.
.
.
Mekâna
Yayılan Heykel
Sculpture
in the Expanded Field, October,
spring 1979
Genişlemiş Mekânda Heykel
Genleşmiş Mekânda Heykel
Rosalind Krauss
(Çev. Tuncay Birkan), Sanat Dünyamız, Sayı:82 Kış 2002 (Heykel Özel
Sayısı) s.103-110
103
Tarlanın ortasına doğru hafif bir tümsek ve toprakla bir kabartı var;
burada bir yapıt olduğuna dair tek uyarı da bu. Yaklaşınca çukurun büyük kare
şeklindeki yüzeyi ve kazılmış yere inmek için gereken merdivenin ucu
görülebiliyor. Nitekim yapıtın kendisi bütünüyle yerin altında: Yarı avlu, yarı
tünel, içeriyle dışarısı arasında bir sınır niteliğinde, ahşap kazık ve
kirişlerden hassas bir yapı. Mary Miss’in 1978 tarihli Perimeters/Pavilions/Decoys (Çevreölçümler/Kulübeler/Tuzaklar) adlı
işi şüphesiz bir heykel, daha doğrusu bir toprak-yapıt.
Son on yıldır oldukça şaşırtıcı şeylere heykel denmeye başlandı: İki
ucunda TV monitörleri olan dar koridorlar; doğa yürüyüşlerini belgeleyen büyük
fotoğraflar; sıradan odalar tuhaf açılarla yerleştirilmiş aynalar; toprağa
çizilmiş geçici patikalar. Böyle ilgisiz işlere, heykel kategorisiyle her ne
kastediliyorsa ona ait olma hakkını hiçbir şey veremezmiş gibi gözüküyor.
Tabii, bu kategori neredeyse sonsuz biçimde genişletilebilecek hale
getirilmemişse.
Savaş-sonrası Amerikan sanatına eşlik eden eleştirel uygulamalar
büyük ölçüde bu manipülasyona hizmet ettiler. Bu eleştirinin elinde, heykel
ve resim gibi kategoriler, olağanüstü bir esneklik gösterisiyle eğilip büküldü,
çekiştirilip genişletildi; bir kültür teriminin neredeyse her şeyi kapsayacak
şekilde nasıl genişletilebileceği örneklendi. Ve heykel gibi bir terimin bu
şekilde çekiştirilmesi, yüzeyde öncü estetik -yenilik ideolojisi- adına
yapılsa da alttan alta bir tarihselcilik mesajı verilmektedir. Yeni, geçmişin
biçimlerinden aşama aşama evrimleşmiş gibi görüldüğü için, aşinalaştırılarak
rahatlatıcı hale getirilir. Tarihselcilik yeni ve farklı olan üzerinde,
yeniliği azaltıp farklılığı hafifletmek amacıyla çalışır. Evrim modeline başvurarak
deneyimimizde değişime yer açar, böylece şu anki adam bir yandan çocukluğundan
farklı kabul edilirken, bir yandan da eşzamanlı olarak -telos'un görünmez
işleyişi sayesinde- aynı görülür. Ve bu aynılık algısı, zaman ya da mekândaki
yabancı her şeyi, zaten bildiğimiz ve olduğumuz şeye indirgemeye yönelik bu
strateji bizi rahatlatır.
1960’ların estetik deneyiminin ufkunda minimal heykel belirir
belirmez, eleştiri bu yapıtlar için bir soy inşa etmeye, bu nesnelerin
garipliğini meşrulaştırabilecek ve böylece sahicileştirebilecek bir dizi
Konstrüktivist baba bulmaya başladı. Plastik mi? Ağır geometriler mi? Fabrika
üretimi mi? Bunların hiçbiri aslında
garip değildir, bunu göstermek için Gabo, Tatlin ve Lizitski’nin hayaletlerini
tanık kürsüsüne çağırabiliriz. Birinin içeriğinin öbürününkiyle hiçbir ilişkisi
yokmuş, hatta onun taban tabana zıttıymış, boş ver. Gabo’nun selüloidi
berraklık ve düşünselliğin göstergesiyken, Judd’un daylo boyalarıyla renklendirdiği plastikleri Kaliforniya’nın zamane
argosunu konuşuyormuş, boş ver. Konstrüktivist biçimler evrensel geometrilerin
değişmez mantık ve tutarlılığının görsel kanıtları olma iddiasındayken, onların
minimalizmdeki sözde eşdeğerlerinin bariz biçimde olumsal olmaları -akılla
değil çelik halatlarla, zamkla ya da yerçekimi rastlantılarıyla bir arada
tutulan bir evreni işaret etmeleri- önemli değildi. Tarihselliştirme hırsı
bütün bu farkları bir kenara süpürüveriyordu.
104
Zaman geçtikçe bu süpürme işlemlerini yapmak biraz daha zorlaştı
elbette. 1960'lardan 1970'lere geçilince ve "heykel" denen şey yere
yığılmış iplik atıkları, galeriye taşınmış kızılağaç kütükleri, çölden
kazılmış tonlarca toprak ya da etrafı ateşlerle çevrili kütükler olmaya
başlayınca, heykel sözcüğünü telaffuz etmek zorlaştı — ama aslında o kadar da
zorlaşmadı. Tarihçi/eleştirmen daha kapsamlı bir el çabukluğu ile onyıllardan
değil binyıllardan soykütüğü çıkartmaya başladı. Yapıtın tarihle bağlantısına
tanıklık etmek ve böylece heykel statüsünü meşrulaştırmak için her şeye
-Stonehenge, Nazca çizgileri, Toltek top sahaları, Hint höyükleri vb-
başvuruldu.
Şüphesiz Stonehenge ve Toltek top sahaları tam anlamıyla heykel
değillerdi; dolayısıyla tarihselci öncel sıfatıyla oynadıkları rol burada biraz
şaibeli hale geliyor. Ama ne gam! Uzak geçmiş ile bugün arasında arabuluculuk
yapması için yüzyılın ilk yarısından çeşitli ilksel yapıtlara -Brancusi'nin
Sonsuz Sütun'u işimizi görür- başvurarak da yapabilirsin yapacağını.
Ama bütün bunları yaparken, koruduğumuzu sandığımız terimin kendisi
-heykel- bir şekilde bulanıklaşmaya başlamıştır. Bir tikeller grubunu
olumlamak için evrensel bir kategori kullanmayı düşünmüştük, ama kategori
artık, kendisi de çökme tehlikesinde olan bir heterojenliği kapsamaya zorlanmış
durumdadır. Biz de gözlerimizi topraktaki çukura dikip heykelin ne olduğunu
hem bildiğimizi hem de bilmediğimizi düşünürüz.
Yine de ben heykelin ne olduğunu gayet iyi bildiğimizi söyleyeceğim.
Bildiğimiz şeylerden biri de bunun evrensel değil, tarihsel sınırları olan bir
kategori olduğudur. Diğer bütün uzlaşımlar için geçerli olduğu üzre, heykelin
kendi iç mantığı ve çeşitli durumlara uygulanabilseler de kendi içlerinde çok
fazla değişime açık olmayan kendi kurallar kümesi vardır. Öyle görünüyor ki
heykel mantığı anıt mantığından ayrılamaz. Bu mantık sayesinde heykel anma
işlevi gören bir temsildir. Belli bir yere oturur ve bu yerin anlamı ya da
kullanımı hakkında simgesel bir dille konuşur. Marcus Aurelius'un, antik
imparatorluk Roması ile modern Rönesans Roması'nın yönetim merkezi arasındaki
ilişkiyi simgesel varlığıyla temsil etmesi amacıyla Campidoglio'nun merkezine
yerleştirilmiş olan heykeli bu tür bir anıttır. Bernini'nin San Pietro
Bazilikası'nı papalığın kalbine bağlayan Vatikan demiryolunun eteğine
yerleştirilmiş olan Konstantinos heykeli de, yine bu türden, belli bir yere
özgü bir anlam oluşturan bir anıttır. Nitekim temsil ve işaretleme mantığıyla
bağlantılı olarak işlev gördükleri için, heykeller normalde figüratif ve
dikeydirler; kaideleri, gerçek yer ile temsil edici gösterge arasında bir
aracılık işlevi gördükleri için yapının önemli birer parçasıdır. Bu mantığın
çok da esrarlı bir yanı yoktur; gayet iyi kavranmış ve uygulanagelmiş olduğu
için Batı sanatında yüzyıllardır muazzam bir heykel üretiminin kaynağı
olmuştur.
Ama uzlaşım değişmez bir şey değildir ve bu mantığın başarısız olmaya
başladığı bir zaman gelmiştir. 19. yüzyılın sonlarında anıt mantığının
zayıflayışına tanık olduk. Bu, aşama aşama gerçekleşti. Ama akla, her ikisi de
kendi geçiş statülerinin izlerini taşıyan iki örnek geliyor. Rodin'in Cehennemin Kapıları ve Balzac adlı heykelleri anıt olarak
tasarlanmıştı, ilki 1880 yılında yapılması planlanan bir dekoratif sanatlar müzesinin
giriş kapısına yerleştirilmek üzere; ikincisi ise 1891 yılında, edebiyat dehasının
anısına Paris'te belli bir yere dikilmek üzere sipariş edilmişti. Çeşitli
ülkelerdeki çeşitli müzelerde birçok türevlerinin bulunmasına rağmen, ikisinin
de özgün yerlerinde bulunmaması -ikisi de çökmüştür- bu yapıtların anıt olarak
başarısızlıklarına işaret eder. Başarısızlıkları bu yapıtların yüzeylerinde
bile kodlanmış bir halde mevcuttur: Kapılar o derece oyulmuş ve işlenmiştir ki
kapı olarak bir işe yaramadıkları adeta yüzlerinden okunur; Balzac heykeli de öyle bir öznellik
içerir ki Rodin'in kendisi bile (yazdığı mektuplardan anlaşıldığı üzre) yapıtın
kabul edilebileceğine inanmamıştır.
105
Bence bu iki heykel projesiyle anıt mantığı eşiği geçilip onun negatif
durumu denebilecek bir şeye -bir tür yersizliğe ya da evsizliğe, mutlak bir yer
kaybına- yani modernizme girilir, zira heykel üretiminin modernist dönemi tam
da bu yer kaybıyla bağlantılı olarak işler ve anıtı bir soyutlama; işlev
bakımından yersiz ve büyük ölçüde kendine gönderen katışıksız bir işaret ya da
kaide olarak üretir.
Modernist heykelin konumunun ve dolayısıyla anlamının ve işlevinin
esasen göçebe olduğunu işte bu iki özelliği beyan eder. Heykel, kaideyi
fetişleştirerek, onu kendi bünyesine katmak için aşağıya uzanır ve bulunduğu
fiili yerden uzaklaşır; kendi malzemelerini ve inşa ediliş sürecini temsil
ederek kendi özerkliğini betimler. Brancusi'nin sanatı bunun nasıl
gerçekleştiğini gösteren olağanüstü bir örnektir. Horoz gibi bir yapıtta kaide
nesnenin figüratif parçasının morfolojik üreticisi haline gelir; Kadın Heykeli
Şeklinde Taş Sütun ve Sonsuz Sütun'da, heykel kaideden ibarettir; Adem ve
Havva'da ise heykel, kaidesiyle karşılıklı bir ilişki içindedir. Böylece kaide
esasen taşınabilir bir şey olarak tanımlanır; yapıtın, heykelin dokusuna dahil
olan evsizliğinin işareti olur. Brancusi'nin bedenin parçalarını köklü bir
soyutluğa yönelen parçalar olarak ifade etmekle ilgilenmesi de, bir yer
kaybına, bu örnekte bedenin geri kalanının kaybına: bronz ya da mermer kafalar
için bir yuva olan iskeletin kaybına tanıklık eder.
Modernist heykel, anıtın negatif durumu olduğundan, araştırılması
gereken bir tür idealist mekâna, zamansal ve mekânsal temsil projesinden kopmuş
bir alana, zengin ve yeni, bir süre verimli bir şekilde işletilebilecek bir
damara sahipti. Ama bu sınırlı bir damardı: yüzyılın başlarında açılmıştı,
50'lere gelindiğinde ise tükenmeye yani gittikçe daha fazla "saf
olumsuzluk" olarak yaşanmaya başladı. Modernist heykel bu noktada bilinç
uzayındaki bir tür kara delik gibi, olumlu taraflarını tanımlamanın gittikçe
zorlaştığı bir şey, ancak ne olmadığına bakılarak bir yere oturtulabilecek bir
şey olarak görünüyordu. Barnett Newman ellili yıllarda "Heykel, bir resme
bakmak için geri çekildiğinizde çarptığınız şeydir" diyordu. Ama altmışlı
yılların başında karşımıza çıkan yapıtlar söz konusu olduğunda, heykelin kesin
bir no mand's lana" e girmiş olduğunu söylemek muhtemelen daha doğru
olur: Bir binanın üzerinde ya da önünde bulunup da binaya dahil olmayan, ya da
manzarada bulunup da manzaraya dahil olmayan şey heykeldi.
106
1960'ların başlarından akla gelen en saf örneklerin ikisi de Robert
Morris'e aittir. Bunlardan biri 1964'te Green Gallery'de sergilenmişti. Yapıt
heykel olma statüsü neredeyse bütünüyle "heykel, odada olup da aslında
odaya dahil olmayan şeydir" şeklindeki bir saptamaya indirgenebilecek olan
yarı-mimari kütlelerden oluşuyordu; öteki yapıt ise aynalı kutuların açık
havada sergilenmesinden oluşmaktaydı — görsel olarak çimen ve ağaçlarla bir
süreklilik içinde olsalar da, aslında sadece manzaranın bir parçası olmadıkları
için, içinde bulundukları ortamdan ayrı sayılabilecek biçimlerdi bunlar.
Bu anlamda heykel tam tersini oluşturan mantığın içine girip saf olumsuzluk
haline, bir dışlamalar bileşimi haline gelmişti. Denebilir ki heykel bir
olumluluk olmaktan çıkmış ve artık mimari-olmayan'a manzara-olmayan'ın
eklenmesinin ürünü olan bir kategori halini almıştı. Diyagramlarla anlatacak
olursak, modernist heykelin sınırı; ne o/ne de o'nun eklenmesi şöyle görünür:
Bu durumda, heykelin kendisi bir tür ontolojik namevcudiyet,
dışlamalar bileşimi, ne o/ne de o'nun
toplamı haline gelmişse de, bu heykeli meydana getiren terimlerin kendilerinin
-manzara-olmayan ve mimari-olmayan- hiçbir ilginç taraflarının olmadığı
anlamına gelmez. Çünkü bu terimler inşa edilmiş olanla inşa edilmiş olmayan,
kültürel olanla doğal olan arasındaki katı bir karşıtlığı ifade ederler ki
heykel sanatı üretimi tam da bu karşıtlıkların arasında asılı kalmış gibidir.
1960'ların sonlarından başlayarak, art arda birçok heykelcinin üretim
sürecinde, dikkatler bu dışlama terimlerinin dış sınırları üzerinde odaklanmaya
başladı. Zira, bu terimler bir olumsuzlar çifti olarak ortaya konan mantıksal
bir karşıtlığın ifadesi olsalar da, birbirlerinin aynı olan ama olumlu olarak
ifade edilen karşı kutupların basit bir tersine-çevrilişiyle
dönüştürülebilirler. Yani, belli bir tür genişleme mantığına göre,
mimari-olmayan, manzara terimini ifade etmenin bir başka yoluyken,
manzara-olmayan da mimaridir. Bahsettiğim genişlemeye, matematikçiler
tarafından kullanıldığında Klein grubu, insanbilimlerindeki işlemlerin
haritasını çıkarmakla uğraşan yapısalcılar tarafından kullanıldığında da
Piaget grubu denir. Bu mantıksal genişleme sayesinde, bir ikili karşıtlıklar
kümesi, aynı zamanda hem başlangıçtaki karşıtlığı yansılayan hem de onu açan
dörtlü bir alana dönüştürülür; "mantıksal açıdan genişlemiş bir alan"
haline gelir ve şöyle görünür:
107
Bu yapının boyutları şöyle incelenebilir: (1) Eksen adı verilen (ve
kendi içinde karmaşık eksen ve nötr eksen olmak üzere ikiye ayrılan) iki saf
çelişki ilişkisi vardır ve bunlar düz oklarla gösterilir; (2) Şema adı verilen
ve dolaşıklık olarak ifade edilen iki çelişki ilişkisi vardır, bunlar da çifte
okla gösterilir ve (3) Deixes adı verilen iki içerim ilişkisi vardır, bunlar da
kesik çizgili oklarla gösterilir.
Bunu bir de şu şekilde söyleyebiliriz: Heykel Klein grubunda yer alan
"manzara-olmayan + mimari-olmayan" şeklindeki nötr terime
indirgenebilse bile, bu şemada kompleks olarak geçen bir karşı terim -hem
manzara hem de mimari olacak bir terim- tasavvur etmemek için bir neden
yoktur. Ama kompleks hakkında düşünmek, sanat alanına, daha önce ona dahil
edilmesi yasaklanmış olan iki terimi sokmak demektir: Manzara ve mimari —
bunlar, heykeli tanımlama işlevini ancak olumsuz ya da nötr durumda
gerçekleştirebilecek olan (modernizmde bu işlevi görmeye başlamışlardır)
terimlerdir, ideolojik olarak yasaklanmış olduğu için, kompleks,
"Rönesans-sonrası sanatın kapanımı" adı verilebilecek olan şeyin
dışında tutulmuştur. Başka kültürler kompleks terimi hakkında rahatlıkla
düşünmüş olsalar da, bizim kültürümüz daha önce bu terim hakkında
düşünmemiştir. Labirentler hem manzaradır hem mimari; Japon bahçeleri hem
manzaradır hem mimari; antik uygarlıkların ayinsel oyun alanları ve alaylarının
hepsi bu anlamda sorgusuz sualsiz komplekste ikamet ederler. Ama bu durum,
bunların, heykelin erken dönem, yoz ya da değişik bir formu olduğu anlamına
gelmez. Onlar, heykelin -tarihselci kafalarımızın zannettiği gibi aynı olmayan-
bir parçasını oluşturduğu bir evrenin ya da kültür mekânının parçasıdırlar.
Güttükleri amaç ve verdikleri haz, tam da zıt ve farklı olmalarından kaynaklanmaktadır.
108
Genişlemiş alan, modernist kategori olarak heykel'i kendi aralarında
askıya alan bir karşıtlıklar kümesinin sorunsallaştırılmasıyla yaratılır. Bu
bir kere olduktan, insan bu genişleme içinde muhakemede bulunacak hale
geldikten sonra, -mantıksal olarak- üç kategori daha düşünülebilir; bu
kategorilerin hepsi alanın kendisinin birer koşuludur ve hiçbiri heykel'e
indirgenemez. Zira görebileceğimiz gibi, heykel artık kendisinden farklı olan
iki şey arasındaki ayrıcalıklı orta terim değildir. Heykel, daha çok, içinde
farklı biçimde yapılaşmış başka olasılıkların da bulunduğu bir alanın çevresindeki
terimlerden sadece biridir. Böylece bu diğer biçimler hakkında düşünme
"izni" de kazanılmış olur. Çizelgemiz şöyle tamamlanıyor:
Genişlemiş alan hakkında düşünmeye yönelik bu iznin (ya da baskının),
bir dizi sanatçı tarafından hemen hemen aynı zamanlarda, 1968 ile 1970 yılları
arasında fark edilmiş olduğu açıktır. Zira Robert Morris, Robert Smithson,
Michael Heizer, Richard Serra, Walter de Maria, Robert Invin, Sol LeWitt, Bruce
Nauman... peş-peşe, mantıksal koşulları artık modernist olarak tasvir
edilemeyecek bir duruma girmişlerdir. Bu tarihsel kopuşu ve ona damgasını vuran
kültürel alandaki yapısal dönüşümü adlandırmak için, başka bir terime başvurmak
gerekir. Başka eleştiri alanlarında uzun bir süredir postmodernizm terimi
kullanılıyor. Bizim de onu kullanmamamız için bir neden yok.
Ama hangi terim kullanılırsa kullanılsın, veriler ortada. 1970 yılına
gelindiğinde, Ohio'daki Kent State Üniversitesi'nde bulunan Kısmen Gizlenmiş
Odunluk adlı yapıtıyla Robert Smithson, kolaylık olsun diye yer inşası adını
verdiğim kompleks ekseni işgal etmeye başlamıştı. Robert Morris 1971'de
Hollanda'da ahşap ve çimle inşa ettiği gözlemeviyle ona katılmıştı. O zamandan
beri daha birçok sanatçı -Robert Invin, Alice Aycock, John Mason, Michael
Heizer, Mary Miss, Charles Simonds- bu yeni olasılıklar kümesi içinde
çalıştılar.
Keza, olası manzara ve manzara-olmayan bileşimi de 1960'ların
sonlarında araştırılmaya başlamıştır. Smithson'ın Sarmal Dalgakıran (1970) ve
Heizer'ın Double Ne-gative (Çifte Ret) (1969) gibi yapıtlarını tanımlamak için
işaretlenmiş yerler terimi kullanılmaya başlamıştır; aynı terim, yetmişli
yıllarda Serra, Morris, Carl Andre, Dennis Oppenheim, Nancy Holt, George Trakis
ve daha birçok kişi tarafından üretilen bazı yapıtları da betimler. Ama bu
terim, belli yerlerdeki fiili fiziksel manipülasyonların yanı sıra, başka
işaretleme biçimlerine de göndermede bulunur. Bunlar kalıcı olmayan işaretlerin
-örneğin, Heizer'ın Çöküntüler, Oppenheim'm Time Lines ya da de Maria'nın Mile
Long Drcnving yapıtları- ya da fotoğrafın kullanımı yoluyla işlerler.
Smithson'm Mirror Displace-ments in the Yucatarıı bunun en iyi bilinen
örneğidir büyük olasılıkla, ama o zamandan beri Richard Long ve Hamish
Fulton'ın yapıtları fotografik işaretleme deneyimi üzerinde odaklanmışlardır.
Chris-to'nun Running Fence'inin, yer işaretlemenin kalıcı olmayan, fotografik
ve siyasi bir örneği olduğu söylenebilir.
109
"Mimari + mimari-olmayan”ın
imkânlarını araştıran ilk sanatçılar Robert Irwin, Sol LeWitt, Bruce Nauman,
Richard Serra ve Christo oldu. Bu aksiyomatik yapûarm bütün örneklerinde, bazen
kısmi yeniden inşa, bazen çizimler, bazen de Morris'in son dönem yapıtlarında
olduğu gibi, aynaların kullanılması yoluyla mimarinin gerçek mekânına bir tür
müdahale söz konusudur, işaretlenmiş ver kategorisinde olduğu gibi, bu amaçla
fotoğraf da kullanılabilir: Burada Nauman'ın video koridorları geliyor
aklıma. Ama hangi araç kullanılırsa kullanılsın, bu kategoride araştırılan
imkân, verili bir mekânın gerçekliği üzerinde mimarlık deneyiminin aksiyomatik
özelliklerinin -soyut açıklık ve kapalılık durumlarının- haritasını çıkarma
işlemidir.
Bu postmodernizm alanını belirleyen genişlemiş alan, yukarıdaki
betimlemede örtük olarak zaten bulunan iki özelliğe sahiptir. Bunlardan biri
tek tek sanatçıların pratikleriyle, diğeri de araç sorunuyla ilgilidir. Bu noktaların
ikisinde de, modernizmin sınırlı koşulları mantıksal olarak belirlenmiş bir
kopuş yaşamıştır.
Bireysel pratik konusunda, söz konusu sanatçıların çoğunun kendilerini
genişlemiş alanın içinde farklı yerleri işgal eder halde bulduklarını görmek
kolaydır. Alandaki deneyimler kişilerin enerjilerinin böyle sürekli yer
değiştirmesinin tamamen mantıklı olduğunu ima etmesine rağmen, hâlâ modernist
bir ethos'un etkisi altında olan sanat eleştirisi bu harekete büyük ölçüde
şüpheyle yaklaşmış, ona "eklektik" adını vermiştir. Heykel alanı nın
ötesine geçen yaklaşımlardan duyulan bu şüphe, tabii ki, çeşitli araçların saf
ve ayrı olmasını (ve dolayısıyla bir uygulayıcının belli bir araç içinde zorunlu
olarak uzmanlaşmasını) isteyen modernist talepten kaynaklanır. Ama bir açıdan
eklektik görünen şey, başka bir açıdan kesinlikle mantıklı görünebilir. Zira,
postmodernizm durumu içinde, pratik, verili bir araçla/ortamla -heykel-
bağlantılı olarak değil, bir dizi kültürel terim üzerindeki mantıksal
işlemlerle bağlantılı olarak tanımlanır ve bu işlemleri yapmak için her türlü
araç/ortam -fotoğraf, kitaplar, duvarların üzerindeki çizgiler, aynalar ya da
bizzat heykel- kullanılabilir.
110
Nitekim alan hem verili bir sanatçının işgal edip araştıracağı
genişlemiş ama sınırlı bir bağıntılı konumlar kümesi hem de belli bir
aracın/ortamın koşulları tarafından belirlenmeyen bir yapıt organizasyonu
imkânı sağlar. Yukarıda açımlanan yapıdan, şu açık seçik görülür ki,
postmodernist pratik mekânının mantığı artık, verili bir aracın malzeme hatta
malzeme algısı zemininde tanımlanması etrafında düzenlenmez. Bunun yerine, bir
kültürel durum içinde birbirlerine karşıt oldukları düşünülen terimler evreni
etrafında düzenlenir (Postmodernist resim mekânı da, tabii ki, mimari/manzara
çiftinden farklı bir terimler kümesi -büyük olasılıkla binciklik/yeni-den
üretilebilirlik karşıtlığı üzerinde dönen bir küme- etrafında benzer bir
genişleme yaşayacaktır). O halde bundan, verili mantıksal mekânın yarattığı
konumlardan herhangi biri içinde birçok farklı araca başvurulabileceği sonucu
çıkar. Tek tek her sanatçının bu konumlardan herhangi birini işgal edebileceği
sonucu da çıkar. Ayrıca öyle görünüyor ki heykelin kendi sınırlı konumu
içinde, en güçlü yapıtların organizasyonu ve içeriği de mantıksal mekânın
durumunu yansıtacaktır. Burada, kendini nötr bir terime yerleştirse de görece
geniş alanlara (manzaralara) mimarlık imgelerini yerleştirmekle uğraşan Joel
Shapiro'nun heykelleri geliyor aklıma (Bu kaygılar, tabii ki, başka yapıtlar için
de geçerlidir - mesela Charles Simonds ya da Ann ve Patrick Poirier'nin
yapıdan).
Postmodernizmin genişlemiş alanının, son dönem sanat tarihinin özgül
bir uğrağında meydana geldiğinde ısrar ediyorum. Belirleyici bir yapısı olan
tarihsel bir olayla karşı karşıyayız. Bu yapının haritasını çıkartmak bence çok
önemli, burada da bunu yapmaya başladım. Ama bu bir tarih meselesi olduğu için,
haritacılıktan daha ötelere giden, açıklama sorunuyla ilgili daha derin bir
dizi soruyu araştırmanın da önemli olduğu açıktır. Bu sorular postmodernizme
kaymaya yol açan kök nedenle -olanaklılık koşullarıyla- ilgili olduğu gibi,
verili bir alanın yapılanmasını sağlayan karşıtlığın kültürel
belirleyicileriyle de ilgilidir. Bu, açıkça, biçimin tarihi hakkında düşünme
konusunda, tarihselci eleştirinin girift soykütüğü kurgularıyla geliştirdiği
yaklaşımdan farklı bir yaklaşımdır. Tayin edici kopuşlar yaşandığını kabul
etmeyi ve tarih sürecine mantıksal yapının bakış açısından bakma imkânını
öngerektirir.
.
.
.
.