05 Nisan 2021

Rosi Braidotti - kadın-oluş

 .

.

.




.

.

.


Kadın-oluş 2002


Rosi Braidotti


(Çev. Ece Durmuş, Münevver Çelik), Otonom Yayınları, 2019 İstanbul



7

Bir ve bölünmez öznenin ölümünün teorisiyle uzun uzadıya uğraşmışken...


Benim kartografilerim, gerek mekânsal (jeopolitik ya da ekofelsefi boyut) gerekse de zamansal (tarihsel, soybilimsel ve virtüel boyutlar) bulunduğum mevkilerin epistemik ve epik olarak hesabını verebilmeyi amaçladığım, teorik temelli ve politik odaklı okumalardır.


8

göçebe özne... akışlar ve akımlar... duygulanımsal olarak insan ve insan olmayan kuvvetlerle çoklu etkileşim... ilişkisel...


[Bu kitapta yer alan] metinlerin her biri ne çok geç ne de çok erkendir... [kendi zamanıyla, şimdiyle] tutkulu bir uğraş içindedir. Ayrıca tarihi, geçmişin bir anıtı olarak değil, şimdinin karşı-soybilimi olarak ele aldıkları için, Foucaultcu anlamda, zamansızdırlar da.


9

Akademik metinlerime bu denli çok dipnot düşmem... metin pratiğindeki demokrasinin bir parçası... başkalarının varlığını, kolektif asamblajları tanımanın bir yolu olarak görüyorum.


Foucault, Irigaray ve Deleuze... İçinde ikamet ettiğimiz halde kontrol edemediğimiz bir yapı olarak dilin karmaşıklığına saygı duymayı bana onlar öğrettiler. Onların bir ve bölünmez özdeşlik/kimliğe yönelttikleri eleştirinin altında da bu içgörü yatmaktadır. Efendi-göstereni kekeletmek, tökezletmek ve onun despotik eğilimini ifşa etmek için, bu gösterenin kendi metnindeki çekim kuvvetini açığa çıkarmak, bozmak ve sarsmak sorumluluğu yazara aittir.


10

Yazmak, özellikle de akademik olarak yazmak, meydan okumalı, sarsmalı, merak uyandırmalı ve güçlendirmelidir.


40

Canlı maddenin sermayeleştirilmesi, kâr mantığını bizzat yaşamın en derin dokularına kadar genişletiyor. ... ele geçirilmek istenen sermaye, bütün biçimleriyle bizzat canlı meddenin bilgi kodlarıdır. Gerek bios gerekse de zoe olarak yaşam, ticaret ve kâr amacıyla metaya dönüştürülüyor. Bu bağlam, insanmerkezcilik-sonrasının paradoksal ve daha ziyade sapkın bir biçimini üretiyor. Piyasa güçleri, bütün canlı türlerini, bir bütün olarak gezegenimizin sürdürülebilirliğini tehdit eden kâr güdüsünün buyruğu altında birleştirerek, Yaşamın kendisini alıp satmaktan gayet memnun. ... ben bu durumun olumlu yanını vurgulamak istedim. ... öznelliği böylesine değişen bir durum olarak yeniden düşünmek için elimden gelin yaptım.


41

Göçebe özne karmaşıklık teorisinin bir dalıdır ve ontolojik ilişkiselliğe dayalı dönüştürücü bir etiği teşvik eder. Kolektif tarihimizin bu uğrağında, tenleşmiş kendiliklerimizin, zihinlerimizin ve bedenlerimizin birlikte neler yapabileceğini gerçekten bilmiyoruz. Bunu ancak yeğinliklerle deneyler yapmanın etiği içinde bulabiliriz. Olumlayıcı ilişkilere* ve dilbilisel göstergeyi aşan kodlarla işleyen iletişim tarzlarına dönük çoklu kapasitelerimiz bakımından, insan sonrası etik öznelere dönüşüyoruz.



* [agonistik Eski Yunancada örgütlenmiş mücadeleyi ifade eden agon kelimesi, felsefede Nietzsche, Arendt ve Derrida, siyaset çözümlemelerinde Castoriadis ve Lefort, Foucault ve Carl Schmitt'in, aralarında bazı anlam farkları olmakla beraber, kullandıkları bir kavramdır. Agon, mücadeledir, çatışmadır, rekabettir ama esas olarak meydan okumadır. Aynı zamanda, rakipleri birbirine bağlayan ilişkidir. ... Siyasal yazına ise, 20. yy'ın sonlarında agon kelimesinden türeyerek giren agonistik kavramı, çatışmanın, birbirine meydan okumanın merkezi konumda olduğu bir demokrasi biçimini ifade eder. Çatışma ve meydan okuma, bu radikal demokrasi türünde, çoğul siyasal kimlikler yaratma kapasitesi açısından önemsenir. Karşı çıkabilmenin sürekliliğinin siyasal demokrasinin kendi içine kapanmama ve kendini hep yenileme olanağı verdiği iddia edilir – e.n.] ya da [Chantal Mouffe, Dünyayı Politik Düşünmek, Agonistik Siyaset, Çev. Murat Bozluolcay, İletişim Yayınları, 2015 İstanbul]


44

[iktidar, baskıcı potestas / güç, olumlayıcı potentia]



Kadın-oluş: Cinsel Farkı Yeniden Düşünmek


50

Artık “O (dişil)” [She], erilliğini evrensel bir duruş olarak biçimlendiren hâkim öznenin güçsüz kılınmış bir yansıması değildir. Daha doğrusu, o belki de artık bir “(dişil) o” değil, bambaşka bir hikayenin öznesidir: süreç halindeki bir özne, bir mutant, Ötekinin ötekisi, şimdiden esaslı bir metaformoz geçirmekte olan, dişil bir morfoloji içinde biçimlenen bedenleşmiş bir Kadın-sonrası özne.


53

[Postmodernite], [alternatif öznellik], [çok katmanlı ve içsel olarak çelişkili özne konumları]... bu onların iktidar ilişkilerine bulanmamış oldukları anlamına gelmez.


... geç postmodernite ya da ileri kapitalizmde çoğalan farklar Aynı’nın “ötekileri”dir. ... bu farklar niteliksel değildirler ve dolayısıyla Aynı’nın, Çoğunluğun ve fallogosantrik efendi-kodun mantığı ya da iktidarında hiçbir değişiklik meydana getirmezler.


57

tenleşmiş materyalizm


60

Göçmenlerin, sığınmacıların veya mültecilerin “virtüel” gerçekliği ileri teknolojiden ziyade, aşırı düzeyde bir anonimliğe veya toplumsal görünmezliğe işaret eder. [toplumsal mekân, toplumsal ilişki]


Dolayısıyla, sibermekân ve sunduğu “siborg” öznellik, artık bir bilimkurgu malzemesinden ibaret değildir. Aksine insanlar ile makineler arasındaki sınırlar bütün toplumsal düzeylerde bulanıklaşmaktadır. [Siborg çokkatmanlı, karmaşık ve içsel olarak farklılaşmış bir öznedir.] ... bugün siborglar, insan sonrası hız ve eşzamanlılıkla işleyen bilgisayar teknolojileriyle arabağlantı kuran savaş uçağı pilotlarının bakımlı ve antremanlı fizikleri kadar, denizaşırı üretim tesislerinde düşük ücretle çalıştırılarak sömürülen kadınların ve çocukların emeğine de işaret etmektedir.


62

Bugün hâlâ, belki bir nostaljiyle “bizim bedenimiz, biz kendimiz” demeye devam etsek de, bu beden ve kendilik, artık ileri psiko-farmakoloji, kimya endüstrisi, biyo-bilim ve elektronik medyanın içine gömülmüş soyut teknolojik kurgulardır.


63

Abject, öznenin kendisiyle özdeşleşmesini istemeyip reddettiği, kendinden çıktığı halde kabul etmek istemediği, kurtulmak istediği şeyleri tanımlar. Dışkı, kan, irin, ter, kesilmiş saç ve tırnak, kopmuş organ gibi “abject” unsurlar başlı başına bir nesne olmaktan ziyade, özne ile nesnenin ayrışmasını sağlayan, bu kategorilere öncel, ama aralarındaki karşıtlığı ortaya çıkaran koşuldur. (ç.n.)


65

Altmışların sonları ve yetmişlerde toplumsal hareketlerin yeniden etkinleştirdiği bu bedenleşmiş materyalizm geleneği, radikal bir iktidar eleştirisinin ve hümanist öznenin çözülüşünün temellerini atar.


[psikanaliz] ... özne artık bilinçle özdeşleştirilmemektedir: “Cogito”nun yerini “Arzuluyorum, öyleyse varım” almalıdır. Yani, düşünme etkinliği, asıl itici gücü duygulanırlık, arzu ve imgelem olan bir dizi yetiyi kapsayacak şekilde genişletilmektedir.


66

Öznenin bedenleşmişliği, doğal, biyolojik türden olmayan bir bedensel maddilik biçimidir. Bedeni, büyük oranda inşa edilmiş olan toplumsal ve sembolik kuvvetlerin karmaşık etkileşimi olarak ele alıyorum: Bu beden biyolojik bir töz, hatta bir öz değil, bir kuvvetler oyunu, bir yeğinlikler yüzeyi ve orijinalleri olmayan saf simulakrlardır. ... Bu bedeni, enerji akışlarının dönüştürücüsü ve aktarım noktası olarak, yani bir yeğinlikler yüzeyi olarak görüyorum.


Beden hâlâ bir çelişkiler yığını olarak durmaktadır: Beden zoolojik bir varlık ve genetik bir veri bankasıdır, ama aynı zamanda biyotoplumsal bir varlık, yani kodlanmış ve kişiselleşmiş anıların bir tabakasıdır.


67

İktidar (potestas) yasaklaması ve sınırlaması bakımından olumsuzdur. Güç (potentia) ise, güçlendirmesi ve eylemeyi mümkün kılması bakımından olumludur.


Bu bakış açısından “öznellik”, dilbilgisel “Ben”in kurgusal birliği altında, tepkisel (potestas) ve etkin (potentia) güçlerin birbirine bağlanması sürecidir. Özne, iktidar ile arzunun, başka bir deyişle iradi seçim ile bilinçdışı güdülerin farklı düzeyleri arasındaki sürekli kaymalar ve müzakerelerden oluşan bir süreçtir.


69

[Materyalizm, mater kökü], [öznenin kökeninin ilk ve kurucu alanı olarak “maddi olan”, aynı zamanda dişi öznenin özgüllüğünü ifade eder.], [the material - maternal]


Irigaray, ... cinsel farkın, kültürümüzün son ütopyası yani u-topos’u, yokyeri olduğunu söyler; başka bir deyişle cinsel farkın şimdiye kadar kendini ifade edeceği bir yeri olmamıştır.


[“ütopya” -> “henüz olmayan” -> virtüel dişi]


71

[Kadının henüz temsil edilmemiş bir değer taşıması]


72

[dişi bedensel gerçekliğin verili değil ama virtüel olması, yani bir süreç ve proje olması...]

...............................

..................................................



.

.

.


13 Eylül 2020

Giorgio Agamben - Yeminin Arkeolojisi

 .

.

.

.


Türkçe’de Giorgio Agamben

 

1970 İçeriksiz Adam. (Çev. Kemal Atakay), Monokl Yayınları, 2019 İstanbul

1978 Çocukluk ve Tarih: Deneyimin Yıkımı Üzerine Bir Deneme. (Çev. Betül Parlak), Kanat Kitabevi, 2010 İstanbul

1985 Nesir Fikri. (Çev. Fırat Genç), Metis Yayınları, 2009 İstanbul

1990 Gelmekte Olan Ortaklık. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul

1995 Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat. (Çev. İsmail Türkmen), Ayrıntı Yayınları, 2001 İstanbul

1998 Tanık ve Arşiv: Auschwitz'den Artakalanlar. (Çev. Ali İhsan Başgül), Dipnot Yayınları, 2017 Ankara

2002 Açıklık: İnsan ve Hayvan. (Çev. Meryem Mine Çilingiroğlu), Yapıkredi Yayınları, 2009 İstanbul

2003 Olağanüstü Hal. (Çev. Kemal Atakay). Varlık Yayınları, 2008 İstanbul

2005 Dünyevileştirmeler. (Çev. Betül Parlak). Monokl Yayınları, 2011 İstanbul

2006 Dispozitif Nedir? / Dost. (Çev. Ekin Dedeoğlu), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul

2008 Şeylerin İşareti: Yöntem Üstüne. (Çev. Betül Parlak), Monokl Yayınları, 2012 İstanbul

2008 Yeminin Arkeolojisi: Dilin Kutsal Ayini. (Çev.Önder Özden), Nika Yayınevi, 2020 İstanbul

2009 Çıplaklıklar. (Çev. Suna Kılıç), Alef Yayınevi, 2017 İstanbul

 

 



 

Yeminin Arkeolojisi: Dilin Kutsal Ayini

 

(Çev.Önder Özden), Nika Yayınevi, 2020 İstanbul

 

 

 

İçindekiler

 

Çevirenin Notu                    7

Kısaltmalar                           10

Dilin Kutsal Ayini               11

 

 

 

9

Aklın kavramlarının şematizmi ... metafizik ve fiziğe ait kıyıların  Styx interfusa ile iletişim kurduğu bir andır.

Immanuel Kant

 

1.

 

11

[Yemin, Batı tarihinde siyasal ahdin temelidir. Hıristiyanlığın başlangıcından Kilise ve Devlet arasındaki Atama Savaşına, geç Ortaçağ “komününden” modern devletin biçimlenmesine kadar, yemin, baş roldedir.]. [Paolo Prodi’ye göre zamanımızda yeminin geri çevrilemez düşüşü “siyasal bir hayvan olarak insanın varoluşunun mesele olduğu bir krize” karşılık gelir.] [Bugün kolektif yaşamımızı, bir siyasal bedene kutsal bir biçimde bağlayan resmi ve bütüncül bir yemin olmaksızın yaşıyorsak, bu, bilincinde olmaksızın, gerçekliğini ve anlamını henüz kavramadığımız “yeni bir siyasal birliğin” eşiğinde bulunduğumuz anlamına gelir.]

 

12

[Yemin nedir?]. Eğer yemin siyasal iktidarın sakramenti ise*, yeminin tarihinde ve yapısında onun böyle bir işlevle yükümlü kılınmasını olanaklı hale getiren nedir? Yaşamda ve ölümde bütün insanların onun içinde ve onun tarafından hesap vermeye çağrılabildiği yeminde, her anlamda belirleyici bir unsur olan, hangi antropolojik düzlem ima edilmektedir?

 

* Sakrament kelimesi yemin, vaat, bağ anlamlarına gelen Latince sakramentum kelimesinden türetilmiştir. Sakrament “kutsal şey” anlamına gelir. Hıristiyanlar, sakramentleri kutsallaşmanın bir işareti ve aracı olarak görürler. XII. yüzyılda yedi uygulama sakrament olarak kabul edilmiştir. Bunlar; vaftiz, evharistiya (ekmek-şarap ayini), pekiştirme (kuvvetlendirme), ruhbanlık, evlilik, tövbe, hastaları mesh etmedir (son yağlama). [acikders.ankara.edu.tr; ünite 12]

 

2.

 

[Lycurgus, Leocrates’e Karşı] [Likurgus, MÖ 800-730] “Demokrasimizi bir arada tutan güç yemindir.” [Bu paragraflarda “yemin” hiçbir şey yaratmaz, varlığa hiçbir şey getirmez, ama bir arada tutar ve başka bir şeyin varlığa getirdiğini korur.]

 

14

affirmatio   onaylayan ve garanti eden

vis   etkinlik

 

“[Yemin] destekleyen, garanti eden ve gösteren fakat bir şey kurmayan beyanın özgül kipliğidir. Bireysel ya da kolektif, yemin sadece pekiştirdiği ve yasallaştırdığı bir ahtin, antlaşmanın, deklarasyonun varlığına istinaden vardır. Anlamlı bir içeriğe sahip olan fakat kendi başına hiçbir şey ifade etmeyen bir söz edimini hazırlar ya da sonlandırır. Hakikatte, içeriği değişken olmakla beraber bazen ellerin kullanıldığı bir ritüelle tamamlanan sözsel törendir. İşlevi, ortaya çıkardığı onaylamaya değil, telaffuz edilen kelime ile onun çağrıştırdığı kudret arasında kurduğu ilişkiye dayanır.” [Benveniste]

 

3.

 

15

[Samuel Pufendorf] ... yeminin, sadece insanlar arasındaki ahit ve anlaşmaları değil, fakat daha genel anlamda dilin kendisini teyit etme ve garanti altına alma [kapasitesine vurgu yapar].

 

 

4.

 

18

yeminde mesele olan, yalnızca köken itibariyle sadece bir vaadin ya da bir teyidin doğruluğunun garantisi olmayıp aynı zamanda bugün bu adla bildiğimiz kurumun, insan dilinin tutarlılığı ve “konuşan hayvanlar” olarak insanların doğaları ile ilgili daha arkaik bir döneme ait hatıralarını barındırmasının söz konusu olması da mümkündür. Önlenmesi gereken “musibet” sadece insanların güvenilmezliklerine, sözlerine sadık kalamamasına değil fakat dilin kendisine, kelimelerin kendilerindeki şeyleri ifade etme kapasitesine ve insanların konuşan varlıklar olarak sözlerinin koşulunu beyan etme becerisine ait bir zayıflıktı.

 

 

6.

 

22

herkos            kuşatma, bariyer, bağ

horkos           kutsallaştırıcı nesneyi güçle tutmak [yemin]

                       

Horkos, çeşitli şekillerde Styx’in sularında, kahramanın asasında ya da kurbanın bağırsaklarında cisimleşen “Kutsal Töz”dür. [Yemini dile getiren kişi “kutsal töz”le ilişkiye geçer. “Yemin etmek, bu nedenle, en korkunç türden dini güçlerin alanına girmektir” (Louis Gernet).

 

25

[kutsalın ilkselliği paradigması] … “her zaman ve her yerde söz konusu olan, onay ile kutsal bir şey arasında bir ilişki kurmaktır… Hedef her yerde aynı kalır, yani onay ve kutsal töz arasında bir ilişki kurmak” (Bickermann).

 

 

7.

 

26

[bilinmeyen bir nesneyi tanımlamak ya da kullanımını açıklayamadığımız için başvurduğumuz terimler..] [mana, zımbırtı, şey, cebirsel semboller, vb.] … onların tek işlevi, gösteren ile gösterilen arasındaki boşluğu doldurmaktır…

 

27

[mitoloji, dilin neden olduğu bilincin bir “hastalığı”dır. Levi-Strauss, Max Müller]

 

 

8.

 

28

... hukukun ve dinin ayrılmaz bir şekilde görüldüğü “hukuk öncesi”ni (pre-droit)... ... ilksel ayrışmamışlık...

 

Hukuk öncesi, tıpkı din öncesinin yalnızca tarihsel olarak bildiğimiz, daha ilkel bir din (mana) olmayışı gibi, sadece “ilksel” bir yasa değildir; tam tersine, din ve hukuk terimlerini es geçecek bir x terimini düşünmek daha uygundur. X terimini tanımlayabilmek için din ve hukuk olarak tanımlamaya alışkın olduğumuz yüklemlerin atfedilmesini askıya alan bir tür arkeolojik epoché uygulayarak en azından geçici olarak her türlü önlemi ortaya koymalıyız.

 

 

9.

 

30

...  (MÖ altıncı yy’ın sonlarına tarihlenen) Dvenos vazosunda kaydedildiği gibi, yemin kuşkuya yer bırakmayacak bir şekilde vaat içeren bir formül olarak hukuksal bir karakterde ortaya çıkmaktadır... ... yemini az ya da çok dinsel, az ya da çok hukuki olarak tanımlamak için hiçbir nedenimiz bulunmamaktadır.

 

[Yunan geleneği] ... tanrılar dahi yeminin otoritesine tabidir. ... “tanrıların yemini olarak hizmet eden Styx dedikleri suyu”...

 

31

Belki de kendi başına yemin, (yalnızca) hukuki ya da (yalnızca) dini olmayan ve tam da bu nedenle, başlangıçtan itibaren hukukun ve dinin ne olduğunu düşünmemize izin veren bir fenomeni önümüze serer.

 

 

10.

 

34

[Yemin, dilin eylemde vücut bulmasıdır.]

 

35

“insana güvenmemizi sağlayan yemin değil, insan yemini güvenilir kılar.” [Aeschylus]

 

 

13.

 

44

... insan sacer kılınırdı yani, insanların dünyasından dışlanır ve tanrılara adanırdı.

 

45

“Yemin etmek her şeyden önce lanet etmektir, kişinin söylediğinin yanlış olduğu ya da vaat edilen şeyi yerine getirmediği durumda kendisine lanet etmesidir. [Hirzel]

 

46

Yemin, üç unsurun birleşmesinden kaynaklanırmış gibi görünüyor: bir iddia, tanık olarak tanrılara yakarma ve yalan yere yemine yönelen bir lanet.

 

 

16.

 

53

Sadece yemin değil lanet de –bu anlamda doğru olarak “siyasal” olarak dile getirilir- hakiki bir “iktidarın sakramenti” olarak işlev görür.

 

 

17.

 

54

[yalan yere yemin ve lanetle yakın bir bağı bulunan başka bir kurum, “küfür”dür.]

 

55

“Küfür’de de Tanrı’nın ismi görünmelidir çünkü küfür yemin gibi Tanrı’yı tanık olarak çağırır. Sövgü bir yemindir fakat edebe aykırı olan bir yemindir” (Benveniste).

 

[Küfür] “Bir mesaj iletmez, diyaloğu başlatmaz, yanıta meydan vermez ve muhatabın varlığı bile gerekli değildir” (Benveniste).

 

56

Küfür, tanrının isminin iddia edici ya da geleceğe dönük bağlamından çıkarıldığı ve kendi içinde, boş, semantik bağlamdan bağımsız olarak söylendiği bir yemindir. Yeminin içindeki şeyler ve kelimeler arasındaki bağlantıyı garanti eden, dile getiren ve logos’un hakikatliliğini ve gücünü tanımlayan isim {tanrının ismi}, küfürde bu bağlantının bozulmasını ve dilin kifayetsizliğini ifade eder.

 

57

Hıristiyanlık ve Yahudilik’te, küfür, “Tanrı’nın adını boş yere anma” emri ile bağlantılıdır (Çıkış 20’de dikkat çekici bir şekilde put yapmayı yasaklayan emri izler).

 

 

19.

 

61

Büyük dil bilimci Hermann Usener, Götternamen monografisini ilahi isimlerin doğuşu sorununa adadı…

 

62

… “özel tanrılar”ın (Sondergötter) isimlendirdikleri fonksiyon… Vervactor, Mayıs ayının ilk sürümüne; Reparator, çift sürmeye; Inporticor, sapan izleri arasındaki toprak yükseltisi olan porcea’yı izleyen son sürüme; Ocarator toprağın tırmıkla işlenmesine; Subruncinator, yabani otların çapa ile çekilmesine; Messor hasatın yapılmasına; Sterculinius, gübrelemeye karşılık gelir. Şöyle yazar Usener: “O zamanın insanına önemli gelen her durum ve eylem için özel tanrılar yaratılmış ve bunlar farklı yüklem parçalarıyla isimlendirilmişti: bu yolla bütün olarak sadece eylemler ve durumlar değil ayrıca bunların öğeleri, tekil eylemler ve anlar da kutsallaştırıldı”.

 

Usener, mitolojiye katılan Persephone ve Pomona gibi tanrıçaların dahi aslında sırasıyla tomurcukların kırılmasını ve meyvelerin olgunlaşmasını isimlendiren “özel tanrılar” olduğunu gösterir.

 

63

Usener’in tezi, bir şekilde “dilin kökeninin her zaman içinde büyüsel-dinsel bir olay” olduğunu ima eder. Bu, yine de teolojik öğenin öncelikli olduğu anlamına gelmez.. ... isim, bilahare isimlendirdiği şeye uygulanan halihazırda mevcut olan bir şey değildir. ... Dış dünyada karşılaşılan bir varlığın yol açtığı ruhsal uyarım, aynı zamanda isimlendirmenin aracı ve sebebidir.

 

 

20.

 

64

“Küfür, kendini bir nida olarak ilan eder ve en tipik çeşitliliği oluşturan ünlemlerin söz dizim kurallarına (syntax) sahiptir” (Benveniste). Her nidada olduğu gibi küfür de “ani ve şiddetli bir duygunun baskısı altında ağızdan kaçan bir sözdür” ve her ünlem gibi, her zaman kendi içlerinde anlamlı olan terimleri kullansa dahi iletişimsel bir niteliğe sahip değildir; temel olarak semantik değildir.

 

65

Dilbilimcilere göre insan dilini niteleyen isimler ve söylem arasındaki ikiliğe göre isimler, orijinal durumlarında semantik bir öğeyi değil saf semiyotik olanı kurarlar. Bunlar, dil ırmağının kendi tarihsel oluşumunun berisinde sürüklediği birincil ünlemlerin kalıntılarıdır.

 

Dil bilimciler, hakaretleri açık benzerliklerine rağmen belirli bir kategoriye kaydeden normal tasnif edici terimlerle her açıdan karşıt olan, belirli bir türün edimsel terimleri olarak tanımlarlar. “Sen bir aptalsın” ifadesi, sadece görünüşte “sen bir mimarsın”la simetriktir çünkü sonuncusunun aksine bu ifade, bilişsel bir sınıflandırmaya bir özneyi kaydetmek üzere, basitçe onu sözceleyerek, belirli pragmatik etkiler yaratır. O halde, hakaretler yüklemcil terimlerdense daha çok ünlemler ya da özel adlar gibidirler ve bu özellikleriyle küfürle benzerlik gösterirler.

 

[Hakaret -> Küfür -> Tanrı’nın ismi, bu şekilde, iki kez boşa anılır.]

 

 

21.

 

67

Tikelin sonsuz yayılımının potansiyeli, isimlendirmenin ilahi olayı olduğu gibi logos’un ilahileştirilmesine, isimde meydana gelen dilin arke-olayı olarak Tanrı’nın ismine dönüşür. Dil, Tanrı’nın sözüdür ve Tanrı’nın sözü, Philo’nun sözleriyle, yemindir; Tanrı, kendisini logos’ta tam anlamıyla “inanılır biri” (pistos) olarak açığa vurduğu sürece Tanrı’dır. İnsanın sadece konuşmacı olduğu dilde, Tanrı yemin-tutandır fakat yeminde Tanrı’nın ismi üzerine insan dili, ilahi dil ile iletişime geçer.

 

 

22.

 

70

[Kant / ontoloji / Tanrı’nın isminin teolojik motifinin mutlak olanın felsefi yorumuyla bağlantısı / töz ve varoluşun örtüşmesi / Katolik teoloji] Tanrı’nın ismini telaffuz etmek Tanrı’yı, isim ve varlığı, kelimeler ve şeyleri ayırmanın imkânsız olduğu, bir dil deneyimi olarak anlamak anlamına gelir.

 

72

“L. W. olarak çağrıldığımı biliyor muyum yoksa buna inanıyor muyum?” (Wittgenstein)

 

73

… her isim bir yemindir ve her isimde bir “inanç” söz konusudur çünkü ismin kesinliği görgül-bilişsel ya da ussal-görgül bir şey değildir…

 

 

23.

 

73

… “söz edimi” ya da performativite teorisi yeniden okunmalıdır. Performatif, ilişkilerin belli bir durumunu tarif eden değil; fakat derhal bir olgu üreten, olgunun anlamını hayata geçiren dilsel bir sözcelemedir. “Yemin ederim” bu anlamda bir “söz ediminin” mükemmel paradigmasıdır.

 

[Performatifler dilde,] … büyüsel-dinsel bir sahne değildir fakat anlam ve adlandırma arasındaki ayrıma öncül, inanmaya alışkın olduğumuz insan dilinin kökensel ve sonsuz niteliği de olmayan tarihsel bir ürün olan (bu olduğu haliyle her zaman var olmamış ve bir gün var olmayı bırakabilecek) bir yapıdır.

 

74

… performatif ifadenin kendine-göndergeli niteliği… … performatif eylemin kendine-göndergeliliğinin, dilin normal betimsel niteliğinin askıya alınışı aracılığıyla kurulduğunu açıkça ortaya koymak gerekir.

 

… “dün Atina’daydım” ya da “Truvalılara karşı savaşmayacağım” betimsel ifadeleri, performatif yemin ederim’le öncelenirse betimsel olmayı bırakır.

 

 

24.

 

[Foucaultcu bir terim: “doğrulama”] … iddia etme ve doğrulama logos’un eş-kökenli görünümünü ifade eder. İddia etmenin temel olarak betimsel bir değeri bulunurken, yani iddianın hakikati, bunun formülasyonu anında özneden bağımsız ve ussal ve nesnel parametrelerle (hakikat koşulları, çelişmezlik, sözler ve şeyler arasındaki uygunluk) ölçülürken, doğrulamada ise özne kendini kurar ve kendi iddiasının hakikatine kendisini performatif olarak bağlayarak olduğu gibi oyuna kendisini sokar.

 

77

“Yemin ediyorum”, “Vaat ediyorum”, “Beyan ediyorum” vs. söz edimleri... ... konuşan özne ne ondan önce var olur ne de sonradan ona bağlıdır fakat söz edimiyle bütünsel olarak örtüşür.

 

Eğer bir kişi bir doğrulamayı bir iddia olarak, bir yemini betimsel bir ifade olarak ve bir inanç sözünü dogma olarak formüle edermiş gibi görünürse bu durumda konuşma deneyimi yarılır ve indirgenemez bir şekilde yalan ve yalan yere yemin peyda olur. Ve dil deneyimindeki bu yarılmayı denetleme çabasından hukuk ve din doğar, her ikisi de konuşmayı şeylere bağlamaya çabalar, lanetler ve aforoz etme aracılığıyla konuşan özneleri konuşmalarının doğrulayıcı gücüne, “yemine”lerine ve inanç beyanlarına raptetmeye çabalar.

 

78

Din ve hukuk, ... logos’un dürüstlüğünü ve hakikatini garantilemek için icat edilmişlerdi.

 

 

25.

 

81

... modern kültür için oldukça önemli olan din ve inanç arasındaki karşıtlık hakikatte noktası noktasına logos’un eş-kökenli nitelikleri olan doğrulama (hukukun ve pozitif dinin türediği) ile ileri sürme (mantık ve bilimin kaynaklandığı) arasındaki karşıtlığa karşılık gelir.

 

 

26.

 

82

Hukukun alanı etkili konuşmanın, “söyleme”nin her zaman indicere (resmi bir şekilde duyurmak, beyan etmek), ius dicrere (hukuka uygun olanı söylemek) ve vim dicere (etkili sözü söylemek) olduğu alandır.

 

84

İsimlendirmek, bir isim almak, emrin kökensel biçimidir.

 

 

28.

 

87

[Yemini, arkeolojik olarak antropojenezis ile olan ilişkisinde konumlandırma:] [Yemin, insanın konuşan varlık olarak kurulduğu dil deneyiminin tarihsel tanıklığıdır.] [Mauss, Levi-Strauss, gösteren ile gösterilen arasındaki uyumsuzluğun üretildiği an] “... insanın dünyayı anlama çabasında, insan her zaman bir anlamlandırma fazlası kullanır (Levi-Strauss).

 

88

... insanda dil belirdiğinde bunun yarattığı sorun... Yaşayan insani varlık kendisini konuşuyor bulduğu için belirleyici olan -belki de daha fazlası- onun sözünün hakikatliliği ve etkililiği sorunudur. Yani isimler ile şeyler ve konuşmacı haline gelen özne ile eylemleri arasındaki kökensel bağlantıyı garanti altına alabilme sorunudur. [Dil ve zekâ her şeyden önce, etik ve siyasi bir düzen sorunu yaratıyor.]

 

89

[insan ve hayvan dili arasındaki farklılık] [insanın, dili kendi özel potansiyeli haline getirmiş olması] ... başka türlü söylenirse, insan kendi doğasını dilde riske eder.

 

Yeminin vuku bulabilmesi için aslında, her şeyden önce, yaşamı ve dili, eylemleri ve sözleri bir şekilde ayırt edebilmek ve bir araya getirebilmek şarttır -bu, tam da dilin hala yaşamsal pratiğinin ayrılmaz bir parçası olduğu hayvanın yapamadığı şeydir.

 

 

29.

 

90

Her isimlendirme aslında ikilidir: bir lanet ve bir hayırduasıdır. Eğer sözcük doluysa, gösterilen ile gösteren, kelimeler ve şeyler arasında karşılılık varsa bir hayırduasıdır; eğer sözcük boşsa, semiyotik ile semantik arasında bir boşluk, bir aralık kalıyorsa lanettir.

 

antopojenik

 

epifenomen

 

91

Prodi “iktidarın sakramentine” ilişkin tarihini, kolektif yaşamımızı yemin bağı olmaksızın yaşayan ilk kuşak olduğumuz ... gözlemiyle açmıştı. ... Bir yanda biyolojik gerçekliğine ve çıplak yaşama gittikçe indirgenen yaşayan varlık bulunur. Diğer yanda ise çıplak yaşamından tekno-medyatik aygıtlar çokluğu aracılığıyla yapay bir şekilde, sorumlu olmanın imkânsız olduğu ve siyasal deneyimin giderek istikrarsız/güvenilmez bir hale geldiği daha fazla boşlaşan bir sözün deneyimine, ayrılmış konuşan varlık bulunur. Sözleri, şeyleri ve insan eylemlerini bağlayan etik bağ koptuğunda bu durum, bir yanda boş sözcüklerin olağanüstü ve eşi görülmemiş bir şekilde yayılmasını diğer yanda ise üzerinde herhangi bir tutanağı kalmamış görünen bu yaşamı her boyutunda inatla yasalaştırmaya çabalayan hukuksal aygıtları teşvik eder.

.

.


Franz Kafka - Akbaba

 .

.

.

.


Akbaba

 

 

Franz Kafka

 

(Çev. Esen Tezel), Kırmızı Kedi Yayınevi, 2017 İstanbul

 

 

 

içindekiler

 

Önsöz                                                                                    5

Akbaba                                                                                  13

Bir Açlık Sanatçısı                                                                 15

İlk Dert                                                                                 31

Bir Melez                                                                               36

Şehrin Amblemi                                                                    40

Prometheus                                                                          43

Gündelik Bir Kafa Karışıklığı                                                44

Çakallar ve Araplar                                                               46

On Bir Oğul                                                                           53

Akademiye Bir Rapor                                                            61

Çin Seddi Yapılırken                                                              76

 

 

 

 

Önsöz  -  Jorge Luis Borges      (Çev.Mukadder Yaycıoğlu)

 

6

... onunkisi, konusu bireyin Tanrı ve onun anlaşılmaz evreniyle olan ahlaki ilişkisini anlatan bir öykü ya da öyküler dizisi olarak tanımlanabilir. ... Eyüp Kitabı’na olan yakınlığı modern edebiyat diye adlandırılan olgudan daha fazladır. Dinsel, özellikle de Yahudi bir bilinç taşır... Kafka yapıtlarını bir inanç eylemi gibi görüyor ve bunun insanların cesaretini kırmasını istemiyordu. Bu nedenle dostlarından onları yok etmesini istedi.

 

7

İki düşünce, daha doğrusu, iki saplantı, Franz Kafka’nın yapıtlarına yön verir. Birincisi itaat, ikincisi ise sonsuzluktur. Hemen hemen tüm roman ve hikâyelerinde hiyerarşiler vardır ve bu hiyerarşiler sonsuzdur. [İlk romanının kahramanı Karl Rossmann, ikincisinin Josef K. ve üçüncüsünün K.]

 

8

Sonsuz erteleme motifi...

 

Kafka’nın en tartışılmaz erdemi, dayanılmaz durumlar yaratmasıdır.

 

 

 

Akbaba

 

13

... yüzüme saldırdı, bunun üzerine ayaklarımı feda etmeyi yeğledim.

 

14

... gagasını ağzımdan sokarak içimin derinliklerine sapladı. Sırtüstü düşerken onun bütün çukurları dolduran, bütün kıyıları kaplayan kanımda boğularak kurtulamayacağını hissederek rahatladım.

 

 

 

Bir Açlık Sanatçısı

 

16

... bunu sanatının namusu yasaklardı.

 

20

... görünüşte son derece tatlı, gerçekteyse son derece gaddar hanımların gözlerinin içine bakarak...

 

22

... ara sıra iyi yürekli biri ona acıyıp da üzerine çöken kasvetin büyük ihtimalle açlıktan kaynaklandığını açıklamaya çalıştığında, açlık sanatçısının, hele ki açlığın ileri safhasındaysa, bir öfke patlamasıyla karşılık vermesi ve herkesi korkutacak şekilde, tıpkı bir hayvan gibi telleri sarsmaya başlaması söz konusu olabiliyordu. Ama organizatörün bu tür durumlarda zevkle uyguladığı bir cezası vardı. Bütün seyircilerin önünde açlık sanatçısı adına özür diler, devamında da ancak açlığın yol açabileceği, dolayısıyla tok insanların kesinlikle anlayamayacakları bir hırçınlığın yol açtığı bu davranışın mazur görülebileceğini söylerdi; sonra da bu bağlamda lafı açlık sanatçısının şu ana kadar kaldığından çok daha uzun süre aç kalabileceğini belirttiği ve yine açıklama gerektiren iddiasına getirir, kendisine göre kuşkusuz bu iddianın içinde yer alan yoğun gayreti, sağlam iradeyi, büyük fedakârlığı över ama hemen ardından söz konusu iddiayı gösterdiği fotoğraflarla -ki bunlar da ânında satılırdı- çürütmeye çalışırdı; çünkü fotoğraflarda, açlığın kırkıncı gününde halsizlikten neredeyse tükenmiş vaziyette yatakta yatan açlık sanatçısı olurdu. Gerçeğin bu gayet iyi bildiği ama her seferinde asabını bozan yöntemle saptırılması açlık sanatçısının sabrını taşırırdı. Açlığın vaktinden önce sona erdirilmesinin sonucu, burada sebep olarak sunuluyordu! Bu akılsızlıkla, bu akılsızlığın egemen olduğu bir dünyayla savaşmak imkânsızdı. Tellerin arkasında durup iyi niyetle, hevesle organizatörü dinler ama fotoğraflar ortaya çıkar çıkmaz her seferinde telleri bırakır, içini çekerek geri dönüp samanların üzerine çökerdi, sakinleşen seyirciler de tekrar yaklaşıp onu seyredebilirlerdi.

 

23

... sonuçta, şımartılıp duran açlık sanatçısı günün birinde, artık başka gösterilere akın etmeyi yeğleyen eğlence düşkünü kalabalık tarafından terk edildiğini gördü.

 

25

Gösteriye ara verildiğinde seyirciler hayvanları görmek için ahırlara koşarken ister istemez açlık sanatçısının önünden geçiyor ve orada kısa bir süre duruyorlardı...

 

28

... ve böylece açlık sanatçısı eskiden hayal ettiği gibi aç kalmayı sürdürüyor ve o zamanlar tahmin ettiği gibi bunu yapmakta hiç zorlanmıyor ama hiç kimse günleri saymıyordu, hiç kimse, bizzat açlık sanatçısı bile nasıl bir performans sergilediğini bilmiyor ve kalbi sıkışıyordu. [Bir performansın ne zaman biteceğine karar vermek ya da vermemek -> The Square]

 

29

“Şurayı bir toparlayın,” dedi müdür ve açlık sanatçısını samanlarla birlikte gömdüler. Kafese ise genç bir panter koydular.

 

 

İlk Dert

 

34

“Elimin altında tek bir çubuk varken nasıl yaşayabilirim ki!”

 

 

Çakallar ve Araplar

 

47

“Benden istediğiniz nedir çakallar?”

“Biz” dedi en yaşlı çakal, “senin kuzeyden geldiğini biliyoruz; zaten umudumuz da buna dayanıyor. Burada, Araplarda olmayan akıl sizde var. ...”

“Böyle bir halkın arasına atılmış olmamız yeterince büyük bir şanssızlık değil mi?”

 

50

“... beyim, kıymetli beyim, her şeye kadir ellerinle bu makası al ve onların gırtlağını kes!”

 

“İşte beyim, bu tiyatroyu sen de gördün ve duydun,” dedi Arap ve soyundaki çekingenliğin elverdiği ölçüde neşeli bir kahkaha attı. “Yani sen bu hayvanların ne istediklerini biliyor musun?” diye sordum. “Tabi beyim,” dedi, “bunu bilmeyen mi var; Araplar var olduğundan beri bu makas çölü dolaşır, sonsuza dek de bizimle dolaşacak. Büyük iş için her Avrupalıya teklif edilir; her Avrupalıyı bu iş için görevlendirecekleri tek kişi olarak görürler. Bu hayvanların saçma bir umudu var; deli bunlar, gerçekten deli. Onları o yüzden seviyoruz, onlar bizim köpeğimiz, sizinkilerden daha güzeller...”

 

51

Çok büyük bir yangını hem kararlılıkla hem de umutsuzca söndürmek isteyen ve çıldırmış gibi çalışan küçük bir pompa gibi vücudundaki her kas gerilip seğriyordu.

 

 

On Bir Oğul

 

53

Benim on bir oğlum var.

 

54

Üçüncü oğul da yakışıklıdır ama onunki benim hoşuma giden türden bir yakışıklılık değildir. Şarkıcı yakışıklılığıdır bu; kıvrık dudaklar, hülyalı gözler, işlemeye başlamak için fonda görülen kıvrımlı kumaşlara ihtiyaç duyan bir kafa, fazlasıyla kabarık bir göğüs, ...

Ayrıca kendini yaşadığımız devre uzak hisseder; sanki bizim ailenin bir parçası olmanın yanı sıra sonsuza dek kaybettiği başka bir ailesi daha varmış gibi genellikle keyifsizdir ve hiçbir şey onu neşelendiremez.

 

57

Sekizinci oğlum içimde yaradır ve aslında neden böyle olduğunu bilmiyorum. Bana yabancıymışım gibi bakar ve ben yine de bir baba olarak kendimi ona çok yakın hissederim. ... Kendi yolunda yürüyor, benimle irtibatı tamamen kesti... İçimden birçok kez onu geri çağırmak, ne durumda olduğunu, neden böyle kendini babasına kapadığını ve aslında ne amaçladığını sormak geldi ama şimdi o kadar uzakta ve aradan o kadar çok zaman geçti ki her şey böyle kalsın daha iyi.

 

59

On birinci oğlum narindir, oğullarımın en güçsüzüdür ama bu güçsüzlüğü yanıltıcıdır, ... Ama bu utanç verici bir güçsüzlük değil, yalnızca yaşadığımız dünyada güçsüzlük sayılan şeydir.

 

 

Akademiye Bir Rapor

 

61

Maymun olarak geçirdiğim eski hayatım hakkında akademinize bir rapor sunmamı isteyerek beni onurlandırdınız.

 

Maymunluğumun üzerinden neredeyse beş yıl geçti, bu belki takvim üzerinde kısa ama benim yaptığım gibi oradan oraya gezmek için sonsuz uzun bir süre... ... Köklerime, gençlik anılarıma inatla tutunmaya kalksaydım bu başarıyı kazanmam imkânsızdı.

 

62

Sizin maymunluğunuz, beyler -tabii arkanızda buna benzer bir şey bıraktıysanız-, benim olduğumdan daha uzak olamaz sizlere.

 

63

... eski bir maymunun insan dünyasına girip orada yerleşmek için izlediği rota...

 

65

Tabii o zamanlar maymunca hissettiklerimi bugün insan kelimeleriyle ifade ediyor ve o nedenle çarpıtıyorum ama artık eski maymun gerçekliğime ulaşamayacak olsam da en azından anlattıklarım o gerçeklik yönündedir, bundan kuşkunuz olmasın.

 

66

Bilhassa özgürlük demiyorum. O büyük her yöne doğru özgürlük duygusunu kastetmiyorum. O duyguyu belki maymunken bilirdim ve onu özleyen insanlar tanıdım.

 

67

Hayır, özgürlük istemiyordum. Sadece bir çıkış, sağa, sola, nereye olursa olsun; başka bir talebim yoktu, bu çıkış sadece bir yanılgı da olabilirdi, talebim küçüktü, dolayısıyla kapılacağım yanılgı da daha büyük olmazdı.

 

68

Bugün geriye dönüp bakınca görüyorum ki, yaşamak istiyorsam bir çıkış bulmak zorunda olduğumu ama bu çıkışı kaçarak bulamayacağımı en azından sezmişim.

 

69

Bu insanların beni çok imrendiren bir yanı yoktu. Daha önce bahsettiğim özgürlüğe taraftar olsaydım, kuşkusuz okyanusu bu insanların bulanık bakışlarında yakaladığım çıkışa tercih ederdim.

 

72

Tekrar ediyorum: İnsanları taklit etmek bana cazip gelmiyordu; bir çıkış aradığım için taklit ediyordum, başka bir sebeple değil.

 

74

Ah o ilerlemeler! O bilim ışınlarının uyanmakta olan beyne dört bir yandan işleyişi! İnkâr etmiyorum: Bana mutluluk verdi. Ama şunu da itiraf edeyim: Bunlara gereğinden fazla değer vermiş değilim, ... ... Özgürlüğü seçemeyeceğim düşünülecek olursa, başka yolum yoktu.

 

75

Bu arada hiçbir insanın hükmünü istemiyorum, tek istediğim bilgi aktarmak, yalnızca rapor ediyorum ve size de akademinin değerli üyeleri, sadece rapor ettim.

 

 

Çin Seddi Yapılırken

 

78

Bu işe, hafife alınarak girilmiş değildi. İnşaat başlamadan elli yıl önce, etrafı duvarla çevrilecek olan bütün Çin’de inşaat ustalığı, bilhassa duvarcılık, en önemli ilim ilan edilmiş ve diğer her şey bununla ilişkisi ölçüsünde tasvip edilir olmuştu.

 

83

Yönetim odasında -bu odanın nerede olduğunu ve orada kimin oturduğunu sorduğum kimse bilmiyordu, hâlâ da bilinmiyor-, o odada muhtemelen bütün insan düşünceleri ve istekleri, karşısında da insan hedefleri ve icraatları dönüp duruyordu.

 

Ama parçalı inşa yalnızca mecburi bir çözümdü ve maksada uygun değildi. ... Bugün bu konuda konuşmanın belki herhangi bir tehlikesi yok. O zamanlar ise birçok kişinin, hatta en iyilerin bile gizli düsturu şuydu: Bütün gücünle yönetimin talimatlarını anlamaya çalış ama sadece belli bir yere kadar, oradan sonra kafa yormayı bırak. Çok mantıklı bir düstur ki sonraları sık sık tekrarlanan bir karşılaştırmada başka bir yorumu da var: Kafa yormayı bırak ama sana zarar vereceği için değil, zaten bunun sana zarar vereceği de kesin değil. Burada ne zarardan ne de zararsızlıktan söz edilebilir. Senin durumun, nehrin ilkbahardaki haline benzer. Nehir yükselir, güçlenir, uzun kıyılarındaki toprağı daha güçlü besler, varlığını denize kadar korur, deniz için daha değerli ve makbul hale gelir. -Yönetimin talimatlarına bu noktaya kadar kafa yor.- Ama ondan sonra taşar, sınırlarını ve şeklini kaybeder, aşağı doğru akışını yavaşlatır, amacına ters biçimde karada küçük denizler oluşturmaya çalışır, tarlalara zarar verir ama bu genişlikte de uzun süre kalamaz, tekrar kıyılarına çekilir ve hatta bir sonraki sıcak mevsimde feci şekilde kurur. İşte yönetimin talimatlarına kafa yormada bu kadar ileri gitme.

 

85

Peki durum böyleyse, neden ... aklımız daha da uzakta, kuzeydeki duvarda oluyor? Niçin? Bunu yönetime sorun. O bizi tanır.

 

86

... mandarinler [Çin İmp.’da üst düzey bürokratlara verilen ad. yay.n.], güzel bir sabah rüyasının etkisiyle alelacele bir oturum düzenleyip alelacele karar alır, sonra da bu kararları duyurmak için akşam vakti davullarla halkı yataktan kaldırırlar, alınan karar sadece bir tanrı şerefine fener alayı düzenlemek de olabilir ki bu tanrı dün beylerin yüzüne gülmüşken, yarın, fenerler söner sönmez, karanlık bir köşede onları pataklayacaktır. Yönetim daha ziyade öteden beri vardır, aynı şekilde seddin inşası kararı da.

 

92

Bu tür hadiselerden, aslında imparatorumuz filan olmadığı sonucunu çıkarmak isteyen gerçeklerden çok uzaklaşmış sayılmaz.


.

.

.