06 Haziran 2014

AKP, Popülist Kültür ve Sanat

.
.


.
.


AKP, Popülist Kültür ve Sanat
Kültür Politikaları

“Türkiye’de Kültür Çatışması ve Son 10 Yılda Kültür-Sanat Politikası” t24 Yazı Dizisi



[“Muhafazakar, özellikle modern çağın insanıdır; eski, “geleneksel” denen toplumlarda “muhafazakâr” yoktur. Bunun nedeni ise çok kolay anlatılabilir: gelenek, eğer gerçekten gelenekse, zaten kendini koruyacak güce sahiptir ve insanların onu korumak, muhafaza etmek için beyinlerini zorlamaya çok ender durumlarda ihtiyaçları olur. Muhafazakârlık, ancak gelenek ortadan kalkarak tarihsel bir hayal perdesinin arkasında kaldığı andan itibaren mümkün olan duygusal bir yaşantıdır.
Muhafazakâr, geçmişe yönelik değildir, geleceğe yöneliktir: yani çocuklarım, toplumum, gelecek de benim yaşadığım gibi, benim arzuladığım gibi yaşasınlar ister. 
Bugüne kadar, geçmişin değerlerini korumak, ataların mirasını savunmak çok kolay ırkçılığa ve faşizme yol açan tutkulara dönüştüyse, bunun nedeni, bir muhafazakârın kafasındaki geleneğin büyük bir kısmının devlet, aile, vatan, ülke, millet, halk gibi göreli terkiplerden oluşmasıdır. “Yerlilik” fikri de bu terkiplerden pek bağışık değildir.” 
Ulus Baker, “Türkiye’nin “Yerlisi” Olmak”, (Hayvan Dergisi, Cilt:7, Sayı: 43, sayfa: 34-36)]


Ertuğrul Günay
Cumhuriyet olarak bir İmparatorluk artığıyız.
Biz yurttaş değiliz, tebaayız, reayayız. Bu Bizans’ta da öyleydi, Osmanlı’da da. Bu genler yaklaşık bin yıl içinde oluşuyor, öyle 50 yılda değişmiyor.
Kemalist ideolojinin tepeden inmeci bakış açısı…
Bir İmparatorluk tortusundan Cumhuriyet’e geçerken kaçınılmaz olarak bir tek tipleştirme olmuş. O dönemin koşulları içinde düşünmek lazım.
Namık Kemal, “gerçek ışık fikirlerin çarpışmasından doğar” diyor. Fikirler olacak ki çarpışsın. Kemalizm’e getirilen eleştiri de buydu. …biz’in içinde sen de varsın ben de varım.


Hilmi Yavuz
Türk modernliği birey olmayı bencillik olarak alımladı.
Mehmet Aksoy’un heykeline ucube derken sanata karşı çıkmıyor…
Sanatın, estetiğin ne olduğunun, bir toplumun hayatında ne kadar önemli olduğunun idrakinde değilseniz bu mesele sizin umurunuzda olmaz. … Böyle olunca Mehmet Aksoy’un heykeline ‘ucube diyor’ diye sanata karşı demiyeceksin, ‘sanattan anlamıyor’ diyeceksin.
…Sabanci mesela neden bir İslami Bienal yapmasın? Kendi medeniyetimize sahip çıkmıyoruz. Kendi medeniyetimizi Avrupa zannediyoruz. Mensubiyeti aidiyet zannediyoruz.
Bir resme, bir nü’ye sadece ‘bunun mahrem yerleri açık’ diye bakılır ve örtülmeye kalkılırsa bu, bunu yapan kişinin sanatın s’sinden anlamadığını gösterir. Sanata karşı değiller, sanatı anlamıyorlar. Anlamadıkları için karşı gibi görüyoruz biz. Sanata ahlak, hukuk, din gibi sanat ve estetik dışı kriterlerle bakmak demek o işten anlamamak demektir.
İslam’a iki şekilde yaklaşım mümkündür. Bir, bilgi objesi olarak, iki, inanç objesi olarak. Katolikler kilisede haç önünde istavroz çıkartır değil mi? İçinde haç veya dini sembol olan bir tabloyu siz bir müzede sergilersiniz ve kimse o tablonun önünde istavroz çıkarmaz. Çünkü bağlam ve mekan değişince objenin alımlanması değişir. Bunlar kendi medeniyetlerinin bilincinde değiller. Bilincinden geçtim, hassasiyetinde değiller.


Serhan Ada
Sivil toplum belirli bir kitlenin ekonomik ve sosyal çıkarları peşinde çıkan örgütler anlamına gelmiyor. Sivil toplum anayasada olmayan ve sadece bu nedenle korunması gereken her şey demektir.
… içerik üretmeyen bir aydın problemi var bu ülkede. Hep gazete yazısı, gazete demeci, televizyon konuşması düzleminde kalıyor.
… bizim aramızda daha iyi beyinler var. ‘Bunlar sadece oturur, eleştirirler’ algısını tersine çevirmemiz lazım.
Bugün kültüre dair vizyon, Mehmet Akif Ersoy’da donmuş gibi duruyor. Hatta Sezai Karakoç’a, Beşir Ayvazoğlu’na kadar bile uzanamıyor çünkü kucaklayıcı değil, topyekûn bir vizyon değil.
… kültürde çok hızlı bir biçimde zemin kaybediyoruz.


Yüksel Taşkın
AKP, Milli Görüş ile hesaplaşmasını tam anlamıyla yapmış değil. Erdoğan’da  hem Milli Görüş hem de biraz Nakşiliğin izlerini görüyoruz.
Milliyetçi muhafazakarlık Soğuk Savaş sonrası etkisini yitirdi. Muhafazakarlık da milliyetçilikten koptu ve İslamcılık’a yaklaştı. 1980 sonrasında İslamcı bir kuşak oluştu. Bu kuşak zaman içinde özgüven kazandı. Postmodernizm’den de etkilenmeyle çağdaş literatürü, Marks’ı bilen, İran Devrimi’ne sempati duyan,  ekolojik hareketle, feminizmle temas etmek için hamlelerde bulunan bir kuşak olarak dikkat çekti.
Ancak bu kuşağın canlı bir edebiyat veya sanat üretimi olamadığını görüyoruz. Kendi varoluş çelişkilerini rahatlıkla edebiyata, sanata yansıtamadılar. İslamcılık üzerinden bir şey kuramayınca da dönüp dolaşıp muhafazakarlığa geldiler.
Muhafazakar sanat diye bir şey olamaz. Devlet bu alana çok fazla yatırım niyetinde olabilir ama her şeyden önce böyle bir alan yaratmak çok zor. Her şeyden önce çağımız  rölativizasyon (görecelilik) çağı. Yaklaşık iki binden fazla dinin olduğu bir dünyadan bahsediyoruz. İnsan nereye giderse gitsin kendisi kadar inançlı başkalarının olduğunu da görüyor. İnsanlar artık herhangi bir ideolojiye bağlanmak istemiyor. Çünkü hepsi rölatif geliyor. Hayatın barındırdığı çelişkileri yakalayamıyor muhafazakar sanat iddiası.
Türkiye’de şu anda etkili olan bütün siyasi akımların kadroları aslında taşralıdır. Kemalist elitler de taşralıdır. Tamamen göç üzerine kurulan bir toplum burası. … Şimdi ise kendilerini Osmanlı üzerinden soylulaştırma çabası var.
Kozmopolit Osmanlı tarihçiliği bugünkü zihniyete çok ağır geliyor. İktidarın kafasındaki Müslüman-Osmanlı ile çelişen çok fazla şey var çünkü. … AKP, Osmanlı’yı Müslüman Türk unsurun hakim olduğu bir yapı olarak algılıyor giderek, ki bu Milli Görüş’ün de durduğu noktadır. Bu anlamda AKP, Osmanlıyı Türk-İslam hakimiyetine indirgiyor. Oysa Osmanlı’da hanedan mensuplarının hiçbiri, Cem Sultan dışında, Hac’a gitmemiştir. … kurgusallığın çok yüksek olduğu bir söylem bu.
Bu söylem çerçevesinde, Osmanlı’nın Araplarla çok kuvvetli bir ilişki kurduğu söyleniyor ama aslında böyle bir şey de yok. Osmanlı’nın Ortadoğu ile ilişkileri çok zayıf aslında. Osmanlı için varsa yoksa İstanbul, Bursa, Balkanlar ve İzmir. Anadolu’nun büyük bir kısmı bir tahıl deposu Osmanlı için. Dönüp bakmıyorlar bile.
Yüzde 75’i şehirde yaşayan bir toplumuz artık. Bu bir şehir tecrübesine dönüşüyor. Bir dönem Boğaziçi Üniversitesi’ne gelen taşralı, mütevazı ailelerin çocukları arasında Nuri Bilge Ceylan, Derviş Zaim, Emin Alper gibi isimler vardı. Bu çocuklar kendi deneyimlerinden yola çıkarak çok güzel işler yaptılar. Şimdi bu sıçramayı yapacak olan çocuklar da böyle deneyimler biriktiriyor. Ama bu muhafazakarlık kalıbı içinde olmayacaktır sanıyorum.
Sağ kesim kapitalizmin derinleşmesinde kendini hiç eleştirmez, kendini sorgulamaz ve onun kültürel sonuçlarına odaklanır.  Siz bu süreç sayesinde zenginleşiyorsunuz ama bunun sadece kültürel sonuçlarını mesele ediyorsunuz. Bu sonuçlara dair ah, vah ediyorsunuz. Ancak bu kapitalistleşme süreciyle sizin gönüllü bağınızın sonuçları. Bu ANAP döneminde de böyleydi, Adalet Partisi döneminde de. Bunun hala çok az sorgulandığını düşünüyorum.


Yüksel Taşkın’ın diğer yazıları
… hükümet meseleler üzerinde uzun düşünmüyor, …Konuyu bilenlerle konuşulmuyor.
Dinsel milliyetçilik nedir? Osmanlı ile Ortadoğu’nun çok sıcak ve güçlü ilişkileri olduğuna ve bunun Cumhuriyet’le kesildiğine dair bir kurgusu var bu bakışın. Dolayısıyla Osmanlı’nın İslam dünyasının koruyucusu ve hamisi olduğu iddiası var. Ve bu koruyuculuk rolü üzerinden kurulan bir hiyerarşik ilişki var. Ama bu kurgu doğru değil. Bu bir icat! Nasıl icat? Kurgudaki gibi, Osmanlı’nın Araplarla kültürel bir alışverişi yok ki! Osmanlı’da 215 vezir var. Bunların ancak üçü Arap’tır. Bu vezirlerden 78’i Türk, 30’u Arnavut. Osmanlı’nın ulema hiyerarşisinde de Arap medreselerinden gelen insan yok. Hukukçular hep İstanbullu. Ayrıca Arap paşaların Osmanlı ordusunda bir yeri yok. … Ne askeri olarak, ne dini olarak, ne de yönetimsel olarak Osmanlı, Arap’tan besleniyor. … Ama AK Parti’nin kurgusunda, Araplarla sıkı ilişkilerin Cumhuriyet’le kesildiğine ve şimdi AK Parti’nin bu ilişkiyi tamir ettiğine dair gerçek hayatta karşılığı olmayan bir söylem var.
… Kemalistlerin çok eleştirilen toplum mühendisliğine benziyor [AK Parti’nin şu anki tavırları].
… dinci Kemalizm bu. Toplumu sorun olarak görmek ve en ufak bir eylemde insanları şiddetle bastırmak, onlara şekil vermeye çalışmak bu!
… son derece otoriter, sekter ve dayatmacı…
… AK Parti merkez partisi değil. O, muhafazakar popülist bir parti. Popülizm yaptıkça ve kültürel değerler üzerinden kendini var ettikçe merkez partisi olamayacak.
… seküler milliyetçilik, yani ulusalcılık
Demokrasi, muhalefetin rahatlıkla örgütlenip varlığını devam ettirebildiği rejimdir.
Ben ev de istiyorum, yurtdışını da görmek istiyorum. İnanç değerleri üzerinden dünya nimetlerinden yararlanmak istiyorum.
İslam ve demokrasi bir arada elbette mümkündür ama o kadar fazla çıkar ilişkisi var ki…


Cem Mansur
2012 Şehir Tiyatroları yönetmelik değişikliği… Erdoğan, “Aydın despotizmi ve kibri…”, “Soruyorum siz kimsiniz? Bu ülkede sanat sizin tekelinizde mi? Geçti o günler. Artık despot aydın tavrıyla parmağınızı sallayarak bu milleti aşağılama dönemi geride kaldı.”
… tarafların birbirinin varlığını meşru görmemesi
(devlete bağlı sanat kurumlarında yapılmak istenen revizyonun) … bir kalite kontrol sistemi getirmek ve bu kurumları partizanlıktan uzaklaştırmakla olabileceği görüşünde.
… kültür sanat kurumlarının kuruluşu zaten başta yukardan gelen, empoze edilen bir şey. … öyle olmasa hiç olmayacaklardı.
Bizim dünya dilinden konuşabileceğimizi göstermeye fırsat tanıyan bu kurumlar…
bu kurumlarda bir kalite kontrol yok. İnsanlar çalsın çalmasın devlet memuru statüsünde kalmaya devam ediyor.


Hasan Bülent Kahraman
Türkiye radikal modernleşme anlayışından vazgeçiyor.
Biz Fransız tarzı bir modernleşme anlayışı içindeydik şimdi daha Anglo Sakson, daha Amerikan tarzı bir demokrasiye geçiyoruz. … AİHM bile diyor ki yüzde 99’u  Müslüman bir ülkede İslami sembollerin kullanılışı ile yüzde 5’i Müslüman olan bir toplumun bu sembolleri kullanması arasında fark vardır”. Bu önemli bir farktır üstelik.
'Devletin kültür politikası, devletin bir kültür politikası olmayacağını söyleyen politikadır'
Dünyanın her yerinde kültür ikiye ayrılır. Bir popüler kültür vardır, bir de yüksek kültür vardır.


Mustafa İsen
2012 yılında verdiği bir konferansta ‘Muhafazakar sanatın normlarını oluşturmanın’ gerekliliğinden söz ederek tartışma başlatan Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Prof. Mustafa İsen
…dünyadaki gelişmelere baktığımız zaman kültür ve sanat faaliyetleri siyasi faaliyetlerin biraz gerisinden gelir. Bu dünyanın her yerinde böyledir. İhtiyaçlar Teorisi’ni biliyorsunuz. İbn-i Haldun’un belirttiği gibi bizim kültürümüzde çok güzel bir karşılığı var. İnsanların yemek, içmek, barınmak gibi ihtiyaçları vardır. Bir de onun üstüne bir kategori koyarak “Kemali İhtiyaçlar’’dan bahsediyor İbn-i Haldun.
Günümüzde artık Anadolu insanının da kültür-sanat beklentileri var.
…büyük usta  Itri’nin klasik bir örnek olarak işlevini sürdüreceğini söyleyebiliriz.  Ama onun da görevini tamamladığı kanaatindeyim. … geçmiş birikimden ilham alan ama çağın teknolojisiyle bütünleşmiş eserler bekliyorum.
2013, 29 Ekim, ışık ve ses gösterisi… teknolojiyle sunulduğunda önemli bir görsel şölen
… eski muhteşem ürünler.. ilham.. çağın beklentilerini iyi okuyup yeniden üretilmesi...
Bu toplum bir İmparatorluk kültüründen geliyor. hoşgörü
Devlet Tiyatroları’na telkinde bulunduk, Necip Fazıl oyunu konmadı, direndiler, ısrarla Nazım Hikmet koydular, bir şey demedik…
2004 yılında ‘kültür girişimciliği’ alanında dünyanın en ileri yasalarını çıkarttık. … elektrik giderleri, SSK giderleri indirimi, kimse başvurmadı.
Son beş yılda İstanbul’da konser salonları yapıldı.
Anadolu’da küçük ölçekli sanat merkezleri kurmak…
… devletin bir kültür politikası telkin etmek yerine bir ortam oluşturması gerektiğini düşünüyorum.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin İSMEK projesi…
Anadolu’daki kültür sanat faaliyetleri İstanbul’un yansıması (İstanbul model alınarak… buralarda da bir gelişim başlayacaktır.
İstanbul’da saray, Anadolu’da Ağa konakları, Beylerbeyileri, Akıncı Beyleri… (hamilik)


Ömer Madra
(Gezi olaylarının kökeni:) Çok yakın geçmişe bakılacak olursa, toplumda tabandan yükselen bu demokratik talepler dalgasının başlangıç noktasını ben 1999 Gölcük Depremi’ne bağlama eğilimindeyim. … Devlet, sivil kurtarma ekibi AKUT’un çekilmesini istedi. Ama 140’a yakın sivil toplum kuruluşu gazetelere verdikleri ilanda “Hayır biz buradayız, bize danışmadan kendi kadermizi belirleyemezsiniz” diyerek AKUT’un deprem bölgesinde kalmasını sağladı.
…ikinci dönüm noktasıysa Hrant Dink’ti. En az 150-200 bin kişinin katıldığı yürüyüş…
küresel iklim meselesi
büyüme ideolojisi (doğanın kaynaklarını tüketmek ve ne pahasına olursa olsun büyümek…)


Cihan Aktaş
Bu ülkede bir toplumu kilitleyen, geriye bakmasına ve geleceği görmesine izin vermeyen bir Harf Devrimi yaşandı.
Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, hatta Tarık Buğra gibi edebiyatçılar yok sayılıyordu.
İslami kesimdeki entelektüel ve sanatsal potansiyel, kalkınmacı retoriğin yerleşmesi için siyasete ve bürokrasiye kanalize oldu. Edebiyata, sanata yoğunlaşmış isimler siyaset alanına yöneldiler. Mesela sinema ve roman enerjisi danışmanlıklar alanında sönümlendi. 
Neo-liberal politikalar ve söylemle bütünleşen kalkınmacı durumun kaçınılmaz olarak ortaya koyduğu bir şey bu. Bunun bilinçli, programlı bir şekilde gerçekleştiğini düşünmüyorum. Bir hazırlıksız yakalanma, kervanın yolda düzülmesi sorunudur söz konusu olan. … Öte yandan askeri vesayetin ortadan kaldırılması, Kemalizm’in sorgulanabilir hale gelmesi, önceki siyasal baskıları yaşamış ve bedeller ödemiş kesimler için çok fazla şey ifade ediyor.
(Mütedeyyin insanlar Gezi olaylarındaki insanlar çevreye, yeşile, betonlaşmaya başkaldırınca şaşırmışlar, nasıl olur, biz de bunları savunuyorduk, şimdi onlar bunları nasıl sahiplenebilir!, demişler)
Cumhuriyet geleneğinde olduğu gibi tiyatroyu bir mabet olarak görürseniz kendi aranızda oynayıp, şikayet etmeyi sürdürürsünüz.
Tiyatrocu halkı tiyatroya çekmek yerine devletin karizmasını, otoritesini kullanarak bir varlık oluşturmaya alışmış. Bunun nasıl değişeceğini sorgulamak yerine devleti suçlamak yoluna gitmeyi yeğlemek de işin kolayına kaçmaktır.
Şimdilerde kamusal alan sorunu -başörtüsü bağlamında- çözümlenmekte, özellikle kadınlar artık hayallerini kısıtlamak, birikimlerini depoya kaldırmak zorunda duymayacak kendilerini. Müslüman kesim artık daha fazla seyahat ediyor, çoklu karşılaşmalar her zamankine göre daha olağan, yaygın. Bundan böyle farklı katman ve bağlamlarda sağlanan birikim ve tecrübelerin Müslümanca duyarlık sahibi  sanatçı ve edebiyatçıların eserlerine yansıması beklenebilir sanıyorum.
geleneksel sanatların çağın ruhuna uygun bir şekilde yeniden yorumlanması daha hayatın içinde olmayı gerektiren üst bir çabaya ihtiyaç duyuyor. … Teşvik edici ortamlardan yoksunluk, bu sanatsal üretimlerin açan ve geliştiren teknik ve araçlardan yoksunluğu anlamına da geliyor.
İranlı sinemacılar, devlet destek sunduğu ve halk yeni sinema alanında bir potansiyel olarak kabul gördüğü için de başarılı oldu. Sanat özellikle uzmanlara terk edilmesi gereken bir alan değildir. Ayrıca sanatın doğduğu yer de galeriler ve müzayede mekanları değildir. Oligarşi sanatı biriktirip yönetmek ister, oysa bu şekilde bir yönlendirme sanatın doğasına aykırı. İran’da 1960’larda solcu aydınlar bir araya gelip hafız okumaları yapıyorlardı. Siz aynı yıllarda solcu aydınların bir araya gelip Mevlana okumaları yapabileceğini düşünebiliyor musunuz? Neticede geleneksel mirastan yararlanarak yeni eserler ortaya koyan Erol Akyavaş, Nuri İyem, Burhan Doğançay, Mehmet Atak (Şu sıra Su TV'de OTEKİLEŞTİR-ME adlı çok ilginç, çok cesur bir program hazırlıyor ve sunuyor. Partneri başörtülü bir hanım. Milletvekilleriyle eşçinselleri, başörtülüleri, mevsimlik tarım işçilerini, anarşistleri, polis kurbanlarını, Kürtleri, Musevileri, Alevileri, TMK Mağduru Çocukları bir araya getiriyor - wikipedia) gibi sanatçılar, oligarşik tasniflerin ötesinde bir mevcudiyet ortaya koymuş sanatçılar.
Kültür ve sanatın doğaçlama, kendi yağında kavrulmayla olası, amatörce gerçekleşen ve olsa olsa İSMEK kurslarıyla tanımlanan bir destek bulan alanlar olarak belirlenmesi…
… “roman bizim geleneğimize uygun bir edebi tür müdür?” … Turgut Cansever gibi bir sanatçı düşünürün bile roman türünden söz ederken, “gizli telkin aletidir, dolayısıyla ahlak dışıdır” dediğini okuyabiliyoruz.
Günümüzde güncel sanat veya kavramsal sanat aslında kaybedilen, göz ardı edilen değerleri yeniden algılama ve tanımlama ihtiyacıyla ortaya çıkıyor. İnsan ilişkilerinde yitirilen ne ise onu kazanmaya dönük performanslara yöneliyor sanat. Sanat artık galerilere ve duvarlardaki çerçevelere sığmıyor. Dadaizm, bir yeniden başlama, asıl soruyu görmek üzere şaşırtacak bir şeyler söyleme ihtiyacını yansıtır. … Sanatta hangi açıdan bir varlığa sahiptik ya da değildik,  ne yoktu, var ya da yok olduğu için ne eksildi ve biz neleri yitirdik gibi soruları sorma zamanını kaçırmamak gerek.


Murat Belge
Her şeyden önce sanatın kendisi muhafazakar olamaz. İdeoloji muhafazakar olur. Muhafazakar ideolojileri olan insanlar sanatla ilgilenebilir ve gayet iyi ürünler verebilir ama sanat muhafazakar olmaz.
Osmanlı Batılılaşmaya başladığında, Tanzimat’ta örneğin, temkinli bir gidiş vardı. Cumhuriyet’te bu gidiş terk edildi.
Türkiye’de sınıf farkının Batı’da olduğu gibi sınıflarla değil, eğitimle oluştuğunu söylerler.


Besim Dellaoğlu (Sosyolog Prof.)
Muhafazakâr kesimin güncel sorunlar karşısında Kemalistlerle aynı hataya düştüğünü savunan Dellaloğlu, "Kemalizm geleneği reddetmişti, muhafazakârlar ise sadece gelenek diyorlar. Ancak gelenekle tek başına bir şey çözemezsiniz" diyor.
Bizde ise modernlikle ilişki kurma ihtiyacı, ‘’Batı’nın eğitimini alalım, topunu tüfeğini alalım”dan başlayarak Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet gibi değişik dönemlerde Batı ile bir düzenli ilişki kurma biçimine dönüşmüştür. Batı’da modernleşme toplumsal bir süreç olarak yaşanırken bizde siyasal bir proje olmuştur.
Biz modernliği Batı’dan hazır bir kalıp olarak almışız, içeride zihnen üretmemişiz. Bu nedenle bu ülkenin modernleşmesi bir tür kendimiz olmaktan utanmanın hikayesidir aslında. Ahmet Hamdi Tanpınar, buna tam bu kelimelerle olmasa bile, “kendi şehrimizde turist gibi yaşamak‘’ diyor.
Yaşadığımız bu çatışma ile paralel bir başka şey de şu; Türkiye kamusallaşıyor aslında. Bu bir açıdan iyi bir şey. Müslümanlık kamusallaşıyor, Kürtlük, Alevilik kamusallaşıyor, gay’lik kamusallaşıyor. Zaten kriz dediğimiz de böyle oluşuyor. Kamusallaşma bu filtreleri, ya da vesayet dediğimiz şeyi çatlatıyor.
Ortalama bir Kemalist için Tayyip Erdoğan meşru değil, ortalama bir Müslüman için ise diğer taraf meşru değil. İnsan meşru görmediği her şeyi vebal görebilir. Dolayısıyla burada demokratik bir zihniyet oluşamıyor.
Ahmet Hamdi Tanpınar “Nesillerin üst üste okuduğu beş kitap yoktur Türkiye’de’’ diyor, bunu daha yatay söylersek değişik kesimlerin okuduğu ortak beş kitap yoktur bu toplumda.
Türkiye’de 80’lere dek çok ciddi bir sol hegemonya vardı kültür dünyasında. Sol, politik olarak iktidarda değildi ama zihinsel anlamda egemendi.
Biz kendimiz olmadıkça Koca Sinan da klasik olmayacak.


Beral Madra
Beral Madra,  devletin kültür politikasının 1980’lerden günümüze küresel kültür sanayisinin gereklerine göre değil; siyasal ve yerel ideolojik çıkarlara göre yapılandırıldığını; yaratıcı insana değil; bina ve etkinliğe yatırım yapıldığını söylüyor.
Guy Debord ‘Modern endüstriye dayanan toplum, rastlantısal ya da yüzeysel olarak gösterisel değil, temelde gösteri yanlısıdır. Hakim iktisadın imajı olan gösteride amaç hiçbir şey, gelişme ise her şeydir. Gösteri, kendinden başka hiçbir şeye varmak istemez’’ der.
Biz hala 1800’lerde başlamış olan modernizmi yaşamaktayız ve Türkiye’de modernizm kendisini henüz tamamlamamış vaziyette.
Görsel kültür içinde de tüketim kültürünün hakimiyeti var. Yani siz ne kadar muhafazakarlığı getirmeye çalışırsanız çalışın,  görsel kültürde görünen her şey onun tersine işliyor. Tüketim sizin koyduğunuz ahlakın çerçevesine sığmıyor. Tüketim cinsel güçlendiricilerden tutun, kadın-erkek iç çamaşırına bedeni kullanıyor, insanı fetiş haline getiriyor. İnsanın görsel kültürde fetiş olmaması diye bir ihtimal yok artık. En basitinden, tüketim sistemi - muhafazakar yaşama kendini adamış olmasına karşın - tesettürlü kadın imgelerini kentin her tarafında reklam panolarında teşhir ediyor.
Bir kere, Osmanlı’dan başlayan oldukça erken olduğunu kabul etmemiz gereken bir modern sanat serüveni var. Bu, Güzel Sanatlar Akademisi’nin (Sanayi-i Nefise Mektebi) 1882’de açılmasından itibaren görsel kültürün modernist kurallar çerçevesinde Osmanlı toplumuna sunulması anlamına geliyor. Orada bir muhafazakârlık kırılmıştır zaten. Buraya fotoğrafın  yani mekanik ve çoğaltılabilir görsel temsiliyetin de Osmanlı’ya girmesini eklemek gerekiyor.
1980’lerde ise artık sanatın kendine özgü muhafazakarlığı da kırılmaya başlıyor.  Kavramsal sanat, minimal sanat, yerleştirmeler ortaya çıkıyor. 1990’lar ve 2000’lerde ise tümüyle devlet ideolojisine, neo-kapitalizme ve toplumsal muhafazakarlığa muhalif ve köktenci eleştirel bir sanat üretimi söz konusu.
… ‘Osmanlı motiflerine geri dönelim’ muhafazakarlığı. Ancak burada şöyle bir paradoks var. Yeni Osmanlıyım diyerek bir siyaset ve kültür politikası yürütüyorsun yani belleğe sahip çıkmak istiyorsun fakat belleğin ne olduğunu bilmiyorsun. Belleği bilmeyince bugün sanatı el sanatlarından veya minyatürden ibaret sanmak gibi büyük bir çelişki ortaya çıkıyor.
Bugünkü hükümetin zihin ve bilgi yapısı Osmanlı’nın çok altında.
… Akyavaş’ın hatlı resimleri, Doğançay’ın camili kolajı muhafazakar kesim olduğu söylenen kesim tarafından satın alındı. Geçen yıl ALLART adı altında muhafazakar kesimin talebini karşılaması beklenen bir sanat-el sanatları fuarı bile yapıldı.  Türkiye’de muhafazakar veya liberal, küçük bir grup insanın arasında dönen ve son derece bilinçsiz bir koleksiyonculuk var. Şimdi, resim satın alan bir muhafazakarın kriterlerine bakalım; bu kişi genellikle yağlıboya yapılmış, modernist ve piyasa değeri olan resim satın alıyor [arsa alır gibi]. Koleksiyonculuk  bu değil. Bu, parasını sanat yapıtıyla değerlendirmek ve iş dünyasında farklı bir konuma geçmek gibi yan bir uğraş aslında.
Bir kere hiç kimseye danışılmadan plastik sanatlar diye bir terim kullanılıyor. Böyle bir terim yok artık.  Plastik sanatlar ya da plastic arts diye bir şey dünyada kullanılmıyor. Küresel terimlerle konuşmak zorundayız. Burada çağdaş sanat, güncel sanat veya daha doğrusu görsel sanatlar demesi gerekir.
Dünya terminolojisinde kültürel yozlaşma  ‘Tüketim kültürünün, kültürün tüm katmanlarına egemen olması’ anlamına geliyor.
Günümüzün sanat ve kültür alanı “uzmanlıklar” alanıdır;  özellikle görsel sanatlar alanının, sosyoloji, ekonomi,  tarih, felsefe gibi uzmanlık, bilgi ve eğitim gerektiren bir alan olduğunun bilincinde olmayan insanlar bugün karar odaklarında yer alıyor.
Gerek devlet gerekse özel sektör, sanatçıya bazı kurallar koyuyor ki, bu günümüzde bireysel, özgür, eleştirel ve sübjektif olan sanat üretiminin karakterine uymuyor. Günümüz sanatı yerel ve küresel toplumlara hitap ediyor ve o yönde yapılandırılması gerekiyor.
Türkiye’de disiplinlerarası daynışma yok, herkes ayrı ayrı çalışıyor. Bu yüzden de birlikte adım atılamıyor.


Cem Erciyes
Sonuçta yine devlet eliyle yapılan bir sanat olur bu. Kültürün kendiliğindenliğine müdahale etmek büyük bir suçtur aslında.
(iyi sanatın önüne ideoloji mi geçiyor?): Geçsin isteniyor ama olmuyor. Örneğin plastik sanatlarda geleneksel resim gibi bir şeyi yapamazsın. Geleneksel sanatların da günümüzdeki etkinliği sınırlı. Bugünün hayatına ebru veya hat yeterince karşılık veremiyor. İlle de geleneksel bir şeyler olsun diye bu sanatları alıp farklı bir noktaya taşımak, çağdaş sanatın bir parçası yapmak da mümkün olmuyor.
Türkiye’de toplumun Cumhuriyet’in Batılılaşma hareketi ile son derece koşut bir kültür hayatı oldu. Devlet kültür kurumlarını bu ideolojiyle kurdu. Bu ideoloji o kadar belirleyici oldu ki, bugün bile sanat ve kültür insanları yeni Türk batılılaşmasına ve Cumhuriyetin ilkelerine bağlıdırlar, hatta en muhalif solcular bile.
… Atatürk’ün kurduğu Resim Heykel Müzesi sekiz yıldır kapalı.
Almanya’da örneğin, orta sınıfın tiyatroya gitmesi sıradan bir şeydir. İngiltere’de mesela bir büyük sergi açılışında orta sınıf orada olmak ister. Bizde ise böyle bir ruh olmadı hiçbir zaman, kodlarımızda olmadı.
O eski Cumhuriyet baloları, piyano çalan öğretmenler, keman çalan öğrenciler’ anlatıları Tek Parti yıllarına ait daha çok
Artık bugün burjuvalar İstanbullulaşmak zorunda değil çünkü burjuva artık Anadolu kökenli burjuva zaten.


Tanıl Bora
Ben AKP’yi ‘liberal muhafazakar’ olarak tanımlamak gerektiğini düşünüyorum…
… piyasacılık ya da kültürü daha çok endüstri olarak düşünen bir bakış açısı…
… AKP’nin … en zayıf olduğu alanın kültür olduğunu söyleyebiliriz. Entelektüel ve kültürel alanda aslında çok zayıflar. Bu eksiklik bu alanı küçümseyen, ‘anti entelektüalist’ diyebileceğimiz bir bakışla da örtülüyor. Entelektüalizmi süslü ve hayata değmeyen birtakım soyut meşgaleler olarak küçümseyen bir sağcılık dili hep olagelmiştir zaten…
Kemalistlerin penceresinden daha başka bir gözle görmemiz gereken, onların o elitist beyaz Türk ruhunu paylaşmaksızın bizim de görebileceğimiz bir problem kuşkusuz var ama bunun çözümü yine elitist bir yüksek kültürcülük olmamalı.
Bu insanlar şimdi makale değil think-tank kuruluşları için raporlar yazıyorlar.
Hakkaniyet icabı belki şunu da söylemek lazım; genel olarak entelektüel olanın çok fazla medya odaklı hale gelmesi, fikrin yerini kanaatin alması, köşe yazısının en yüksek yazı formu olarak kabul edilmesi sadece bu iktidarla, sağcılar veya İslamcılarla ilgili değil, bu zamanın ruhu ile ilgili olan bir problem aynı zamanda. Nasıl kapitalizmi AKP icat etmediyse sözünü ettiğim bu genel eğilimi de onlar yaratmadı. Ama onların zamanın ruhuna bilhassa uygun olmaları gibi bir gerçek var.
…Türkiye’nin gecikmiş bir modernleşme deneyimi yaşaması … Türkiye’nin modernleşmesi geç yaşanmıştır, bu yüzden Türkiye’nin toplumsal şuur altında çok güçlü bir acilcilik vardır.
… bir rövanşizm kaygısı…
‘Paranoyak olmanız takip edilmediğiniz anlamına gelmez’.
Bu iki farklı dünyanın birbirine hiç mi geçişliliği yok? Tabii ki var. … Bizim bunun yollarını bulmak, geçiş kapıları açmak ve onları politize etmekle ilgili bir sorunumuz olduğunu düşünüyorum.


.
.
.
.

18 Nisan 2014

Ulus Baker - Siyasal Alanın Oluşumu Üzerine Bir Deneme

.
.
.
.

















.
.
Siyasal Alanın Oluşumu Üzerine Bir Deneme
Ulus Baker
Paragraf Yayınevi, Ankara 2005

9
Savaş, şiddet, terör ve soykırım bir tarafta, "uluslararası barış"ın güçsüz, paramparça ve kırık dökük kurumları öte tarafta. Belki siyasi faaliyet alanının bu iki ucu arasında "ehven-i şer"i kabullenmek zorunlu buyruğunun baskısı altında görebiliriz günümüzü.

10
Aydınlanma retoriğinin "olgusal" olarak iflas ettiği yeni bir durumdan da söz etmek gerekir.

13
Kamuoyu, "görüşler" ve "kanılar" tarafından yönlendirilen bir topluma ilişkindir yalnızca. Siyasal militanlığa olduğu gibi, Fransız Devrimi'nin o radikal "vatandaşlık" ülkülerine de sonsuzca yabancıdır. Belirişleri çoğu zaman “sessiz” (kamuoyu araştırmaları sanki toplumun “sesini” araştırmakta, bölük pörçük “söz” parçalarına dönüştürerek ortaya salmaktadır), ama asla “derin” değildir. Çarpıcı olan, “kamuoyu” toplumunun varsayımlarının bizzat modern demokrasinin “özü” dediğimiz tarihsel düzeni oluşturmasıdır. Kamuoyu araştırmalarıyla “seçimler” arasındaki dişe dokunur herhangi bir fark bulunmaması, hatta bazı durumlarda bu araştırmaların “sessiz yığınları” her an sanki bir “referandum”a çağırması, demokrasiyle kamuoyunun işleyişinin belli bir özdeşliğini ortaya koyar.

Böylece kamuoyu toplumu “görüş”lerin ifadesiyle “eylem” arasındaki birincinin lehinde yapılmış bir seçimdir. Siyasal ya da toplumsal “eylem”, bir görüşün ifadesi olarak belirdiğinde kamuoyu nezdinde yer bulurken, salt “eylem” olarak, olsa olsa rahatsızlık vericidir.

16.
Durkheim, “toplumsal olgu”yu tanımlarken toplumbilimi psikolojiden nesnesi bakımından ayırtetmeyi amaçladığından, yöntembilimsel bir girişimde bulunuyordu. Buna göre “toplumsal olgu”, bireyin karşısında bulduğu nesnel dünyadır; nerede bireyin üzerinde “cezp edici”, “baskı oluşturucu”, “zorlayıcı” olgu varsa, ona “toplumsal olgu” adını vermek gerekir. Böylece Durkheim'ın "yöntembilimsel" bir ayrımı -Tarde'ın deyişiyle "haksız olarak"- ontolojik bir ayrıma vardırdığını görürüz: Önce toplumbilimle psikolojinin "nesne"leri yöntembilimsel olarak ayırt edilir; ardından her türlü "bireysel" ve "kişisel" eylem psikolojinin alanına bırakılarak, bireysel ile kolektifin iç içe geçebildiği ara alanlar yok edilir. ... bu tasarımda yok edilen, özellikle "siyasal" adını verebileceğimiz eylem türüdür. Toplumbilim disiplinleri, Durkheim'ın etkisiyle, ancak "toplumsal bir hareket"e bağlanan eylemleri meşru araştırma nesnesi olarak görmekte, aktörleri tek başlarına hareket eden "isyan", "protesto" ve "şikayet" eylemlerini göz ardı etmekte ya da başka alanlara (sosyal psikoloji ve psikiyatri) devretmektedir.

17.
Görüş ve kanı toplumları varsayılmadığında her protesto bir "terör" kılığında çıkar karşımıza.

18.
... şiddet, terörün yalnızca ikincil bir dışlaşması, kaçınamadığı sonucu olabilir, ama hiçbir zaman olmazsa olmaz koşulu ya da ilkesi değildir.

Oluşan, Habermas'ın kullandığı anlamda bir "kamu alanı" değil, siyasal alanın olanaklarından biridir. Kamu alanıyla özdeşleştirilemez ya da ona indirgenemez bir "siyasal alan"ın varlığı, iletişim ya da özneler arasılığın, görüşler ve kanılar dünyasındaki hesaplaşmaların değil; yaşam parçalarının, deneyimlerinin, isteklerin ve sloganların oynaştığı bir yüzeyin varlığını işaretler. … Toplum, varoluşunun tek ifadesi “şikayet” olabilecek bir tarzla oldukça “modern” dönemlerde karşılaşmıştır.

20.
Terörist tipinin psikolojisi üzerine çok şey yazılıp söylendi. Sayısız araştırmalar yapılarak, teröristin "bir ideolojiye sahip olmayan", aksine her türlü ideolojik tasarımdan uzak bir yerde, gençliğin "yetişme şartları", "modern dünyanın getirdiği umutsuzluklar" vb. türünden alışılageldik durumların bir sonucu olarak "kayma"sı biçiminde kabul edilmek istendi. Sanki hiçbir toplumsal/ideolojik konuma sahip olmayan, içinde herhangi bir düşüncenin, bir kurgunun, bir amaç-araç seferberliğinin yer almadığı bir yaşantıydı terör. İyileştirme ve yola getirme araçları iyi işleseydi, sanki teröre hiç meydan verilmezdi. Hükümetler, özellikle gelişmiş "demokratik" ülkelerde, bu hesabın yanlışlığının farkına yavaş yavaş -belki de çok geç- varıyorlar. Terörist örgütlerin küçümsenmesi, yalnızca belli bir meşrulaştırıcı ve yasaklayıcı erkin kayıtsızlığının, ne yapacağını bilmeyen bir otoritenin tıkanıp kaldığı bir anın itirafıdır yalnızca.

21
Terör, yalnızca kendini ifade etmek isteyenlerin buna uygun siyasal bir alan, bir ortam bulamamaktan doğan bir sapması değildir; varolan siyasal alanın ta kendisine yöneltilen bir protestodur. Amaç her zaman gizli, saklı ve fark edilmez olmaktadır. Vuracağı yer ve zaman belli değildir. Modern dünyanın “açıklık” ve “saydamlık” etiğinin (bu etik Glasnost’tan bu yana salt kendi içinde bir değermiş gibi benimsenmektedir) ta kendisine doğrudan bir saldırıdır. Modern siyaset alanı, her şeyin yüzeyde yer almasını ister; herhangi bir derinlik, saklılık, gizlilik; gözler önüne çıkmayan, karmaşık ise herkesin anlayabileceği düzeyde basitleştirilmeyen, vülgarize edilmeyen her şey –her düşünce, her ahlâk, her davranış- katlanılamazdır. Siyaset alanında kendini görünmez kılandan nefret edilir…

22
Masumiyeti temsil eden halk, iyiliği temsil eden devlet ve kötülüğün ta kendisi olan terör örgütü… Bu üçleme, modern siyasal alanın üç kutbunu oluşturmaktadır. Ama devlet, iyiliği yalnızca “temsil eder”: İyilik kendine ait değildir artık; siyasal düşünürler, modern toplumda “iyi bir düzen nasıl kurulur”un peşinde değildirler. Halk ise (ister sivil toplum olarak anlayın, ister yönlendirilmeye açık kamuoyu olarak) kendinden masum değildir; iktidar tarafından kendisine hizmet edilecek, adanılacak bir amaç olarak ilan edilen varlıktır; insanların üzerinde bu masumiyet bir etiket olarak, üzerlerinden ancak suç ve  terör aracılığıyla atabilecekleri bir yüklem olarak yapışmıştır. İşte terör bu etiketi, “masum” etiketini vuran faaliyet biçimidir.

36.
Durkheim, sosyolojinin alt dalları arasında "siyaset sosyolojisi"ni saymaz. Bu basit bir "unutma" olayı değildir. Böyle bir disiplinin, o dönemin siyasal konjonktürlerini kavrayacak düzeyde gelişmemiş olmasının verdiği bir güvensizlik de söz konusu değildir. Tarde'a göre bu, Durkheim'ın düşüncesinin bir kör noktasıdır. (37) Olguların değil "kazalardan", "olaylardan", "akışlardan", "etkileşimlerden", kamuoyunun dalgalanmalarından, devrimlerden ve kavgalardan oluşan bir alan, bir Durkheim toplumbiliminin nesnesi haline zaten gelemezdi. Suçbilimci, yargıç kâtibi, taşralı "ütopyacı" düşünür Trade, elbette toplumbiliminin nesnesini "kazalar"ın dünyasından seçecektir. Dalgalanma ve tesadüf, yani tarihsel akışın Hegel'den bu yana fark edilmesi pek mümkün olmayan biçimleri, insanların "sonsuz küçüklüklere"e varan istek karmaşaları, psikolojik "iç dünya" ile "sosyal olgular"ın "dış dünya"sının birbirlerini itmedikleri, dışlamadıkları alacakaranlık alanlar.

37.
[Durkheim’ın sosyolojinin alt dalları arasında “siyaset sosyolojisi”ni saymaması…]: Suçbilimci, yargıç kâtibi, taşralı “ütopyacı” düşünür Tarde, elbette toplumbiliminin nesnesini “kazalar”ın dünyasından seçecektir. Dalgalanma ve tesadüf, yani tarihsel akışın Hegel’den bu yana fark edilmesi pek mümkün olmayan biçimleri, insanların “sonsuz küçüklükler”e varan istek karmaşaları, psikolojik “iç dünya” ile sosyal olgular”ın “dış dünya”sının birbirlerini itmedikleri, dışlamadıkları alacakaranlık alanlar.

Çağımızda her şey, özellikle "siyasi eylem"in aldığı biçimler, bizi kurumların değil hareketlerin, kimliklerin değil sapmaların, makro olguların değil mikro olguların önem kazandığı bir düşünce çerçevesi oluşturmaya zorlamaktadır. İşte Durkheim’ın belki de zorunlu olarak göz ardı ettiği olgu budur: Siyasetin siyasi bir “olay” temasına bağımlı olduğu; sonsuz küçüklere kadar erişen bir “olaysallığın” temellendirdiği bir alan üzerinde cereyan ettiği.

40
Epikuros ve Lucretius’un atomculuğu, özellikle “clinamen”, yani “atomların savruluşu” ilkesi uyarınca teoria’nın belki en temel, en “Platonik” öğretisini sorgular. Kuralların, yasaların ve düzenli ilkelerin temel olarak alındığı “hareketsiz” kuramsal mekânın ötesinde, artık sapmaların, savrulmaların kural haline gelebildiği bir dünya da mümkündür.

41.
Kuralların, yasaların ve düzenli ilkelerin temel olarak alındığı "hareketsiz" kuramsal mekânın ötesinde, artık sapmaların, savrulmaların kural haline gelebildiği bir dünya da mümkündür.

44.
İnsanın ilerlemesiyle teknik ilerleme birbirlerine uygun hale getirilemezler. Biri için çaba gösterirsek, diğerini feda etmek zorundayız ... Teknik yetkinleştirme hesaplanabilir şeyleri ister; insanın yetkinleşmesiyse hesaplanamazı. (Jünger, 1960:XVI).

71.
“Her şey dostlar arasında ortaktır…” Alexandre Kojéve

Boyun eğiş değil, ortak duyu değil, yalnız başına mal ve mülk ortaklığı değil... hatta modern felsefenin son olarak sarıldığı "iletişim" bile değil. A. M. Deborin'in formülü: "Eğer ben ve sen birbirlerinin içinde erirlerse, benim ile senin de ortadan kalkar. Hukuksal kuralları ya da kurumsal kısıtlamaları bulunmayan bir Komünizm: Devlet kendi yararsızlığının koşullarını yarattıktan sonra erir biter".

92
Siyaset ve din, beşeri ve toplumsal yaşamın bu iki derin, örgütleyici gücü, modern dünyadaki tanımlarında tüm derinliklerini kaybederek bir “araç-amaç” diyalektiğine boyun eğmişlerdir. Bu araçsallık gittikçe daha yoğun siyasal motiflerce etki altına alınan dinsel insana bir “güç istemi” olarak görünmektedir.

102
Jacques Derrida Marx’ın mirasını tartışırken bu mirasın elde edilerek korunacak ve öylesine geleceğe aktarılacak bir şey olmadığını, bizzat bizim kendimiz olduğunu hatırlatarak o ana kadarki politik suskunluğunu bozdu.

106 - 108
Fikirlerin kurumlaşması sürecine, demek ki modernliğin esası diyebiliriz. Kurumlar arası mücadelelere ve çatışkılaraysa siyaset…

Kant’ın öngördüğü kurumlaşma kendi tarihine onun felsefesinden apayrı bir şekilde sahipti: Fransız Devrimi’nin kurumları, ardından Napolyoncu kurumlar ve bunlara ait hukuki düzenekler, mekanizmalar. Ardından yine Napolyonik yaygınlaşma süreci. Doğu ve Güney, hatta Amerikalar içinse bu kurumların ithali, uygulamaya konmaları… Michel Foucault büyük bir yetkinlikle bu kurumların temel niteliklerini ve hangi fikirlerin kurumlaşmasının ürünleri olduklarını belirleyebilmişti: disiplin toplumları demişti adlarına. Tabii ki, Kantçı sayılabilecek bir perspektifi de işin içine katarak, kurumların aynı zamanda birtakım teknik analojilerin realizasyonu yoluyla yalnızca çoğalmakla ve yaygınlaşmakla kalmayıp, birbirlerini koşulladıklarını, taklit ettiklerini, dürttüklerini, güçlendiklerini de kaydederek. Fikirler, Foucault’nun deyişiyle söylemler nasıl kurumlarda cisimleşmişseler, bunun tersi de doğru olmalı, kurumlar fikirleri ve söylemleri de kuşatıyor, yayıyor olmalılar. Eğer Kant’ın “eleştiri felsefesi” sözünü ciddiye alacaksak Foucault’nun bu çıkışını da almalıyız: kurumlar birbirlerini taklit eder, birbirlerinden ilham alır, ithal edilirken genel bir model, Foucault’nun deyişiyle “diyagram” ortaya çıkar; bu diyagramın söylemi ve eleştirisi eş ölçüde içinde saklıdır ve dolayısıyla ithal edilirken eleştirisini, yani anlatılabilir deneyimler bütününü bir söylem olarak barındırmayabilir. Bu Osmanlı modernleşmesi sırasında ve sonrasında bu coğrafyada yaşamayı hâlâ sürdürdüğümüz temel sorunlar arasındadır: kurumlar ithal edilmektedir ama mantıkları, yani Kantçı deyişle şemaları, yani nasıl üretildiklerinin bilgisi ve sezgisi ithal edilmeden; kurumlar ithal edilmektedirler ancak içkin eleştirilerinden haberdar bile değiliz. Söz ile fiziki dünya arasındaki mesafenin bu denli açılması kurumların çok “kolaycı” bir kabulünün yanı sıra, onlara yönelik eleştirilerin de zorlaşmasına yol açabilir. Mesela Rusya, Batıdan ithal etmiş olduğu kurumları yeniden üretebilmek, kendi sistemine göre meşrulaştırabilmek konusunda bütün yeteneklerini ve enerjisini seferber edebilmişti. Yarı-doğulu ülkeler olarak paylaşabilecekleri çok sayıda ortak noktaya rağmen Osmanlı-Türkiye tarzı bunu ihmal etme gafletine pek erken düşmüş görünüyor. … Osmanlı ve Türkiye “continuum”u (sürekli olan/belli bir boyutta devam eden - ekşi) -yeterince süreklilik olduğunu varsaydığımız ölçüde- modernleşme, Batılılaşma, ve… ne diyelim, “gecikme” üçgenini kurumları ithal ederek, ancak eleştirilerine geçit vermeyerek kurmuş görünüyor. Kantçı fikriyatın Osmanlı-Türk dünyasındaki çok ciddi bir eksikliği Türk modernleşme tahayyülünün güçsüzlüğüne çok ciddi bir damga vurarak, yol ayrımına girilmiş İslâm’ın, tahakkümcü gelenekselliğin, yarı-feodal yaşam tarzlarının çok rahat eyyamcılığına olanak sağlıyor.


Bunu ispatlamak mümkün: Tam da Türk modernleşme tahayyülü krize girdiğinde mutlak olarak Batılılaşma kompleksi çok rahat bir cevabı Türkiye’de Avrupa’ya tepki kılığında cereyan etmekte olan Müslüman bir pragmatizmin elinde gerçekleşmeye başlıyor. AKP’nin gelişi de, icrası da, şu anda koşullarını henüz bilmediğimiz muhakkak gidişi de bu düzlem üzerinde cereyan edecektir.” (Ulus Baker, Siyasal Alanın Oluşumu Üzerine, 106-108)  
.
.
.
.



26 Şubat 2014

V.Belgin Demirsar - Osman Hamdi

.
.
.
.


 
.
.

Osman Hamdi Tablolarında Gerçekle İlişkiler

V. Belgin Demirsar
Kültür Bakanlığı Yayınları, 1058, 1989 Ankara




5
[Kaptan-ı Deryâ Hüsrev Paşa tarafından evlatlık edinilerek yetiştirilen Osman Hamdi’nin babası İbrahim Edhem, 1829 yılında Fransa’ya okutmaya gönderilen ilk Türk öğrencilerindendir. (9-10 yaşlarında).  … 1839 Paris Maden Okulu’ndan mezun oluyor. … 1877-1878 yılları arasında sadrazamlık yapıyor. … 1883 İçişleri Bakanı… 1893’de ölüyor.]

Edhem Paşa kendisi gibi oğullarının da Batı’da öğrenim görmesini, Batı kültürüyle yetişmesini çok arzu etmiş ve bunu sağlamak için de elinden geleni yapmıştır. 1857 yılında büyük oğlu Osman Hamdi’yi hukuk öğrenimi için Paris’e göndermiştir. Osman Hamdi burada bir süre hukuk öğrenimine devam ettikten sonra güzel sanatlara olan sevgisinin ağır basmasıyla, hukuk ve resmi bir arada yürütmeye çalışmış fakat sonunda resmi tercih etmiştir. Paris’te Güzel Sanatlar Okulu’na devam ederken, aynı zamanda özel atelyelere de gitmiştir. Osman Hamdi’nin hocaları zamanın tanınmış ressamlarından Gérôme (1824-1904) ve Boulanger (1824-1888)’dir.

O’nun Paris’te olduğu sırada 1862 yılında Ahmed Ali Efendi (Şeker Ahmed Paşa, 1841-1907) ve Süleyman Seyyid (1842-1913) de Paris’e resim öğrenimi için gelmişlerdir. (Süleyman Seyyid Cabanel’in (1823-1889) atelyesinde çalışıyor).

6
Osman Hamdi Paris’te on iki yıl kalmıştır. Yani 1867 Uluslararası Paris Sergisi sırasında oradadır. [Bu sergide onun da bir eseriyle katılmış olması muhtemeldir. Çünkü bu sergiden aldığı bir madalyası bulunmaktadır].

Osman Hamdi Paris’te Marie adlı bir kızla evlenir. Bu evlilik on yıl kadar sürer (Türkiye’ye döndükten 4-5 yıl sonra ayrılırlar. Fatma ve Hayriye isimli iki kızları olur).

Osman Hamdi Viyana’da bulunduğu sırada (Abdülaziz tarafından 1873 yılında Viyana’da açılan Uluslararası sergiye komiser olarak atanmıştır) yine bir Fransız ve

1869 yılında Osman Hamdi İstanbul’a döner.

7
Sanayi-i Nefise Mektebi’nin ilk binası, müzenin bahçesinde şimdi Eski Şark Eserleri Müzesi olarak kullanılan binadır.

9
1874 yılında Fransız ressam Guillemet İstanbul’da ilk özel resim akademisini açmıştır (Eylül 1874’de Beyoğlu’nda). 1877 yılında ilk defa resmi bir akademinin kurulması yolunda çalışmalara başlanır. Bu okul hem resim, hem de mimarlık alanında öğretim yapacaktır. Guillemet de okulun hem müdürlüğünü yapacak,hem de resim derslerini verecektir. [Bu sırada Guillemet Osmanlı-Rus savaşı çıktığı sırada ölür] Bundan sonra akademinin kurulup, öğrenime geçmesi için daha beş buçuk yıl geçecektir.

Sanayi-i Nefise Mektebi’nin, Ticaret Nezareti’ne bağlı olarak (30 Aralık 1886’da Ticaret Nezareti’nden ayrılarak Maarif Nezareti’ne bağlanır) ve müdürlüğüne de Osman Hamdi getirilerek kurulmasına karar verilir. … 2 Mart 1883 yılında … öğretime başlanır. Öğrencilere resim, heykel, mimarlık ve gravür konusunda dersler verilecektir. Fakat gravür dersini verecek hoca bulunamadığından, önceleri bu bölüm faaliyete geçememiştir. Sonunda Fransa’dan Napier adlı kişinin getirilmesi ile 1892’de bu bölüm de derslerine başlar.

Akademinin ilk açılışındaki öğretim görevlileri ve dersleri şöyledir:

Heykel Öğretmeni: Yervant Osgan (aynı zamanda müdür muavini),
Yağlıboya öğretmeni: Salvator Valéri,
Karakalem ve Tezyinat Öğretmeni: Warnia-Zarzecki,
Fenn-i Mimari Öğretmeni: Vallauri ve yardımcısı P. Bello,
Tarih Öğretmeni: Aristofanis Efendi,
Ulûm-u Riyaziye (matematik) Öğretmeni: Kaymakam Hasan Fuat Bey,
Teşrih (anatomi) Öğretmeni: Kolağası Yusuf Râmi Efendi.

Osman Hamdi’nin Sanayi-i Nefise Mektebindeki müdürlüğü ölümüne kadar devam eder (27 yıl). O’nun ölümü üzerine 1892’den beri müdür muavinliği görevini yürüten kardeşi Halil Edhem Bey müdürlüğe atanır.

Osman Hamdi, müze ve Sanayi-i Nefise Mektebi müdürlüklerinden başka, 1894’den beri Düyûn-u Umumiye’nin Osmanlı Dayinler Vekili idi. Yine tütün rejisi ile birtakım bankaların da başkan ve üyesiydi.

Ölüm, 24 Şubat 1910… Eskihisar’da Köşk’ün arkasında, ağaçlar arasındaki bir tepeye gömülür. Mezarının baş ve ayak kısmına o zamanın heyet-i vükelası (bakanlar kurulu)’nın kararıyla isimsiz iki Selçuklu mezar taşı dikilmiştir.

(Dipnot 25: … Osman Hamdi, Eskihisar’ı, babasının Gebze’deki konağına gittikleri sıralarda tanımıştır. Daha gençlik yıllarında buradan yirmi sekiz dönümlük bir arazi almıştır. 1884 yılında da bu sakin yerde bir köşk yaptırmıştır. Planını kendisinin çizdiği bu yüz yıllık yapı, Fransız mimarisinin izlerini taşır. Yapının bütün malzemeleri (kiremit, tuğla, ahşap aksam, vs.) Fransa’dan, Lyon’dan getirilmiştir.)

10
Batı Anlamında Türk Resim Sanatı

[Lale Devri  Osmanlı Devleti'nde, 1718 yılında Avusturya ile imzalanan Pasarofça Antlaşması ile başlayıp, 1730 yılındaki Patrona Halil İsyanı ile sona eren dönemdir. Bu dönemin padişahı III. Ahmet, sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'dır. "Zevk ve sefâ" devri olarak bilinir. Adını, o dönemde İstanbul'da yetiştirilen ve zamanla ünü dünyaya yayılan lale çiçeklerinden alır. Bu dönem gerileme dönemine dahil olmaktadır. İnce ve hassas bir ruha sahip olan Sultan III. Ahmet, sadrazam Damat İbrahim Paşa ile uyum içerisinde çalışmış, bu sırada yaşanan Lâle Devri'nde sanat ve toplumsal hayata özgün bir anlayış getirilmişti. Sultan III. Ahmet, Topkapı Sarayı ile Yeni Câmii'de birer kütüphane, Ayasofya'da Bâb-ı Humâyun'un karşısında Türk sanat şaheserlerinden sayılan Sultan Üçüncü Ahmet Çeşmesi ve İstanbul'un su ihtiyacını karşılamak amacıyla da "Deryayi Sim" adlı bir su bendi inşa ettirmiştir. Bunlardan başka Üsküdar Yeni Vâlide Câmii, Çorlulu Ali Paşa Medresesi, Damat İbrahim Paşa Camii ve Külliyesi, İstanbul'da Yeni Postane arkasında Daarül Hadis ve Sebil, Ortaköy Camii önündeki çeşme, Üsküdar Şemsi Paşa'da Hüsrev Ağa Camii önündeki çeşme ve Çubuklu Camii yanındaki Mesire Çeşmesi gibi eserler de yine bu dönemde yapılmıştır.  Yenilikler: Paris, Londra ve Viyana gibi Avrupa başkentlerine geçici elçilik heyetleri yollanmış, böylelikle Avrupa’yı daha yakından tanıma imkânı sağlanmıştır.
Sayid Efendi ve İbrahim Müteferrika Avrupa'dan matbaayı getirmişlerdir. İlk kez çiçek hastalığına karşı aşı uygulanmıştır. İstanbul'daki yangınları önlemek için yeniçerilerden Tulumbacılar adı verilen bir itfaiye ocağı kurulmuştur. Çini atölyeleri açılmıştır. Kağıt fabrikası açılmıştır. Lale Devri’nde sanat alanında görülen en önemli kişi Levni’dir. Asıl adı Abdülcelil Çelebi olan Levni bu devrin en büyük nakkaşıdır.]

(Lale Devri’yle başlayan bu süreçte) … karşılıklı ilişkiler sonucunda Osmanlı devlet adamları Batının teknolojisini iyice tanıyor ve ondan faydalanmayı düşünüyor, Batı ise bu topraklarda ekonomik, siyasi, askeri menfaatler edinmeye çalışıyordu. Batı anlamında resim Türkiye’ye bu sırada girmiştir. Yani Batının bilgi ve teknolojisinden faydalanmaya çalışılırken bu tür resim Türkiye’de tanınmaya başlanmıştır.

(1773’de Mühendishane-i Bahri-i Hümâyun (İmparatorluk Deniz Mühendishanesi) öğretime başlıyor). Türkiye’de programında ilk defa resim dersinin kesin olarak yer aldığını bildiğimiz okul 1793’de kurulan Mühendishane-i Berri-i Hümâyun (İmparatorluk Teknik Mühendishanesi)’dur. … Fakat burada, resmin sanat yönüne ağırlık vermekten çok, teknik bilgiye önem veriliyordu (desen ve perspektif). Bu dersi veren hocalar ise dışarıdan gelen mühendislerdi.

Sadece süsleme amacıyla yapılan minyatürde, perspektif ve ışık-gölge söz konusu olmadığından, bir eşyayı veya doğayı doğru olarak vermek mümkün değildi.

Avrupa’ya ilk olarak 1829 yılında (askeri öğrenim görmek için) öğrenci gönderilmiştir. 1835 yılında Avrupa’ya gönderilen Ferik İbrahim Paşa (1815-1889) ve Ferik Tevfik Paşa (1819-1866) bugün için bildiğimiz, Avrupa’da resim öğrenimi gören ve yağlıboya ile çalışan ilk ressamlarımızdır. (Hüsnü Yusuf Bey (1817-1939) daha sonra gitmiş). Batı tarzında resim yapan bu üç sanatçımız renkten çok desen ve perspektife önem vermişlerdir.

II. Mahmud dönemi (1808-1839) güzel sanatlar açısından olduğu kadar hemen her alanda ilerlemenin kaydedildiği bir devre olmuştur (yukarıda belirtildiği gibi, ilk öğrenci kafilesi onun döneminde gönderiliyor). II. Mahmud kendi resmini yaptırıp, devlet dairelerine astırarak bu konuda çok önemli bir adım atmıştır.

(1840’lar) Sir David Wilkie, İstanbul’da bulunduğu sırada Abdülmecid’in bir portresini yapmıştır. Fransız ressam Felix Zeim’in (1821-1911) İstanbul’da bulunduğu 1845-48 yılları arasında yaptığı suluboya ve yağlıboya manzaralar… Baba-oğul Preziosiler de İstanbul’u konu alan gravürler, yaşamdan kesitler ve kıyafetlerle ilgili suluboya taplolar yapmışlardır. … Mimar Gaspare Fosatti… İstanbul yapılarını konu alan resimler yapmıştır. Avusturyalı ressam Ordeker (ya da Oreker), sarayda yalnızca padişaha sergilenmek üzere kendi resimlerinden oluşan ilk resim sergisini açmıştır.

(1839’da kurulan Rüştiye -ilkokul ile ortaokul arasında bulunan bir basamak) … bu tarihten itibaren pek çok sivil okul açılmıştır ve askeri, sivil tüm okulların ders programında resim dersi yer almıştır.

(1861 yılında tahta çıkan Abdülaziz’in 1867 yılı Avrupa gezisinden sonra at üzerinde bir heykelini yaptırmak istemiş). Bunun için de C.F.Fuller isimli bir heykeltıraşı İstanbul’a getirtmiş ve heykelini yaptırmıştır (1871). (Heykel Beylerbeyi Sarayında)

Abdülaziz devrinde Avrupa’da resim öğrenimi gören Şeker Ahmed Paşa, Süleyman Seyyid ve Osman Hamdi İstanbul’a geri dönmüşlerdir. (Avrupa’ya gitmemiş ama tanınmış ressam Hüseyin Zekai Paşa…) [Bu kuşaktan önce, ama çelişkili bir biçimde doğumları bu kuşaktan sonra gelen, N. Berk’in minyatür geleneğinden sıyrılan ilk Türk ressamları, Türk İptidaileri, geçiş dönemi ressamları olarak adlandırdığı kuşak vardır.] Primitif Salih Molla Aşkî (1846-1925)… genellikle asker kökenlidirler. Eyüplü Cemal, Ahmed Ragıp, Osman Nuri, Cihangirli Mustafa, Ahmed Ziya, Hüseyin Giritli, Hilmi Kasımpaşalı, Şekip ve Şevki, Fahri Kaptan, Emin Baba, Ahmed Rıfat, Salih Molla Aşkî ve Ahmed Münib… ortak özellikleri birbirine benzer peyzajlar yapmalarıdır ve doğadan değil de fotoğraftan yapıldıkları için birbirine benzemektedirler. … Bu resimlerde gökyüzü hep masmavidir. Hiçbir şey kımıldamaz, her şey sonsuza kadar aynı ışık kaynağından, aynı derecede aydınlanmıştır. Ressamların kişiliklerini saklayan, yorumsuz resimlerdir bunlar. Sanki ilk bakışta hepsi bir elden çıkmış gibidir.

14
19. yüzyıl başlarında romantik ressamlar Doğuya ait konuları işleyerek kısıtlı konulardan kurtulmuşlardır. Başta Fransa olmak üzere (kolonileşme sonucu dış dünyaya en fazla açılan ülkedir) İngiltere, Almanya ve Avusturya’da akademik ressamların Orientalist türde resimler yaptıkları görülür. Kolonileşme ve ticaretin yanı sıra arkeoloji alanındaki ilerlemeler de Batılının Osmanlı topraklarına olan ilgisini arttırmıştır. Jean Léon Gérôme, 1854 yılında Orta-Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerini kapsayan bir geziye çıkmış, İtalya, Türkiye, Mısır’da sanatıyla ilgili pek çok çalışma yapmıştır (foto çekmiş). (Orientalist sanatçılar) tablolarında Doğunun gerçek yaşantısını yansıtmaya çalışmışlardır. Parlak renkler, güneş, Doğu kıyafetleri, sokak ve Pazar yerlerinin hareketliliği, çiniler, halılar, kilimler ve parlak yüzeyler bu tabloların vazgeçilmez elemanlarıdır. Akademik resimler içinde Orientalist olanları gerçekçilikleriyle hemen fark edilirler. Gérôme’un, Kahire’ye giderken yanında bir fotoğraf makinesi götürdüğü ve bu fotoğraflardan faydalanarak yaptığı resimlerin 1865 yılındaki sergide fotografik gerçekçilikleri açısından övgü ile karşılandığı bilinir.

(Art in America dergisinin Mayıs 1983 tarihli sayısında Linda Nochlin’in bir makalesinde:) … Fransız resminin gerçekçilik iddialarını ortaya sürdüğü çeşitli savlarla çürütmektedir. Bu yazara göre Batı, özellikle Fransa, Doğu ülkelerine yaptıkları müdahaleleri haklı göstermek için bu yollara başvuruyordu. Yine ona göre, Gérôme’un resimlerinde, Batılıların Doğudaki varlığı tümüyle gizlenmişti. Doğu, Batı’daki ilerlemelere karşı ilgisiz, kendi zevk ve düş dünyasına dalmış, bakımsız bir yer olarak gösterilmişti. Nochlin, bu sanatçıların, özellikle Doğunun yıkılan, harap yerlerini, yapılarını resmederek kendilerini haklı göstermeye çalıştıklarını savunmuştur. Nochlin, Orientalistlerin sanıldığı kadar saf ve gerçekçi olmadıklarını, resimlerinde politik olayları bu görüntülerle gizleme yollarına gittikleri düşüncesindedir.

15
(Osman Hamdi, Şeker Ahmed Paşa o sırada Avrupa’da Delacroix, Ingres, Courbet’in bağlı olduğu realist akım, Impressionist akım, … tüm bunlara karşı ilgisizdiler). Belki ilk yıllar için bunu doğal karşılamak gerekir. Batı anlamında resim geleneği olmayan bir ulusun çocuklarının henüz öğrenciyken, Impressyonistlerin çalışma tarzını kabul etmelerini bekleyemeyiz.

Gérôme tam anlamıyla Orientalist bir ressamdır. … Fakat O’nu (Osman Hamdi’yi) Batılı Orientalistlerle bir tutamayız. Batılı Orientalistler … kendilerinin Doğu üzerindeki baskı ve müdahalelerini haklı göstermek için, hep Doğunun geri kalmışlığını, harap yapılarını, sokak satıcılarını, yılan oynatıcılarını resmetmişlerdir. Kadını bir seks sembolü olarak almışlardır. Oysa Osman Hamdi’nin amacı farklıdır. O tablolarında Batılıya ilginç gelecek sahneleri işler, Doğu’nun özellikle de Türk sanatının güzelliklerini gözler önüne serer.

Türk resminde, içinde insan figürü bulunan konulu kompozisyonlar ilk ressam Osman Hamdi’dir. Büyük boyda insan figürü ilk kez O’nun tablolarında görülür. O’nun figürleri kendine güvenen, dimdik duran, düşünen insanlardır. … Erkek figürlerinin kıyafetleri ya dini, ya da O’nun yaşadığı devirden eski zamanlara aittir (O’nun zamanının Türkiye’sinde artık erkekler Batıda giyilen kıyafetleri giyiyorlardı). Erkek giysilerinin bazılarında, Suriye ve Irak yörelerinin etkisi görülür. Dönemin giysileri hakkında çok geniş bilgiye sahip olan Osman Hamdi gibi bir sanatçının neden tablolarındaki figürlerde bu kıyafetleri tercih ettiği sorusu akla gelir: Doğu yaşantısını kuvvetle vurgulamak için bu giysileri kullanmış olsa gerek. Kıyafetler bir tarafa bırakıldığında… (sonrası Türklük).

Osman Hamdi’nin tablolarında, İslâm dininin tasviri günah saymasının yarattığı çekingenlikten hemen hemen hiçbir iz yoktur.

16
Tablolarında, kullandığı eşyanın yapısını, özelliklerini bozmadan, bunlara yeni bir şeyler katmadan en ince ayrıntısına kadar işlediği görülür.

Osman Hamdi’nin bazen bir tabloda değişik giysi ve duruşlarda, ikili veya üçlü görünümlerde yer aldığı da olmuştur. Örneğin, “Cami Kapısı Önünde Konuşan Hocalar” adlı tablosunda gördüğümüz üç kişi de Osman Hamdi’nin kendisidir.



.
.
.
.

13 Şubat 2014

Mike Cahill - Another Earth 2011

.
.
.
.


.
.

01:08:10,336 --> 01:08:52,177
Biyologlar olarak yaşamımız boyunca küçük, çok daha küçük şeylere bakmayı başarmamıza ve astronomlar olarak, karanlık gecelerde zamanın gerisinin ve uzayın dışının ilerisine, çok daha ilerisine bakmayı başarmamıza hayret ettik. Ama belki de en gizemli olay ne büyük ne de küçük olanıdır. Biziz, o kadar yakın işte. Kendimizi ayırt edebilir miyiz? Edebilirsek, kendimizi tanıyabilir miydik? Kendimize ne derdik? Kendimizden ne öğrenirdik? Orada durup kendimize bakıyor olsaydık gerçekten ne görmek isterdik?


.
.
.
.