26 Kasım 2013

Ahmet Hamdi Tanpınar - Huzur

.
.
.




.
.


Huzur (1949)

Ahmet Hamdi Tanpınar
Dergah Yayınları, 1986 İstanbul



Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962)


1943   Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdullah Efendi'nin Rüyaları (hikaye) 1943
1946   Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir (deneme) 1946 (Dergâh Yay. 2004)
1949   Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi (monografi) 1949
1949   Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur (roman) 1949 (Dergâh Yay. 2004)
1955   Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaz Yağmuru (hikaye) 1955
1961   Ahmet Hamdi Tanpınar, Şiirler 1961
1962   Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü (roman) 1962 (Dergâh Yay. 2004)
1967   Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal (deneme) 1967
1969   Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler (deneme) 1969
1970   Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi (deneme) 1970
1973   Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler (roman) 1973
1975   Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahur Beste (roman) 1975 (Dergâh Yay. 2003)
1976   Ahmet Hamdi Tanpınar, Bütün Şiirleri 1976 (YKY 1999)
1983   Ahmet Hamdi Tanpınar, Hikayeler (1983) (Dergah 2002)
1986   Ahmet Hamdi Tanpınar, Aydaki Kadın (roman) d1986
 


5
(Tanpınar Hakkında Birkaç Söz) … Edebiyatta değer … insanı ve hayatı derinlik ve bütün zenginliği ile ifade etmesi … edebiyatın politik ve sosyal gayelerin emrinde bir propaganda vasıtası olmasına karşı çıkmışlardır. … edebiyat, tıpkı resim ve musiki gibi “güzel sanat”tır. … boya ve ses yerine dil.

Yahya Kemal (hocası), Ahmet Haşim, Halit Ziya Uşaklıgil

29
Annesi biraz geriye çekilerek ona yer açtı. Mümtaz bu genç kızı yalnız birkaç saat gördü. Fakat o geceden sonraki uykularında, onun, bütün gece vücudunda duyduğu yakınlığının verdiği duyguyu duydu. Uzun zaman, o gece birkaç kere olduğu gibi, onun kolları arasında, onun göğsünde ve saçları yüzünü örtmüş, yahut alnı nefesiyle buğulu uyandı. Genç kız ikide bir teheyyüçle uyanıyordu. O zaman kesik, adeta insan dışı hıçkırıklarla inliyordu. Bu, belki annesinin dalgın sükutu kadar acı birşeydi. Fakat uykuya dalar dalmaz, bacakları ve kollarıyle Mümtaz'ı kavrıyor, sanki annesinin koynundan zorla çekiyor, yüzü bütün bir saç ve nefes kalabalığıyle yüzüne geçiyor, yahut onu göğsünün tam ortasına çekip bastırıyordu. Mümtaz sık sık bir kucaklayıştan veya iniltilerden uyandıkça, bu yabancı ve bilinmedik iştihalarla dolu vücudu bu kadar kendisiyle iç içe görmekten şaşırıyor, bütün vücuduyla, bir akşam evvel ilk tecrübesini yaptığı ölümden başka türlü ölmeye hazır bu vücut, yaklaştığı her şeyi adeta nefesinde yumuşak bir maden gibi eriten bu nefes bu acayip ve gergin yüz onu korkutuyor, hala yanmakta devam eden gaz lambasının ışığında gözlerinin kendinde olmayan pırıltısını görmemek için gözlerini yumuyordu.

30
Sanki kendi başına işleyen bu ten iştihasının, bu sıcak sokuluşun ve onların boşluğunu tam zıddıyle dolduran iniltilerin hiç tatmadığı cinsten bir büyüsü vardı. Onun için bir türlü bu kucaklayıştan kendisini kurtaramıyor, ılık ve kokulu bir suda uyumuş yorgun bir insanın hem boğulmaktan korkan, hem de uykunun uyuşukluğundan kendisini bir türlü kurtaramayan o garip ve ikizli haliyle onlara kendisini terkediveriyordu. Bu, o zamana kadar tatmadığı bir duyguydu. O zamana kadar muayyen duyumların ötesine geçmeyen vücudu, sanki yepyeni bir dünyaya açılmıştı; bir nevi sarhoşluk içinde vücudunun hiç bilmediği ve tanımadığı noktalarına, sade lezzet anları taşınıp duruyordu, içinde bazı uyku sonlarını andıran çok lezzetli bir tükenme duygusu, hatta bu sıcak, kavrayış ve sokuluşların içinde bir tükenme arzusu vardı. Ve bu arzu en son haddine, şuurun kaybına vardığı, insan ve etrafının adeta birleştiği anda bütün o yorgunluk ve acıların harap ettiği beden birden bire uykuya geçiyordu.

behemahal: ne yapıp edip, her durumda, kesinlikle, mutlaka.

el kasibu habibullah: "kazanan, allah'ın sevgili kuludur.", “Çalışıp kazanan Allah’ın dostudur.”  manasına gelen hadis; islam'ın kapitalist görüşlü bir din olduğuna kanıt hadis. (ekşi)

tecessüs: Belli etmeden kendini ilgilendirmeyen şeyleri öğrenmeye çalışma…

35
… pencerelerden bir fütürist tablo gibi sade göz, sade kulak ve tecessüs, yahut arzulu kadın başları uzanıyor, …

… dünyanın en sulhperver hayvanlarına, iri develere güreş yaptırıyor, tabiatın bu ölçüsüz ve sakin mahluklarını insan aklına uymuş görmekle herkes mesut oluyordu.

munis: alışılan, cana yakın, uygun

36
… tabiatın bize her taraftan “ne diye ayrıldın, sefil ıstırapların oyuncağı oldun, gel, bana dön, terkibine karış, her şeyi unutur, eşyanın rahat ve mesut uykusunu uyursun” dediği saatti.

43
… çocukların güneşte kırılmış ayna gibi insana batan berrak çığlıklarla gülüp konuşmadıkları bir yer …

47
Sonra memlekete dönünce birdenbire hepsini, en sevdiği şairleri bile bırakmıştı. Garip bir şekilde yalnız kendimize ait olan şeylerle uğraşıyor, yalnız onları sevmeğe çalışıyordu. Baki’yi, Nef’i’yi, Naili’yi, Nedim’i, Galip’i Dede ile, Itri ile beraber Mümtaz’a o aşılamıştı.

51
Mümtaz: “… Bunlar sonu cemiyete dayanan realiteler olsa bile, bizi kendimizi inkara değil, şartları değiştirmeye götürmelidir. Elbette ki bizden mesut memleketler ve vatandaşları vardır; elbette ki iki asırlık hezimetlerin, çöküntülerin, henüz kendi şartlarını bulamamış bir imparatorluk artığı olmamızın bir yığın neticesini hayatımızda, hatta etimizde duyacağız. Fakat bu ıztırabın bizi inkara götürmesi, daha büyük bir hezimeti kabul değil midir? Vatan ve millet, vatan ve millet oldukları için sevilir; bir din, din olarak münakaşa edilir, red veya kabul edilir, yoksa hayatımıza getirecekleri kolaylıklar için değil…”

52
Bununla beraber yine ayaklarının dibinde otlayan ve hareketleriyle bir Dufy (Raoul Dufy 1877-1953) fırçasının o her teferruatı ayrı ayrı ve müstakil form olarak sayan denizleri gibi küçük bir rüya sürüsü toplanmıştı.

56
halita: alaşım

64
ledün: tanrı katı

67
Mümtaz'a göre Mahûr Beste Dede'nin bazı beste ve semaileri gibi, Tab'i Efendinin Beyati yürük semaisi gibi hususi yürüyüşü olan, insanı büyük manasında kaderle karşılaştıran bir parçaydı.

68
Çarşı kalabalık, serin ve uğultuluydu. Küçük dükkanların hemen her tarafına bir yığın insan elbisesi, hazır hayat şekilleri, müstakil, dört tarafı kilitli talihler gibi asılıydı. Bir tanemizi al ve giyin ve öbür kapıdan başka bir insan olarak çık!

69
Şu dakikada iyi bir Bonnard'ın (1867-1947) karşısında bulunsa, yahut Beylerbeyi sarayının üst katında denize baksa, Tab'i Mustafa Efendiden bir beste dinlese veya çok sevdiği Sihirli Flüt'ü çalsalar, yine buna benzer şeyler duyacaktı. Kafası, üstüvanesi altından geçen her şeye kendi içindeki ufuneti basan, böylece manasını ve şeklini örtüp kaybeden bir küçük el tezgahına benziyordu. Mümtaz buna "soğuk baskı" derdi.

70
ulviyet: yücelik
vuzuh: açık olma durumu, açıklık
sanem: put, çok güzel kadın

80
"... ölüm muhakkak bir akıbet... Fakat madem ki hayat denen piyango beni teşkil eden adem parçasına isabet etmiş. Madem ki kainat, her zerresiyle benim için canlanmış, o halde duyguların ve duyumların cennetinde, bu acayip Walt Disney oyununda sonuna kadar payımı almalıyım!"

üstüvane: silindir
ufunet: pis koku, cerahat

82
aksülamel: tepki, reaksiyon

85
Hakikaten bu kızda (Muazzez) hoşuna giden bir taraf vardı. Zalim, şımarık, hodbin, beyinsiz, fakat güzeldi. Bir meyva gibi tatlı ve çekiciydi. Onu beğenmek, sevmek, arzu etmek için hiçbir hazırlığa ihtiyaç yoktu. Kumral saçların daima değişen, daima dalgalı çerçevesinden bu yüzü kendine doğru çekmek, bu dişlerin parıltısını öperek, ısırarak kapatmak yetişirdi. Kuyu gibi, fakat aydınlık, lezzetli bir an. Ondan ötesini düşünmek, bir ufuk aramak manasızdı. O, kendisinde başlar, kendisinde biterdi. O kadar ki, doğrudan doğruya telkin ettiği şeyleri bile, bir an düşündükten sonra insan vazgeçebilir, yoluna gidebilirdi.

87
Biraz ileride arkasına dönüp baktı. Sarı kostüm ve kırmızı emprime, yine yan yana idiler, yine Muazzez'in etekleri İclal'in elbisesini küçük çarpışlarla okşuyordu. Fakat artık kol kola değildiler ve adımları, aynı düşüncenin ritmini dokumuyordu.

90
teganni: şarkı söyleme

93
Sonra kalktım; balkona çıktım. İsveç usulü üç-dört derin nefes aldım. Şimdi de Büyükada'ya gidiyorum. Utanmasa, yaşım yirmialtı, Emirgân'da, tepede güzel bir evde oturuyorum, kötü dansederim; balıkta sabırsızlık yüzünden şansım yoktur, fakat iyi yelken kullanırım. Hiç olmazsa deniz kazalarından kurtulmakta birinciyim. Hatırınız için her gün iki tabak semizotu yiyebilir, hatta içtiğim sigaraları bir pakete indirebilirim, diye tamamlayacaktı.

95
- Plakları buldun mu?
- Buldum. Ama biraz eski. Fakat asıl bilmediklerimiz, hiç tanımadığımız parçalar var! İhsan ki bu işe o kadar meraklıdır, o halde mevcudun yüzde birini bilmiyoruz, diyor. Biri çıksa da şunları tanıtsa, notaları neşredilse, diskleri yapılsa, hülasa, şu piyasa musikisinden bir parça kurtulsak! Düşün bir kere, Dede gibi bir adamı yetiştirmişsin. Seyid Nuh, Ebubekir Ağa, Hafız Post gibi adamlar gelmiş, muazzam eserler vermişler. Benliğimizin bir tarafı yapılmış. Sen farkında değilsin; ruh açlığı içindesin... Felaket şurada; bugünkü nesil ortadan çekildi mi, çoğu ezbere olan bu eserler kaybolacak. Meselâ tek başına Münir Nurettin'in bildiklerini düşün.

109
haşiye: dipnot

Mesele, okuduklarımızın bizi bir yere götürmemesinde. Kendimizi okuduğumuz zaman hayatın haşiyesinde dolaştığımızı biliyoruz. Garplı, bizi, ancak dünya vatandaşı olduğumuzu hatırladığımız zaman tatmin ediyor. Hülasa (sözün kısası), çoğumuz seyahat eder gibi, benliğimizden kaçar gibi okuyoruz. Mesele burada. Halbuki kendimize mahsus yeni bir hayat şekli yaratmak devrindeyiz.

110
Sonra da kendimize mahsus, şartlarımıza uygun yeni bir hayat kurmağa çalışacağız. Hayat bizimdir; ona istediğimiz şekli vereceğiz. Ve o şeklini alırken, kendi şarkısını yapacak. Fakat fikre, sanata hiç karışmayacağız! Onları hür bırakacağız. Çünkü, onlar hürriyet, mutlak hürriyet isterler. Masal bir anda, biz istiyoruz diye teşekkül etmez. O hayatın içinden fışkırır. Hele mazi ile bağlarımızı kesmek,

Garba kendimizi kapatmak! Asla! ne zannediyorsunuz bizi! Biz Şark'ın en klasik zevkli milletiyiz. Herşey bizden bir devam istiyor.

- Eskiyi devam ettirdikten sonra, yeni hayat şekli aramak ne için?
- Hayatımızın henüz şekli yok da onun için! Zaten hayat tanzim edilmeye daima muhtaçtır. Hele asrımızda.
- O halde maziyi tasfiye ediyoruz?..
- Elbette... Fakat icabeden yerlerde. Ölü kökleri atacağız; yeni bir istihsale gireceğiz: Onun insanını yetiştireceğiz.

istihsal: üretme, üretim

113
Hangimiz yıldızlı bir gecede kainatı bütün ağırlığıyla sırtımızda taşımayız. Hiç bir şey insanoğlunun cesareti kadar güzel olamaz.

118
Fâhir bu sefer hakikaten gafil avlandı ve karşısındakine bir saniye için hayretle baktı. Fakat Emma, uzakta ilk mimozaların arasında tropikal bir lacivertlikle uzanan denize dalmıştı.

119
mukaddime: önsöz, bir olayın başlangıcı

127
istihza: gizli veya ince alay
istihfaf: küçümseme, hor görme, hafifseme

133
füsun: sihirli, büyülü, afsunlu

150
Herkesin bir talihi var. Ne bileyim, ben, bu talihi kendinden iç dünyasından bir şeyler katarak yaşamayı seviyorum. Yani sanatı seviyorum. Belki o bizi ölümün en iyi, en rahatça kabul edebileceğimiz çehreleriyle karşılaştırıyor. Şurası muhakkak ki, bir insanın hayatı bazan bir sanat eseri kadar güzel olabiliyor.

153
Nuran duvarlardaki yazıları okumağa çalışarak, eski aynalarda kendi hayalini seyrederek dolaşıyordu. Herşeyde garip bir mazi kokusu vardı. Bu, tarih içinde kendi kokumuzdu, ne kadar bizdik.

... Ben Nuran'ın. Kandilli'de otururum. 1937 senesinde yaşıyor, aşağı yukarı zamanımın elbisesini giyiyorum. Hiçbir elbise ve hüviyet değiştirmeye hevesim yok. Hiçbir ümitsizlik içinde değilim ve bu aynalar beni korkutuyor.

154
Tıpkı babasının kendisine öğrettiği o Hint şalı renkli, ağır, işlenmemiş mücevher parıltılı besteler gibi...

157
Hûlasa uzviyetinin ve muhayyilesinin yaptığı bir büyü içinde idi.

164
ferace: kadınların sokakta giydikleri, mantoya benzer, arkası bol, yakasız, çoğu kez eteklere kadar uzayan üst giysisi.
yaşmak: kadınların ferace ile birlikte kullandıkları, gözleri açıkta bırakan, ince yüz örtüsü.

Bu üç günde büyükannesinin hayali onu hiç bırakmamıştı. Tâ çocukken eski bir sandıkta bulduğu çok soluk dakarotip resmin sahibi, beyaz ferace ve yaşmağı, solgun ay ışığı yüzü ve bir uçurumun başında uyanmış ceylan bakışlarıyla kendisine o kadar meçhul iştihalar ilham eden, eski şeylerin zevkini
veren, eski beste ve şarkıları onun için bir yaşama iklimi yapan kadın, şimdi Nuran'a bütün iç hayatını inkâr ettirmeye çalışıyordu. Sanki bu soluk resim her lahzada canlanıyor, "ben diyordu, çok sevildim, onun için bana muhtaç olanların hepsi bedbaht oldular. Kendi yakınında bu kadar canlı bir örnek varken, nasıl cesaret edebiliyorsun?..."

166
"Kim bilir, demişti, belki de çocukluğumda maziden gelen her şeyi inkâr ettiğim için eskiyi bu kadar seviyorum. Yahut da büsbütün başka bir şey olabilir. Biz üç batın evvel köylü idik. İntibakımızı tamamlıyoruz. Annem eski musikiyi severdi. Babam ise hiç anlamazdı. İhsan için bir nevi musikişinastır, diyebilirim. Ben ise onu hayatıma naklettim. Bütün tarih boyunca böyle olmadı mı? Evet, belki de kollektif bir kaderi yaşıyorum.

169
"Yeni Debussy'ler aldım. Behemehal gelin..." Telefonda böyle söylemişti. Debussy'yi, Wagner'i sevmek ve Mahur Beste'yi yaşamak, bu bizim talihimizdi.

172
Hiçbir meselede Nuran, Mümtaz'ın hayatını tasarrufa kalkmamıştı. Sevginin insan hüriyetine bir tecavüz olmamasını istiyordu.

176
Sabih'in fikri olmasına lüzum yoktur, çünkü gazete vardır. Her cinsten gazete, onun hem okyanusu, hem gemisi, hem pusulası ve kaptanıdır. Onun için bazı mizaç değişiklikleri hariç, o gün okuduğu gazete ile beraber tabedilmişe benzer.

178
İkisi de alaturka musikiyi çok sevmekle beraber, muayyen makamlardan öteye pek az geçerlerdi.

Ferahfeza'yı, Acemaşıran'ı, Beyati'yi, Sultani Yegâh'ı, Nühüft'ü, Mahur'u tercih ederlerdi. Bunlar asıl ruh iklimleriydi... Fakat bunlarda da her eseri olduğu gibi kabul etmezlerdi. Çünkü Mümtaz'a göre alaturka musiki eski şiirimize benzerdi. Orada da asıl sanat addedilen ve öyle yapılandan şüphe etmek gerekirdi. Daha ziyade bugünün muayyen seviyede zevkiyle, garplı terbiyenin zevkiyle seçilen eserler güzel olabilirdi. Bunların dışında Hüseyni'yi ancak Tab'i Mustafa Efendi'nin bestesi cinsinden birkaç eserinde ve Dede'nin bazı eserlerinde beğenirler, Hicazdan Hacı Halil Efendi'nin meşhur semayisini bilirler, Uşakî Hacı Arif Bey'in meşhur iki şarkısıyle, Suzidilârâyı Selim-i Salis'in kaderiyle birleşmiş hususi bir zaman addederlerdi.

179
Mecit ve Aziz devirlerinde çok başka cûcişli bir kaç ağır şarkı ile, Emin Bey gibi zamanımızda klasik zevki en halis tarafından toprağını sevmiş bir egzotik nebat veya gecikmiş bir bahar gibi devam ettiren ustaların eserleri, saz semaileri ve  kârınâtıklar (kâr-ı-natık) bu sevgileri tamamlardı. Mümtaz'a göre bunlar eski musikimizin modern duygu ve anlayışla birleştiği taraflardı. Elli altmış seneden beri modern adı verilen resim cereyanlarının bir dört yüzle bin beş yüz arasında yetişmiş eski ustalarda bulduğu şeyi, asıl sanat ve duygu yeniliğini, o, bu bestelerde, semai ve şarkılarda, bu ağır ve yaldızlı, renkli oymalı tavanlara, mücevherlere gark olmuş sekiz çifteli kayıklarından seyredilen Boğaz manzaralarına benziyen kârlarda bulurdu.

cûciş: coşkun

180
Seyit Nuh'un Nühüft bestesi, Mümtaz için bizim şarkımızın en kendisi olan tarafıydı.

181
Dede'nin Acemaşiran Yürük Semaisi Nühüft'den çok başka türlü zengindi. O bir yığın ölümden sonra bir hatırlamaya benziyordu. Sanki yüzbinlerce ruh bir arafta bekleşiyordu.

182
Hayat, nasıl iki kutbun arasında çalışıyordu? Bir tarafta insan için bir yığın yükseltici şey, öbür tarafta da sanki bütün bu yükseltici şeylerle aramızı kesmek, bizi onlardan ayırmak isteyen küçük endişeler, hesaplar, bedava düşmanlıklar vardı.

Adile Hanım eski musikimizi sever ve haz alırdı. Fakat sanat bile bazı tabiatları yumuşatamıyordu.

184
Meselâ Nuran, "o anda" kelimesini "o ânde" diye söyler, böylece Türkçe için çok uzun bir çekişten sonra en hafif üstünü getirebilirdi. Bu İstanbul şivesi dediğimiz, Nedim'in ve Nabi'nin hayran oldukları terbiye ve zevkin içinde yetişme idi. Çocuklarını kendi aralarında evlendiren eski orta halli evlerin ve konakların cazibesini biraz da bu yapardı.

185
Mümtaz, zevkimizin bu son ve karışık rönesansının bu kadar gizli kalmasına şaşıyordu. ... Şüphesiz bunlarda da bir alafrangalık vardı. Fakat ötekilerden çok ayrıydı.

188
Tevfik Beyin sofra zevki bir tarih felsefesine kadar uzanırdı.

Tevfik Bey küçük bir hüsnüniyetle işe başlayıp küçük zevk düşkünlüğünde çehresini tamamlıyan Tanzimattı.

hüsnüniyet: temiz yüreklilik, iyi niyet

192
maroken taklidi cüzdan

195
cam evâni

202
Tab'i Mustafa Efendi'nin Bayâti'den Aksak semâisi ... "Çıkmaz Derûn-i dilden efendim muhabbetin"

203
Eski musikimiz bunlardan biriydi. Nuran'la tanıştıktan sonra bu sanat onun için bütün kapılarını açmış gibiydi. Şimdi onda insan ruhunun en saf ve diriltici kaynaklarından birini buluyordu.

205
Nuran tarikatleri çok merak ediyor, fakat ikisi de mistik yaratılışta olmadıklarından üzerinde durmuyorlardı.

- (Nuran) Ben o zamanlar gelseydim... muhakkak Celveti olurdum, dedi.
- (Mümtaz) Şark bu, güzelliği de burada. Tembel, değişmekten hoşlanmaz, geleneklerinde adeta mumyalanmış bir dünya, fakat bir şeyi, çok büyük bir şeyi keşfetmiş. Belki vaktinden çok evvel bulduğu için kendine zararı dokunmuş.
- Nedir o?...
- Kendisini ve bütün alemi tek bir varlık halinde görebilmenin sırrını. Belki de gelecek ızdıraplarını hissettiği için bu panzehiri bulmuş. Ama unutmayalım ki dünya ancak bu noktadan kurtulur.
- Bulduğu şeyin ahlakını yapabilmiş mi?...
- Zannetmem, fakat bu buluşta kendisini avuttuğu için hareket imkanlarını az çok azaltmış... Yarı şiir bir hülyada, realitenin sınırlarında yaşamış.. Mamafih bu hali benim hoşuma gitmiyor, deve kervanı ile seyahat gibi ağır ve yorucu geliyor...

206
- (Nuran) Niçin eskiye bu kadar bağlıyız?
- İster istemez onların parçasıyız. Eski musikimizi seviyoruz, iyi kötü anlıyoruz. Elimizde iyi kötü bize maziyi açacak bir anahtar var... O bize üst üste zamanlarını veriyor, bütün isimleri giydiriyor, içimizde bir hazine bulunduğu, Ferahfeza yahut Sultani Yegah'ın arasından etrafımıza baktığımız için.

Mümtaz'a göre İstanbul peyzajı (kır resmi), bütün medeniyetimiz, kirimiz, pasımız, güzel taraflarımız, hepsi musikideydi. Garbın bizi anlamaması, aramızda yabancı olarak gezmesi de yine onu anlamamaktan geliyordu.
 (Üsküdar) Birşeyler yapmak, bu hasta insanları tedavi etmek, bu işsizlere iş bulmak, mahzun yüzleri güldürmek, bir mazi artığı halinden çıkarmak...

207
- (Mümtaz) Yeni bir hayat lazım. ... Fakat sıçrayabilmek, ufuk değiştirmek için dahi bir yere basmak lazım. Bir hüviyet lazım... Bu hüviyeti her millet mazisinden alıyor.

208
(Mümtaz) ... bu çöküşte yaşayan şeyler arıyorum. Onları değerlendiriyorum.

Mezarında bütün sevdiği şeylerle, mücevherleri, altın süsleriyle, sevdiklerinin tasviriyle yatan bir eski zaman ölüsü gibi bir şey... Kapılar kapanınca uyanıyor ve eski hayat başlıyor... Yıldızlar parlıyor, sazlar çalınıyor, renkler konuşuyor, mevsimler doğuruyor... Fakat hep ölümün ötesinde. Hep bir tasavvur, bir başkasına ait rüya gibi...

209
- Dünyanın her tarafında aşk aynı değil midir?
- Hayır ve evet... yani fizyolojik iş olarak pek değil! Böceklerle memeli hayvanlar arasındaki farkı düşün. Deniz hayvanlarının biçare üreyişlerini düşün, insanlarla öbür memeliler arasındaki farklar, sonra kavim, kabile, cemaat, medeniyet arasındaki farklar... Mesela sen rahip böceği olsaydın, Emirgan'a ilk geldiğin gün beni yemiş olurdun...

210
- (Mümtaz) Benim kafamdaki ölülere gelince, onlar benim kadar sende de mevcut şeyler. Asıl hazini nedir bilir misin? Onların tek sahibi bizleriz. Onlara hayatımızda bir pay vermezsek tek yaşama haklarını kaybedecekler... Zavallı dedelerimiz, musikişinaslarımız, şairlerimiz, adı bize kadar gelen herkes hayatımızı süslememizi o kadar iştiyakla (özlemle) bekliyorlar ki... en umulmadık yerde karşımıza çıkıyorlar.

214
Renoir'in Okuyan kadını...

215
... Nuran daha ziyade Ghirlandajo'nun (Domenico Ghirlandaio Mabed'e Takdimindeki Floransalı kadını, sol eli kalçasında, başı şakak kemiğinin küçük çıkıntısını ve çenenin çukurunu daha ziyade belirten latif bir yana eğişte adeta omuzla birleşmiş, biraz ilerisinde geçen manzaraya bütün hüviyetiyle akan o yarı kadim dünya ihtişamını hatırlatıyordu.

217
- (Nalan) Niçin bugünü yaşamıyorsun Mümtaz? Neden ya mazidesin, ya istikbaldesin. Bu saat de var.

219
Sanki kainat, Shelley'in dediği gibi akıcı bir ihtişam olmuştu.

220
... Dede'nin ferahfeza Peşrevi...
rahmani: tanrı ile ilgili, tanrısal

Neşati'nin beyti
Ettik o kadar ref-i taayyün ki Neşati
Ayine-i-pür tab-ı tecellada nihanız!

223
(Mümtaz, yazmakta olduğu kitap hakkında) hepsini tekrar değiştirmek lazımdı. Hamlelerle değil, sağlam bir düşünce ile çalışmak istiyordu.

226
- (Nuran) Kuzum, senin yaşın bu kadar genç. Öyle olduğu halde bütün bu eski şeyleri nerden seviyorsun?
227
Cerrahpaşa'yı gezmişlerdi. Nuran, avlularında ot bitmiş, damı çökük, fukara yatağı medreselere, harap Tabhaneye Hekimoğlu Alipaşa Camiinin yüzük taşı biçimine hayran oldu. İstanbul'un bu semtleri bu ağustos gününde, pislikten, tozdan, sıcaktan bitaptı. Her yerde harabe çeşnisi, sıcağın arttırdığı bezginlik, bir yığın hasta ve yorgun çehre, fizyolojik çöküş göze çarpıyordu. Şehir ve içinde oturanlar, o kadar birbirlerine benziyorlardı. Yorgun göz veya vücutla dört, beş metre murabbaına sığdırılmış, tahtaları morarmış, kiremitleri kırık, cüssesi yana doğru yatmış evler birbirini tamamlıyorlardı; ikisi de içinde doğdukları şehri tanımasa, bir senaryo için hazırlanmış sanabilirlerdi.
Arasıra tıpkı caddedeki insanları ite-kaka geçen hususi otomobiller, lüks arabalar gibi, bu yıkık, bir tarafı çarpılmış, pencereleri süsleyen sardunyalara varıncaya kadar sefaletin kemirdiği evlerin yanıbaşında beyaz ve tahini boyalı eski bir konak yavrusu, mazideki zenginliğin, hayatın çiçeği lüksün, hala şaşırtıcı bir artığı gibi görünüyordu. Onların da çoğu boyasızdı. Açık, perdesiz pencerelerden bu mazi artıklarıyla hiç de uyuşamayan biçare başlar uzanıyordu.
Onların yanıbaşlarında mimarisi meçhul, her hangi hayat standardına girmesi imkansız, upuzun veya tıknaz, biri öbürünü hiç tutmayan, semtin havasına sırtını çevirmiş, duvarları çivit boyalı kireçle örtülmüş yirmi sene evvelki kargir evlere tesadüf ediyorlardı.

228
İşte bu sefaletin, kirin, bakımsızlığın içinde, tıpkı yolları dolduran, üstü başı perişan, sakat, yorgun, iyi tıraş olmamış ve saçlarını düzeltmeğe vakit bulmadan sokağa fırlamış kadın ve erkeklerin arasında, kıyafetinin perişanlığını bakışlarıyla, endamıyla, şahsiyetinin kudretiyle yenen ve çehreden başka bir şeye dikkat imkanını insanda bırakmayan kadınlar gibi birdenbire umulmadık yerde yaldızlı taşı kırık, bir geçmiş zaman çeşmesi parlıyor, biraz ötede kubbesi yıkılmış bir türbe düzgün ve vakur cephesiyle kendisini gösteriyor, daha sonra içinde bir yığın çocuk cıvıltıcı ile beyaz mermer sütunları yere devrilmiş, damında incir ağacı veya selvi bitmiş bir medrese meydana çıkıyor, nasılsa ayakta kalmış bir cami, geniş avlusuyla, sükünetiyle sizi dünya nimetlerinin ötesine davet ediyordu.

Kocamustafapaşa'ya vardıkları zaman, epeyce yorgundular. Evvela camiin önündeki kahveye oturup çay içtiler. Sonra türbeyi gezdiler. Nuran kurumuş çınarı muhafaza için etrafına çekilen parmaklığa, Yesavi yazısıyla fırdolayı yazılan bu çınarın ve yerin hikayesine bayıldı.

Ona öyle geldi ki, Sünbül Sinan hala bu çınarın altında oturmaktadır. Bu kurumuş ağacın muhafazasına gösterilen itina, bu ölüm bahçesine, büyük sanat eserlerine has bir derinlik veriyordu.

Buna mukabil türbe mimarisizdi ve içinde dört asır hayata yattığı yerden tesir etmiş bir ölü vardı. Duvarlarına, parmaklıklarına ellr sürülüyor, dualar ediliyordu. Hastalar iyileştiriyor, ümidi olmayanlara ümit kapıları açıyor, dünyaları yıkılmış olanlara ölümün ötesinde ışıklar gösteriyor, sabır, feragat, tahammül öğretiyordu.
- Nasıl bir adamdı bu?

229
Bunların hepsi manevî vazifelerine inanmış, muayyen bir ruh nizamından geçmiş, nefisîerini terbiye etmiş insanlardı. Onun için şahsiyetlerini ölümden ötede bile kabul ettirdiler. Sünbül Sinan öbürlerinden biraz daha başkadır. Evvela büyük bir alimdi. Sonra da şakacı ve hazır cevaptı.

Bir müddet durdu, sonra gülerek ilave etti:
— Hepsinin bir yığın ince tarafı vardır. Burada yatan adamın, bilir misin Sünbül lakabı nereden gelir? Sarığına mevsiminde sünbül takarmış. İstanbul mevsimlerini sevebilecek kadar bize yakın.
— Ya Merkez Efendi? O nasıldı?
— O büsbütün başka türlü idi. Hatta en muzır hayvanlara bile fenalık edemezdi. Kediyi çok sevdiği halde «Komşumuz fareleri ızrar eder (zarar verir)» diye evinde kedi bulundurmamış. Sen bir ruh saltanatının kolay kolay kurulacağına inanır mısın?
Nuran düşünüyordu: "Acaba şimdi böyle adamlar var mı?"
— Ne kurtarıcı düşüncenin, ne de ermenin kapısı kapanmayacağına, Allaha giden yollar daima açık olduğuna göre, olması lazım. Nuran, dostunun bir tarafını keşfetmiş gibi ona bakıyordu. Genç

adamdan biraz şüphe, hatta istihfaf (küçümseme, hor görme), inkar gibi şeyler bekliyordu. Halbuki Mümtaz çok başka dille konuşuyordu. Mümtaz kendisini anlatmak ihtiyacını duydu.
— Bilmem, tam dindar mıyım? Her halde şu anda dünyaya çok bağlıyım. Fakat ne Allah ile kulunun arasına girmek isterim, ne de insan ruhunun büyüklüğünden. imkanlarından şüphe ederim. Kaldı ki, bunlar millî hayatın kökleridir. Bak, kaç gündür İstanbul'da, Üsküdar'da geziyoruz, sen Süleymaniye'de doğmuşsun, ben Aksaray'la, Şehzade arasında küçük bir mahallede doğdum. Hepsinin insanlarını, içinde yaşadıkları şartları biliyoruz. hepsi bir medeniyet çöküntüsünün yetimleridir. Bu insanlara yeni hayat şekilleri hazırlamadan evvel, onlara hayata tahammül etmek kudretini veren eskilerini bozmak neye yarar.

230
- (Nuran) İyi bir dispanser, birkaç hastahane, biraz teşkilat...

231
(Mümtaz) ... senin iyi dispanserler, hastahaneler dediğin şeyler kolay iş değil. Hepsi, arkalarında tam bir istihsal (üretim), refaha yakın bir hayat, çalışma hızının, yalnız onun getirebileceği bir ahlak ister. Benim, şartların değişmesi dediğim de budur.
... Mümtaz daha onsekiz yaşında bakaloryasını vermeğe hazırlanan lise talebesi iken, bu fikirlerin ocağına atılmıştı.

238
... velhâsıl döşemeleri çok cilalı renkli ve ışıklı bir sarayda yalnız akisten, parıltıdan, ışık sarsıntılarından ibaret, onların küçük nağmeden, musiki cümlelerinden büyük ve müstakil variation'lara kadar yükselişinden bir dünyada yaşanıyormuş hissini veren bu lüfer gecelerine çocukluğundan beri bayılırdı.

taaccüp: şaşma
muvazene: denge
tahdid: sınırlama

251
Kaldı ki, eski musikimiz insanı yok eden, yahut bir hayranlık duygusunda tüketen sanatlardan değildir. Bütün o evliya ruhlu ve tevazulu ustalar, sanatlarının zirvesi ne kadar yüksek olursa olsun, insan hayatının içinde kalıyorlar ve onu bizimle beraber yaşamaktan hoşlanıyorlardı.

Mümtaz, Nuran'ın aşkıyla bir kültürün mirasını yaşadığını, Nevakârın nakış ve çizgisi daima değişen arabeskinde, Hafız Post'un rast semai ve bestelerinde, Dede'nin uğultusu ömründen hiç eksilmeyecek büyük rüzgârında onun ayrı ayrı çehrelerini, aynı Tanrı düşüncesinin büründüğü değişiklikler gibi gördüğünü söylediği zaman, hakikaten bu toprağın ve kültürün asıl yapıcılarına bir bakımdan yaklaşıyor ve Nuran'ın fâni varlığı gerçekten, bir yeniden doğuşun mucizesi oluyordu. Çünkü bize mahsus, tâ cedlerimizden beri gelen ve terbiyesi en tene bağlı türkülerimizde bile hiç olmazsa kanlı bir şehvet rüyası halinde tekrarlanan sevme tarzı, sevgilide bütün kainatın toplanmasını isterdi.

254
teşrin: yılın onuncu ve onbirinci aylarına verilen ortak ad.

Bu lacivert rengi, sanki bir Fra Angelico tablosu hazırlanıyormuş gibi koyu yaldız ve mücevher tozu ile birleştiren...

256
Günler kısaldı. Kanlıca'nın ihtiyarları
Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları.
Yahya Kemal

Bir insanın bir şehri böyle zaptetmesi beni hayran ediyor. Bu beyti her işittikçe hatırıma Rodin'in Calais burjuvaları geliyor...

262
Mümtaz'ın fikri basitti. Gizli olarak derhal evlenmeliydiler. Müddet biter bitmez -daha bir ay vardı;- müracaat ederlerdi.

276
And dağlarının, Panama kanalının, Singapur gemicilerinin, Şanghay balıkçılarının ...
280
Ölecekti. Allah rızası için. Ölecekti, yarın akşam. Yine o acayip rotation başlamıştı.

285
Mümtaz, Emin Beyi de çağırmış. Ressam Cemil ile beraber...

291
... onların bahar kasırgası olan "nocturne"u hatırladı. Debussy'nin musikisinden hatırladığı kadın sesleri...

292
Fatih yirmi sene yaşasaydı biz şimdi belki de rönesansı vaktinde idrak etmiş bir millet olurduk.

294
Nevakâr
Gülbünî ayş mîdemed sâki-i gülizarkû!
Bu Itrî'nin dehası idi.

Mahur beste
Gittin emmâ ki kodun hasret ile cânı bile...

295
uzlet: Toplum yaşayışından kaçıp tek başına yaşama

296
Benim şaşırdığım şey bir taraftan insanın ve manevi kıymetlerin etrafında ısrar ederken, öbür taraftan cemiyet içinde bir kalkınma işi ile uğraşmanız, her şeyin başında iş hayatının tanzimini istemenizdir... Bu çok maddede kalmak olmuyor mu?

297
On gün sonra mühlet bitiyor. Nuran serbest kalıyordu.

— Evet, basit dediniz?
İhsan kadehini salladı:
— Basit çünkü realitede mevcut... Bu ihtiyaç da öbürüyle beraber geliyor. Hatta ayrı değiller. Aynı vakıanın iki yüzü. Biz bir taraftan bir medeniyet ve kültür buhranı içindeyiz; diğer taraftan bir iktisadî reforma ihtiyacımız var. İş hayatına açılmamız lazım.

Bunların birini öbürüne tercih edecek vaziyette değiliz. Buna hakkımız da yok. İnsan birdir. Çalıştıkça ve bir şey yarattıkça kendisini bulur, iş mesuliyeti, mesuliyet düşüncesi insanı doğurur.

Mümtaz düşündü:
-O halde iş, kendi medeniyetini ve kültürünü de yapar; insanını yetiştirir demektir. Bize sadece maddî hayatımızı tanzim etmek kalıyor.

- Zanneder misin? Evvela bunu yapabilmemiz için işin açılması, genişlemesi, cemiyetin ve hayatın yaratıcı vasıflarını tekrar kazanması lazım. Sonra böyle de olsa hayatı yine serbest bırakamazsın. Tehlikeli olur. Eski her zaman yanıbaşımızda duruyor. Bir yığın Ölü şekiller hayata müdahaleye hazır bekliyor. Diğer taraftan yeni ile, garp ile münasebetimiz sadece akan bir nehre sonradan eklenmekle kalıyor. Halbuki su değiliz; insan cemaatıyız; ve bir nehre katılmıyoruz; bir medeniyeti kültürüyle benimsiyoruz; onun içinde bir hususî hüviyet olmamız lazım. Halbuki bugün ondan dışa ait icapları kabulden ileriye gidemiyor, insanı ihmal ediyoruz. Yeniye başından itibaren bizim olmadığı için şüphe ile, eskiye eski olduğu için işe yaramaz gözüyle bakıyoruz. Hayat kendi (298) ihtiyaçlarımızın seviyesine dahi gelmemiş; o bolluk, yaratıcılık içinde değil ki bize kendiliğinden şekiller ve kıymetler teklif etsin! Sanatımızda, eğlencemizde. ahlakımızda, muaşeretimizde, istikbal tasavvurlarımızda daima bu ikilik karşımıza çıkıyor. Satıhta yaşarken mesut oluyoruz. Derine iner inmez kayıtsızlık ve kötümserlik başlıyor. Hiç bir kabile tanrısız olmaz; biz tanrılarımızı yaratmak, yahut yeniden bulmak mecburiyetindeyiz. Her milletten fazla şuurlu ve iradeli olmamız lazım...

Orhan, Nuran'ı tetkikten vazgeçti:
- O halde size göre bir kriz zarurî ve muhakkak...
- Sade muhakkak görmüyorum. Onu yaşadığımıza inanıyorum. İhsan bardağını eline aldı ve yudum yudum içti. Nereye baksam düşüncem kendisine mukavemet eden bir şeyle karşılaşmıyor. Çok yumuşak bir toprakta yuva yapmağa çalışan bir hayvan gibi istediğim yere hızımı götürebiliyorum. Fakat bu kolaylık zararlı oluyor. Her istediğimiz yere gidiyoruz gibi geliyor bize, halbuki ölmüş köklerin arasından daima aynı boşluğa, imkansızlığın ta, kendisi olan bir imkan kalabalığına çıkıyoruz. Bu bizi elbette şaşırtır. Bugün bir insan Türkiye'yi her şey olabilir, sanabilir. Halbuki Türkiye yalnız bir şey olmalıdır; o da Türkiye. Bu ancak kendi şartları içinde yürümesiyle kabildir. Bizim ise elimizde adetten ve isimden başka bir şey, müsbet bir şey yok. Cemaatımızın adını  biliyoruz, bir de nüfus ve vatan genişliğini... - Tabii herkes için söylemiyorum ve müphem duygulardan da bahsetmiyorum. Sarih bilgi ve kıymet halinde kültürden bahsediyorum. - Fakat şartlar, imkanlar?. Bir imparatorluğun tasfiyesinden doğduk. Bu imparatorluk eski bir çiftçi imparatorluğuydu. Hala onun (299) iktisadî şartları içinde bocalıyoruz. Nüfusumuzun yarısından fazlası istihsale (üretim, üretme) açılmamış. Müstahsil (üretici) olan da faydalı şekilde yapamıyor. Sadece çalışıyor, emek sarfediyor. Fakat insan beyhude çalışırsa çabuk yorulur. Bakın, hepimiz yorgunuz! Ne insan, ne toprak geniş manasında ekonomimize, hayatımıza girmiş. Münferit teşebbüslerin ötesine bir türlü geçemiyoruz. Bugünün çalışması yarının hızını arttırabilmelidir. Çok hareketli, meselelerle dolu bir coğrafyada yaşıyoruz; dünya her an sıkı bir birliğe gidiyor; buhran, buhran üstüne geliyor. Vakıa bugün nisbî bir rahat içindeyiz. Orta Avrupa'ya iktisaden kendimizi bağlamışız; kliring hesabıyla, şununla, bununla geçinip gidiyoruz. Fakat bu muvazaa yıkılabilir, o zaman ne yapacağız?.. Fakat asıl mesele bu değil, asıl mesele toprağı ve insanı hayatımıza sokamamakta. Kırk üç bin köyümüz var; bir kaç yüz kasabamız var. İzmit'ten öteye Anadolu'ya açılın; Hadımköy'den öteye Trakya ya gidin. Bir kaç kombinenin dışında hep eski şartların devamını görürsünüz. Coğrafya yer yer esniyor. Sıkı bir nüfus siyasetine, sıkı bir istihsal siyasetine başlamamız lazım, öğretme ve yetiştirme işleri için de aynı zaruretlerle karşı karşıyayız. Bir takım mekteplerimiz var; bir çok şeyler öğretiyoruz. Fakat hep eksik olan bir memur kadrosunu doldurmak için çalışıyoruz. Bu kadro dolduğu gün ne yapacağız? Çocuklanmızı muayyen yaşlara kadar okutmağı adet edindik. Bu çok güzel şey! Fakat günün birinde bu mektepler sadece işsiz adam çıkaracak, bir yığın yan münevver hayatı kaplayacak... O zaman ne olacak? kriz... Halbuki maarifi istihsalin yardımcısı yapabiliriz ve dahilî eşanjı arttırabiliriz. Bütün mesele burada. Dahilî piyasayı genişletmekte. Yarı iraî, yarı sınaî bir iş hayatı temin edebiliriz. O kadar (300) hususî istihsal kaynaklarımız var ki... İşte İstanbul. Daha dün bir yüksek müstehlikler şehriydi (müstehlik: tüketici). Bütün yakın şark buraya akardı. O kadar ki, otuz senede bir şehir yanar ve köşkleri, konakları, yalılarıyla, çarşılarıyla, pazarlarıyla adeta yeni baştan, yapılırdı. Yanya'nın çiftliği, Yenice'nin tütünü, Mısır'ın pamuğu, hulasa İslam dünyasının yarısının istihsali bu şehirde harcanırdı. Şimdi nüfusunun onda sekizi küçük müstahsilden ibaret. Adım başında küçük bir tezgah, tütün işletmesi, şu bu, fabrika var.. ve bütün bunlar ne ile geçiniyor biliyor musunuz? Çok defa toprağın üstündekini toplayarak. Halbuki Istanbul'da planlı bir çalışma, cemiyetimizin yüzünü yirmi senede değiştirebilir. Al Şarkî Anadolu'yu. Ziraatle, hayvancılıkla muazzam imkanlar hazinesi görürsün!. Tortum şelalesinden işe başla. Kademe kademe Akdeniz'e kadar elektriği indir... Marmara serveti içine gömülmüş uyuyor.
- Peki ama, bununla temin bahsettiğiniz insan mefhumu, manevi insan arasındaki münasebet ne?... Bu hayatın maddi şartlarını değiştirmekten ibaret.
- İnsan da hayatın maddi bir tarafıdır. Péguy'u okumadın mı? O ne cümledir? Ateş gibi; fakirlik insanı güzelleştirir ve asileştirir. Fakat sefalet hoyratlaştırır; ruhen sefil eder. İnsan da insanı öldürür. İnsanlık şerefi ancak muayyen bir refah içinde mümkündür.

301
- Bir şairimiz, Selim-i Salis hendese öğreneceği yerde, biraz siyasi tarih öğrenseydi ne iyi olurdu, diyor. Buna Tanzimat biraz ekonomi politik bilseydi, diye ilave edebiliriz.

- Peki, bütün bunlar zamanla kendiliğinden olmaz mı? Hatta zamanla olacak şeyler değil mi?

- Olamaz... Çünkü zaman şarta göre değişir. Büyümekte olan bir çocuğun zamanı başkadır, bir hastanın zamanı başka.. Biz umumî zamanın dışındayız.. Yani zaman tempomuzu değiştirmek mecburiyetindeyiz, demek istiyorum. Biz dünyaya yetişeceğiz. Benim söylediğim, kafilenin en sonunda olsak bile ona katılmak, onunla yürümek, hususî patikadan umumî caddeye çıkmak içindir. Zaman şüphesiz bir amildir (etken, sebep), fakat dünya için başkadır; çalışmasının hızıyla dünyaya katılmış milletler için başkadır; bugünkü halimizde bizim için ise büsbütün başkadır. Kendi başına bırakırsak, lehimizde çalışmaz; bizim gibilerde her şey derine doğru çeker. Kanaat değil ayaktaki demirdir. Hayır biz Shakespeare'in dediği gibi zamana doğru koşmağa mecburuz. Onunla mücadele edeceğiz. Biz her şeyi irademizle yapacağız. Evvela şartlarımızı (302) tanıyacağız. Sonra işlerimizi sıralıyacağız. Yavaş yavaş cihan piyasasına çıkmağa başlıyacağız. Kendi piyasamızı kendi istihsalimize (üretim, üretme) açacağız. Aileyi, evi, şehri ve köyü tekrar kuracağız... Bunları yaparken insanı da yapmış olacağız. Şimdiye kadar insanla yapıcı olarak meşgul olamadık, bir yığın inkılabın peşinde idik. İçimizde kendimize karşı bir hareket hürriyetini elde etmeğe çalışıyorduk. Bu zaruretten şimdi daha büyük ve esaslı zaruretlere uyanmamız lazım. Her zaman saha düzeltilmez ki.. Şimdi o düzlüğe bir bina kurmamız lazım. Bu bina ne olacak? Yeni Türk insaninin ölçülerini kim biliyor? Yalnız bir şeyi biliyoruz. O da birtakım köklere dayanmak zarureti. Tarihimize bütünlüğünü iade etmek zarureti. Bunu yapmazsak ikiliğin önüne geçemeyiz. Muvazaalar (danışıklık, danışık; olmayan bir durumu varmış gibi göstermek veya olduğundan başka anlatmak için önceden yapılan anlaşma) daima tehlikelidir. Bu güne getirdikleri kolaylığı yarın çıkaracakları imkansızlıklarla bize ödetebilirler. Onun için son derecede vazıh (açık, aydın, belli) olmalıyız.

Nuri dayanamadı:
- Vuzuhtan kastiniz nedir? Bana vaziyet o kadar garip geliyor ki...

Bir taraftan iyi kötü bir tekniği almağa, onun adamı olmağa çalışıyoruz. Onun zihniyetini benimserken zaruri olarak eski kıymetleri atıyoruz. Muaşeret (birbiriyle toplumsal ilişkiler içinde bulunma) şeklimizi değiştiriyoruz. Diğer taraftan istiyoruz ki, eskiyi unutmayalım! Bugünkü realitelerimizde bu eskinin yeri nedir? Bu sadece bir hatıra, bizim için bir özleyiş.. Belki sizin, benim hayatımızı süsleyebilir! Fakat yapıcı olarak ne kıymeti olabilir!

- Vuzuhtan kastım.. düşündü. Sonra başını kaldırdı. Bilmiyorum, dedi. Zaten yapılacak şeyin ne olduğunu bilsem burada sizinle konuşmam. O zaman şehre inerim; etrafıma herkesi toplarım. Yunus gibi bağırırım, size hakikatınızı getirdim, derim. Hakikatte (303) bu üzerinde ilk düşünecek olanın halledeceği bir şey değildir. Fakat burada da yapılacak bir kaç şey bulabiliriz. Evvela insanı birleştirmek. Varsın aralarında hayat standardı yine ayrı olsun; fakat aynı hayatın ihtiyaçlarını duysunlar... Birisi eski medeniyetin enkazı, öbürü yeni bir medeniyetin henüz taşınmış kiracısı olmasınlar. İkisinin arasında bir kaynaşma lazım.

Sonra, mazi ile alakamızı yeni baştan kurmamız lazım. Birincisi nisbeten kolaydır; hayatın maddi şartlarını az çok değiştirmekle bunu elde edebiliriz. Fakat ikincisi ancak nesillerin çalışmasıyla elde edilebilir.

Maziyi ihmal edersek hayatımızda ecnebi bir cisim gibi bizi rahatsız eder, terkibin içine ister istemez sokacağız. O, kendisinden gelmemiz lazım gelen bir şeydir. Bu devam fikrine bir vehim (kuruntu) de olsa muhtacız. Kaldı ki, dün doğmadık. En çetin realitemiz budur. Sonra hangi köklere gideceğiz? Halk ve halkın hayatı bazan bir hazine, bazen da bir seraptır. Uzaktan namütenahî (sonsuz, ucu bucağı olmayan) bir şey gibi görünür. Fakat, yaklaştın mı beş on motifin ve modanın içinde kalırsın; yahut doğrudan doğruya bazı hayat şekillerine girersin. Klasik, yahut yüksek tabaka kültürü, ondan bir çok yerlerde kopmuşsun... ve zaten sıkı sıkıya bağlı olduğu medeniyet yıkılmış.

Mümtaz:
- İşte ben bunu imkansız görüyorum, dedi. Çünkü dediğiniz gibi dizi koptu bir kere. Bugün Türkiye'de nesillerin beraberce okuduğu beş kitap bulamayız. Dar muhitlerin dışında, eskilerden, zevk alan gittikçe, azalıyor. Biz galiba son halkayız. Yarın bir Nedim. bir Nef'i, hatta bize o kadar çekici gelen eski (304) musiki ebediyen yabancısı olacağımız şeyler arasına girecek!

- Güçlük var. Fakat imkansız değil. Biz şimdi bir aksülamel (tepki, reaksiyon) devrinde yaşıyoruz. Kendimizi sevmiyoruz. Kafamız bir yığın mukayeselerle dolu; Dede'yi, Wagner olmadığı için, Yunus'u, Verlaine, Baki'yi, Goethe ve Gide yapamadığımız için beğenmiyoruz. Uçsuz bucaksız Asya'nın o kadar zenginliği içinde, dünyanın en iyi giyinmiş milleti olduğumuz halde çırçıplak yaşıyoruz. Coğrafya, kültür, her şey, bizden bir yeni terkip bekliyor; biz misyonlarımızın farkında değiliz. Başka milletlerin tecrübesini yaşamağa çalışıyoruz.

Şu tefsir yok mu, bu eserin üzerinde durmak ve onu sende yaşayan insan tecrübesine maletmek; bir ona başlasak. işte onu yapamıyoruz. Demin sevmek dedim, fakat sevmek de kafi değil; daha öteye geçmek lazım. Fikri ve duyguyu canlı bir şey gibi yaşamayı bilmiyoruz. Halbuki halkımız bunu istiyor.

Orhan şüpheliydi:
- Hakikaten istiyor mu? Bana öyle geliyor ki, halkımız bütün bunlara başından itibaren kayıtsızdır. Bütün mazi boyunca bizden o kadar uzak kalmış ki.. bu işlerde adeta ümitsiz. Yahut hiç olmazsa şüphede.

- Evet, halk istiyor. Tarihe bugünün hesapları arasından bakmazsan bu memleketin de herhangi bir memleket gibi yaşadığını kabul edersin. Aradaki fark bizde orta sınıfın teşekkül edememesidir. Her an doğmak için hadiseleri zorlamıştır. Fakat doğamamıştır. Ayrılık manzarası buradan gelir. Halkın kayıtsızlığı veya bizden şüphesi bizim uydurduğumuz bir masal olsa gerektir. Aramızdaki ideoloji kavgalarında karşımızdakini yenmek için bulduğumuz bir tâbiye. Hani o kısa ve yalnız okuyanın kafasında bir an için parlayan (305) veya okunan gazete sahifelerinde kalan zaferler yok mu? Onları kazanmak için!. Hakikatte halkımız münevverine inanır. Onu benimser. Zaten başka türlüsüne imkan yoktur. İki asırdır siyasî hadiseler bizi bir nevi gemi nizamı altında yaşatıyor. Mutlak olan tehlikeler bize bu terbiyeyi verdi. Halkımız münevverine daima inandı ve gösterdiği yolda gitti.

- Ve daima da aldandı?..

- Hayır, daha doğrusu biz aldanınca o da aldandı. Yani her millette olduğu gibi. Sen tarihte akli bir yürüyüş kabul eder misin? Böyle bir şey elbette imkansız. Fakat cemiyetlerin birikmiş kudretleri nesillerin hatası üzerinden atlar. Bize her şeyin iyi gittiği vehmini (kuruntu) verir. Emin olun biz de her millet kadar aldandık, her millet kadar hata ettik...

- Halkı sever misiniz?..
- Hayatı seven herkes halkı sever...
- Hayatı mı, halkı mı?.. Bana öyle geliyor ki, hayatı daha çok seversiniz, yahut mefhumları?

- Halk hayatın kendisidir. Hem manzarası, hem tek kaynağıdır. Halkı hem sever, hem tadarım. Bazen bir fikir kadar güzel, bazan tabiat kadar haşindir. Orada her şey büyük ölçüdedir. Çok defa büyük denizler gibi susar. Fakat konuşacağı ağzı bulunca da...

- Fakat ona gitmek, ona gidemiyorsunuz! Sefaletleri, ıztırapları, endişeleri, hatta zevki size kapalı kalıyor. Yani hepimize demek istiyorum. Ben Adana'da çalışırken bunu çok iyi duydum. Daima kapının dışındaydım.

- Kim bilir? Bazı kapıların bize kapalı görünmesi, önünde değil, arkasında bulunduğumuz içindir. Büyük şeylerin hepsi böyledir. …

306
(İhsan) Eski talebelerinin karşısında yenilmemek için kelimelerle oynadığını sanıyordu, fakat hayır, asıl düşüncesi buydu. Fert kendisini muhafaza etmeliydi. Kainat içinde erimeğe hiç kimsenin hakkı yoktu. Fert, fert olarak kalmalı, fakat bütün hayatla kendisini doldurmasını bilmeliydi, ...

307
Bu demektir ki, ben hayata muhafaza'sını istediğim çerçeveler içinden bakarım. Bu çerçeveler benim
şahsiyetimdir, tarihî benliğimdir.. Ben milliyetçiyim, bir mefhuma çok yakın bir realitenin adamıyım. Fakat bu demek değildir ki, halka yabancıyım., bilakis onun emrindeyim.

- Fakat ıztırabı görmüyorsunuz?
- Görüyorum. Fakat oradan hareket etmek istemiyorum. Onu mazlum gördükçe bir gün zalim olmasını hazırlayacağımı biliyorum. Niçin o kadar çok ıztırap çekiyoruz; yani bütün dünya. Çünkü hürriyetin uğrundaki her mücadele yeni bir adaletsizliği doğuruyor. Ben aynı silahlarla mukabeleyi bırakmak istiyorum. Ben içinde yoğrulduğumuz tekneden işe başlamak istiyorum. Ben Türkiye'yim. Türkiye benim adesem (mercek, görüş derecesi, inceliği), ölçüm ve realitemdir. Kainata, insana, her şeye oradan, onun arasından bakmak isterim.

308
- Peki. nedir bu Türkiye?
İhsan içini çekti:
- İşte mesele burada. Onu bulmakta.
Ben bu suale bazan cevap verir gibi oluyorum. Kendi kendime biz gurbetin insanlarıyız diyorum..
Mesafelerin terbiye ettiği insanlar. Onun aşkı, ıztırabı, hürriyeti. Tarihimiz, sanatımız; hiç olmazsa halkta böyle. Mümtaz bir an düşündü. - Hatta klasik musiki bile:

Bir mübarek sefer olsa da gitsem,
Kâbe yollarında kumlara batsam...

murakabe: denetleme, denetim
içtimai: toplumla ilgili, toplumsal

312
Alemşümul: dünya ölçüsünde, evrensel, üniversel

O kadar asırlık Mevlevi terbiyesi onda ferde ait her şeyi silmiş, sanki bu halim, ilhamlı ve sabırlı
adamı, -Aziz Dededen bir gün dinlediği yedi sekiz notalık bir cümleyi aynen tekrarlayabilmek için eve
dönüşünde sekiz on saat üstüste çalışmış, o modulasyona yükselmişti; bunu sık sık üstadını medh için anlatırdı- bir nevi hüviyetsizliğin içinde eritmişti. O kadar ki bu küçük ve kim bilir nasıl bir iç güneşinin sıcağında yarı erimiş maddesinden başka bir ferdî tarafı yok gibiydi. Bu madde de bir yığın adabın, teşrifatın (kurallara göre davranma, protokol), kendini herkesle bir görmek, bize garip gelecek bir hicapta şahsî her şeyi inkar etmek terbiyesinin altında her an gizleniyor, kayboluyordu. Mümtaz ona baktıkça Neşati'nin:

Ettik o kadar ref-i taayyün ki Neşati
Âyîne-i pürtâb-ı tecellâda nihânız!

beytini hatırlıyordu.

313
Bir Beethoven, bir Wagner, bir Debussy, bir Liszt, bir Borodine bu gördüğü ebediyet yıldızından ne kadar ayrı insanlardı. Onların çılgın hiddet ve kinleri, bütün hayatı kendisi için hazırlanmış bir sofra zanneden iştihaları, ve bunları tel başına yüklenebilmek için imkansız bir Atlas gayretiyle gerilmiş gururları, hiç olmazsa şahsiyetlerini değişik planda göz önüne koyan bir yığın nazariyeleri, garabetleri (gariplikleri, yadırganacak yanları), yumuşaklığı bile etrafındaki her şeye bir aslan pençesi gibi geçen mizaçları vardı. Halbuki bu şöhretsiz dervişin (Emin Dede) hayatı üsüste kendi şahsını inkârdan ibaretti.

314
… oradan bir Aziz Dede, bir Zekâi Dede, bir İsmail Dede, bir Hafız Post bir Itrî, bir Sadullah Ağa, bir Basmacızade, bir Kömürcü Hafız, bir Murat Ağa, hatta bir Abdülkadiri Müragî, hülasa bizim bir tarafımızı, belki en zengin his tarafımızı yapan insanların hepsini çıkarmak mümkündü.

… sanatlarını bir benliğin behemahal ikrar (açıkça söyleme, onama, tasdik) vasıtası olarak değil, büyük bütünde kaybolmanın tek yolu tanımışlardı.

- Erenler, yanlış kapı çalıyorsun.. demişti. Ötekiler sanat yapıyor. Biz sadece duadayız. Bilirsin, bazı tarikatlarda değil eser vermek, kabrinin üzerine adını yazdırmak bile iyi sayılmazdı. İşte bu şarktı. 
Mümtaz'a göre hem şifasız hastalığımız, hem de tükenmez kudretimiz olan şark!

317
Sanat eserlerinden hiçbir hususî ıstılah (terim, herkesin anlamadığı özel anlamda kullanılan söz) kullanmadan iyi işçi dikkatiyle, bahsediyor, iyi ve müstesna işçi hüviyetinin prestijiyle sofraya ve meclise hiç istemediği halde hakim oluyordu.

320
Fakat asıl mucize ayinin kendiyle başladı.

Dede'nin Ferahfeza ayini sadece bir dua, inanan ruhun Allahını aradığı bir çırpınış değildi. Mistik ilhamın vasfı olan geniş hamleyi, sırrı, doğrudan doğruya zorlayan büyük ve dinmez hasreti, hiç kaybetmeden eski musikinin belki en oyunlu eserlerinden biriydi. Dede alaturka musikinin makamlar arasında küçük gösterişler, değişmeler ve kararlarla dolaşmaktan ibaret olan gelişmesini o şekilde ifade etmişti ki, ayin kendiliğinden bir sembol oluyordu.

321
Ferahfeza makamını adeta bir nevi irşat (uyarı, doğru yol gösterme) gibi kendisine sunan Acem perdesinden Dügâha, Kürdî'ye, Rast'a, Çârgâh'a, Gerdaniye'ye, Saba'ya, Nevâ'ya geçiyor, her şey birbirinden kayboluyor, birbirinde arıyor, birbirinde buluyordu.

322
Fakat Mevlana'nın hakkı vardı; neyin biricik sırrı hasrettir. Bir gün Rimbaut'nun Voyelles'ler için yaptığı o cesur tahlilin benzerini biri sazlar için yaparsa, şüphesiz alaturkanın bu en basit çalgısında bir akşam ten rengi hasretini bulacaktır.

324
Fakat bu dağılış da tam değildi. Eserin kumaşı dalga dalga açıldıkça Mümtaz bu inkıraz (çöküş, yok olma) dehasının ne olduğunu anladı. Ne Abdülkadir-i Merâgi'nin Segâhkârında, ne Itrî'nin naatında, ne de bir akşam Ahmet Bey'in evinde bir tesadüfle kendi ağzından dinlediği Isfahan bestede -yine Itrî'nin- bu âyinin içten yakalayan kudretiyle, ve sağlam mimarileri içinde, hiç şaşırmadan Allahı veya ideali arayan, veya ruh macerasını nakleden eserlerdi.

325
Halbuki neyin sesi ve üslûbu eski ve yeni diye hiçbir şey tanımıyor, zamansız zamanın, yani cevher halinde insanın ve kaderin peşinde koşuyordu.

Çünkü kûdüm (mehter takımlarında ve tekkelerde kullanılmış olan, metal kaseli, küçük iki davuldan oluşmuş usul vurma aracı) sesinde daima kadim dinlerin büyülü dâveti vardı; onun ıttıradı (birbirini izleme, düzenli sıralanma), bu semâvi yolculuğa âdeta toprağa ait bir oluşun nizamını katıyordu.

327
Hepsi bu yeni âyini, Sermüezzin-i Hazret-i Şehriyâri Hamamizâde İsmail Dede Efendinin hazırladığı âyini dinlemeğe gelmişti.

Üçüncü selâm Mümtaz'ı büsbütün başka ufuklara taşıdı. Burada yörüğe giriliyordu. Burada gittikçe artan bir süratle masivâ'dan (âlem, tâbiat, mahluklar; dünyevi bir biliştir, külliyen bir dünya tasviridir; mevla'yı bulma yolu halinde olan birinin kendinden geçmesinin tek yolu, "terk-i masiva" ile olur ancak) sıyrılmak lazımdı. Fakat öyle olmuyordu. Müslüman litürjisinde sembol yoktu; hatta sade cemaatle dua ve ibadet vardı. (328) ... Fakat ne garipti, Mevlevî ayini vecde yaklaştıkça mahzun ve yüklü aristokrat edasını bırakıyor, bir halk neşesi kazanıyordu.

Bu kadar ölüyü birden diriltmek doğru muydu? Bu neşenin sonunda Allaha mı varılıyordu? Yoksa hayata mı?

329
Birbirine bizim nesillerin tatmadığı bir sevgiyle baktılar.

334
Okuduğu ve beğendiği şairler, başta Poe ve Baudelaire olmak üzere hepsi "asla..."nın prensi değil miydiler? Onların beşikleri hep "olamaz..." burçlarında sallanmış, ömürleri "imkansız..."ın ülkesinde geçmişti.

336
Acaba öbürlerinde ne duyuyordu? Bach'ı, Beethoven'i dinlerken de böyle mi olmuştu? "Huxley, Allah var ve görünüyor; fakat sade kemanlar çalarken... diyor" Bunu çok sevdiği romancı La Mineur kuvarteti için söylemişti.
Birden bire olduğu yerde irkildi. Nuran'ın sesi Dede'nin Acemaşiran Yörük semaisi arasından:

Tü beher gücâ ki bâşi
Büved ân bihişt-i-mârâ!
diye ağlıyordu.

341
- Bilmiyorum, bir 'fiction'un yokluğuna üzülmek ne dereceye kadar doğrudur? Fakat mülümanlıkta başlangıç günah fikrinin bulunmaması, şu cennetten kovulma hâdisesi üzerinde hıristiyanlıkta olduğu gibi durulmaması, bence teolojiden sanata kadar her sahada tesir yapmış bir keyfiyettir. Bilhassa ruhi tahaffuza (barınma, korunma) pek az yer vermişiz.

342
Fıkıh (İslam hukukunda din ve dünya işleri ile ilgili ana kaynaklardan yararlanarak konulmuş olan kuralların bütünü) insanın hürriyeti üzerinde ısrar ediyor.

344
Düşünün bir kere... yahut Mümtaz düşünsün, bu onun genre'ı.

347
Herkese benzeyen adamı niçin öldürsün, herkes az çok bir, veya birkaç insanın yüzünden kötüdür.

348
- Bana hürrüyeti tarif edebilir misin? (Suat)
- (349) Ederim. Başkaları için istediğimiz nimet. (Mümtaz)
- Ya kendin, kendin ne oluyorsun?
- Onu başkaları için istemekle ben de nefsime karşı hür oluyorum.
- Esaretin başka bir nevi. Hepimiz ayrı ayrı varız.
- Bir bakıma öyle, yani inanarak istemezsem... fakat herkesle beraber olduğunu düşün, tam hürriyettir. Sen hepimiz ayrı ayrı varız dediğin anda her şeyi kaybedersin. Varlık tektir ve biz onun parçalarıyız!

354
(Suat) Hepinizin kafasında sevgi, ıztırap diye bir yığın kelime var. Kelimelerde yaşıyorsunuz. Ben kelimelerin manasını öğrenmek istiyorum. Onun için yaptım. Mesela öldürecek derecede sevmediğini öğrenmek için yazmalısın. Fakat sen  ölümü de bilmezsin... Kahkahalarla gülüyordu: Eminim ki senin için ölüm bir fırında iyice piştikten sonra, tıpkı bir müzede muhafaza edilen eşya gibi ebediyette daha parlak, daha kendisi olarak beklemektir. öyle değil mi? Ve sen ölümden iğrenmezsin, onu güzelin ve aşkın kardeşi görürsün. Hiç ölümün iğrenç birşey olduğunu düşündün mü? İğrenç bir çürüme ve kokma!.. -içimizde Allaha inanan var mı, bilmiyorum. Fakat eminim ki hepiniz müphem bir sükutta bu bahsi kapatmışsınızdır. Çünkü kelimelerde yaşıyorsunuz! Bir kere olsun, Allahla konuşmak istediniz mi? Ben dindar olsaydım onunla konuşmak, onu tecrübe etmek isterdim.

356
İlk önce çok güldüm. Fakat sonra gülmedim. Şimdi her metafizik sistem bana onun (romatizmalarından kurtulsun diye tavana asılmış eşek) halini, tepemizden o hazin bakışını hatırlatır.

Fakat benim için hakikat budur. Anlıyor musunuz! Benim için Allah ölmüştür. Ben hürriyetimi tadıyorum. Ben Allah'ı kendimde öldürdüm.

359
— Sen, garip ve münasebetsizin, bazan bizi nasıl istilâ ettiğini anlamazsın. Belki hiç anlamıyacaksın.
Çünkü hareketlerinin üzerinde ısrar eden, onların behemehal bir devamı ve neticesi olmasını isteyen takımdansın... Onun için her şeyde bir mantık görmek istersin! Ne ise oldu! Seni beyhude tutmayayım. Ben sadece bir münasebetsizlik olsa bile, bunu bilmeni istemiştim... Allaha ısmarladık. Ve yokuştan aşağı acele acele inmeğe başladı. Mümtaz arkasından bağırdı:
— Herkes de böyledir; onun için engaje olmamaya dikkat et!


362
Suat'a kızmıyordu. Yaptığı şeyin kötü olduğunu biliyordu. Fakat hüküm vermek istemiyordu. Artık insanlar hakkında hüküm vermekten vazgeçmişti. O, içindeki sefaleti teşhir ederek ağızlarının tadını bozmuştu. Mümtaz'ı şaşırtan, bu sefaletin derinliği, daha doğrusu onu bu kadar sefil yapan hayatının istikrarsızlığıydı. <>

363
— Hazin tarafı şu ki, bu cins azapları bütün dünya bir asır evvel yaşadı, bitirdi. Hegel, Nietszche, Marx geldiler, geçtiler. Dostoyevski Suat'tan seksen sene evvel bu azabı çekti. Bizim için yeni nedir bilir misiniz? Ne Eluard'ın şiiri, ne de Comte Stravoguine'in azabıdır. Bizim için yeni, en ufak Türk köyünde, Anadolu'nun en ücra köşesinde bu akşam olan cinayet, arazi kavgası veya boşanma hadisesidir, Bilmem, fikrimi anlıyor musunuz? Suat'ı itham etmiyorum. Fakat onun meselelerinin bugünümüzün, kendi günümüzün çerçevesine giremeyeceğini söylüyorum.

Mümtaz kadehini boşalttı.
— Ama bir noktayı unutuyorsunuz! Suat hakikaten azap çekiyor...

İhsan eliyle birşeyi kendinden uzaklaştırdı:
- Çekebilir... ama bana ne?.. Benim ferdin peşinde koşacak vaktim yok. Ben cemaat ile meşgulüm.
Sürüden ayrılanın arkasından anası ağlasın!  ... Suat'ın meseleleri benim üzerimde bu tesiri yapıyor. Gecikmiş şeyler... Herkes bir düşünceyi böyle dönülmez yere taşıyabilir ve orada azdırabilir. Fakat niçin yapmalı? Zorla kendimize baş dönmesi yaratmaktan birşey çıkmaz ki. Biz yapacağı birtakım işi, mesuliyetleri olan insanlarız...

364
— Ama, Allah ebedî meselemizdir.
— İnsan ve talihi de ebedî meselelerdir. Ve birbirine bağlıdır. Ayrıca halli imkansız meselelerdir. Tabiî iman edilmezse... -İhsan bir müddet düşündü.- Biliyorum, bu tarzda konuşmağa hakkım yok. Elbette bütün ahlakımız ve iç hayatımız Allah fikrine bağlıdır. Bu satranç onsuz oynanmaz. Belki Suat'a biraz da bunun için kızıyorum..

365
Tanburacı Osman Pelvanın yaydığı Rumeli türküsü

Bulut gelir pâre pâre
Dördü aktır, dördü kâre
Sen açtın kalbime yâre
Yağma yağmur, esme deli rüzgâr
Yarim yoldadır!

Bulut gelir yer yaş olur
İçer bâde sarhoş olur
Yar kokusu bir hoş olur.

Bulut gelir seher ile
Çiçek açmış bahar ile
Herkes kavuşmuş yar ile

- İşte bunu sevmeliyiz. İhsan hakikaten mesuttu. Bütün hakikatler burada, bu engin ummanda (ana deniz, okyanus). Halkımıza ve hayatımıza ne kadar yaklaşırsak o kadar mesut olacağız. Biz bu türkülerin milletiyiz. Sonra birden bire Yahya Kemal'in mısraını hatırladı:
Duydumsa da zevk almadım İslav kederinden...

Mümtaz birden bire Fra Filippo Lippi'nin (1406-1469) Güller İçinde Çocuk İsa tablosunu andıran bir kainat içinde kaldı. Sanki Ferahfezâ'nın o hasret kasırgasında savurduğu bütün güller, bu eski ilahide toplanmıştı:

Güllerden kurulmuş bir pazar
Gül alırlar, gül satarlar
Gülden terazi tutarlar
Alanlar gül, satanlar gül...

381
Tıpkı köşkün sofrasında olduğu gibi, Platon'u koltuğun altında Repuplica'sı ile, gurbet yollarında gördü.

385
- (Nuran) Ninelerimizin hayatı hiç de kötü değilmiş. Bir kere, gayet iyi süsleniyorlarmış! Baksana şu elbiselere...
Ve Nuran, bir türlü önünden ayrılamadığı aynada kendi hayalini seyretti:
- Tam Pisanello! Yahut bizim minyatürler...

388
Ben dram muharriri (yazar) olsaydım, Rienzi'yi tekrar yazardım.

Dünyada Fransa İhtilali kadar büyük ve güzel epope (destan) azdır. Yirmi, otuz sene içinde beşeriyet, iki bin yıl kendisini idare edecek düsturların hepsini bulmuştur. Fakat başladığı zaman, neticenin sadece bir burjuvazi hakimiyeti ile biteceğini kim bilirdi.

389
Orta yaşlı mebus sözünü kesti:
- İhsan bey, diyordu, siz ki o kadar yeni görünüyorsunuz; bana öyle geliyor ki, devrinizi sevmiyorsunuz?

— Hayır, sevmiyorum. Yahut, kelimeyi bulamadım; devrime hayran değilim. Fakat yeni miyim, hakikaten? Yeni olabilmekliğim için, yaşadığım saatin adamı olmam lazım. Bense daha başka şeylerin iştiyakındayım (arzu, güçlü istek)! Yeni olmak için, devrimle beraber her an değişmeyi kabul etmeliyim. Bense bir yerde, bir düşüncede istikrarı sevenlerdenim.

- Fakat her ihtilal böyle değil ki. Mesela bizimki?...

— Bizimki de başka türlü. Tabiî şekilde ihtilal, halkın veya hayatın, devleti geride bırakmasıyla olur. Bizde ise hayat ve halk, yani asıl kütle, devlete yetişmek mecburiyetinde. Hatta, çok defa münevver ve
devlet adamı bile... Düşüncenin evvelden hazırlanmış yolunda yürümek! En aşağı 1839'dan beri bu böyle... Onun için hayatımız o kadar yorucu oluyor. Kaldı ki, üzerimizde asırlardan gelen büyük bir terbiye de var. Herşeyi bozan, bizi adeta mahkum eden bir itiyat (alışkanlık, huy) ... Çabuk vazgeçiyoruz. Müslüman şarkın en büyük hususiyeti budur. Şark vazgeçer. Sade güçlüğün karşısında değil, zamanın, tabiî zamanın karşısında vazgeçer... Fakat nelerden konuşuyoruz?

390
Nuran, karlı havada Boğaz'ı çok severdi.

391
- (Nuran) Sen sobayı yak. Yemek kolay. Ondan zevk alıyorum, aile mirasıdır.

392
Geldiklerinin üçüncü günü Nuran'a:
- Kitabı artık vazıh olarak görüyorum! dedi.
- Ben de ceketindeki düğmenin boş yerini.
- Mahsus mu yapıyorsun, Allah aşkına?
- Neden mahsus yapayım? Evlilik hayatıma hazırlanıyorum. İş bölümü yapmadık mı?

404
- İhsan'ın hakkı var? Hayat benden fikir ve belki de mücadele istiyor. Hissî duruşlar değil!

408
"İnsandaki ölüm terbiyesinin verdiği bir şey olsa gerek!"

409
Puget'in Cariatide'leri ... devleri...

410
... birkaç sene evvel çıkan, insan sırtında yük taşınmasını meneden o çok iyi niyetli kanunu düşündü.

413
(Suat) "Talihimizin en hazin tarafı neresidir, biliyor musun Mümtaz? İnsanın yalnız insanla meşgul olması. Bütün bina onun üzerine kuruluyor; dışarıda ve içeride. ... insan insanla meşgul. İnsanoğlu insana yüklenerek yaşıyor. Hatta sanatkârlar bile; senin o evliya ruhlu dediğin insanlar bile.

414
"Zavallı insanlık! Hangi mesuliyet fikri? James Joyce'in M. Bloom'u gibi, kendi korkularımızın üstüne oturmuş, felsefe ve şiir yapıyoruz."

417
"Milli olan herşey güzel ve iyidir. Ve sonuna kadar devam etmesi lazımdır."

418
Homerique

426
- (Doktor) Biliyor musunuz ben ne vakit vaziyetten ümit kestim. Rus-Alman ademitecavüz paktı imzalandığı gün.
- Ama, solcular pek beğeniyor. Bir dinlesen! Hepsi şimdi Hitler'i övüyorlar. Sanki Rayiştag yangını mahkemesi olmamış gibi. Nuri'nin yüzü hiddetten sapsarıydı. - Sanki o kadar cinayet yapılmamış gibi.
- Tabiî överler. Fakat iş'ar-ı ahire kadar (sonra bildirilecek bir zaman kadar). Anlıyorsunuz ya, kıymet hükümlerini insan bir kere kaybetmesin! Onun için, harbi sevmemekle beraber, harpten korkmuyorum ve bekliyorum.

"Neden böyle oldu; niçin herkes bana böyle yükleniyor? Huzurdan bahsediyordu. Peki benim huzurum nerede kaldı? Ben yok muyum? Bu kadar yalnız ne yapacağım?"

434
Tekrar (İhsan'ın) ayakkabılarına baktı; "şu dünyada etrafımızdaki şeylere ne kadar az sahip olabiliyoruz."

Hepsi onun olmaktan çıkacaklardı. Meğer ki hatırlayan bir insan, bir hafıza bulunsun. Hakiki tasarrufumuz yalnız insanla ve insanda idi. İnsan zekâsı, insan kalbi, insan ruhu, insan hafızası... İnsan çekilince orta yerde hiçbir şey kalmıyordu. "Vâkıa bazı hayvanlar da sahiplerini ve yaşadıkları yeri unutmazlar..."

437
Rembrandt'ın tablolarını hatırlatan bir gölge ve ışık oyunu içinde rayları tamir ediyorlardı.

439
Viyolon konserto sonuna yaklaşıyordu.

444
- Galiba musikiyi seviyorsunuz! Yalnızca alafranga mı?
- Hayır, alaturkayı da. Fakat galiba, aynı adam olarak değil.
- Oğlum, çok doğru bir şey söyledin, dedi. O kadar doğru ki. Mesele musikiden çok ötede. Şarkla garp birbirinden ayrı. Biz ikisini birleştirmek istedik. Hatta bunda yeni bir fikir bulduğumuzu bile sandık. Halbuki tecrübe daima yapılmış, daima iki çehreli insanlar vermişti.

448
Böyle her şeyin birbirine karıştığı, her sualin birbirine muvazi olarak yürüdüğü, ümitle çalınan her kapıdan bir ejderha ağzının açıldığı bir devirde insanlığın mukadderatının birtakım yarı deli meczupların, mesuliyetsiz peygamberlerin, production, surproduction deterministlerinin, hüsnüniyetleri (saflık hali) ancak silah seslerinde vuzuhla (anlam açıklığı) konuşan, idam hükümlerinde kıvamını bulan gerçek çehresini takınan utopyacıların elinde bulunmasının felaketini düşünün. Alın size Stalin'in jesti. Hadiseler nasıl sıralanıyor. Hitler'de paranoyak olan hadise bu sonuncusunda, tam suikast oluyor. Lenin'in mongolit peygamber çehresi, nasıl birdenbire tasavvuru imkansız bir Makyavel'e değişti. Nasıl bir polis romanı entrikası oldu.

Stalin kendi çehresinin ve resimlerdeki bakışının sözünü nasıl tuttu?...

Dünyayı cennet yapacak bir ideal namına, bir gün kendisine çevrilmek ihtimali olan silahı bütün insanlığa nasıl çevirdi. Açıkça harbi teşvik ediyor; olması imkanını hazırlıyor.

450
onun hassalarıyla (özgülük, özellik) duyduğunu...

452
mücerret: yalın, soyut

454
Gaiple konuşurdu. Duvara yüzünü döndürür, orada tıpkı telefonla konuşuyormuş gibi mevcut olmayanla, kendi ruhunun sakatlığıyla konuşurdu.

467
fecir: tan kızıllığı

468
Bilir misin neye benziyorsun? Botticelli'nin meleklerine... Hani o Passion'da İsa'ya üç çiviyi verene...

470
istihza: gizli veya ince alay
.
.
.




100 Soruda Türkiye'de Roman ve Toplumsal Değişme

Fethi Naci

Gerçek Yayınevi, 1981 İstanbul


70
(Soru 15: Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur'da, "Doğu-Batı bileşimi" adı altında yapmaya çalıştığı şey nedir)

Tanpınar'ın roman kişileri aydınlar, eski konaklardan, yalılardan kalan döküntüler; büyük şehrin yalnızlığı içinde yaşayan insan tekleridir; halkla en küçük bir ilişkileri yoktur. Halktan kişiler, romana, Mümtaz'ı sandalla gezdirmek için girebilirler ancak. Mümtaz'ın gözünde halk "Hayatlarını hiçbir zaman öğrenemeyeceği insanlardı". Bunun için, onları tanımak yerine onlara gönlünce biçimler vermeyi yeğler…

Huzur'da, Cumhuriyet aydınları, yaşama koşullarının değiştirilmesi yolunda Cumhuriyet döneminin uğradığı başarısızlıklar karşısında, bu başarısızlıkların nedenlerini tartışıyorlar, bir çıkış yolu arıyorlar.

71
(İhsan) "Tabii şekilde ihtilal, halkın veya hayatın, devleti geride bırakmasıyle olur. Bizde ise hayat ve halk, yani asıl kütle, devlete yetişmek mecburiyetinde."

Görülüyor ki İhsan toplumun bağımsız bireyleri olarak bakıyor insana. Su nelerden meydana gelir? Oksijen ve hidrojenden. Toplum? İnsanlardan. Budur İhsan'ın topluma ve insana bakışı. Bunun için insanlar arasında sadece "hayat standardı" farkı görüyor.

Tanpınar'ın Doğu-Batı bileşimi adı altında yapmaya çalıştığı şey, geçmişimizi toptan yadsıyan küçük burjuva bürokrat görüşü ile geçmişin kültürünü tanımış ve sevmiş, "kökü mazide olan atî (gelecek)" (Yahya Kemal) olmak isteyen aydının görüşünü uzlaştırmaya çalışmak gibi görünüyor ilk bakışta. Ama "uzlaştırmak" bile denemez buna; küçük burjuva bürokrat görüşünün özüne hiç dokunmadan, bu görüşün halkı yönetimin dışında bir "nesne" gibi gören anlayışını olduğu gibi alarak, sosyal sınıfların varlığını yadsıyan görüşünü olduğu gibi alarak, "devlet"i küçük burjuva bürokratıyla özdeşleştiren görüşünü olduğu gibi alarak, "mazi"yi bu görüşe bir pudra gibi, bir allım gibi sürmek, böylece bu görüşü (Türkiye gerçeklerini görebilmek ve doğru düşünebilmek için yanılgıları ve gerçek niteliği gösterilerek tarihin çöp kutusuna atılması gereken bu görüşü) daha sevimli hale getirme çabasına girişmek… Nesnel açıdan değerlendirince, Tanpınar'ın yaptığının bundan başka bir şey olmadığı görülüyor. Tanpınar, bir ekonomik kalkınma meselemiz olduğunu biliyor, ama ekonomik kalkınmanın sadece teknik - ekonomik bir mesele olmadığını, her şeyden önce bir siyasi iktidar meselesi olduğunu, bu iktidarın iç sosyal güçlerle ve dünya ile ilişkilerini anlamaktan çok uzak. Bunun için de, genellikle, meseleleri "baş aşağı" koyuyor; temeldeki bozuklukların yüzeydeki belirtilerine gene yüzeysel (daha doğrusu üst-yapısal) çözüm yolları arıyor. Ve bu çözüm yollarını da sadece sohbetler içinde arıyor; memleketin bunca meselesini tartışan aydınların en küçük bir eylem niyetleri yoktur. Mümtaz, "dünyayı ıslaha kalkmamayı" bir erdem olarak görür; böylesi insanlar "nefislerine sadık olarak yaşamanın sırrını bulmuşlar. Öbürleri (Yani dünyayı ıslaha kalkanlar) kendilerini aldatıyorlar gibi geliyor bana…" der.

72
Bir romanda bir mesele konmak isteniyorsa, bu meselenin doğru konması bile başlı başına önemli bir şeydir; çözüm yanlış olabilir, o başka mesele. Ama Tanpınar, meseleleri, çözmek bir yana, doğru da koyamıyor. Bunun için o sayfalar boyu tartışmalardan bizde kalan tel şey şu oluyor: Cumhuriyet aydınlarının Cumhuriyet döneminin başarısızlıkları karşısında soyut düşünce düzeyinde kalan tedirginlikleri, tepkileri, arayışları, "huzur"suzlukları… Ama bu tedirginliklerin, bu arayışların bir "kaçış"la iç içe olduğu da pek açık: Tarihe kaçış, musikiye kaçış, İstanbul'un güzelliklerine kaçış…

(Soru 16: Söz, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur'undan açılmışken, bu roman hakkında düşündüklerinizi burada açıklar mısınız?)

Huzur, Türkçede okuduğum en güzel aşk romanı.

76
Tanpınar, aşkı, çoğu romancının yaptığı gibi, günlük hayatın ayrıntılarından, çevreden soyutlayarak, sadece bir kadınla bir erkeğin bağımsız ilişkisi olarak anlatmaz. Aşk, Tanpınar'da soyutlanmış bir duygu değil, günlük yaşamanın bir parçasıdır.

77
Tanpınar'ın bu alabildiğine usta işi tespitlerini okurken hep sinemadaki "optik kaydırma"yı düşünüyorum; kalemiyle yapıyor Tanpınar bu işi: "Uzaktan gözle ayırt edilemeyecek bir varlık, bir durum, bir ayrıntı üzerine hızlı bir optik kaydırma bu varlık, durum ya da ayrıntıyı bir anda seyircinin gözü önüne serer ve çarpıcı bir etki yaratır." (Nijat Özön). Tanpınar bilincindedir yaptığı işin: "Ah, bu küçük teferruat… İki üç çizgi, birkaç konuşma parçası, işte size bütün bir hayat…" (SAE, s266)

79
Tanpınar'ın kendine özgü bir anlatımı, bir üslubu var. Bu kendine özgülük belki gereğinden de fazla belirgin; çünkü giderek roman diliyle çelişir duruma düşüyor. Romanda dil, okurla roman arasına girmemeli. Oysa Tanpınar'daki üslûp kaygısının sahnede "rol çalan" bir oyuncunun bir anlık beğenilme uğruna oyunun bütününe zarar vermesi gibi bir etkisi oluyor. Üslûp kaygısı, kişileri, olayları izlemeyi güçleştiriyor.

"Anları birleştirip düz ve yekpare zaman kurabildiğim için!" (s.217)

80
Bir de felsefe yapmak ya da büyük bir laf etmek merakı var Tanpınar'ın, felaket!

81
… Huzur'u okurken, Tanpınar'ı yazı yazarken değil de elinde kamera çalışırken düşündüm; dikkati özellikle "ayrıntı çekimi"ne yönelik bir sinemacı…



 



.
.
.
.

17 Kasım 2013

L.R. Rogers - Sculpture

.
.
.
.

Sculpture
L. R. Rogers     •     

London • Oxford University Pres • New York • Toronto • 1969

Bölüm I  • Takdim

Heykele Yaklaşım

1
Yirminci yüzyıl sanatının gelişiminde önemli yan etkilerden biri, sahip olduğumuz kültürden farklı kültürel geleneklerin sanatına ilgimizin ve onlara verdiğimiz değerin artmış olmasıdır. Günümüzde çok az insan artık resmin Giotto’dan başladığını ya da heykelin klasik zamanlarda başlayıp Rönesans ve Rönesans-sonrası dönemde geliştiğini düşünmektedir. Kusursuz heykellerin, ilkel ya da gelişmiş olsun, var olan neredeyse tüm toplumlarda üretildiğinin artık farkındayız ve birkaç on yıl önce bir çoğu heykelsi obje olan sanatsal çalışmanın sadece değerlenmesinden dolayı değil, arkeologların ve antropologların duyduğu garip ilgi sayesinde artık onlara çok daha fazla önem veriyoruz. Heykel olgusunun değerlendirilme kriterleri açısından bu kitabın yaklaşımı, bu nedenle, coğrafik ya da tarihsel dar görüşlü fikirlerden kaçınmak olacaktır.

Heykelsi biçimlendirmede saf duyarlılıkların en ilkel toplumlarda bile var olabileceği, Paleolitik insanın kemiklerden, fildişinden, taş yontulardan, kil modellerden ürettiği nesnelerle kanıtlanmıştır. Bu üretilenler, kadın figürlerinden -tarih öncesi Venüs- ve birçok hayvan figüründen oluşan, üç boyutlu ya da kabartma betimlemelerdir. Altamira ve Lascoux gibi yerlerde bulunan mağara çizimleri ve resimleri de göstermektedir ki, aynı duyarlılık ve dışavurum burada da kanıtlanmaktadır.

Mısır, Mezopotamya, Hindistan, Çin, Güney Doğu Asya, merkez ve Güney Amerika, Akdeniz ve orta Avrupa’nın büyük uygarlıkları ve onlarla birlikte Afrika’nın, Okyanusya’nın, merkez Asya’nın ve Kuzey Amerika’nın kabile kültürleri çok geniş ve farklı üsluplar içeren görkemli heykeller üretmişlerdir. Masif taş tapınaklardan küçük ve ahşap kabile kulübelerine kadar her çeşit yapının içi ve dışı heykellerle dekore edilmiş; toz fırçasından lahitlere kadar her çeşit alet edevat ya heykellerle süslenmiş ya da heykelsi bir yapıda tasarlanmıştır.

2
Ayrıca, heykel sadece mimariyle ya da işlevsel objelerle bağlantılı olarak değil, dini ikonlarda, kült objelerde, muskalarda, anıtlarda, bahçe ve kent düzenlemelerinde, portrelerde ve yerel süslemelerde biçim bularak bağımsız bir biçimde de var olmuştur.

Geçmiş heykellerin büyük bir çoğunluğu doğal ya da insan faktörüyle yok olmuşlardır.

Bir bakıma, geçmişin sanatı yanıltıcı bir biçimde günümüz sanatının karşıtı gibi ele alınmıştır. ‘Geçmişin sanatı’ ifadesi, olmuş bitmiş şeylerle ilgili, sadece tarihçiyi ilgilendiren bir vurguya dönüştürülmüştür. Oysa yüzlerce, binlerce yıl önce yapılmış bir heykel işte şimdi önümüzdedir ve tıpkı geçmişte üretildiği biçimiyle aynı yollarla kendini bizim duyumlarımıza sunmaktadır. Bir sanat yapıtı, kendi çağında kullanılarak yıpranması ve yeniliği dışında niteliğinden hiçbir şey kaybetmez. Estetik açıdan bu gibi şeylerin modası geçmez. Nasıl ki Rönesans sanatı, Akdeniz sanatını geçersiz kılmıyorsa, Kopernik sistemi de Ptolemaik sistemi (yerin evrenin merkezi olduğunu ileri süren Ptolemais adında Grekli bir bilim adamı) geçersiz kılmaz. İki ya da üç bin yıl önceye ait bir şaheserin etkileyiciliği ve güzelliği hala gücünü korumaktadır. O, artık ortadan kaybolmuş geleneklerden ve inançlardan kaynaklanmış yanı hakkında hiçbir şey bilmiyor olsak da bizi harekete geçirir ve bize haz verir.

3
Geçmişin çağları, coğrafyaları, kökenleri ve kültürel arkaplanları ile heykel konusunun bir başka önemi daha vardır. Geçmiş toplumların dillerini, edebiyatlarını bilmeden, evrensel bir yapıya sahip heykel dili sayesinde onlarla doğrudan konuşabilir, onları görebiliriz. Evrensel heykel dili içinde aksan farklılıkları olabilir, fakat temel olarak her yerde aynıdır.

Fakat bir heykel yapıtı, tıpkı şu anda göründüğü gibi gözlerimizin önündeyse, neden hızlı ve evrensel bir biçimde onu algılayamıyoruz?  Bu soruya kısa bir biçimde şöyle cevap verilebilir: Heykelin estetik niteliklerine doğrudan ulaşabiliriz fakat onları yalnızca bunu yapacak gücü edinirsek algılayabiliriz. Heykel hiçbir şeyini saklamaz ama onun içinde yatan kendimizi görebileceğimiz sınırlar vardır. Eğer önemli bir heykel çalışmasını anlayamıyorsak, muhtemelen, algısal becerileri, davranışları ve duyarlılıkları edinmemiş olmamızdandır, ki bunlar sonradan edinilebilir. Çok fazla efor sarf etmeden algılayabileceğimiz heykel nitelikleri vardır. Çok kısa sürede bizi cezbeden, evrensel olarak tanınabilen niteliklerdir bunlar. Örneğin, ezici bir ortak duygulanım etkisine sahip Perpignan haç’ını, Michelangelo’nun ağırbaşlı ve güçlü Moses’ini, bir adamın şefkatli dokunuşlarıyla Rodin’in Öpücük heykelini, Maillol’un ve Renoir’nın kadın heykellerindeki sıcak neşeyi, erotik cazibeye sahip Hint asparas’larını, Luca della Robbia’nın Cantoria’sındaki koro elemanının gençlik ateşini bir düşünün! Birçok insan, bu heykellerdeki nitelikleri hemen algılamaya hazırdır, çünkü bu heykeller normal yoğunluğun çok ötesinde olmalarına rağmen, gündelik hayattın hemen kabul edilebilir niteliklerini de yansıtırlar. Olağan duygularımızı ne kadar derinleştirirsek ve yaşamdaki duygusal etkileşimimiz ne kadar keskinleşirse, Bu tür heykel niteliklerini de daha güçlü bir biçimde değerlendirebiliriz. Elbette bütün bu özel algısal becerileri, davranışları ve duyarlılıkları yalnızca onları kavramak ve onlardan hoşlanmak için edinmemeliyiz. Heykel sanatıyla etkileşimimizi geliştirmenin bir yolu vardır, o da çok daha duyarlı bir insan varlığı olmaktan geçer.

------dışavurumdaki daha derin seviyeler ve biçimin güzelliği-------

dışavurumcu nitelikler…


9
Heykel hakkında bazı bilgiler, toplumsal arkaplanı, toplumsal, tarihsel bilgiler, dini önemi, vs. belki ona bakışımızı genişletebilir, görsel farkındalığımızı güçlendirebilir, biçimsel ve dışavurumsal nitelikleriyle vereceğimiz yanıtları zenginleştirebilir. Fakat ona vereceğimiz değer (kusursuz oranı, biricik heykelsi hacimleri) ancak onun sınırsız (kozmik) güçlerini öğrendiğimiz zaman artar. Bu kozmik güçler onun tasvir edilmiş tanrısallığı aracılığıyla sembolize edilir.

9-10
Heykel hakkında araştırma yapmayacağız, bilgi edinmeyeceğiz. Bunlar tuzak! Bizim sağlam bilgimiz, onun algısal düzlemi olacak. Edebi ya da entelektüel düzlemler değil. Kitabımız algı üzerinde duruyor. Öyle entelektüel beceriler, sanat tarihi, sanat felsefesi, sanat psikolojisi, sanat eleştirisi gibi akademik ilgiler değil! Zaten çoğumuz bunlardan, bu tür bilgilerden uzağız.

14
14’e kadar anlatılanlar şu: Heykel üç boyutlu bir formdur. Bu onun en karakteristik özelliğidir. Bunu üstünkörü anlamak zordur. Herkes az buçuk üç boyutlu formları algılamada bir kapasiteye sahiptir. Ama bunu geliştirmek gerekmektedir.

14
Üç boyutlu formu algılama ve kavramada sadece görme değil, dokunma duyusu da önemli bir rol oynar.

-       dokunsal yüzey nitelikleri
-       ağırlık
-       hacim (≠ kütle)
konturlar ve siluetler
-       ifadesel nitelikler

20 - 25
fotoğrafın üç boyutlu heykeli çekemeyeceğini anlatıyor.

26
heykelsi biçimin elemanları


Kütle ve Boşluk (Space)

Heykelin üç boyutlu doğasına iki farklı yolla bakabiliriz. Bir taraftan, bir heykel çalışmasını katı, geçirgen olmayan parçaların bir toplaması, bu parçaların yerinden çıkarılması, yerine yerleştirilmesi biçiminde düşünebiliriz. Bu şekliyle biz heykeli daha çok bir “içsel yapı” olarak görmekteyizdir.
Diğer yandan heykeli boşlukla ilişkileri içinde ele alabiliriz. Onun üzerine yayılan, onu saran, içinden geçerek onunla ilgili hale gelen boşlukla… Bu şekliyle heykelin sadece materyalinin bileşenleriyle değil, bu bileşenlerin uzayla olan ilişkisi de hesaba katılmaktadır.

Örneğin, birincisine örnek olarak Brancusi’nin “Kuş” (1912) adlı çalışmasını verebiliriz. Burada sadece katı bir malzemeyle çalışılmıştır (single valume sculpture, single solid piece of material). Oysa Gabo’nun “Çizgisel Yapı” (1943) çalışmasında neredeyse hiçbir katı ya da kütlesel materyale rastlamayız.

Bazen de hem içi hem de dışı hesaba katan yapı bir arada kullanılır.

26-30
Bir çok kişi, kütle dendiğinde ne olduğunu gayet iyi bilir. Fakat boşluk (uzay) öyle görülebilir, dokunulabilir olmadığı için algılanması, kavranması kolay olmayan bir heykele yaklaşım biçimidir. Bir heykele bakış tekniği olarak boşluk, gerçekliği konusunda şüphe uyandırır. Belki boşluklar ile uzaysal ilişkiler arasında bir ayrım yaparsak, boşluk konusundaki yaklaşımımızı daha anlaşılır hale getirebiliriz.

Boşluklar, heykel bileşenleri arasındaki alanlardır. Onlar oyuklar, çukurluklar şeklinde karşımıza çıkar (bileşenlerin kendi arasında). Ve onların arasında aralıklar şeklinde de olabilir.

Boşluklar, kesin biçimleri ve ölçüleri olan alanlardır. Tıpkı bir odanın ya da bir fincanın içi gibi.

Uzaysal ilişkiler ise, boşluğun içinde, boşlukta var olur ve burada bir çeşit genel havuz ya da matrix (dizey, kalıp, bir cisme şekil veren şey veya dayanak olan şey, veri grupları arasındaki ilişkiyi saptamak amacıyla kullanılan yatay ve düşey hatlar ya da kolonlar, değişkenler arasındaki ilgiyi gösteren tablo ) gibi görünür. Uzaysal ilişkileri (heykel bileşenlerinin), onların göreli, bağlı yönleri ve pozisyonlarıdır (bu havuz ve dizey’in içinde). Onlar, bileşenler arasında birinin diğeriyle olan ilişkileri aracılığıyla ortaya çıkarlar ki, bu anlamda fiziksel olarak değil, onların birbirleriyle olan geriliminden doğarlar.

30
Bir heykeli uzaysal ilişkilerle ele almak, daha yakın zamanda ortaya çıkmış bir durumdur (kütlesel yanından çok, uzaysal ilişkilere vurgu yapmak). Bu tür bileşenlerden oluşmuş heykeller, çok az ya da hiç üç boyutlu yapılar içermezler. Tel, ip gibi ya da iki boyutlu levhalardan oluşurlar. Bu tek ya da iki boyutlu bileşenler, üç boyutlu boşluğu harekete geçirirler. Etrafına anlam katarlar. Bu tür heykelleri değerlendirmek için katı formda oluşmuş heykelleri değerlendirirkenki yaklaşımlarımızdan daha farklı bir duyarlılık gerekir.

Hacim 31

Bir heykelin hacmi, onu kaba taslak algıladığımız anda katı bileşenlerinin tamamının oluşturduğu, kapladığı alandır. Bu bir heykelin fazla derine inmeden algıladığımız en temel yapısıdır.

Tek hacim: domates, elma, yumurta, balık, kristaller,vb.

35
Öyle sadece yüzeyindeki ufak oynamalarla meydana getirilmiş heykeller pek memnun edici değildir, kişiyi tatmin etmez. Asıl önemsenen heykel, içsel yapıya sahip olanlardır. Dış yüzeydeki hareketlenmelerin içteki hacimle şekil kazandığı, içsel yapının tüm yüzeyi belirlediği heykeller daha önemli bir yere sahiptir.

İçsel dinamikler, içsel varlık biçimleri yüzeyin biçimselliğinden sorumludur. Heykelsi kütlelerin yalnızca toplama yüzeylerinden ya da yüzey niteliklerinden ibaret olduğu düşünülür. Oysa bu yüzeyler içeriden tasarlanır ve iç’in dışsal bildirileridirler. Bu yüzey nitelikleri kütlenin bir sürekliliği olarak ele alınmalıdır.

Katılık

Katılık algısal bir nitelik olarak ele alınmalıdır.

Yüzeyler

Yüzey, hem kütlesel hem de uzaysal heykel için önemli bir niteliktir. (…) Levhalardan oluşmuş uzamsal heykel neredeyse sadece yüzeylerdir; katı (boşlukta yer kaplayan) heykeller için ise yüzey, sınırlardır.

Çeşitleri

I. Düzenli Yüzeyler

Geliştirilebilir niteliktedirler. Düz çizgi üzerinden doğarlar.
a) düz yüzeyler
b) tek eğimli yüzeyler
c) yamulmuş yüzeyler (geliştirilemez)

II. Çift Eğimli Yüzeyler (geliştirilemez)

Düzenli yüzeylere göre, çift eğimli yüzeylerden oluşmuş heykeller yapmak daha zordur.

Düz, tek eğimli ya da yamulmuş heykeller yalnızca günümüzde üretilmektedir.

40
Katı maddelerin tek ve iki eğimli yüzeyleri, aynı zamanda iç ve dış bükey olmaktadırlar. Bu iki karakterin etkileşimi, heykelsi formları en etkileyici ve önemli düzenlemeler içinde ele alınmasına neden olmaktadır. En başta (bu etkileşim) bize eğimli yüzeyleri 5 temel tipte ele alma fırsatı vermektedir:

I. İki kavisli yüzeyler (tamamen dışbükey olanlar)
II. Tek kavisli dışbükey kavisler
III. Çift kavisli yüzeyler (tamamen içbükey olanlar)
IV. Tek kavisli içbükey yüzeyler
V. Hem iç hem dışbükey yüzeyler.

Dışbükey Yüzeyler

-tek hacimli-
En yaygın yüzey tipi, heykelde, çift kavisli tamamen dışbükey yüzeylerden oluşur. Bu yüzeyler doluluk ve tamamlanmışlık izlenimi doğurur. İç dinamiklerin gerilimini taşıyan bir deri görünümündedirler.

43
Düzlem kavramı genellikle küp ya da piramit gibi dümdüz yüzeyler için kullanılır. Heykeltıraşlar ise bu kavramı tam düz olmayan düzlemler için de kullanırlar. Örneğin “eğimli” yüzeyler, derler.

48
Kadın figürlerinde yumuşak geçişler, hafif şişkinlikler, yuvarlaklıklar ile erkek figürlerindeki sert yapı, en çarpıcı kontrastlıklardır.

Tek eğimli yüzeyler, çift eğimli yüzeyler kadar hacmi ortaya koyamaz. Tek eğimli yüzeyler bir hacmi kuşatamaz, daha çok bir sertlik, bir mekanik basitlik izlenimi verirler ve ince ayrıntıdan yoksundurlar.

Tel eğimli yüzeyler (silindir, koni gibi) daha çok makine üretimi biçimlerde bulunur ve heykelde daha çok tabakadan (saç) üretilmiş olanlarda kullanılır (Mekanik bir karakter amaçlandığında). Kütlesel bir heykel üretiminde ikincil planda kalırlar ve bağlantıların da diğer yüzey tipleri rol oynar.

İçbükey Yüzeyler

İçbükey yüzeyler, ister tek kavisli ister çift kavisli olsunlar, dışsal güçlerin işletilmesinde ortaya çıkarlar.

Bu yüzeyler daha çok yoksunluk, aşınmışlık, üzerine basılmışlık, eziklik etkileri önerirler.

İçbükey yüzeyler kütleye, boşluk karşısında ileri gitmesini sağlarlar. Genellikle tamamlanmamış, kütlenin hacmini kuşatacak devamlılığı sağlayamamış yüzeylerdir.

İçbükey yüzeylerin en önemli fonksiyonları heykelde gölge sağlamaktır.

51
Afrika heykellerinde çokça karşılaştığımız içbükey yüzeyler, heykelin ifadeci niteliklerini abartmak ve ruhsal oluşumlar için uygun bir buluştur. Fakat gerçek insan figürlerinde içbükeylik, deforme içindir ve yalnızca yaşlılığı ve zayıflığı ifade etmek için kullanılır. Sağlıklı insan vücudu neredeyse tamamen çift kavisli dışbükey yüzeylerden oluşur.

52
Dışbükey formlar (Greklerde ve Hint heykellerinde) organik canlılığı ve zenginliği ifade edebilmek için kullanılır.

İçbükey - Dışbükey Yüzeyler

İçbükey ve dışbükey yüzeyler kendi başlarına kütleselliği veremezler. Onlar yalnızca iç dinamikleri ortaya koymanın pozitif ve negatif yanları olarak görülmelidir.

54
Düz taraflı hacimler bir sertliğe sahiptirler, tek biçimli her yöne düzlüğe… Ne zaman ki güce ya da kütleselliğe ihtiyaç duyarlar, işte o zaman heykeltıraşlar yaklaşık olarak blok etkisi veren biçimlere eğilim gösterirler. Blok, belki son derece güçlü bir yapı olabilir, ancak her zaman ince ayrıntılardan yoksundurlar ve onları kavramak güç değildir. Bazı Meksika ve Mısır taş heykelleri (bu açıdan) dünyanın en güçlü yapılarıdırlar ve bunu blok etkili yüzeylerine borçludurlar.

56
Parçalar (Bölümler) - Kesitler

Üç boyutlu biçimleri algılamanın ve tanımlamanın en kullanışlı yolu, biçimleri parçalar olarak ele almaktır. Özellikle mühendislikte, mimarlıkta, anatomide, botanikte, marangozlukta ve tabii ki heykeltıraşlıkta, ne zaman ki katı maddelerin biçimlerini anlatmak gerekse, bölümleme yöntemine başvururlar.

Kesit, heykelin parçalarını bağlamada bize yardımcı olur. Heykelin bir yüzeyinden diğer bir yüzeyini ayırmada, ilişki kurmada, vb. Bir hacmin her yönüyle aynı anda farkına varmamızı sağlarlar.

Heykeltıraşlar, kesitlerin birbiriyle olan uyumluluğu, kesit almanın onlara verdiği bu olanak sayesinde bileşenlerin bir bütünü meydana getirdiği gerçeğini göz önünde bulundurarak bir şaşkınlık, bir kararsızlık yaşamadan yapıyı görme şansına sahip olurlar. Burada biçimleri benzer yapılara indirgeyerek bu başarıyı elde ederler. Hacmin ana kesiti üç yöne sahiptir.

57
Günümüz mühendisliğinde, gemi ya da uçak yapımında, bu yapıları kesitler halinde analiz etmek doğal, mantıklı, ekonomik ve doğru bir yöntem olarak algılanabilir. Bununla birlikte heykelsi hacimler her ne kadar mühendislik yapıları gibi sıkı yapılar olmasalar da, kesitlere ayrılarak analiz edildiklerinde, gene de yapısal doğruluklar konusunda bir fikir verebilirler. Bu şekilde heykelin anlaşılır içsel yapısı ortaya konabilir: düzlemlerin organizasyonu, ana çizgiler, eğrilik değişimleri, oranlar, vb. Soyut heykellerde kesit analizi çok daha kullanışlıdır.

Geçişler 59

Heykelsi kompozisyonda hacim bileşenlerini her biri genellikle birbirine bir yolla bağlıdır.
Sert geçişler (Okyanusya ve Afrika heykelleri)
Yumuşak geçişler
Özellikle kabile sanatlarında, Afrika tahta yontularında karşılaştığımız içbükey ve dışbükey sert geçişler, heykele dramatik ve canlı bir anlatım kazandırmaktadır. 20. yüzyılda Arp ve Moore ise tam tersi yumuşak geçişlerle heykeller yapmışlardır.

Küçük Biçimler 68

Arp ya da Brancusi örneklerinde olduğu gibi yalın bırakılmış yüzeylerden oluşan heykellere yalnızca bizim zamanımızda rastlarız. Geçmişin heykelleri dekoratif detaylarla küçük biçimlerle kaplıydı. Bazen bu detaylar hacmi aşırı derecede boğuyordu ki bu hastalık içinde heykel kurban ediliyordu. Hint heykel stilinde figürler, küçük dekoratif biçimlerin yarattığı ortamın içinde yutulmuş, yok olmuştur. Geç Gotik atlarları da aynı kaderi paylaşmıştır. Henry Moore şuna dikkat çekmiştir: Gotik’ten bu yana Avrupa heykeli fazla büyümüş yosunlarla, yabani otlarla kaplanmıştı, tamamen saklı biçimlerin fazlalığıyla yaratılmış her çeşit yüzey… Ve Moore, şunu ekliyor: Bu yabani otlarla kaplı biçimleri Brancusi’nin özel misyonu sayesinde defettik ve o bize biçim bilincini yeniden taşıdı.

Birçok küçük form (ayrıntı) yalnızca yüzeye, asıl formun üzerine dokusal ya da çizgisel eklentidir.

68
Klasik heykelde, Grek heykelinde özellikle erkek torslarda beden, göğüs ve üreme noktaları ile temel formları oluşturur ve bu noktaların (bölgelerin) dışında kalan küçük elemanlar birbirleriyle gayet uyumludur.

Katılık ve Boşluk Arasındaki Etkileşim (70)

20. yy heykelindeki gelişme, ‘iç’in kübistler tarafından (Picasso, Lipchitz, Laurens ve Archipenko) heykele özgü bir hacim olarak kullanımının başlatılması oldu. Onların yaptıkları şeylere alışkın olarak büyüyen bizler, bazen bunların ne kadar cesur adımlar olduklarını unuttuk. İçbükey, dışbükey yüzeylerin, katı ve boşluğun karşılıklı etkileşimlerini heykelin yararına sürdürüldüğünü… Onlar insan figürünü yalnızca komposizyonlar geliştirmek için yalnızca başlangıç noktası olarak kullandılar ki formların her biri bir buluştu. Diğer gelişmeler arasında onlar, figüre içbükeylikler yüklediler ki burada figür bir varlık olarak, katı bir maddenin yayılımı olarak hiç varolmadı. Archipenko, figürde hacimselliği ortadan kaldıranlardan ilki oldu. Kübist heykel biçimlerinin çoğundaki gibi bu boşluklar inorganik nitelikteydi. Mekanik, tek kavisli yüzeylerin ağır bastığı nitelikler…

74
Yalın hacimli yapılarda iç boşlukların olanaklarını diğer sanatçılardan çok daha ileriye taşımış olan sanatçı Barbara Hepworth’dur. O, dikkatli bir biçimde düşünülmüş dış biçimlemeler kadar, delikler ve oyuklar yaratarak heykellerinin içyapılarını da işlevsel kılmıştır.

77
Temel hacimlerin içinde oyma ve boşluklar açma, heykelin katı maddeselliğinin içine nüfuz etmenin, onu açmanın tek yoludur. Geçmişin heykellerinde bu yol, birçoğu figürlerden ve hayvanlardan oluşmuş yekpare parçalar oldukları için, fazla kullanılan bir yöntem değildi. Figüratif heykellerin çoğunda boşluk, farklı çeşitlerde karşımıza çıkar; Boşluklar bir hacimsel bir özellik sergilediklerinde, iç’te gerçekleşen biçimde değil, katı parçaların arasında varolurlar.

Mısır’da ve benzer özellikler gösteren diğer heykel geleneklerinde karşılaştığımız figürün katı bir kütlenin içine sıkıştırılması, gerçek insan vücudunun duruşlarına çok az sahiptir. İnsanlar genellikle kollarını vücutlarına sıkıca yapıştırarak ya da dizlerini birbirine kenetleyerek, ayakta ya da oturur vaziyette durmazlar. Bu tür duruşlarda ifade olanakları neredeyse tamamen sınırlandırılmıştır. Birçok heykeltıraş kompozisyonlarında katı biçimler ve boşluk arasında daha doğal ve organik ilişkiler araştırmışlardır ve boşluğu figürün içinde daha doğal bir biçimde kullanma eğilimindedirler. Kollar vücuttan ayrı dururlar, bacaklar arasında bir boşluk vardır, oturmuş figür bacakları arasında bir boşluğa sahiptir. Uzanmış figür, dayandığı yer ile vücudu arasında bir boşluk yaratır. Geçmişte yapılmış heykellerin büyük çoğunluğunda bu boşluklar heykeltıraşlar tarafından dikkate alınmamıştır ve onlar kesinlikle boşlukları bir biçim olarak düşünmekten çok uzaktırlar; üç boyutlu cisimlere duydukları ilgi daha fazlaydı.

Heykelde boşluğun hesaba katılması gerektiği, Barok ve Maniyerizm gibi oldukça kompleks kompozisyonlarda bile (örneğin Laocoon gibi) bir biçim olarak boşluk ikincil olarak düşünülmüştür.

78
İnsan ve hayvan figürlerinde, masklarda yüksek derecede soyutlama gerektiren Afrika ve Okyanusya ağaç yontuculuğunda ve bazı Meksika taş yontuculuğunda heykeltıraşlar boşlukları en az kütleler kadar dikkatli bir biçimde tasarladılar. Bu bakımdan birkaç ilkel heykel örneği, kütle ve boşluğun birlikte kullanımıyla oluşan yeni anlayış içinde birçok modern heykel örneğine benzer.

Üç boyutluluk kadar, boşlukları da değerlendiren betimleyici bir heykel yaratabilmek için insan ve hayvan figürlerindeki ya da herhangi bir betimlemedeki natüralistik biçim anlayışında, daha farklı özgürlüklere ihtiyaç vardır. İlkel heykel sanatında bu özgürlük tartışmasız bir biçimde hoşlanılan bir şeydi. Fakat modern sofistike heykel, uzun bir tarihe sahip, oranlarda ve biçimlemede anatomik doğruluğun ciddi bir heykelin en önemli özelliği oluşuna dayanan anlayışın da üstesinden gelmek zorundaydı. Çok sayıda örneklere sahip ilkel heykel, yüzyılın başında erken dönem sanatçıların, natürlalizmin sınırlayıcılıklarını kırmalarında büyük bir cesaret verdi.

79
Bu sınırlandırılmış özgürlüğü iyi anlatabilecek bir karşılaştırma yapacak olursak, Tamuin’den Meksika taş figürü ile, Donatello’nun David’ini ele alabiliriz. Tamuin’de kol ve vücut arasındaki boşluk, bir biçim olarak değerlendirilmiştir. David’deyse aynı yaklaşım görülmez. Anatomik doğruluğun gerekirlikleri, ki Meksikalı heykeltıraşı bu hiç ilgilendirmiyor, Donatello’nun bu boşluğu görmesini engelliyor. Onun için bu boşluk sadece katı parçalar arasında kalan bir yarıktır.

Archipenko, Arp, Lipchitz, Hepworth ve Moore gibi büyük modern heykeltıraşların çalışmalarında boşluk ve üç boyutlu madde dengeli bir anlayışla ele alınmıştır ve bu iki elemanın ayrı bir biçimde algılanmasına olanak yoktur. İç boşluk mefhumu, burada üç boyutlu katılığın içine yedirilmiştir ve heykeli çevreleyen dış boşluklar artık kullanılmaz; boşluğun kompozisyonun tamamına işlemesi, boşluk ve katılığın yakın birliği bunu gereksiz kılmaktadır. Geçmişte örneğin yeni İrlanda Malanggan yontuları gibi heykeller vardır; boşluğu kendi tasarımlarının bir elemanı olarak pozitif anlamda kullandıklarını gösteren bir örnek… Fakat 20. yy’dan önce kütle ve boşluğun birliğini bu kadar bilinçli ve doğrudan kullanan heykel anlayışı hiç olmamıştır.

80
Henry Moore’un çalışmalarında deliğin özel bir biçimde kullanıldığını herkes bilir. Moore’un katılık ve boşluk arasındaki olası ilişkiler üzerine araştırmalarının diğer heykeltıraşlardan daha yoğun olduğu da bir gerçektir. Uzamsal heykelin gelişiminde (spatial sculpture) Moore’dan çok daha ileri yol kat etmiş 20. yy heykeltıraşları vardır, fakat onlar heykelin temel olarak katı bir biçim olduğu fikrini terk etmişlerdir. Moore heykelin bu geleneksel düşüncesini hiçbir zaman terk etmedi ve onun çalışmalarındaki uzamsal nitelikler, bizim heykeli katı biçimlerin kompozisyonu olarak saymayı kestiğimiz noktada dahi, kütleselliğin azaltılması yoluna hiçbir zaman girmedi.

Uzamsal Heykel

81-82
Heykel türünde son 50 yıl (1919-1969) içerisinde uzamsal değerler, üç boyutlu, hacimli (solid) biçimler karşısında üstünlük kazandı ve heykeltıraşların yönelimlerinde önemli bir odak noktası haline geldi. Bizler uzamsal heykeldeki bu gelişmeleri, yüzyılın ortasında yeni bir çeşit uzamsal sanat fikrine olan inançlarıyla özellikle Naum Gabo ve Antoine Pevsner kardeşler gibi Konstrüktivist sanatçılara borçluyuz. Bu fikir ilk olarak Rus devriminin erken döneminin entelektüel ve sanatsal iyimserliği içerisinde tasarlandı ve 1920’de gerçekçi manifesto ile duyuruldu.

Şunu fark etmeliyiz ki, aslında bütün heykeltıraşlar uzamsal değerlere sahiptiler ve çalışmalarında değişik yaklaşımlarla bunun önemine değinmişlerdi. Gabo ve Pevsner, tamamen uzamsal fikirlerle ortaya çıktılar. Bu heykel türünde en çok öne çıkan özellik, başlıca biçim olarak çizgisel ve yaprak biçimlerinin tercih edilmesidir. Olağan olarak kullanılan katı biçimler yerine, tel, ip, çubuk, metal levha, perspex, ahşap ve bunun gibi materyaller… Bu kullanımın etkili sonuçları vardır. İlk olarak bu tek ve iki boyutlu materyaller kütlesel bir biçime sahip değildir, içi olan yapılar değildirler ve bu haliyle sanatçılara çalışmalarındaki uzamsal değerlere daha yoğun bir şekilde konsantre olmaları konusunda olanak sağlamaktadır. İkinci olarak, onlar açısından boşluk, iş edinecekleri bir şey değildir. Üç boyut, en az yöneldikleri şeydir. Onlar boşluğun içine yönelirler, onu bölerler, çaprazlama işlerler, katlarlar, sararlar, çerçevelerler. Fakat içini doldurmazlar. Bu yaprak ve tel bileşenler, hacimli şeylerden çok daha fazla boşlukla yakın ilişki içindedir.

84
Bu materyaller, saydam ve yarı saydam olduklarında, heykel neredeyse tamamen cisimden arındırılmış hale gelmektedir. Gabo, kendi konstrüktivist heykellerinde cam ve pleksiglas gibi saydam malzemelerin müthiş olanaklarını kullanarak, bunları geliştirmiştir. Bu şekilde heykelin içinin görülebilir kılınması ve görsel duvarlar kullanılmaksızın boşluğun tanımlanabilmesi, olanaklı hale gelmiştir. Heykeller iç ve dışa ihtiyaç duymadan, tamamen uzamın görülebilir hale geldiği açık bir yapıya dönüşmüştür.

Pevsner, oldukça etkileyici bir tekniği mükemmelleştirerek yeni bir yüzey yarattı. En çok kullandığı yöntem, metal teller ve eğimli çubukları uzamdaki eğrilerle ilişkilendirerek kurmaktı. Bunlar yan yana kaynakla birleştirilerek toplamda bir yüzey oluşturuyorlardı. Bu tekniği yaygın bir biçimde yüzeyde çok güzel ritmik hareketler içeren karmaşık uzamsal örnekler kurmak için kullandı. Bu yapıda yöntemli yüzeylerin üstünlüğü ona bir sıkılık ve sertlik vermektedir. Yüzeyi meydana getiren bu sıkı çizgisel elemanlar, gerçekten de görülebilir bir yapıyı tamamen açığa çıkarmaktadır.

86
Pevsner’in çalışmalarında bizler hacimli biçimlerin bir anlatımıyla karşı karşıya değiliz belki, fakat bu çalışmalar uzamın içinde ritmik hareketlere sahip dinamik yüzeylerin sanatsal ifadeleridir. Onlar Gotik mimaride ve Candela ve Nevri örneklerinde gördüğümüz modern mühendislik yapılarında karşılaştığımız mühendislik marifetlerine daha yakındırlar (ve uzayda yayılan, bükülen, eğrilen yaprak türü yapılar). Onlar doğrudan doğal objeleri betimlemezler, fakat yapraklarda, deniz kabuklarında, kuşların kanadında, kemiklerde -özellikle balık kemiklerinde ve açık tohum kapsüllerinde- karşılaştığımız ifadesel niteliklerle ortaklıklar taşırlar.

Çoğu uzamsal heykelde dokunma duyumunun cazibesi ve heykelin geleneksel üç boyutlu hacmi feda edildiğinden, bazı insanlar onların gerçekten heykelsi bir nitelik taşımadıklarını düşünürler. Bu tür düşünceler elbette savunulabilir, fakat heykel kavramının neyi içermesi gerektiği konusunda gereksiz sınırlamalar ortaya atarlar. Bizler, eğer bu çalışmalarda heykelin olanakları telafi edici niteliklerde geliştirilemiyorsa, elbette ağırlık ve üç boyutlu hacimselliğin kaybını reddetmekte haklıyızdır. Fakat işin doğrusu, gerek Pevsner ve Gabo’nun heykeli, gerekse diğer uzam heykeltıraşları, bizleri kütlesiz bir heykelin mümkün olamayacağı yolundaki düşünceleri tekrar gözden geçirmeye davet etmektedirler. Kütleli, kütlesiz heykel rekabetine hiç gerek yok. Gabo, uzamda yontu ve yapı kurum adlı makalesinde şöyle yazıyor:
Hacim hala heykelin temel bir niteliği olarak varlığını koruyor ve bizler onu heykelde kullandığımız yaygınlıkta üç boyutlu hacimselliğin bir ifadesi olarak temalarımızda da kullanıyoruz.
Bizler heykel çalışmasını asla materyalsizleştirmeyi kastetmiyoruz. Var olmayan bir biçime sokarak, bizler gerçekçiyiz. Dünyasal konularla kuşatılmış dünyayı algıladığımız temel gruplara ait psikolojik duyguları boşlamıyoruz. Tam tersine, kütle algısının üzerine uzamı ekleyerek, onu vurgulayarak ve biçimlendirerek, kütlenin anlamını zenginleştiriyoruz. Kütlenin, heykelin üç boyutluluğunu sürdürmesi ve uzamın onu genişletmesi yoluyla aralarında sağlanan mukavele ile heykeli çok daha temel bir yapıya taşıyoruz.

Uzamsal heykeldeki gelişmeler, modern mimarideki gelişmelere ayak uyduruyordu. Gerçekte birçok uzamsal heykel, mimari modellere çok benziyordu.



87
Tek bir duyudan daha fazlasına hitap eden uzam çağıdır bu. Büyük tabakalarda sertleştirilmiş cam, çelik, kuvvetlendirilmiş beton, plastik gibi yeni materyaller ve yeni yaşama alışkanlıkları, çevremizin uzamsal organizasyonunda yeni yollar açmıştır. Büyük modern mimarlar F. Lloyd Wright, Le Corbusier, Gropius, Mies van der Rohe, yapı mimarisinin kullanımında yeni yollar keşfettiler. Yapıların içi ve dışı arasındaki sert ayrım belirsizleşti; bahçe ve peyzaj binaya nüfuz etti ve bina çevresine taştı. Duvarların bölme işlevi, çelik çerçeveler ve cam perde duvarlar ile azaltıldı. Şimdi binayı dışarıdan içeriye doğru, dosdoğru görebiliriz. Onlar geçirmezliklerini kaybettiler ve uzamları aralıksız hale geldi.

88
Artık kütlesellikleri ve ağırlıklarıyla toprağa kök salmıyorlar, fakat zeminin üzerinde hafiflikleri ve batmazlıklarıyla yüzüyorlar. Buna ek olarak önemli mühendis ve mimarların iş ortaklığıyla beton yapılardaki yeni gelişmeler, tonoz yaratımını mümkün kıldı. Bu gelişmeler, Ortaçağ mimarlarının bile şaşkınlık içinde soluğunu kesebilecek nitelikteydi. Bütün bunlar teknolojik devrimin bir parçasıydı ki, mühendisleri, bilim adamlarını, tasarımcıları ve sanatçıları etkileyen bu devrim, çağımızın uzam bilincinde muazzam değişiklikler meydana getiriyor. Heykelin uzamsal yönü üzerine modern vurgu, hem bu devrimi yaratan, hem de katkıda bulunan yönüdür. Çoğu uzamsal heykelin zamanımızda tipik hale gelen karakteristik bir başka özelliği, görülebilir yapı üzerindeki vurgusudur. Bu çağ, yapı bilinci çağıdır; yaptığımız şeylerin kemiklerini göstermekten, onu çıplak ve sade bırakmaktan hoşlanıyoruz. (Çev. Melih Apa) 

(Not: Kitabın tamamı birebir değil, seçme bir biçimde çevrilmiştir)








.
.
.
.

Frances Ha

.
.
.
.

.
.

 00:01:11,113
"Bir edebiyat çalışmasını övmek için ona samimi demek... ...şimdilerde bu çalışmaların estetik veya entelektüel açıdan takdir edilmediğini... ...bir başka deyişle söylemek demektir."

01:20:06,051
"Hata gibi görünen işleri yapmak hoşuma gidiyor."
.
.
.
.

15 Kasım 2013

Resmi Görüş 2

.
.
.
.
Resmi Görüş  2

Yay. Haz. : Vasıf Kortun,  1999 İst.


Sanat, Ölüm, Postmodernite ve Aralarındaki İlişkiye Dair - Zygmunt BAUMAN

113
(Przybyla) Çürüdüğünüz sürece canlısınızdır; sonsuzluk için korunmaya alındığınızda yalnızca ölüsünüz.

Alman şair Lessing, modern düşüncenin çıkış kaynağı olan aydınlanmanın, üç inancın reddi üzerine kurulu olduğunu belirtir. Bunlar; vahyin, ilahi takdirin ve ilahi yargılanmanın reddidir. İnsanın ölümlü olduğu gerçeği ve dünya üzerindeki hassas varlığı, bu üç inancın ardında güvenlikli bir şekilde maskelenmişti. Fransız düşünür Cornelius Castoriadis’e göre ise modern öncesi düşünceyi kontrol altında tutan din, varlığın merkezindeki kaosu gizleyen bir maskeydi. (114) Bugün ise kaos gizlenemiyor. Onu görünür kılan ise, diğer etkenler bir yana, sanattır. Sanat, kaosa açılan bir pencere, onun biçimsiz akışını biçimlendiren bir kalıptır. Sanat, kaosun varlığını yadsımaz ve onu maskelemeye çalışmaz. Bu noktada da dinden ayrılır. Sanatın büyüsüyle oluşan her biçimin ardında –bu bir biçim, yapay bir şey ya da bir konstrüksiyon olabilir- sanatın gizlenemez doğası açığa çıkar. Bu da sanatın yerleşmiş olan tüm değerleri, insan yaşamının özünü ve tartışma götürmeyen tüm doğruları sorguluyor olmasıdır.
(Bu konumu eğer Castoriadis’in düşünceleriyle bağlarsak; sanatın kendisinin (özünün) zaten autonomist bir yapıda olduğunu kavrarız.)

Modern keşiflerin ve aydınlanmanın pek çok mirasının, insanın kendi haklarını kanıtlama özgürlüğüne hizmet ettiğine inanılır. Oysa Castoriadis’e göre, daha en başından tercih hakkı ve kanıtlama özgürlüğünün kullanımı düzenlenmişti. Bunun nedeni ise bu özgürlüğün ortaya çıkaracağı olasılıkların engellenmesiydi. Doğmakta olan, mutlak ve tartışmasız doğru olana ve kapsamlı keşiflere ulaşmaya yönelik, önüne geçilmez ve ölümcül bir eğilimdi. İnsanın bu dünyada gelip geçici olduğunu anlamasıyla, deney ve yaratmanın yollarını aramaya koyulması aynı döneme rastlar. Bu arayış da yine insanın gelip geçici varlığını gizleyen bir maskedir.

Bir zamanlar metafizik bir mesele olan insan varlığının bütünlüğü üzerine yükselmek, insan varlığının incinebilirliği artık teknik bir sorun olarak ele alınmaktadır: Pek çok sorundan biri...

115
İnsanı kendi ölümlülüğünü, yani doğasını, unutma tehlikesinden koruma görevi, büyük ölçüde sanata düşmüştür. Sanat için, ölüm teknik bir problem değildir ve tek problem de ölüm değildir. İnsan ölümlülüğü, sanatın varoluş nedeni, hedefi ve konusudur. Sanat, sadece insana özgü olan bir bilginin varlığı üzerine kurulmuştur ve bu bilgi üzerinde var olmaya devam edecektir. Bu da ölümün verili olduğu, oysa ölümsüzlüğün erişilmesi gerektiğidir. Ölümsüzlüğe bir kere ulaşıldı mı, sona ermemesi için koruma altına alınmalıdır. Sanatın öyküsünde öne sürüldüğü gibi, sanat dünyaya ölümlülüğün bilinci ile gelmiştir ve ölümün unutulduğu dakikada da, sanat ya ölecek ya da artık ilgi uyandırmayacaktır.

116
Hannah Arendt, kendi sanat anlayışında sanatçının kişisel ihtirasının önemini yadsır. Sanatın gizemi, sanatçının ölümsüzlük arzusundan doğmamıştır. Sanat eserinin ölümsüzlüğü kendisini yalnızca geçmişi hatırlatarak gösterir. Yaratanın amaçlarını değil, yapıtların kalitesini gösterir. Yani önemli olan, yapıtın, izleyicide estetik duygular ya da entelektüel beğeni uyandırma yetisidir. Bu izleyiciler arasında yazarın onay ve alkış beklemedikleri de bulunur. Hannah Arendt, ölümsüz olanın kalıcı olan olmadığını inatla vurgular. Ona göre bir sanat eseri artık sıradan olana cevap veremediğinde ve hiçbir pratik fonksiyonu kalmadığında kalıcı olabilir; Eğer sanat eseri insanın devamı için bir araç ya da  bir kaynak değilse, bu görevi yerine getirmekte sonuna kadar “kullanılmış” hale gelmez.

Sanatın bir vasfı olan ölümsüzlüğün, olabildiğince çok yaşama güdümlü hayata sunabileceği hiç bir şey yoktur. Bir sanat eseri yararlı ve işlevsel olamaz. İşlevsellik, nesnelerin olgusal dünyadaki tüketim süreci içinde çözüleceklerine ve yok olacaklarına işaret eder. Sanat eseri dünyaya, insanlar için değil dünya için gelir der Arendt. Ve yalnızca Arendt değil Hans-George Gadamer, “Güzel Olanın Güncelliği”nde, sanat eseri varlığın artması anlamına gelir der. Ortega y Gasset ise, “Le deshumanizacion del arte y ortos ensayos”ta, şairin dünyaya hayal kıtaları ekleyerek, dünyayı genişlettiğini öne sürer. Burada, İngilizcedeki “author”, yani yazar sözcüğünün artıran kişi anlamına gelen auctor’dan türediğini belirtmekte fayda vardır. Eski Romalılar bu ünvanı, savaşarak yeni topraklar kazanan ve ülke sınırlarını genişleten generaller için kullanmışlardır.

Sanat eserleri yararlı ya da işlevsel değildirler. İnsanın devamlılığı için herhangi özel bir amaca hizmet etmezler. Tam tersine, onların ölümsüzlüğü, yaşam denilen metabolizmadan uzak duruşlarına bağlıdır. (117) Sanat, ölümlülerin o boğucu yurtseverliğinden kaçabildiği sürece insan ölümlülüğünü aşar. Arendt’e göre sanat eseri yalnızca bir görüntüdür, saf bir görünüştür ve görüntüler yararlılıkları ile değil güzellikleri ile değerlendirilirler. ... Arzumuzu, hayranlık duyduğumuz objeye ne kadar yönlendirirsek, kendimize ne kadar mal edip, içselleştirip, assimile etmeye çalışsak dahi, aslında onun “arı bir görüntü” olarak kalmasını istiyoruzdur.

Bunun nedeni, sanat yapıtları yukarıda ve gündelik yaşamın, hayatta kalmaya yönelik hay huyundan, güvenlikli bir mesafede bulunmalarıdır. Tüm sanat yapıtları, ne denli ulvi ve ulaşılamaz olursa olsun, herhangi bir insani kısa yaşam süresinin ötesindedir. Bir anlamda, bu simyasal mucizeye inatla kanıt oluşturmak istercesine, gelip geçici olan ile ebedi olan arasındaki muazzam uçurumu gözler önüne sererler. Sanat, ölümsüzlüğü solur, ve bu solukla birlikte, ölüm de uygun olduğu biçimde yeniden üretilir: pek tabii insanlığın sınırı değil yaşamın sonu olarak...

118
Gelenek etkisini yitirmeye başladıkça, hikayeler de yavaş yavaş anlaşılırlıklarını yitirmeye başladılar. Dahası, tarihsel zaman, zamansız sonsuzluğun yerini alınca efsaneler de sonsuzluğu değil, gelir geçerliği konu edinmeye başladılar. Bunlar izleyiciye zamanın sınırlılığını hatırlatıyorlardı.

Şu anda sorun ölümsüz temaların nasıl güzel bir şekilde temsil edilebileceği değil, güzelliğin kendisinin nasıl ölümsüzleştirilebileceği, sanatsal ifadenin ölümsüzlük mertebesine nasıl yükseltilebileceğidir. Daha önceleri ölümsüzlük, sanatçının eserini adadığı bir hammaddeydi. Şimdi ise, insan dünyasındaki her şey gibi hassas ve fani maddeden ölümsüz bir form yaratmak sanatçının elindedir. Ölümsüzlük artık sanat eserinin konusu ile değil eserin kendisi ile ilintilidir. Kutsal öğretilerin reddi sonucunda, temsil edilebilen tüm objeler ölümlüdür ve onların resmedilmesi sadece onların geçiciliğini hatırlatmaya yarar.

119
Tüketim, ölümsüzlüğün tam karşıtıdır. Ölümsüz olanla kurulan bir ilişki, o şeyi azaltmaz. Tam tersine, bir şeyin zamanötesi olabilmesi, zaman içinde kurduğu temasların süresine ve devamlılığına bağlıdır. Bu temasların askıya alınması sanat eserinin öleceğinin habercisidir.

121
Sonsuzluk zamanının anlık doyuma indirgendiği, şöhretin altın standartının yerini, kötü şöhretle kazanılan kağıt paraya bıraktığı dönemdir postmodernite. Sanat eserleri Yaşanan Dünya’nın içeriklerinin tümü ile aynı kaderi paylaşırlar.

122
... , belki de bizlere sanatın geleneksel rolünün çöküşünü ve hatta vefatını haber veriyor.

123
1960’ların sonuna doğru Sol LeWitt, ortak terminolojiye kavramsal sanat deyişini kazandırmıştır. Bu, sanatın zaman ötesi özelliğini, kısa ömürlü hadiseler kasırgasından kurtarmak için atılmış bir adımdır. LeWitt’in ifadesi ile kavramsal sanat, sanatın içinde potansiyel olarak varolan sonsuzluğu, duyularla algılanabilen ve dayanıksız ve geçicilikleriyle sarmalanmış bulunan şeylerden ayırma ve yalıtma mucizesini gerçekleştirecekti. Sanatın kendisinde barındırdığı ölümsüzlük, zamanın akışına karşı bağışık, fizik ve biyolojinin bütün kanunlarından muaftır. Sanatın özü, çok ve farklı olabilen, fakat aynı derecede etkisiz ve fani olan uygulamalarında değildir. Sanatın özü düşüncede vardır. Ölümün kaçınılmazlığı ise, malzemeyle, fikrin, duyusal, maddi biçimdeki gerçekleştirilmesiyle birlikte harmanlanır.

Lawrence Weiner’in, LeWitt’in düşüncelerinden yola çıkarak vardığı sonuç, sanatın, düşüncenin sözlü kaydı ile sınırlı olduğudur. Fiziksel çoğaltmaları ve temsilleri ise, sanatın sonsuz içeriğinin değişik, fakat her zaman anlık olan tecrübeleri için bir rehber veya dürtü görevi gördüğü seyircilerin merhametine bırakılmıştır.

124
Bunu ne takip edecektir? ...

Bu sorulara kesin bir yanıt veremem.

.
.
.
.