.
.
.
Bilge Karasu
Ne
Kitapsız Ne Kedisiz
Metis Yayınları
1994 İstanbul
15
Öyle sanıyorum ki yaşamımız,
sürekli bir yapıntı-üretimidir. Sürekli olarak bir yapıntı
içinde yaşıyoruz, ya da, her yaşadığımız (önemli
ya da önemsiz, ağır ya da hafif, güçlü ya da silik bir öğe
halinde) “yaşamımız” dediğimiz yapıntıyı
oluşturuyor. Bu büyük yapıntının öğeleri
de, daha sınırlı, daha küçük yapıntılar.
Kabaca söylendikte, “gerçeklik” adı
verilen şey yok mu demek istiyorum? Hayır. “Gerçeklik”
adı verilen şeyi ancak birtakım
yapıntıların yardımı,
aracılığı, “varoluşturuluşu”
ile algılıyor, kavrıyor, anlamlandırıyor,
düşünüyor, anlıyoruz demek istiyorum.
Bu yapıntılara, imge adını
veriyorum.
Bu yapıntıların
kimi zaman kendisine, kimi zaman da bir ya da birkaç öğesine, başka
başka alanlarda, başka başka
adlar verilmiştir, veriliyor. Beni ilgilendiren, imge adını
verdiğim bu irili ufaklı yapıntıların,
oluşturduğunu düşündüğüm
dizge ya da dizgeler…
İşe, kendimiz üzerine kurduğumuz
imgelerle başlarız. Bunlar, en az, üç tane olacaktır. Bunlardan yola çıkarak
ilişkilerimizin hepsini, her türlüsünü -gitgide genişleyen
çerçeveler çize çize, her çerçevenin içine daha küçük çerçeveler oluşturan
öğeleri ya da öğle öbeklerini yerleştire yerleştire-
içine alan imgeler oluştururuz. Bunların toplumsal boyutlara ulaşmış
olanları, doğayı, tarihi, kültürü “anlamakta” kullandığımız
en kapsamlı dizgeler durumuna gelecektir.
Birbirinin içinde yer alan, bir dizge, ya da, bir
dizgeler bütünü oluşturan bu anlamlandırıcı
çerçevelerin yardımıyla gerçekliği yorumladığımızı,
ona bir anlam verdiğimizi düşünüyorum. Söylediğimiz, düşündüğümüz
herhangi bir şey, birbiri üzerine kurulmuş,
birbirinin tabanını oluşturan bir dizi imgenin
ürünü, sonucu, olabiliyor.
16
Bu deneme, imgeler üzerine kurduklarımı
anlatmak için yazılmıyor. Ama romanın imge-üreticiliğinden
söz açmadan önce, söylenmesi gereken bir iki şey
var.
İmge adını
verdiğim yapıntıları,
daha çok, bir “kalıp”, bir “çerçeve” diye niteleyebilirim. Sözcüğe, deyime çevirebildiğimiz,
dolayısıyla başkalarına
iletebildiğimiz (iletebiliyorsak…), bu çerçeve,
bu kalıp. Ama bu kalıba
her birimizin yerleştirilebildiği, koyabildiği,
kimi zaman hiç iletilemeyecek ölçüde
öznel olabiliyor galiba… Bu öznelliği, bir parça olsun
iletilebilir kılmanın bir yolu, ayrıntıyı dilselleştirebilmek, biraz daha,
biraz daha inceltebilmek…
Oysa imgenin bu güç-iletilebilirliği, kabul etmekte çok
gönülsüz davrandığımız bir şeydir. İletebildiğimize inanır, “anlaşılmaması”
karşısında kırgınlıklara
kapılırız. Ya da bizim “apaçık” gördüğümüzü
başkalarının
niye görüp “istemediğine” bir türlü akıl erdiremeyiz. Kötü niyetten söz ettiğimiz
yerdir burası. Bizim, başkalarının
gördüğüne “yanlış” diye bakmamız,
o görüleni “saçma” saymamız, ya da “bu bir türlü anlaşılacak
bir şeydir, başka türlü nasıl
anlarsınız” dememiz, hep, aynı engelle karşılaştığımızı
kabul etmek istemememizdendir. Dilsel çerçeve ile öznel “dolgu” arasındaki
süreksizliğe katlanmak pek güç geliyor bize. Öznelin ortaklaşa
kullanılamayacağını anlamanın güçlüğüdür
bu. Sızlanmak istediğimizde anlaşılmadığımızı
söyleriz de “anlatım gücümüzün” her şeyi iletmeye yetmesi
gerektiği yollu sarsılmaz bir inançla işe
girişiriz bir şeyler
anlatmağa niyetlendiğimiz zaman…
Bir şey daha var: İmgelerimize pek
bağlıyızdır. Onlara yönelmiş her “saldırı” (ya
da, saldırı olarak görmek istediğimiz, görmeğe hazır
olduğumuz her davranış) bizi çok sert savunmalara
götürür, kolaylıkla saldırganlaşırız
savunma ile yetinemeyip. İmgelerimizde değişiklik
yapmağa hiç katlanamaz gibiyizdir. Oysa, yaşayabilmek için bu imgeleri durmadan düzeltebilmemiz gerekiyor, değiştirebilmemiz,
“zenginleştirebilmemiz” gerekiyor. Yaşamak,
yaşlanmak, dünyaya, insanlara, olup bitene her gün yeniden
bakabilmek, bütün bunların her gün yeniden anlam taşıyabilir
olması, ancak bu değişme
ile olanak kazanır.
17
İmgenin başlıca
niteliği, bütünlenmemişliği,
açıklığıdır, bir bakıma. Sürekli olarak yeni öğeleri sindirebilir, özümleyebilir.
Ne ki, bu yeni öğeleri (imgelerimize yedirmeye çalıştığımız,
katlandığımız, bunu kabul ettiğimiz zaman) var olan (eski)
öğeler doğrultusunda seçmeyi yeğlediğimiz söylenebilir. Kimi
zaman (oldukça seyrek görülen bir şeydir bu) varolan öğelere
aykırı bulduğumuz öğeleri
kabul etmek zorunda kaldığımızı duyarız elbet. Sarsılırız
bu durumlarda. Çünkü değişiklik, imgenin “kapalı” sayılabilecek
“makam”ına, “kip”ine, ana çizgilerine dokunur hale gelmektedir.
Bu özümleme ile
uyarlanma işlemlerinin,
bilginin yapılarından söz edilirken düşünülen özümleme ile uyarlanma işlemlerine
benzediğini sanıyorum. İmgelerimizi uyarladığımızda
bizi zorlayan “gerçeklik” ise, “dış dünya” da olabilir, başka
bir imge de olabilir. “Gerçeklik” dediğimiz, her birimiz için,
imgelerimizden başka bir şey değildir
bir bakıma. İmgelerimizi sürekli olarak bozup düzelterek, yeniden
kurarak, onlara bu özümleme ile uyarlanma işlemlerini uygulayarak,
kendimizi, kendimizin dışında kalanı, anlamlı tutmaya çalışırız.
İmgelerimizin kimi kesimini iletişim
süreçlerinde kullanırız; ama genel olarak
ele alındığında imgeler “kimya”sı, bir iletişim
sorunu değildir; iletişim sürecinin öncesi ile
sonrasında hızlanan, önem kazanan, her
türlü iletişime vereceğimiz, vermek isteyeceğimiz
yönü, biçimi, önemi, anlamı belirleyen, sürekli bir
birleştirme-ayrıştırma
etkinliğidir.
18
İmgelerin değişmesinde,
zenginleştirilmesinde en önemli iki etmen, ilişkiler
(özellikle arkadaş, dost ilişkileri) ile okumalar.
Bizi burada ilgilendirecek olan, okumaların
bir türü… Ama okuma çeşitlerinden biri değil, okunan metin türlerinden biri: Yapıntı
olmadığını ileri sürdüğü durumlarda bile yapıntı niteliği “resmen” bilinen
roman…
.
.
.
.