategorilerin, canlı bir organizma ile onun çevresi arasındaki ilişkiyi daha evrimin başında belirlemiş olmalarının bir sonucudur. Ruhsal olay ve süreçlerin ortaya çıkmasından milyarlarca yıl önce, ilk sinir hücresinin varoluşundan milyar| arca yıl geride kalmış bir geçmişte, canlı birey ile çevresi arasındaki ilişkinin bu tekrar üstünde durduğumuz üç kategori tarafından belirleneceği kesindi. Bu kavramların, bugün bizim için taşıdıkları anlamların gizleyici örtüsü, başka deyişle, olup bitene içinde bulunduğumuz bilinçlilik konumundan bakmamız, kuralda, bunların dile getirdikleri ilişkilerin en başta psişik değil de biyolojik karakterli oldukları gerçeğini örtmektedir. Evrimde ortaya çıkan her şey, bu üç kavramın damgasını taşımaktadır; daha net söyleyecek olursak, bu üç kavramın sonucudur.

45
"Görülebilir ışığın" elektromanyetik dalgalar spektrumu içindeki payının ne kadar küçük olduğunu düşünmek bile, görme duyunuza bakarak, gerçeklik diye yaşadığımızşeyin, asıl dünyanın minicik bir bölümünü oluşturduğunu anlamamıza yeter.

46
"olabildiğince az, sadece ille de gerektiği kadar dış dünya" ilkesi... Beynimiz de başlangıçta dünyayı anlamaya değil, onu taşıyan canlıyı ayakta tutmaya yarayan, o günkü ihtiyaca cevap veren bir organdı.

[Tat alma duyusu, 46-54]

121
Biz, bütün öteki canlılar gibi, şu halimizle, önceden tasarlanmış bir planın sonucu olmayıp, sürekli olarak ve ancak ortaya çıktıktan sonra düzeltilen kusurların ürünüyüz.

130
Bitkiler hareketsiz oldukları için göze ihtiyaçları yoktur. … başka hayatları yok etmeden beslenebilen biricik dünya canlılarıdırlar.

131
… bitkiler besin zincirinin ilk halkasını oluştururlar. Bunlar, güneşten gelen enerjiyi dönüştürerek sonunda etoburlar da dahil olmak üzere bütün canlıların kullanabileceği hale getiren vazgeçilmez aktarım “antenleridirler”.

136
Dış dünya ile kurulmuş ilk ve en ilkel ilişkiden başlayıp, algılama organlarımıza kadar uzana gelen gelişmeyi bir kıstas olarak alırsak, aradan geçen 4 milyar yılın ardından rekorun görme duyumumuzda olduğunu kolaylıkla kavrarız. Bir tek bu duyu, ötekilerden farklı olarak hemen hemen sadece salt bir dış "nesneye" dönük duyum olma özelliği kazanmıştır. Böyle salt dış nesneye dönük bir optik duyum geliştirebilmemizin tek nedeni, ışığın, bugünkü konumumuzdan kavramaya kalktığımızda, bizim İçin, biyolojik anlamı çok azalmış bir çevre özelliği olmasıdır. ... İşe böyle baktığımızda, gözlerimizi bitkilere borçluyuz da diyebiliriz.

137
Işık bizi biyolojik bir büyüklük (miktar) olarak belli bir anlamda hiç ilgilendirmemektedir. Bitkiler, … başımızdan bu derdi almışlardır! İşe böyle baktığımızda, gözlerimizi bitkilere borçluyuz da diyebiliriz.

146
Nesne özneye dönüşüyor.
... evrimin belli bir uyarımı hayat bakımından işlevsel kılabilmesi için, bu uyarımın son derece güncel ve hayati bir önem taşıyor olması gerekmişti. Ama işte bu alabildiğine sınırlı arzın içindeki belli uyarımlar, denemeden başarıyla çıkmayı becerdiler. Gelişme bu arzın içindeki uyarımların biyolojik önemlerini de minik adımlarla azalta azalta, onların biyolojik işlevlerini sonunda tamamen geri plana itmeyi başardı. Biyolojik kökenli uyarımların yerini, dış dünyanın bir imgesi, kopyası anlamında, dolaylı (soyut) enformasyon taşı yan uyarımlar aldı.

Dışa bağımlı, edilgen nesne, dışa yön verecek etken özneye dönüşüyordu. ... Organizmanın, çevresinden bağımsızlaşması süreci...

149
... bitkilerin tamamen kendilerine özgü madde özümseme süreçleri, onu hayat verici bir enerji kaynağı olarak kullanmanın dışında, ışıktan herhangi başka bir yararlanmalarını kesinlikle önlemiştir.

… bitkiler hiç değilse yiyeceklerinin peşinden koşmak zorunda kalmamışlardır.

157
[Bitki-Hayvan'lar]
(150) Euglena, bitkilerin güneş ışığı topladıkları kloroplast organellerine sahiptir. Bu sayede Euglena, fotosentez yoluyla beslenir; dolayısıyla güneş enerjisi yardımıyla, inorganik maddeleri organik maddelere dönüştürebilir.

Euglena'yı bir bitkinin özellikleri konusunda uzmanlaşmış bir organizma saysak bile, bu organizmalardan, yani hücrelerden oluşmuş bir kültürü, gölgelik bir yerde tuttuğumuzda karşımızda bir bitki olduğunu ileri sürmemiz güçleşebilir. Çünkü gerçek bitki hücreleri koloniler halinde gölgede uzun süre ayakta kalamazlar. Oysa Euglena farklı davranmaktadır. Euglena'yı ışıktan çıkartıp gölgeye aldığımızda, fotosentez olayının gerçekleştiği kloroplastlar ağır ağır yaşama yeteneklerini yitirirler, ama hücrelerde yavaş yavaş, hem de hiç zarara uğramadan hayvansal bir beslenme tarzına yönelip, ...hayat enerjilerini parçaladıkları bakterilerden ve başka organik malzemeden elde ederler. Bu özellikleri tanımlayıcı terimle "heterotrof" bir süreç gerçekleştirirler.

171
[Retina ancak sürekli olarak hareket yani titreşim halinde bulunması durumunda görüntü oluşturabilir.) Göz doktorları, gözümüzün kış durmaksızın ince ve hızlı titreşimlerle hareket ettiğini (keşfetmişlerdi). ... gözümüz, saniyede elli titreşim yapmaktaydı yaklaşık. (Eğer bu titreşim gerçekleşmez ise 2 saniye sonra göz görme yeteneğini kaybeder.), (astronotlar yerçekiminin ortadan kalkmasıyla göz titremelerindeki hızın artmasından dolayı, yaklaşık 150km öteden dünyayı daha net görebilmişlerdir.), (saniyede 50 Hertzlik titreşim ne balıklarda, ne kuşlarda, ne sürüngenlerde ne de amfibi hayvanlarda bulunmaktadır.)

179
(Schipperheyn, 15 saniye sonra, kurbağa soluk alıp verse de, retina üzerindeki sinyal akışının kendiliğinden kesildiğini tespit etmiştir.)

180
"Olabildiğince az dış dünya ile yetinme" ilkesi... Evrimin bu aşamasında, hareketin dışında, göz retinası üzerinde oluşan öteki dış dünya nesnelerine ilişkin bilgiler, beyni boşu boşuna meşgul eden lüzumsuz görüntülerden başka bir şey değillerdi.
(Gözümüz örneğin bir metin okurken sadece odaklandığı harfleri net görür. sağdaki, soldaki, alttaki, üstteki harfler gittikçe flulaşır). (181) Göz bebeğinin tam karşısına gelen retina bölgesinin, fovea centralis'in| gerçek net görüntü oluşturabildiğimiz bu alanın çapı sadece 0. 2 milimetredir. Buradaki minicik nokta içine toplanmış ışık hücrelerinin hepsi değilse bile gene de çoğu, tek bir iletici sinir hücresiyle görme merkezine bağlıdırlar.... Retina üzerinde ortalama 100 hücre, topladıkları enformasyonu, "aynı tek kaba" doldurarak beyne yollarlar


4. Kitap

Dinazorların Sessiz Gecesi
Hoimar von Ditfurth

17
Doğuştan gelme, türe özgü bu programlara "içgüdü" diyoruz. İçgüdüler, doğuştan gelme "deneyimlerden" başka bir şey değillerdir. Bireyin, kendine yarayan davranışları seçerek biriktirdiği deneyimler değillerdir bunlar; onun ait olduğu türün yüz milyonlarca yıl içinde topladığı deneyimlerdir. Bu işin içinde öyle doğaüstü metafizikle ilintili bir yan aramak beyhudedir. Sadece düşünce tarihi geleneği içinde oluşmuş olan ve bedensel, maddi gelişme ile ruhsal gelişmeyi birbirinden tamamen kopuk, iki ayrı boyut olarak algılamamıza yol açan bir önyargıya öylesine paçamızı kaptırmışızdır ki, içgüdülerin, öteki deyişle paket programların oluşum süreçlerini sırf bu yüzden kavramakta güçlük çekeriz.

18
Belki de "deneyimlerin kalıtımla miras alınması" düşüncesinin yerine belli beyin yapılarının kalıtımla miras alınması düşüncesini koyduğunuzda, bildiğimiz kadarıyla çoğu kimseyi zorlayan psikolojik engel ve dirençlerin de ortadan kalkması daha kolaylaşabilir.

19

... orta beyinde depolanmış bir program, türün evrim boyunca biriktirdiği deneyimlerle eşanlamlıdır. Tür, birey değildir. Orta beynin gelişme aşamasında, ortalıkta henüz özne yoktur.
.
.
.
.