24 Nisan 2013

Zeynep Yasa Yaman - Anıt ve Heykel

.
.
.
.
 
“CUMHURİYET”İN İDEOLOJİK ANLATIMI OLARAK ANIT VE HEYKEL (1923 - 1950)
Zeynep Yasa Yaman
Sanat Dünyamız, Heykel Özel Sayısı No:82, Kış 2002
.
.

155
Türkiye’de heykel sanatının benimsenmesinde, …

Bu yeniden biçimle/n/me eylemi sanatsal olduğu kadar ideolojik ve karşıt bir siyasi yeğlemenin temel taşı olarak “modern” söyleminde odaklanmıştır.

CHP’nin ilkeleri içinde çalışan Halkevleri…

156
Cumhuriyet yönetiminin, “öteki”leştirdiği Osmanlı kentinden, farklı bir kent ülküsü bulunmaktadır… Tanzimat burjuvazisinin Türkiye Cumhuriyeti’ndeki görüntüleri beğenilmezken kuşku yok ki, Cumhuriyet için başka bir modernlik, başka tür bir aile ve yaşam öneriliyordu.

Cumhuriyet modernizminin kendi değerlerimizi yüceltmekle gerçekleşebileceği vurgulanıyordu.

Cumhuriyet ideolojisi, Tanzimat’la birlikte başlayan ve Cumhuriyet’e gelinen süreçte, halkına yabancılaşmış Osmanlı aydınına, bozulmuş ve gücünü yitirmiş yönetim anlayışına karşı olduğunu dile getiriyordu.

157
(Cumhuriyet mimarisi ve sanatı) Osmanlı İmparatorluğu’ndakinden farklı, yeni bir kamusal alan yaratmayı tasarlamış ve gerçekleştirmiştir. Avrupalı uzmanlar tarafından planlanan bu yeni kent anlayışı içinde meydanlar ve parklar kamusal yaşantının önemli buluşma ve toplanma yerleri olarak önemseniyordu. … … hükümet konağı, Halkevi binaları, Gazi ilkokulları, adliye, defterdarlık gibi diğer Cumhuriyet yönetimi yapıları ile … müze

Çağdaş Türk heykel sanatının varlığını Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde aramak gerekecektir. (Dipnot 4: Anıt yapımı Cumhuriyet dönemine özgü bir olgu değildir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde başlamıştır. Nişantaşları, şehit pilotların ya da özgürlük kahramanlarının adına dikilen ya da projelendirilen anıtlar heykeltıraşlar tarafından değil mimarlar tarafından düzenlenmiş ve uygulanmıştır. (Tanzimat dönemi, Gaspare Fossati, Hatt-ı Şerif; Artin Bilezikçi, Tanzimat Anıtı; Meşrutiyet dönemi, Mimar Vedat (Tek) Bey, Hava Şehitleri Anıtı; Mimar Muzaffer Bey, Özgürlük Anıtı; Muzaffer Bey, Konya’da gerçekleştirilen ve bugün üstüne Krippel’in Atatürk Anıtı’nın bulunduğu Tarım Anıtı; Sivas valisi Muammer Bey’in Hafik’de Ermeni bir ustaya yaptırdığı Osmangazi büstü), (Dipnot 5: Abdülaziz’in Charles Fuller tarafından at üstünde İstanbul’da yapılan heykeli ise ilk Osmanlı padişah heykelidir.)

… yetişmiş Türk heykeltıraşların ve teknik donanımın olmayışı…  Anadolu’yu fotoğraflarla tanıtan hemen tüm kent görüntülerinde Atatürk anıtlarının fotoğraflarına yer verilmiştir.

158
Onun bu ifadesinde fennî noksanlar olsa bile, …

Kanonika’nın Ankara Etnoğrafya müzesinin önündeki Atatürk atlı heykelinin hareketi ve kaidesi de aynı olmak üzere Irakta diktiği Kral Faysal’ın atlı heykelini bir misal olarak burada söyleyebiliriz. Yalnız bu heykelde değişen bir tek şey var, yüzler ve elbiseler.
Bundan dolayıdır ki biz, istiklâl neş’esini tatmış, inkılâp heyecanını duymuş ve temiz hislerini bilgileriel san’at eseri haline koyacak olan Türk san’atkârlarını selamlıyoruz…” (Anonim)

159
Ben size Türk şiirini ecnebi mi Türk mü yazmalıdır diye bir sual sorsam bana: Ne cevap verirsiniz? (Müritoğlu)

160
(Yontuç) Atatürk, Maarif Vekiline: “Çocuk doğru söylüyor Necati Bey” dedi. “Bu işi durdurun bizimkiler yapsınlar”.

… burada asıl vurgulanmak istenen sanatçıların anıt ile heykeli neredeyse birbirinden ayrı birer alan olarak algılayarak özellikle anıta “millî” bir değer yükleme eğilimleridir.

161
Ulusal kültürün modern elemanları, eskiyi koruyan köylüye kendi imgesi yoluyla kabul ettirilmeye çalışılmıştır.

1926 yılında kurulan Gazi Eğitim Enstitüsü … 1963 yılına değin gerçek anlamda bir heykel eğitimi sürdürülememiştir (Gezer:18)

164
Akademi’nin Belling’e dayalı heykel eğitimi 1950’ye değin sürdürülmüş ve 2. Dünya Savaşı ertesine kadar yurt dışına öğrenci gönderimi durdurulmuştur.

… Belling, 1900’ların ilk çeyreğindeki kübist/fütürist sanat tutumunu değiştirerek ülkemizde kaldığı yıllar içinde heykelini doğacı/gerçekçi bir biçemle sınırlamıştır. 2. Dünya Savaşı yılları süresince Türkiye’nin de Avrupa, SSCB ve Amerika’daki uygulamalara benzer toplumcu, yararcı bir sanat anlayışı izlemesi, özellikle anıt uygulamalarında daha belirgin olarak ortaya çıkan “milliyetçi” tutumu, Belling’in heykel anlayışındaki modern tavrını engellemiş olmalıdır.

165
1883’de Arkeoloji binasının yanındaki binada eğitime başlayan Sanayi-i Nefise Mekteb-i Âlisi, bu kurumdaki Yunan ve Roma heykelinin örneklerini tanıyor, tanıtıyor ve öğretim için kullanıyordu.

Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerindeki heykel etkinliklerinde bütünlük, süreklilik ve yaygınlık görülmez. … anıt uygulamalarının çoğalması, sanatın Türkiye’de “heykel” olarak varlığını bir ölçüde engellemiştir de denebilir.

Türkiye’deki ilk kişisel heykel sergisini Zühtü Müritoğlu, 1932’de Alay Köşkü’nde açtı.

(1937’de) … Akademi’de açılan 1. Heykel Sergisi (Ali Hadi Bara, Zühtü Müritoğlu, Nijat Sirel, Nusret Suman, Sabiha Bengütaş, Ratip Aşir Acudoğlu) … bu sergi, ilk karma heykel sergisi olarak anılmaktadır.

166
Cumhuriyet döneminin ilk dönem kimi sanatçıları ömürleri boyunca kişisel bir sergi açmamışlardır. Açanların çoğu ise sergi etkinliklerine 1950’li yıllarda başlamışlardır.

168
(Zühtü Müritoğlu) 1974’e değin emeritus profesör olarak …

… 1924-1932 yılları arasında … benzetme ustalığı ve el becerisinin sınandığı işleri yoğunluk kazandı. … 1947-1949 yılları arasında Paris’te ‘soyut-somut’ tartışmalarını yakından izleyerek 1950’li yıllarda ilk soyut çalışmalarına … başladı. … 1960’lardan sonra ‘Mezartaşları’ dizisi ile geometrik ve stereometrik yanılsamayı denge olarak kullandı.

(Ali Hadi Bara) 1930’da Türkiye’ye döndü, Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde kütüphane memuru ve asistanı olarak görev yaptı. … Yaşamı boyunca kişisel sergi açmayan Bara…

169
(Müritoğlu ve Bara) 1950’lerden sonra Akademi’deki heykel eğitimini yenileştirmelerine, soyut anlatımlara olanak tanımalarına karşın anıt uygulamalarında figüratif ve anlatımcı tavırlarını sürdürmüşlerdir. Bu ikilemli duruş, genel olarak Türkiye’deki sanatçıların anıt ve heykel çalışmaları arasındaki ayrımın da bir göstergesi niteliğindedir (Dipnot 8: Bugün hâlâ anıt uygulamalarının aynı anlayışla ele alındığı, Atatürk anıtları ile sınırlı kaldığı izlenebilir. Çoğu sanatçının heykel çalışmaları ile anıt uygulamaları arasındaki ayrımı sorgulamayışında anıtın parasal bir kazanç alanı olarak görülmesinin payı olmalıdır).

(Dipnot 14: 16. yüzyılda Mohaç Seferi’nden dönen İbrahim Paşa, Macaristan’da gördüğü heykellere özenerek İbrahim Paşa Sarayı’nın önüne bir heykel diktirmiş ancak bu heykel çevrenin baskıları nedeniyle kaldırılmıştır. 1871’de at üzerinde heykelini yaptıran Abdülaziz de kuralları yıkamamıştır.)
.
.
.
.
.



23 Nisan 2013

Hüseyin Gezer - Cumhuriyet Dönemi Türk Heykeli

.
.

Cumhuriyet Dönemi Türk Heykeli
Hüseyin Gezer
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1984 Ankara



I GENEL BAKIŞ

7
… Bu amaçla, put heykeller lânetlendi, “Yok edilmesi gereken yapıtlar” olarak îlan edildi. Ve -belki de haklı olarak- bütün heykeller için aynı değerlendirmede zorunluluk görüldü.

… aklî bir din olan, “zamanın gelişmesiyle ahkâmda değişme olması gerektiğini” (ahkâm yargılar, kanunlar, kararlar; hüküm kelimesinin çoğulu) öneren, İslâmiyet gibi, gerçekçi ve ilerici bir din, …


9
… insandaki yaratıcı yeteneğin en uygun tatmin alanı olan resim - heykel yapma eğilimi ve gereksinmesi… Ronde - Bosse olmadığı, bütün boyutlarıyla verilmemiş olduğu ve ancak alçak kabartma şeklinde ortaya konulduğu için de bu, “Allah’la yarışma” olarak görülmüyor…

13
İslâmlık gibi, bütün tutuculukları reddeden, çağın gelişmelerine açık, ilerici bir dine…

14
Bu hesapla, 1876’larda  çıktığımız koşuyu ise hâlâ nefes nefese sürdürüyoruz.

Yukarıda “1882 yılında, Sanayi Nefise Mektebi açılıp, heykel, resmen öğretim konusu yapılıncaya kadar, ülkemizde Türk heykelci yetişmedi.” Demiştim. Gerçekten de Akademi kurulduğu zaman, Roma’da eğitimini tamamlayarak yurda dönmüş bulunan Yervant Oksan (1855 - 1914) dan başka tek heykelci yoktu. O da görüldüğü gibi, Hıristiyan bir yurttaşımızdır. 1882, ancak ilk İslâm heykeltıraşımız İhsan Özsoy’un meslek eğitimi için Sanayi Nefiseye girdiği yıldır. Bu tarihten 1923’e kadar geçen 41 yıl içinde ise, heykelci olarak adından bahsedebileceğimiz sadece 4 sanatçı yetişmişti: İhsan Özsoy, Behzat, Mahir Tomruk, Nijad Sirel.

15
… 18. yüzyıl başlarında III. Selim zamanında Devletin çeşitli kurumlarında yapılması düşünülen reformlar için yabancı uzmanlara başvurma gereğinin duyulması…

16
… Cumhuriyetin kuruluşunun 1. yıldönümünde… 22 kişilik ilk öğrenci kafilesi, 1924 yılı sonbaharında yola çıkıyordu. … (17) İlk kafilede heykeltıraş yoktu. Bu sırada Ratip Aşir, kendi parasıyla Paris’te çalışmalarını sürdürmekte idi. Yurda döndü ve 1925’te açılan Avrupa sınavını kazanarak tekrar Paris’e gitti. Böylece, Ratip, Cumhuriyet döneminde Avrupa’ya giden ilk heykelci oluyordu.

17
Sanayi Nefise Mektebi Âlisi, başlangıçta, bugünkü gibi “Dekoratif Sanatlar”ı da içeren 4 bölüm değil, plastik sanatlar (Resim ve Heykel) ve mimarlık bölümlerinden kurulu idi. Eğitim sistemi ve yöntemi Paris Ecole Nationale Supérieure Des Beaux - Arts’ından esinlenmişti.

1946 yılında, İlhan Koman’ın gönderilişiyle başlayan yeni dönem…

18
Gazi Eğitim Enstitüsü (1926) bünyesinde, 1932 yılında, Eğitimi İsmail Hakkı Tonguç’un öncülüğünde Resim-İş Bölümü kuruldu. 3 yıllık bir eğitim programı içinde öğrenciler, resim ve iş derslerinin yanında uzunca süre Hakkı İzzet’in yürüttüğü haftada iki saat olan modelaj dersleri gördüler.

(1963 yılına kadar heykel dalında bir atılım yapılamadı, daha sonra derslere daha geniş süre ve yurt dışında eğitimlerini tamamlayarak dönen heykeltıraş kadrosu)

1932 yılında ressam Nurullah Berk, Zeki Faik İzer, Naci, Cemal Tollu ve Abidin Elderoğlu’yla heykeltıraş Zühtü Müritoğlu’nun bir araya gelerek kurdukları “D Grubu”…

19
(çabaların sınırlı kalması ve az sayıda aydına ulaşabilmesi…)
Esasen başka türlüsü de beklenemezdi. Bizim dışımızda gelişmiş, entelektüel içeriğine (muhtevasına) henüz giremediğimiz bir uygarlıktan, ayrı yapıdaki, ayrı nitelikteki bir kültürden ancak birkaç sanatçı aracılığıyla, saksıda çiçek getirilir gibi, getirilmiş bulunan bu değerlerin toplumca anlaşılması, benimsenmesi, hele benliğine sindirilmesi olanağı yoktu.

20
Ahmet Haşim “Büyük anıt ve heykel dikecek yerde, bugün için bir mermer kütlesi ya da bir külçe bronz koyalım ve altına ‘Türk sanatçısı yetişinceye kadar’ diye yazalım” görüşünü öneriyordu.

21
1952 - 1953, Anıt-Kabiri süslemek üzere yapılan uygulama. Belling yönetiyor. 3’er figürlü 2 grup, 24 adet aslan, çok sayıda röliyef.

1964, Milliyet Gazetesi, 429.55,,855 lira toplanıyor. Yarışma, 8 maket, 8 il.

24
Türk heykel sanatının kaynağı Avrupa’dır. Bu sanat dalında, … aslında batıya muhtaç değildik. Onlara da örnek olan, hocalık eden yapıtların kucağında yaşıyorduk. -Ancak, konu, entelektüel bir uğraşı olmak niteliğiyle batı uygarlığının fikrî yapısı ve gelişmesiyle iç içe girmiş, onu etkilemiş ve ondan etkilenmişti.- Önce felsefesi, sonra bilimi, daha sonra da tekniği, ona bir güzellik, bir ahenk arayan hacim sanatı olma niteliğinin ötesinde yorumlar, biçimlenmeler, davranışlar yüklemişti.

27
(tampereman birbirini ikiye katlayan frekanslardaki sesler ve onların doğuşkanlarının bir araya getirilmesi sonucunda oluşmuş, iki kat frekans arasını 12’ye bölen sistemdir)

29
(Rudolf Belling) Adeta öğrencilerinin formasyonları tamamlanmadan yeni akımların etkisinde kalıp, işin kolayına kapılıvereceklerinden korkan, onları bundan esirgeyen bir tutumu vardı.

1945’lerden sonra bir dalgalanmanın yaklaşmakta olduğu seziliyordu: figürsüz sanat (non-figüratif, ya da abstre sanat) 2. Dünya Savaşı’ndan sonra büyük bir etkenlikle uygulama alanına giriyor ve hızla gelişen tekniğin desteğiyle haberleşme olanakları artan bir dünyada sınırları siliyordu. Hiçbir gelişme, artık uzun süre bir bölgede kapalı kalamıyor, hiçbir ülke bunun etkisinden uzak duramıyordu.

… Belling’in “uslu” öğrencileri, yavaş yavaş batı rüzgarlarının kulaklarına fısıldadıklarını açığa vurmaya başlamışlardı.

Hadi Bara ise, başlangıçta … yeni anlayışa kesinlikle karşı çıkmış, ancak, 1949 yılında (ve uzun bir aradan sonra) Paris’e 2. defa gidip, döndüğünde her şey değişmişti.

30
Gerçekten de Bara, 25 yıldır pek değişmeden sürdürdüğü anlayışı, Paris’te bırakarak dönmüştü.

Son 30 yıldan beri genellikle doğaya bağlı, çok değişik türdeki yorumlar yanında, figürsüz uygulamaların da her çeşidi taraflar buldu. İnformel’den geometrik soyutlamaya, mobil’den sibernetik heykellere kadar, her çeşit deneme yapıldı. Her çeşit malzeme kullanıldı.
 (1970, Ankara Güzel Sanatlar Galerisi, İstanbul Kültür Sarayı, Amerikan modern heykel sergisi) … teknolojik çağın öncüsü bir toplumun heykelde 3 boyutu, çok boyuta götüren uygulamaları…

(1972, Resim - Heykel Müzesi, Amerikan Küçük Heykel Sergisi) … yeni malzemenin, mekanik ve elektronik imkanların heykel sanatına kattığı boyutlar…

31
(Bu sergiler izleyiciler ve dışarı ile ilişki kurmayan sanatçılar üzerinde büyük etkiler yapıyor) … onların ufkunu genişlettiği açık bir gerçektir, ama öbür taraftan onları huzursuz kıldığı da muhakkak.

İçinde yaşadığı çevre, doğal olarak onu kendi şartlarıyla bağlarken, bu ve bunlara benzer gelişmeler de evrensel planda hızla değişen ve gelişen platforma çekiyor, sürüklüyor. Böylece Türk sanatçısı, adeta, kendi toplumsal gerçeği ile daha ilerideki dünyalar arasında uzanan bir köprü durumuna düşüyor ve ister istemez kendisini güç bir misyonla karşı karşıya buluyor:

Kendi gerçeklerinden aldığı malzemeyi çağın verilerine göre sentez etmek, başka bir deyişle; çağın sanata getirdiği yeni imkânları kullanarak kendi şarkısını daha zengin, ileri ve ifade imkânı geniş bir dille söylemek.

32
Diğer taraftan heykeltıraşların bir örgüt kurarak hem mesleki sorunlarına demokratik yöntemlerle çözüm aramak, hem de alanlarını amatörlerin istilasından korumak yönündeki girişimleri başarılı ve sürekli olamamıştır. (…1948 de kurulan Heykeltıraşlar cemiyeti işleyen ve etken bir meslek kuruluşu olamamış, varlığını sürdürememiştir.)

33
(1974, “20 heykel” hareketi, Gürdal Duyar’ın “Güzel İstanbul” heykeli, Karaköy) MSP’li içişleri Bakanı, “kutsal Türk Anası’nın böyle çırılçıplak teşhir edilemeyeceğini” söyleyerek bu heykel’in derhal kaldırılmasını istiyordu. (Koalisyon ortağı CHP’li İstanbul Belediye Başkanı da “halkın görüş ve duygularıyla çelişen bir durumun ortaya çıkmasına izin verilemeyeceği” gibi, … “bu edep dışı heykelin” buradan kaldırılacağını açıklıyordu.

35
(1974, ya da 70’ler) Devlet’in sanat ve kültür politikası da hala belirlenmemiş, bu konu Hükûmetlerin programına bile girmemişti.

SERGİLER

38
(1982, Melâhat Aydın’ın T. İş Bankası Parmakkapı Sanat Galerisi’nde açılan “naif” sergisi.)
Sergi gerçekten etkiliydi, yapıtlar “Naif” türdendi ve bu tür yapıtların belirgin niteliklerine sahipti: “duygu” ve “ifade” yüklüydüler. Ancak bir eğitimci - heykeltıraş gözüyle bakıldığında, bazılarının bundan öte ve normal olarak “Naif” işlerde görülemeyen bir başka değere de ulaştıkları izleniyordu.

Bunlar, biçimsel yapılarıyla, olgun birer plastik idiler. … Melahat Aydın, çalışmalarında özgür bırakılıyor, hiç karışılmıyor, kendisine bir şeyler öğretmek çabasına girilmiyormuş ki bu, ferahlatıcı bir yaklaşımdı. Ve böyle konularda izlenecek en doğru yöntemdi. Dileriz ki içinde yol aldığı doğal ve saf dünyasından çıkarılıp ta, bilgiçliğe, ustalığa özendirilmesin.

ATATÜRK YILINDA ANITLAR

40
… amatörün gönlünü almanın…

41
… bu konular bizimki gibi toplumlarda kesinlikle denetim dışında bırakılamaz. Bırakılırsa, bir yandan amatörlerin sınır tanımayan heveslerini tatmin isteğinin; öbür yandan çıkar hesaplarının elinde, halkın zevk ve kültürünü bozan, yozlaştıran; değer ölçütlerini yıpratan hale gelir. Bilgisizin cesareti, bilginin temkin ve alçak gönüllülüğüne; şarlatanın bezirgânlığı, gerçek değer’in soylu suskunluğuna baskın çıkar. Bir ölçütler ve değerler anarşisi başlar. “Beceri”, “sanat” sayılmağa başlanır ve pazarlama becerisi, onu “büyük sanat” olarak topluma sunar ve kabul ettirir.
42
Böyle bir sanatın, hele bugün, eğitimsiz yapılabilmesine olanak yoktur. (Amaç, amatörce eğlenmek ise, o başka tabii!)

Bu sanatın felsefesinden, ilkelerinden, tekniğinden haberi olmadığı için konuyu sadece bir el becerisi, bir “benzetme” sorunu olarak gören amatörlerin, kendi boyutlarını aşıp, şaşırtıcı bir cür’etkârlıkla ülkenin dört bir yanına yaydıkları küçüklü büyüklü bronz, aleminyum, beton plâstik kitlelerin ortaya koyduğu tablo, gerçekte, Atatürk’e benzememe açısından çok, olumlu bir sanat düzeyi ortaya koyamadığı için…

48
Heykel sanatının (Akademiyle birlikte) 40 yıllık bir geçmişi vardı. Ama bu meslekle hayatını kazanan bir tek heykel sanatçısı yoktu!

… Heykel bölümünde eğitim görüp, mezun olanların sayısı 1929’dan 1973’e kadar 92, 1973 - 83 arasında ise 56 kişidir, yani, 100 yıllık geçmişi olan Akademiden mezun olan heykeltıraş sayısı Cumhuriyetten önce yetişip te adını bildiklerimizi de dahil edersek 155 kişi.

Heykel sanatında, hâla, tek kazanç yolu “Atatürk heykelleri”dir, ki bu da özellikle son 10 yılda büyük ölçüde amatörlerin, hatta kartonpiyercilerin istilâsına uğradı.

49
Oysa, “Mustafa Kemal Atatürk” çapında insanları simgelemeğe (temsil etmeğe) dış görünüş benzerliği, fizik benzerlik yetmez.

Bu durumda aydınlarımızın bile bu konuda gerekli değerlendirme ölçütüne yeterinde sahip bulunmayışında yadırganacak bir taraf yok.

II CUMHURİYETTEN ÖNCE YETİŞMİŞ TÜRK HEYKELTRAŞLARI

50
Bu kitap her ne kadar Cumhuriyet dönemi Türk heykeli’ni vermeği amaçlıyorsa da, heykel sanatçılarının sayısal azlığı; Cumhuriyet dönemi sanatçılarından bir bölümünün sanat çalışmalarının Cumhuriyet dönemine rastlamış olması ve de esasen kültür olgusunun, doğal akışı içinde tarihin belli bir yerinde kesilebilmesine olanak bulunmadığından, Cumhuriyet döneminden önceki heykel sanatçılarımızdan, hakkında bilgi toplayabildiklerimizi de aldık.

65
(Mehmet Mahir Tomruk) Yapıtlarından görebildiklerimiz plâstik yönden oldukça güçlü işlerdir. Özellikle annesinin başı, kitleyi hakim kılan başarılı bir sentez ve olgun bir modleye sahiptir. Pasajlar yumuşak ve formlar ahenklidir. Üslubunda genellikle Alman neoklasizminin etkileri hakimdir.

69
… tampereman olarak …

III CUMHURİYET ÇAĞINDA TÜRKİYE’DE YABANCI HEYKELTRAŞLAR

77
(Krippel) Bu anıt çalışmalarında portre için çalışma imkanı vermek üzere, Atatürk, kendisini birkaç hafta Çankaya’da misafir etti ve poz verdi.

81
Türkiye’deki yapıtlarına göre Canonica, Akademik anlamda çalışan bir heykelcidir. Figürlerinde genellikle donmuş bir görünüm vardır. Anıtlarında duygu ve heyecan etkisi yoktur.

V  HEYKEL EĞİTİMİNDE YABANCI UZMANLARDAN YARARLANMA
BELLİNG’İN HAYATI VE SANATÇI KİŞİLİĞİ

133
Doğum 1886, ölüm 1972

137

1919 yılında, bir yandan öğrenciliğini sürdürürken, kendisini üne kavuşturan ve dünya sanat tarihinde çığır açan yapıtını verdi: “Dreiklang”.


(Kavga adlı çalışması, 1936) … kavga eden insanların vücutları, kendi başlarına bir plastik sisteme ulaşıyor, boşluklar, negatif değerler niteliğiyle ve dolulukların kontrpuvanı olarak, kompozisyonda yerlerini alıyorlar.

(1937’de Türkiye’ye geliyor, 1954’de akademiden ayrılıyor)
(Belling öğretim süresini 3 bölüme ayırıyor:) 1. yıl, öğrenciler baş etüdleri yaparlar, 2. yıl röliyef çalışırlar, bunlarda başarılı olanlar, daha sonraları rond - bosse (tam, 3 boyutlu heykel anlamındadır) etüdleri, kompozisyonlar yaparlar ve heykelin bütün problemleriyle karşı karşıya getirilirlerdi.

145
Uyguladığı eğitim sistemi, bugün Akademi heykel bölümündeki sistemin temelini teşkil eder.


VIII  BAŞKA DALDA YETİŞMİŞ HEYKEL SANATÇILARI

297
Heykel alanına, … heykel dışından girenlerin sayısında, non-figüratif sanat uygulamasının ortaya çıkmasıyla birlikte önemli bir artma görüldü.

Bunda, figürsüz uygulamanın, bir meslek eğitimine gerek olmaksızın da yapılabilecek bir “uydur - yap” sanılmasının payı büyük olmuştur.

Sezer Tansuğ - Çağdaş Türk Sanatı

.
.

ÇAĞDAŞ TÜRK SANATI
SEZER TANSUĞ
Remzi Kitabevi, 1986 İstanbul

13. yy’da resim ve heykel uygulamaları, yaygınlığını 14. ve 15. yy’larda yitirir.

Osmanlılar’da, sanatsal programları dinsel çevrelerin düzenlemesi olanaksızdır. Hatta yönlendirici katkısı en az olan çevreler dinsel çevrelerdir.

Batıya yaptığı gezilerde kralların heykellerini gören Sultan Abdülaziz 1871’de C.F. Fuller isimli bir sanatçıya at üstünde bir heykelini yaptırmıştır. (Heykelin dökümü Viyana’da yapılmıştır.)

27 Nisan 1873, Şeker Ahmet Paşa… Gerçek anlamda ilk resim sergisini açıyor.

Kızların henüz Sanayi Nefise’ye kabul edilmedikleri bir dönemde, ilgili resmi makamlara başvurarak yoğun girişimlerde bulunan ve 1914’de bu isteklerini karşılamak üzere kurulan İnas Sanayi Nefise mektebinin müdürlüğüne atanan Mühri Müşfik bu dönemin ilginç bir simasıdır. Mühri Müşfik’in Türkiye’de başlattığını söyleyebileceğimiz ilginç olaylardan biri de, ilk kez çıplak kadın modeli kız atölyesine girmesidir.



… yüksek düzeyde resim eğitimi yönünde umut bağlanan bir başka okul, Ankara’da 1930 tarihinde açılan Gazi Eğitim Enstitüsü’nün resim bölümüdür.

… Ali Hadi Bara’nın Havva heykeli…

Birliğin “D Grubu” adını almasının nedeni, Osmanlı Ressamlar Cemiyeti, Sanayi Nefise (Güzel Sanatlar), Müstakil Ressam ve Heykeltıraşlar Birliği’nden sonra kurulan dördüncü birlik olmasıdır. “D Grubu” sanatçıları, yurt içi ve yurt dışı sergileriyle 1950’lere kadar önemli bir varlık göstermişler ve grubun sözcülüğünü ressam N. Berk ve eleştirmeci Fikret Adil tarafından yapılmıştır. Ancak öte yandan 1934 yılında “D Grubu”na Turgut Zaim ve Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun katılmasıyla, sanatçıların yerel motif ve temalara ilgi gösterdikleri ve “kübist” denebilecek eğilimlerle Anadolu köylüklerinde geometrik nakış soyutlaması arasında belli bir bağ kurmaya çalıştıkları dikkat çeker.

Akademiye 1936 sonlarında Fransız ressam Leopold Levy resim atölyesi şefliğine, Alman Rudolf Belling ise, heykel atölyesi şefliğine getirilmiştir. Heykeltıraş Rodolf Belling, modern heykeltıraşlık alanında dünyaca ünlü bir kişiliktir. Akademi reformu sırasında şefliğe getirilen Belling, Almanya’da iken yapıtları Nazilerin hışımına uğramıştır.. Belling için Türkiye bir sığınak durumundadır. Belling 1937 yılı başlarında İstanbul’a gelerek, akademi heykel atölyesini yeniden organize etmiştir. 1949’da İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nde modlaj dersi uzmanlığını da birlikte yürüten Belling, Temmuz 1954 sonunda akademiden ayrılmış, 1966 Mayıs ayına kadar Teknik Üniversitesindeki görevini sürdürmüştür. II. Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra Almanya’da Belling’e karşı tekrar uyanan ilgi, ülkesinde pek çok ödüllerle değerlendirilmesine yol açmıştır.

Akademiye heykel eğitimi için getirilen diğer bir hoca Adolf von Trebenenburg’tur. Bu sanatçı iyi bir eğitici olduğu halde, vaktinden önce kontratını feshederek, 1938-40 tarihleri arasında iki yıl çalışıp Türkiye’yi terk etmiştir.

Büyük boyutlarda anıt yapımı, ayrıntılı bir teknik ve uzmanlık gerektiren özel bir alan olmasaydı, Türk sanatçılar bu işe çok daha erken bir tarihte girebilirlerdi.

(Hiçbir zaman Müslüman-Türk sanatının evrelerini heykelden yoksun sayamayız; çünkü soyut taş plastiğinin serbest kütle ya da kabartma tezyini nitelikte pek çok anıtsal örneklerine sahip bulunuyoruz. Heykel ya da anıt her çağda ve her koşul altında sadece insan figürü yapmak demek değildir.)

1931’de ilk olarak Türk heykeltıraş Kenan Yontuç’un Çorum ve Edirne’deki Atatürk anıtlarından sonra…

Türk resim ve heykel sanatına tarihi boyunca hiçbir güdüm programı uygulanmamıştır. Resim ya da heykelin dinsel tapınma amaçlarına hizmet etmesi öngörülmeyen bağımsız ve özgür bir geleneği vardır.

1954 yılında izleyicilere “Sizin soyut sanattan çok uzak olduğunuzu sanmıyoruz, yere serdiğiniz kilimler de soyuttur. Bizim sergimize ön yargılarla değil, açık bir şekilde gelmenizi diliyoruz.” şeklinde bildirilerini veren “Yirmi Yeni Türk Ressamı” içinde Sadi Öziş, Kuzgun Acar gibi genç heykelciler de var…

Heykel alanında en önemli Türk sanatçısının, İsveç’te yaşayan İlhan Koman olduğu şüphesizdir.

Akademi atölyelerinde uzunca bir süre Belling’in öğrencisi ve yardımcısı olan Türk heykelciler…

Hadi Bara’nın kunt hacim anlayışını maden kullanımıyla gerçekleştirilen geometrik nitelikte bir soyutlamaya dönüştürdüğü görülmektedir.

Gürdal Duyar … İskenderun için yaptığı Atatürk anıtı…

Tamer Başoğlu … ODTÜ kampüsünde beton malzemeyle gerçekleştirilen anıtı, serbestçe yukarı taşan üst biçim oluşumlarını arşitektonik dengeli kaidesiyle taşıyan soyut bir simge niteliğindedir.

Gürdal Duyar… Bu anıtlar arasında müstehcen bulunarak yerinden kaldırılan iri göğüslü çıplak bir kadın figürü olan “Karaköy” anıtı, hem yeri hem de motifi bakımından çarpıcı olabilirdi.

… Rudolf Belling’in kendisi soyut heykel plastiği alanında Avrupa’nın sayılı heykeltıraşlarından biri olmasına rağmen, öğrencilerinin bu alandaki çalışmalarına pek açık olmayışı da şaşkınlıkla karşılanan bir olgudur.

II. Dünya Savaşı sonrasının tipik bir olgusu da, mobil (hareketli) heykellerdir (Aleksander Calder). Soyut plastiğin fizikoşimik ve elektronik enerji kaynaklarına bağlanarak hareket, hız, ışık ve renk değişimleri göstermeleri, Batı’da “happening” denen süreli sanatsal gösterilerde de yer alıyordu. Türkiye’de mobil heykele çalışılmış, fakat başarılı olunamamıştır. (yüksek sanayi ve teknoloji yok..)





01 Nisan 2013

Pierre Bourdieu - Bekârlar Balosu

.
.
.

.
.

Pierre Bourdieu
Bekarlar Balosu (Le bal des célibataires - 2002)
(Çev. Çağrı Eroğlu), Dost Kitabevi, 2009 Ankara


Giriş

12
Dönüşüm sözcüğü kuşkusuz, beni, duygusal yaşamın görüngübiliminden (belki de bilerek inkâr etmenin söz konusu olduğu duygulanmaların ve büyük acıların sonunda), Erlebnis'in (deneyim) Erfahrung'a (bilgi) dönüşümünü kolaylaştırmaya yönelik gerçek bir deneysel düzen sayesinde, toplumsal dünyaya ve uygulamaya hem daha mesafeli hem daha gerçekçi bir bakışa götüren entelektüel ve duygusal değişimi belirtmek için yeterince güçlü değildir.

... büyük evlat hakkına çılgınca bağlılığıyla tanınan bir toplumda yaşça büyük çocukların bekârlığının oluşturduğu bu toplumsal bilmeceyi çözmeye girişiyorum.

... nesnelleştirme zevkini bir tür büyülenmeyle keşfeden bilimci tutkunun elinden hiçbir şey kurtulmaz. Gözlemcinin tavrının edinilmesinin içerdiği bakışın dönüşümünün en görünür işareti, fotoğrafları, haritayı, planları ve istatistiği yoğun biçimde kullanmamdır...

erginleme: bir gizli derneğin bünyesine dahil olma işlemine, yani bir tür ritüel sonucu dernek mensubu, tarikat mensubu vb. olma eylemine verilen isim

13
İşin içine tamamıyla girdikten sonra, başka bir yaşamam dahil olmanın beni yavaş yavaş uzaklaştırmış olduğu ve etnografik tavrın tamamen doğası gereği saygı göstermeye zorladığı nesneler ve kişilerle bir uzlaşma gerçekleşiyor.

Ve konuya nesnelce yaklaşma isteğimin yarattığı ölçülülük, kuşkusuz, ihanet ettiğim duygusundan ileri geliyor kısmen -bunlar dağıtımı az bilimsel dergilerde yayımlandıklarından kötü niyetli, dikizci okumalardan korunuyordu ve işte bu nedenle de bu metinlerin yeniden basımlarını reddediyordum.

Kuraldan stratejiye, yapıdan habitus'a, sistemden kendisi de bizzat ürünü olduğu toplumsal ilişkilerle dolu topluma mal olmuş görevliye geçiş arasından yapısalcı örnekle olan kopmayı...

14
... küçük balo, aşağı yukarı, ulusal çapla birleşerek (bugün dünya çapında türdeş etkilerle olduğu gibi), ailelerce kontrol edilen evlilikle ilgili eski karşılıklı ilişkilerin korunmuş pazarıyla muhasebesi olanları ani ve kaba bir devalüasyona götüren simgesel mallar pazarının somut ve hassas bir uygulamasıydı.

15
İnsani şeyler söz konusu olduğunda, nesneyi tanınmada kaydedilen ilerlemeler aynı zamanda tanımaya çalışan özneyi tanımamızı sağlayan ilerlemelerdir.

I. Kısım
Bekârlık ve Köylülük Durumu 

1 Eski Toplumda Evlilikle İlgili Karşılıklı İlişkiler Sitemi

21
ailevi işletme

... başkalarıyla ilgili yargıların sürekli karşılaştırılmasına -"dedikoduların" işlevlerinden biri budur-, ...

22
Evliliğin birinci işlevi malvarlığının bütünlüğünü tehlikeye atmadan soyun devamlılığını güvenceye almaktır.

[Kant’ın evlilik tanımı:  “karşı cinslerden iki yetişkinin, birbirlerinin cinsel organlarını kullanmak için yaptıkları sözleşme”]

23
Büyük evlat hakkı

... mirasçı, kız ya da erkek ilk doğan değil ama yedinci sırada bile olsa, doğan ilk erkek çocuktur. [1900'lü yılların başı]

25
... bir ailenin sadece iki çocuğu olduğunda yerel gelenek mülkün değerinin üçte birinin evlilik sözleşmesiyle küçük oğlana verilmesini isterdi. n sayıda çocuk olduğunda (n>2), mülke biçilen değer P olarak ifade edildiğinde, küçüğün payı (P-P/4)/n, dolayısıyla büyüğün payı P/4+(P-P/4)/n olurdu. Çeyiz böyle hesaplanırdı: Bazen her bir tarafın kendininkini getirdiği yerel uzmanların yardımıyla mülkün mümkün olabilecek en kesin değeri biçilirdi.

26
Hiçbir şey paylaştırma sözcüğüne kanmaktan daha yanlış olmayacaktır. Gerçekte, tüm sistemin görevi, küçük kardeşlerin "payları" veya çeyizleri, onların toprak üzerindeki haklarından vazgeçmeleri karşılığında verilen bir tazminattan başka bir şey olmadığından, malvarlığının bütününü ağabeye ayırmaktır.

27
Bundan, evliliklerin ekonomik açıdan denk aileler arasında yapılması eğiliminde olunduğu sonucu çıkar.

28
"Bir evde bir kız doğduğunda, der atasözü, temel direklerden biri devrilmiş demektir"

29
rücu hakkı (geri dönme hakkı) özellikle müteselsil borçlarda (dayanışmalı borçluluk, bir birlikte borçluluk türü) ve müteselsil sorumluluk durumundan, başkalarını da ilgilendiren bir borcu ödeyen kişinin, ödediğinden onların payına düşen kısmı kendisine geri ödenmesini isteme hakkı

30
Gelenek babanın, çeyizin korunması için teminat istemesine izin veriyordu...

31
... ağabey bir gün çeyizi geri vermek zorunda kalıp evdeki dirayetini kaybetmemek için "çok yüksek" bir evlilik yapamaz; ama, denk olmayan bir evlilikle şerefini lekelememek ve kendini erkek ve kız kardeşlerini çeyizlendirmesine olanak tanımayacak bir duruma sokmamak için "çok alçak" bir evlilik de yapamaz.

34
Bu sistemin özellikle ekonomik zorunluluklara ve onurun zorlamalarına boyun eğdirilen oğlanlara mantığını sertlikle ve zorla kabul ettirmesine rağmen asla bir düzenek gibi işlemez. İşe sevginin ya da kişisel yararın karışabilmesi için her zaman bazı "oyunlar" oynanır.

Böylelikle bireyler kurallar dahilinde hareket ederler, bu nedenle de oluşturulabilecek model, duygu gibi sitemin mantığının dışında kalan öğeler bir yana bırakılırsa, olması gerekeni ya da olanı değil ama sınırlar içinde olabilecek olanı gösterir.

37
Böyle bir mantık içinde kimler bekâr kalırdı? Bunlar her şeyden önce, özellikle geniş ailelerde ve yoksul ailelerde, küçük kardeşlerdi.

"... Bababm açıkça karşı çıktı. O dönemde baba ve annenin rızasını almak zorunluydu."

38
Anne ve babaların isteğine karşı gelerek evlenmek isteyenlerin, başka bir erkek ya da kız kardeşin lehine olacak biçimde, kendilerini mirastan yoksun bırakılma tehlikesine atarak gitmekten başka çareleri yoktu.

40
Ne kadar az dışarı çıkarlarsa o kadar az dışarı çıkmak isterlerdi.

45
(dipnot) hukuku kendi lehine kullanmak

2 İç Çelişkiler ve Anomi

48
Bir durumda kurala boyun eğme, yani normal bir anomali (düzensizlik), diğer durumda sistemin iyi çalışmaması, yani anomi (kural yokluğu) vardır.

52
Sistem ilk olarak üzerine kurulu olduğu çeyiz yoluyla sarsıldı. ... savaştan kaynaklanan enflasyon nedeniyle, malvarlığının parçası olan çeyiz ile evlenene verilen bağış niteliğindeki çeyiz arasındaki denge artık korunamıyor.

53
"... uzun süredir evli olan kızkardeşler mirasa, günün rayicine göre yeniden fiyat biçmek istiyorlar. Evlilikler için çeyizin önemi git gide düşüyor..." ... "Eskiden birçok kız yerleşmeye ve gelin çeyizleri için biraz para kazanmaya gider, daha sonra geri dönerdi. Şimdi niye geri dönsünler?"

54
Baba otoritesinin gevşemesi, gençlerin yeni değerlere açılması, evliliklerin sonuçlanmasındaki etkin aracı görevini ailenin elinden aldı. ... eş arayışı bireylerin inisiyatifine bırakıldı. ... Ortak kuralla yönetilen evlilikle ilgili karşılıklı ilişkiler sitemi yerine bireysel rekabet mantığıyla belirlenen bir sistem geldi. Bu bağlamda mezraların köylüsü büsbütün silahsız kalmıştır.

55
... toptan göç, ... kent yaşamına göğüs germek için çok daha donanımlı olan ve köy yaşamının yükümlülüklerinden kaçmayı daha çok isteyen kadınların işidir.

58
... zorunluluk eski ilkelere karşı gelmeye itse de, bu ilkeler içleri boş ve zamansız olarak etki etmeye devam ederler.

60
Kasabalı ile mezralardaki köylü arasındaki karşıtlık üzerine kurulu yeni sistem, bir yandan büyük oğul ile küçük oğul, diğer yandan büyük ve küçük mal sahibi (ya da mal sahibi olmayan) arasındaki karşıtlıklar üzerine kurulu eski sistemin yerine geçmeyi amaçlar. Tek başına incelendiğinde, mezralardaki köylülerin evlilik ilişkileri sistemi kendi kendini olumsuzluyor gibidir; ... Bu sistemin kendi kendini yıkmasının nedeni, kandini hâlâ bir sistem olarak dayatması olabilir mi?

61
30 km'den geniş alan içindeki evliliklerin, her zaman bir dereceye kadar yüksek olmuş olan oranının son dönemde kuvvetle arttığı görülür.

Evlilik alanının genişlemesini ve ayrıca kasaba ve mezra arasındaki ilişkilerin hemen hemen yok oluşunu açıklamak için ...

65
Mezralarla kurulan karşılıklı ilişkilerin azalmasıyla (1/2) bağlantılı olan dışarıdan evlilikler oranının artışı, kasabanın diğer kasabalara ya da kentlere doğru açılmak için yavaş yavaş mezralardan vazgeçtiğini açığa vuruyor.

Oysa evlilik alanlarının coğrafi olarak tanımlanması belki de özün kaçırılmasına neden oluyor. ... Coğrafi alanlar toplumsal alanları tutmaz. Mezralardaki köylü için evlilik alanı geçmişte yoğun nüfusa sahip küçük bir kasabadan ve tepeler ve alçak dağlar üzerine inşa edilmiş çok sayıda çiftliğe dağılmış önemli bir dağınık nüfustan oluşan bucalkarın bulunduğu iki Gaves arasındaki teperler bölgesine kadar uzanırdı. Bu durumun çok sayıda nedeni vardır: İlk olarak, eş seçimini yönlendiren örtük örnekler sıkıntıya dayanıklı ve kendisini bekleyen zor yaşamı kabullenmeye hazır bir köylü kızını arattırır; köylü bile olsa Gave ovasının zahmetsiz işine alışmış bir kadının ve hayli hayli kentli bir kadının, mezralardaki ücra bir çiftliğin, sahipleneceği durumuna alışmakta sıkıntı çekeceği açıktır; ...

66
Genç kızlar genelde, özellikle de baba aşağıdan yukarıya bir evlilik yapmış olduğundan dolayı otorite sahibi değilse, ev üzerindeki büyük etkisini korumak isteyen yaşlıdaune'dan korkar. Bundan ikinci olarak, kentli modelleri ve idealleri benimsemekte genelde daha hızlı olan kadınların uzaysal ve toplumsal hareketliliğinin erkeklerinkinden çok daha artmış olduğu sonucu çıkar. Öncelikle sistemin mantığına göre yer değiştirenler onlar olduğu, ardından, kent kültürünün bazı görünümlerini erkeklerden daha çabuk kavradıkları ve son olarak, erkeklere yukarıdan aşağıya evliliği yasaklayan örtük kural onları sadece kayırabildiği için, kadınlar köylü dünyanın dışından bir evlenilecek kişi bulmada daha çok şansa sahiptirler. 

70
[ evlerin içi, merdiven kenarları, kapı yanları, sokak ortası, iki bina arası, koridor, cadde, kaldırım ve ne varsa işe yaramaz çöplerle dolmuş durumda. Bu çöpün yılların getirdiği işe yaramaz birikintiler, yığınlar olduğu çok açık. ]



.



.
3 Kasaba ve Mezralar Arasındaki Karşıtlık

75
... yeni ihtiyaçların ortaya çıkması ve ulaşım yollarının kolaylığı yavaş yavaş uzak mahallelerin kasaba karşısındaki ekonomik bağımlılığını arttırdı. Karşılık olarak, kasaba nüfusunun bir kısmının köylü müşterisi karşısındaki bağımlılığı da arttı. O halde, ekonomik açıdan kasabanın "kentleşmesiyle" mezraların "köylüleşmesi" beraber geldi.

77
Bugün imeceler ve mahalle şenlikleri ortadan kalktığı için, köylü aileler yalnızlıklarını somut olarak hissediyorlar. Kuşkusuz otomobil, özellikle köyler arasındaki ana yollar asfaltlandığından beri mesafeleri kısaltmıştır; ancak "psikolojik" uzaklık asla olmadığı kadar büyük kalır...

78
Bu kişiler için banklar "kentlilerin" kötü karalterlerinin ve aylaklıklarının simgesidir. Birçok köylü kasabalıların alaycı bakışları önünden geçmekten kaçınmak için evlerin arkasındaki bahçeler boyunca gittikten sonra, bir dolambaçla, ana meydana ulaşan küçük yolları izlemeyi tercih ederler.

82
Memur çift yönlü tavır almalara neden olur. Bir yandan devletin somut temsilcisi olarak, "Paris'in efendilerine" ve "en büyük hırsız" olan devlete yönelik hıncın mirasçı kurbanıdır. Onu "kasabanın tembeli", "rantçı" olarak görürler; köylüler gelecek güvenceleri olmaksızın onun tükettiği malları üretmek için çok çalışırken elleri temiz kalan, her zaman gölgede oturan, her ay dolulara ve donlara rağmen kendini yormadan gökten iyi bir maaşın düştüğünü gören kişidir o.

Ancak diğer yandan, yerel yönetici ya da memur olan kasabalı, köylü ile devlet arasında arabulucu rolünü oynar. ... Devletin köylünün günlük yaşamı üzerindeki müdahalesi ve buna koşut olarak yönetimin gücü arttıkça memurlar her zaman daha fazla saygı görür ve dikkate alınırlar.

83
Kentliye karşı duyduğu küçümsemeye bağlı olan gururu, kendinden duyduğu utançla değilse de en azından yetersizliklerini ve sınırlarının acı bilinciyle birleşir.

4 Köylü ve Bedeni

89
Kadınlar ve erkekler arasındaki keskin ayrılık ile aracıların ortadan kalkması ve geleneksel toplumsal bağların gevşemesi yüzünden kasabada ya da komşu köylerde düzenli olarak yapılan balolar toplumsal olarak onaylanan tek karşılaşma fırsatı haline gelmiştir.

90
Böylelikle, bu küçük kır balosu gerçek bir uygarlıklar çarpışmasının aracısıdır. ... Bu alanda, diğer alanlarda olduğu gibi inisiyatif kasabalılardadır. Adlarında, ritmlerinde, müziklerinde ve onlara eşlik eden sözlerde köyün izini taşıyan eski danslar yerlerini kentten gelen danslara bıraktılar. Oysa beden tekniklerinin bütün bir kültürel genel duruma bağlı olan gerçek sistemler oluşturduğunu kabul etmek gerekiyor. ... Hlka dayalı gözlem, basmakalıp düşüncelere temel teşkil eden bu hexis'i bütünüyle yakalar. "Eskinin köylüleri, derdi yaşlı bir kasabalı, her zaman dizleri bitişikmiş gibi eğik bacaklarla, kıvrılmış kollarla yürürlerdi." Bu duruşu açıklamak için orakçının duruşunu hatırlatıyordu. Köylünün habitus'unu gerçek bir,leşimsel birlik olarak görmekte usta olan kentlilerin eleştirel gözlemi yürüyüşün yavaşlığını ve hantallığını vurgular; brane insanı kasabada oturan için carrere'in asfaltına bastığında bile her zaman engebeli zorlu ve çamurlu zeminde yürüyen, ... omuzunda yükü arkadan gelen inekleri çağırmak için arasıra geriye dönüp bakarken yürüdüğü gibi büyük ağır adımlarla yürüyendir.

92
... bedensel hexis (grek: sahip olunan şey, iyelik, huy; aristo: alışkanlık, yatkınlık), hem kendi içinde hem de toplumsal signum (işaret, imza, mühür) olarak algının ilk nesnesidir. Azıcık beceriksiz, kötü traşlı, kötü giyimli olduğu anda köylü sevimsiz, asık suratlı "zavallı, beceriksiz, hırçın, bazen kaba" bir hucou (kukumav) gibi algılanır. (kukumav: en çok baykuş, puhu gibi kuşların davranışlarından yola çıkarak, boş gezenin boş kalfası türünde yaşayan kişilere verilen ad).

Böylesi bir duruma sokulan köylü, başkalarının kendisine dair oluşturduğu imgeyi, basit bir stereotipi (stereotipi; bazı davranışların anlamsız bir biçimde tekrarlanması hali, yineleyici kalıplaşmış devinimlerdir. elleri, kolları, başı ya da vücudun tamamını çeşitli şekillerde ve anlamsız bir biçimde sallama, nesneleri tıklama, kaşıma ya da döndürme stereotipik davranışlara bazı örneklerdir.) söz konusu olduğunda bile içine atmaya yönelir. Bedenini, toplumsal izin damgasını vurduğu, köy yaşamına davranışların ve işlerin izlerini taşıyan empaysanit, köylü bir beden olarak görecektir. Devamında bedeninde ve bedeninden utanır. Onu bir köylü bedeni olarak gördüğü için bedenine dair üzüntü veren bir bilince sahiptir. Bedenini kaba bir köylü bedeni gibi gördüğü için kaba bir köylü olduğunun bilincindedir. Onun için bedeninin bilincine varmanın köylü olduğunun bilincine varmada ayrıcalikli bir etken olduğunu öne sürmek abartılı olmaz.

Köylüyü (kentlinin tersine) bedeniyle olan bağlarını koparmaya, utangaçlığın ve tutkluğun kökü olan içe dönme davranışına iten, bu sıkıntı verici beden bilinci onun dans etmesini, kızlar önünde basit ve doğal hareketlerde bulunmasını engeller. Gerçekte bedeninden utandığından kendini yitirmesini ya da kendini sergilemesini gerektiren bütün durumlarda rahatsız olur ve beceriksizleşir.

93
... iki cinsiyet arasındaki bu büyük ayrım...

" ... Eğer evlenme niyetindeyse durum ağırlaşır; hoşunuza giden bir kıza nasıl yaklaşırsınız? Özellikle "korkusuz" olunmadığında nasıl bir fırsat yakalanır? Sadece balo var. Balo dışında bir merhaba bile yok..."

94
Genel olarak duygular, üzerlerinde konuşmanın yakışık alacağı şeyler değildir. Bedensel beceriksizliğe eklenen sözel beceriksizlik oğlan tarafından olduğu kadar kız tarafından da, özellikle de bu kız kadın dergilerinde ve tefrika romanlarda kentli duygululuğun ifade biçimini öğrendiğinde duyulan sıkıntıda görülür.

Eğer kadınlar kente ait bedensel ya da kılık kıyafete dair kültürel modelleri benimsemekte erkeklerden daha yetenekli ve daha hızlılarsa bu durum farklı ortak nedenlere bağlıdır. İlk olarak kent onlar için özgürleşme umudunu temsil ettiğinden erkeklerden çok daha fazla isteklidirler. ... Yeni ürünlerin ya da yeni rahatlık biçimlerinin çekiciliği ve etkisi, kibarlık idealleri ya da kentsel eğlenceler, doğru ya da yanlış, uygarlıkla özdeşleştirilen kentsel uygarlığın işareti olarak görüldükleri için baskın olurlar. Moda kentten, Paris'ten gelir, örnek tepeden iner. Kadınlar şiddetle kent yaşamını isterler ve bu saçma bir istek değildir, çünkü evlilikle ilgili karşılıklı ilişkiler sisteminin mantığında bile kadınlar aşağıdan yukarıya doğru giderler.

95
On yaşındaki bir kızın annesi ya da arkadaşlarıyla bir eteğin kesimi ya da korsajı üzerine tartıştığını duymak nadir rastlanan bir durum değildir. Bu tür bir davranış oğlanlar tarafından reddedilir çünkü toplumsal onay tarafından cesaretlendirilmez. Erkek değerlerce yönetilen bir toplumda tersine her şey asık suratlı ve kaba, haşin ve kavgacı davranışı desteklemeye katkıda bulunur.

96
Kızlar kentten, kadın dergilerini, tefrika romanların, anlatılan filmlerin, radyoda çalan moda şarkıların aracılığıyla cinsiyetlerarası ilişki modellerini ve "köylü" köylünün tam karşıtı olan ideal erkek tipini de ödünç alıyorlar. Böylelikle, köylünün karşılayamayacağı bir beklentiler sistemi oluşuyor.

... kadınlar köylü arkadaşlarını onlara hiç şans tanımayan ölçütlere göre değerlendirirler. Böylece birçok dinamik çiftçinin nasıl bekâr kalabildiği anlaşılabilir. ... toplumun gözünde bekâr, hiçbir zaman gerçek anlamda bir yetişkin değildir; bugün bekârlık git gide bir kadermiş gibi görünüyor, ...

97
Toplumsal bir sakatlık gibi yaşanan bekârlık pek çok durumda, uzun dönemli bir geleceğin var olmamasının sonucu olan bir çekilme ve vazgeçme hareketine neden olur.

98
Erkeklerin bekârlığı ... kendi düzeninin temellerini korumada ve aynı zamanda yeni düzenlemelere yer açmada yetersiz kalan bir toplumun ölümcül bunalımının belirtisi gibi yaşanıyor.

(dipnot 6) Bekârlar kategorisi bütünüyle bu betimlemeye uyar. "Ba. akıllı hoş görünümlü, çiftliğini modernleştirmeyi başarmış, güzel bir mülke sahip olan biridir. Ama hiçbir zaman uygun biçimde dans etmeyi beceremedi. Önceki akşam olduğu gibi, her zaman sabahın ikisine kadar başkalarını seyretti. Bu, kızlara yaklaşma fırsatı olmayanların tipik halidir. Hiçbir şey, ne zekası, ne durumu ne dış görünüşü onun bir kadın bulmasını engelleyemezdi." "Co. Düzgün dans ederdi, bununla birlikte hiçbir zaman kendi sınıfından 'köylü kızlardan' başkasını dansa kaldırmaya girişmedi."

Sonuç

100

"Genç kızlar artık kıra gitmek istemiyorlar..." Doğal sosyolojinin yargıları özü bakımından kısmi ve tek yanlıdır. ... Sosyolojinin ilk görevi belki de, ondan itibaren bireyin toplumsal sistem hakkındaki öznel bilincinin ve bu sistemin nesnel yapısının birliğinin keşfedilmesini sağlayacak bütünlüğü yeniden oluşturmaktır.

110
Eğer Béarn toplumu özgünlüğünü koruyabildiyse bu, belki de kentlerin gelişiminden kaynaklanan güncel büyük ekonomik hareketlerin uzağında ve daha genel olarak, kendi basit durumunda kalmış olmasına bağlıdır. Ancak, özellikle, bu toplum her zaman kendi değerlerine yönelik derin bir bilinç ve kendi ekonomik ve toplumsal düzeninin temellerini korumakta kararlı bir istek ortaya koymuştur. Gerçekte, bu isteğin bu kadar bilinçli ve bu kadar kurumsallaşmış biçimde ifade edildiği toplumlara nadir rastlanır.

111
Öz temellerinin korunması için bu kadar güçlü bir biçimde örgütlenmiş bir toplumun, Devrim ve Anayasayla ortaya çıkan kargaşalar arasında geleneksel yasalar mirasını neredeyse hiç bozulmadan koruyabilmesi anlaşılırı bir durumdur.

117
Béarn her zaman kardeşlere sırt çeviren bir yer olmuştur.

II. Kısım
Yeniden Üretim Stratejileri Sisteminde Evlilik Stratejileri

142
kasuvistiği... (kazuistik: kurala bağlı, kuralcı; her şeyi kurallarla çözme yöntemi)

çapraz kuzinlerle evliliğe (çapraz kuzen evliliği: ayrı cinsten kardeşlerin çocuklarının evliliğidir, yani dayı oğlu ile hala kızı, ya da hala oğlu ile dayı kızı arasındaki evliliktir)

143
Bunun tersine, her şey, evliliğin ideal bir kurala boyun eğmenin ürünü olmadığını ancak, özel bir geleneğin son derece içe atılmış ilkelerini kullanarak, bilinçli olmaktan çok bilinçsiz olarak, bu geleneğin açıkça adını belirttiği özgün çözümlerin birini ya da diğerini üretebilen bir stratejinin sonucu olduğunu gösterir.

İster malvarlığının sürdürülmesini kadınlara bırakmak için Fortes'in çok sevdiği deyişle "soy zincirinin üstünlüğü ilkesi" çiğnensin, ister iki yanlı veraset yönetimindeki kaçınılmaz ödünlerin malvarlığına zararlı sonuçlarını, hukuksal hilelerle olsun küçültme ya da hatta geçersiz kılma amacı güdülsün, ister, daha genel olarak, soy ağacına nesnel olarak kayıtlı ilişkiler, soyun çıkarına yani maddi ya da sembolik sermayenin korunmasına veya arttırılmasına en uygun yakınlaşmaları ya da birleşmeleri, ex ante (önceden) veya ex post (sonradan) aklamak için, gerekli oyunlara maruz bırakılsın, bütün bu araçların, bu yüce görevin yerine getirilmesinde yararı olacakmış gibi antropolojik hukukşinaslığın sınıflandırmalarının uyuşmaz olarak gördüğü stratejilere başvurulabilir.

hodoloji (rasyonel yolların uyumlulaştırılması ?)

144
Her bir çocuğun evliliğinin bir aile için bir kağıt oyunundaki bir turun eş değerini temsil ettiği farzedilirse, bu turun değerinin (sistemin ölçütlerine göre ölçülen) iki anlamda da oyunun niteliğine, yani alınan kağıtların bütünü olarak, gücü oyunun kurallarına göre tanımlanan çekilen kağıtlara ve az ya da çok ustalıkla bu kağıtları kullanma biçimine bağlı olduğu görülür. Başka bir deyişle, evlilik stratejileri her zaman, en azından en çok kayırılan ailelerde, bir evlilik yapmayı değil "iyi bir evlilik yapmayı", yani kazançları en yüksek noktaya çıkarmayı ve/veya çok özel türden bir anlaşma olarak evliliğin ekonomik ve sembolik masraflarını en aza indirmeyi amaçladıkları için, her durumda, anlaşmaya bağlanabilen malvarlığının maddi ve sembolik değeri ile malvarlığı mülkiyetine talip farklı kişilere özgü çıkar sistemlerini, taliplere cinsiyetlerine ve doğum sıralarına göre malvarlığı üzerinde farklı haklar tahsis ederek tanımlayan malvarlığının iletilme biçimi tarafından yönetilirler.

145
zilyetinin (el sahibi, terkip: sahibi olsun ya da olmasın, bir malı elinde bulunduranve kullanan kişi. zilyet, zilliyet değil)

146
(denksiz evlenmeler) Ancak, kabul edilebilir aykırılık payı her zaman sınırlı ve belli bir eşiğin üstünde kalır, oysa ekonomik farklılıklar, birleşmeleri engeller.

151
Gerçekten de anne ve babalr, çekmiş oldukları kağıtlardan memnun olduklarında, kağıt sayısını sınırlayarak kağıt dağıtma üzerine etki yapabilirler: Kağıtların ortaya çıkma sırası yani ilk doğanın kız ya da oğlan olmasını sağlayan biyolojik rastlantı bundan dolayı büyük önem taşır. Yeniden üretim stratejilerini farklı türleri olan evlilik stratejilerin ve  üreme stratejilerini birleştiren ilişki, ilk durumda çocuk sayısının orada sınırlandırılmasına ve ikinci durumda sınırlandırılmamasına yol açar. Bir kızın dünyaya gelişinin hiçbir zaman coşkuyla karşılanmamasının nedeni ("Bir evde bir kız doğduğunda, der atasözü, temel direklerden biri devrilmiş demektir") bu kızın her durumda kötü bir kağıt anlamına gelmesidir.

154
Ancak her şeye karşın tek mirasçıya bir dereceye kadar nadir rastlanır. Diğer durumlarda, kardeşlere verilebilecek adot'nun tutarı (çeyiz), dolayısıyla yapacakları evlilik ve hatta evlenip evlenmeyecekleri büyük oranda mirasçının evliliğine bağlıdır: Bu nedenle, bu durumda doğru strateji, gelinin ailesinden, paylaşıma ya da mülkü ipotek ettirmeye başvurmaksızın ve bununla birlikte mülk üzerinde aşırı ya da imkânsız bir çeyizi geri ödeme tehdidi oluşturmaksızın erkek kardeşlerin ve/veya kız kardeşlerin adot'sunu ödemeye yetecek bir adot almaya dayanır. Bu, her evliliği özerk bir birim olarak ele alan antropolojik geleneğin tersine, bir ailenin çocuklarından birinin evliliğine yatıracağı ekonomik ve sembolik sermaye büyük oranda bu değiş tokuşun ailenin evlilik tarihi içindeki konumuna bağlı olduğundan, her evlilik sözleşmesinin ancak bir dizi maddi ve simgesel değiş tokuş içerisindeki bir dönem olarak anlaşılabileceğini ilk bakışta söylemektir.

155
Hiç kuşkusuz aile ne kadar genişse oğlanların sundukalerı yarar o kadar büyüktür: Üç ya da dört kız kardeşin evliliği gerçekten de, en zengin ailelerde bile, mülkün bölünmesine yol açmaya kadar gidebilecek neredeyse başa çıkılamaz zorluklar yaratır.

Kuşkusuz, bir erkek kardeş için, başarılamamış evlilikten, onu bilinçli ya da bilinçsiz olarak, en azından bir süre için "maaşsız hizmetçi" olarak evin hizmetinde tutmaya zorlayan ailelerin işbirliği ile evlilik "yaşını geçirten" acımasız alışkanlığa kadar çok sayıda bekâr kalma biçimi vardı.

156
... küçük oğul, deyiş yerindeyse yapının kurbanı'dır, ... "evi" çok çeşitli koruma önlemleriyle çevreleyen bir sistemin toplumca atanmış, dolayısıyla da bu durumu kabullenmiş bir kurbanıdır.

157
Evliliğe dair her bir tercih üzerinde toplanan çelişkiler o kadar çoktur ve o kadar karmaşık birleşimler sunar ki, her durumda -başka bir biçimde kavranabilseler de- eyleyenlerin bilincini aşarlar; bundan dolayı, mekanik kurallarda sadece, açık ve kesin normların ya da bilinçsiz modellerin yerine getirilmesi olarak, uygulamaların ve özellikle, çelişkileri uzalaştırmaya, dengelemeye ve bazen ortadan kaldırmaya olanak tanıyan stratejilerin sınırsız çeşitliliğin hesabını vermek için bütün parçalardan, sınırsız sayıda yaratmaya zorlayan uygulamanın örtük temsilini saklayabilirler.

Hukusal hayal gücünün hukuku düzenlemek için ürettiğine benzer, biçimsel ve açık kurallara indirgenebilir basit usuller olmaktan uzak bu stratejiler, kurallara boyun eğmenin ürünü olmaksızın düzenlenebilen, kendiliğinden düzenlendiğinden kuralın açıklamasından, korunmasından, vergilendirilmesinden bağdaşık sınırsız sayıda uygulamayı doğuran az sayıda örtük ilkenin uygulamaya dayalı egemenliği olarak habitus'un ürünüdür.

158
O halde, tam tamına evliliğe dair stratejiler ne veraset stratejilerinden, ne daha fazla üreme stratejilerinden ne de pedagoji stratejilerinden yani bütün grubun kendisine de miras olarak kalmış, korunmuş ya da arttırılmış yetkileri ve ayrıcalıkları bir sonraki kuşağa aktarmak için kullandığı biyolojik, kültürel ve toplumsal yeniden üretim stratejileri bütününden, soyutlama yapılmaksızın ayrıştırılamaz.

160
(notlar) 9) Bir ailenin iki çocuğu olduğunda mülkün üçte birine eşit olan kardeşin payı, mülke biçilen değer P olarak ifade edildiğinde, (P-P/4)/n, dolayısıyla büyüğün payı P/4+(P-P/4)/n olurdu. Anlaşmazlık durumunda, farklı taraflarca seçilen yerel uzmanlara danışılarak mülkün mümkün olabilecek en kesin değeri hesaplanırdı. ... Bu hesaplar yeterince doğruydular ve bundan dolayı herkes tarafından kabul edilirlerdi. "Örneğin Tr. mülkü için biçilen değer 30 000 frank oldu (1900'e doğru). Baba, anne ve beşi kız altı çocuk vardı. Ağabeye dörtte bir yani 7500 frank verilir. Geriye altıya bölünecek 22 500 frank kalır. Kız kardeşlerin payı nakit olarak ödenen 3000 frank ve her zaman evlenen kadın tarafından getirilen 750 franklık dolap ile çamaşırlar, giysi takımları, yatak çarşafları, bezler, havlular, gömlekler, pufla tüyleriyle 3750 frank olur."

162
22) meşrutaya bağlı (şartlı, şarta bağlı)

163
22) teratolojik durum (çocukların doğumdaki sakatlıklarını, ucube çocukları inceleyen bilim dalı)

24) "Kız kardeş ve hayatı boyunca bütün kız kardeşler gibi maaşsız hizmetçi olarak kaldı. Alıklaştırıldı. Evlenmesi için çok şey yapılmadı. Böylece çeyiz ve geri kalan her şey evde kalıyordu. Anne babasının bakımını üstleniyor."

166
40) Bazen, ağabeyin çocuğu olmaması ya da çocuğu olmaksızın ölmesi durumunda bekâr kalmış yaşlı bir erkek kardeşten soyun devamını sağlamak için ... Gerçek bir kurum olmaksızın, erkek kardeşin, kendisine miras kalan ağabeyin dul eşiyle evlenmesi bir dereceye kadar sık rastlanan bir durumdu...

Kaynakçaya İlişkin Notlar

167
"Béarn hukuku ..., diye yazar Pierre Luc, Roma hukukundan çok az etkilenmiş, özü bakımından bir gelenek ve görenek hukuku gibi görünür ve tanık bir hukuk olma özgünlüğünü sunar.

168
Napoléon Yasalarının en ünlü rakibi Frédéric Le Play...

III. Kısım
Yasaklanan Yeniden Üretim 
Ekonomik Egemenliğin Simgesel Boyutu

173
liturjik (ayinsel)  

Ek ve Düzelti

176
Nesnelci gözlemcinin biraz kendini beğenmiş dışardalığı yerini bağıntının uygulamaya kuramsal olarak yeniden uyarlanmasının desteklediği yakınlığa (kurama ve uygulamaya dayalı olarak) bıraktığından, kuramsal ve yöntembilimsel ilerlemenin kendisi de, araştırmacının nesnesiyle olan öznel ilişkisinin bir dönüşümünden ayrılamaz.  ... kaynaşmalı bir katılım ... mesafeli nesneleştirme...

178
tevekkül (kendini kaderine teslim etmek, allaha mutlak güven)

Evlilik Pazarının Birleşmesi

186
Balo gerçekte evlilik pazarının yeni mantığının gözle görülebilir biçimidir. Balo sınırları köylü dünyanın çok ötesine yayılan, özerk ve kendi kendini düzenleyen melanizmaların, grubun normlarına ve çıkarlarına tabi, küçük yerel pazarın düzenli mübadelelerinin yerini almaya çalıştığı bir sürecin son aşamasıdır; balo, simgesel mübadele pazarının en özgül -ve en dramatik- etkisini, ayrıca diğer alanlarda olduğu gibi bu alanda da yerel pazarın pazar ekonomisine geçişine eşlik eden dönüşümü de somut olarak gösterir. Engels'in sözleriyle eyleyenler "kendi aralarındaki toplumsal ilişkileri kaybetmişlerdir"

187
heterodoks (ortodoks'un zıttı)

190
Bireysel ölçekte hissedilen, pazarın ortak yalnızlığı sayesinde gerçekleştirilen bütün bu yalıtılmış ihanetlerin kaynağında bulunan iç bozgun bu ortak ve istenmeyen sonuca, kadınların kaçışına ve erkeklerin bekârlığına yol açar.

Köylülerin, kentli dünyanın egemenliğinin temel aracı olan eğitim sistemi karşısındaki davranış dönüşümünün kaynağında da aynı mekanizma vardır. Okul, ekonomik ve simgesel pazarın durmaksızın büyüyen bir ivedilikle gerektirdiği Fransız dilinin kullanımı, ekonomik hesap yapma ustalığı gibi yetenekleri öğretebilecek tek yer olarak göründüğünden okula göndermeye ve okula ait değerlere o ana kadar gösterilen direniş yok olur. Okulun değerlerine boyun eğme, kendisinin gerektirdiği geleneksel değerlerin inkârını güçlendirir ve hızlandırır. Bununla okul, kentli simgesel değerler için yeni bir pazarın keşfine katkıda bulunarak simgesel egemenlik aracı olma görevini yerine getirir: Gerçekte, egemen kültüre sahip çıkma araçlarını sunmakta başarılı olmasa bile, en azından bu kültürün ve ona sahip çıkma araçlarını ellerinde bulunduranların meşruluğunun tanınmasını aşılar.

192
Yine burada, okul özellikle kızlar üzerinde yarattığı hareket aracılığıyla ... kentli biçim ve usullere ve simgesel mallar pazarında olası eşlerin değerini belirleyen toplumsal belirleyiciler bütününe karşı daha dikkatli ve daha hassas, dolayısıyla en azından okuldaki eğitimden kentsel medeniyetin dış işaretlerini almaya daha düşkün olan kızlarda özellikle elverişli bir zemin bulur. Ve bir kez daha köylülerin sanki nesnel kaderlerinin suç ortaklığını yapıyorlarmış gibi kızlarını daha çok ve daha uzun süre okula göndermeleri anlamlıdır.

193
(dipnot) 3) K. Polanyi ... "ürünün üreticileri yönettiği" "toplumsallaşmış üretimdeki"...

194
(dipnot) 4) ... geleneksel toplumsal bağların özellikle mezralarda gevşemesi ve geleneksel tanışma fırsatlarının -bütün imeceler gibi- seyrekleşmesinden dolayı, yeni evlilik düzeninin bırakınız yapsınları sadece kentlilerin üstünlüğünü güçlendirebilir.

(dipnot) 7) Simgesel mallar pazarında, yerli dil derslerindeki git gide artan düşüş köylü eğitimin bütün ürünlerini etkileyen değer kaybının özel durumlarından sadece biridir: Bu pazarın birleştirilmesi, bütün bu ürünler için, modası geçmiş ya da bayağı olduğu için bırakılan ya da yerel bilginlerce halkbilimin fosilleşmiş halinde yapay olarak korunan usuller, nesneler, kıyafetler için ölümcül olmuştur. Köylüler, tarihsel hareketin gerçekliğinden çıktıklarında halk sanatları ve gelenekleri müzelerine ya da çevre müzelerinin oluşturduğu bu tür içi doldurulmuş köylü rezervlerine girerler.

195
(dipnot) 11) Genel olarak, muhafazakar başkaldırının gerici şiddetine götüren ekonomik devretme aynı zamanda lojistik-politik bir devretmedir: Çöküşteki eyleyiciler ırkçılığa ya da daha genel olarak, durumu anlamalarına, bireysel kurnazlıkların yarattığı paniğe sığınmaktansa onu düzeltmek için ortak olarak harekete geçmelerine olanak verecek açıklama şemalarına sahip olmadıklarından güncel ve gizil sorunların kaynağını günah keçisi muamelesi gören bir gruba (Yahudiler, Cizvitler, masonlar, komünistler vb.) bağlayan hatalı somutlaştırmaya yönelirler

"Halkın Sağlıklı Görüşleri"

197
... altyapı ile üstyapı ya da ekonomik ile simgesel arasındaki karşıtlık en kaba karşıtlıktır sadece; bu karşıtlıksa iktidara ilişkin düşünceyi zorunluluk, istemli boyuneğme, merkeziyetçi manipülasyon ya da kendi kendini aldatma gibi hayali seçenekler içine hapsederek, toplumsallaştırılmış kitleler ile bu kitlelerin içinde yer aldıkları toplumsal oyunlar arasındaki ilişki sırasında oluşan son derece ince mantığın bütünüyle anlaşılmasını engeller.

198
(notlar) 2) 1968'de Lesquire'de tarımcıların %50'si 45 yaşın üstündeydi, bunların yarısından çoğu bekârdı ve köylü nüfus, bekârlıktan ve geç evlenmenin sonucu olan doğum eksikliği nedeniyle açık bir azalma gösteriyordu. 1989'da 1960'lı yıllardaki krizden doğrudan etkilenmiş olan kuşak sonuna yaklaşıyor; mülklerin önemli bir kısmı sahipleriyle birlikte yok olacak.

Sonsöz:
Bir Nesne Sınıf

200
Toplumsal tarih ya da tarihsel sosyoloji eğer bilimsel niyetin bizzat en güncel ve en zinde kurucu parçası olan bilimsel düşüncenin bu yeniden uygunlaştırılması niyetinden esinlenmeseydi, bir saatlik bir zahmete bile (belki) değmeyecekti.

"Köleliğe ve benzer şeylere karşı genel formüllerle savaşa gitmek ve böylesi bir alçaklığın üzerine bir üstün ahlak öfkesini boşaltmak diyordu Engels, çok şeye mal olmaz. Ne yazık ki, o noktada sadece herkesin bildiği, bu antik kurumların ne bizim güncel koşullarımıza ne de bu koşulların bizde ortaya çıkardığı duygulara uygun düşmediği dile getirilir. Ancak bu bize, ne bu kurumların doğuş biçimi, ne varlıklarını sürdürmelerini sağlamış olan nedenler ne de tarihte oynamış oldukları rol hakkında hiçbir şey (vermez)." (Anti-Dühring)

201
Geçmişe yönelik öfke şimdiki zamanı haklı göstermenin de yoludur.

202
Burjuva sanatın "sonsuz cazibesinin" gizemi, eğer edebiyatta ya da sanatta toplumsal ilişkilerin bir inkarı (Freud'un kullandığı anlamda) gibi işleyen her şeyin sanat eserini hiç değilse sürekli olarak, en azından ondan başlangıçta sunmaya hazırlanmış olduğu şeyden, yani toplumsal dünyanın bu dünyadan sanki her şey o bunlardan bahsetmeksizin gerçekleşiyormuş gibi bir üslupla bahseden yansız bir çağrıştırmasından başka bir şey talep edilmedikçe yeniden etkinleşmeye hazırladığı görülürse yokolur.
 




.
.
.

13 Kasım 2012

Pierre Bourdieu - Sanat Sevdası

.

.
Pierre Bourdieu ve Alain Darbel
Sanat Sevdası
Avrupa Sanat Merkezleri ve Ziyaretçi Kitlesi
Çev. Sertaç Canbolat
Metis Yayınları 2011 İstanbul

13.
"Vaktiyle aristokratların kalesi olan bir yer [müze] gitgide sokaktaki insanın buluşma noktası haline geldi.." UNESCO

Sanat dininin de şeriatçıları ve yenilikçileri vardır, ama bunlar kültürel selamet sorununu hidayet veya kerem diliyle ifade etmekte uzlaşırlar. Pierre Francastel şöyle yazıyor: "Genel olarak şu saptamayı yapmamız gerek; müzik kulağı yok denen kişiler olduğu genel kabul gördüğü halde, herkes kendisinin biçimleri kendiliğinden doğru gördüğünü düşünür. Oysa böyle değildir, biçimleri ve renkleri göremeyen zeki insanların çokluğu şaşırtıcıdır; kültürü kıt kişilerin ise gözü sağlamdır." Selamet sofusunun sesi değil mi bu? "Kalbin kendine özgü bir düzeni vardır; aklın ise esası ve serimlenmesi itibariyle bambaşka bir düzeni." Kimilerine seçilmişliğin gösterge ve niteliklerini atfederken, eğitimsizlerin ve çocukların o ilahi saflıklarını övmeye vardıran da aynı mantıktır: "Bilgelik, bizi çocukluğa götürür", (14) "Akla başvurmadan inanmış saf insanlar görmek sizi şaşırtmasın." Estetik deneyimin mistik temsili de aynı şekilde kimilerini, adına "göz" dedikleri şu sanat basiretini seçkinci bir tavırla sadece birkaç seçilmişe uygun görmeye, başka nitelikleriyse cömert bir tavırla "akıldan yoksun kimselere" atfetmeye yöneltebiliyor.

Buradan şu sonuca varılabilir: Gelenekçiler ile modernistler arasındaki karşıtlık, gerçekte değil, görünüşte olan bir karşıtlıktır. Gelenekçiler, sanat dininin mekân ve araçlarından, müminlerin inayete ereceği hal dışında bir şey beklememektedir. Mahrumiyet ve perhiz, vuslata erdiren çile için cesaret verir. ... Her şey istidat ve kabiliyete bağlıyken -öğrenilemeyecek bir şeyin akılcı bir eğitimi de olamayacağına göre- sadece kimilerinde bulunan kuvvelerin fiile geçmesine yardımcı olacak koşulları yaratmaktan başka ne yapılabilir ki?

15.
Erwin Panofsky anlatıyor: "Aziz Bernard 'Mihrapta altının ne işi var?' diye hiddetlenince, Suger kendisi idarenin başındayken alınmış o muhteşem kıyafetlerin ve kutsal kaselerin kiliseye getirilmesini ister (...). Dünyevi olanı Tanrı'nın evinden uzak tutmak Sger'nin anlayışına çok uzaktı; olabildiğince büyük bir kalabalığa kapılarını açmak istiyordu... Meraklı kitleyi kutsal eşyalardan uzak tutmayı haksızlık eddediyordu: Kutsal emanetleri mümkün mertebe 'asilce' sergilemek arzusundayken, tek endişesi, itiş kakış ve curcunanın önlenebilmesiydi." Günümüze gelirsek, eserle bütünleşmenin biricik yolunun Çile çekme ayini ve Cîteaux tarikatı meşrebince perhiz olmadığını savunanlar ve müminlere bu kadar sarp olmayan yollar önerenler tam da böylesi bir himayeden -değerli taşlar, nadir vazolar, vitraylar, mineler ve kumaşlar satın almasıyla "çağdaş müze müdürünün kişisel çıkar gözetmeyen açgözlülüğünün öncüsü" olan Suger'nin himayesinden- dem vurabiliyorlar. Eserin tek başına, iyi yaradılışlı ruhları doğru yola çekmeye veya o yolda kalmaya ikna edecek kadar mucize içerdiği inancından esinlenmiyorlar mı bunlar da onun gibi? Hepsi de anagogicus mos (*anagogie: Kutsal metinlerin ilahi anlamlarını yorumlamak. "aşağı olandan (bu dünyadan) ruhani -yüksek, Tanrısal- olana ulaşılan yol.) yolunun, maddi eserlerin ahengine ve nuruna (compactio et claritas), "maddi olanı maddi olmayan intikal ettirerek ilahi ilhama eriştirme kudretini atfeden bu yüceltme yönteminin savunucusu değil mi?

"Nesneler plastik bir değer taşıyorsa öyle bir telkin gücü barındırırlar ki, dikkati o değerde toplamak, dikkati o değerden uzaklaştırmaktan çok daha kolaydır (...). Var olabilmek için, nesne haz almaya olanak tanımalıdır." (16) "Müze, dalgın ziyaretçisine yüce eserlerle karşılaştığında titremeyi telkin eden bir mekân olmalıdır." "Turizmin asıl mıknatısı, tarih ve sanat merakıdır." "Nesnelerin doğrudan izlenimini kullanarak öğretmek gibi benzersiz bir olanaktan yararlanmak dururken, az çok yüzeysel birtakım bilgileri tamamen düşünsel kavramlar aracılığıyla aktarmak isteyen bir dizi öğretim tekniği arasında insan kaybolup gidiyor. Böyle didaktik yöntemlerle ziyaretçinin ruhuna nüfuz etmek zaten asla mümkün olamaz." En coşkulu tanıklar, resim eserinin çekim gücünün bugün iki katına çıkmış olduğuna kendilerini inandırmak için, uygarlığımızın görüntüye verdiği yeri kanıt gösteriyorlar.

Zamanı geldiği için Sanatın Krallığı'nın dünyaya hükmettiği şimdiden görülebiliyor: "Devletlerin dikkatini ısrarla ve ciddiyetle bu noktaya çekmek, artık manevi bir açlığın pençesinde kıvranan, yeni bir yeryüzü nimeti arzulayan çağdaş toplumların bu yeni ve zorunlu ihtiyaçlarına cevap vermeleri açısından şarttır." Bu selamet inancı doğaldır ki ahiretten haberlerle taçlanıyor.

17.
Kısacası, kültürel selametin bahtını keremin uçsuz bucaksız tesadüflerine veya daha da iyisi "istidatların" keyfine bırakmada eskiler ve modernler tam bir uyum içinde. Kendileri ve başkaları için kültürden bahsedenler, yani eğitimliler, adeta kader mantığı dışında bir kültürel selamet düşünemiyorlar, erdemleri sonradan edinilmiş olunca gözden düşüyor galiba, bu adamların kültür tasavvurlarının tek amacı çok kültürlü bir ihtiyarın şu sözüne inanmak için gerekli izni koparmak sanki: "Eğitim doğuştandır."

[din, şeriat, selamet, hidayet, kerem, sofu, seçilmiş, ilahi, inanmış, mistik, mümin, inayet, perhiz, vuslat, çile, istidat, kuvve, ayin, ruh, mucize, nur, ilham, kudret, ahiret, baht, kerem, kader]

Araştırmanın Aşamaları

18
Elimizde kültürel dağılım süreçlerini inceleyen... Avrupa müzelerinin ziyaretçi kitlesi üzerine, bu kitleye mensup olanların eğitim durumları ile toplumsal konumlarının ayırt edici özelliklerini, müze konusundaki tutumlarını ve sanatsal seçimlerini ele alacak sistematik bir soruşturmayı, tutarlı bir kuramsal önermeler sistemi ile -geçerliliği ölçülecek varsayımlara uyan değil, bu varsayımlar tarafından üretilen- tutarlı bir olgular sistemini ... tasarlamak mümkün oldu.

Bireylerin birtakım değerlere bağlı oldukları, en soylu gördükleri cevaba farkında bile olmadan yönlenerek kendilerine de değer atfetme yolunu tuttukları bir alanda, çok basit bir soru çizelgesinin kullanılması şarttı. ... estetiğe dair felsefi bir bilinmezcilik tutumu...

19
... temsil örneklemi seçiminde yirmi bir müzenin kullanılması...

22
Okul gezileri ile turistlerin grup halinde ziyaretleri şöyle bir sorun doğuruyordu: Grubun her üyesine, oraya bağımsız olarak gelmiş bir ziyaretçiyle aynı ağırlık mı tanınacaktı?

23
kimi soruları boş bırakanlar... "Cevaplanmayan soruların"...
... ziyaretlerin nedenleri ve koşulları hakkında sorular ziyaretçilerin çoğunluğuna olan bitene dair birer soru gibi görünüyor, ama üst sınıfın kaymak tabakası burada bir art niyet olduğundan kuşkulanabiliyor: Müzeyi gezmenin bir soylu nedenleri vardır, bir de o kadar soylu olmayan nedenleri...

24
1000 anketlik bir örneklem çözümlemesi ardından, mekanografiye dayalı bir bilgi işleme programının hazırlanması ... faktoryel analiz programı... bağlaşım matrisleri ... ortalam ve standart sapma ... "özdeğer" ve "özyöney" hesabı...

mekanografi: The variation of the ground reaction forces over the time of a motion like typical every day movements (e.g. chair rise or jumps) are measured and centre of gravity related physical parameters like relative maximum forces, velocity, power output, kinetic energy, potential energy, height of jump or whole body stiffness are calculated.

dar örneklemlere dayalı soruşturma tekrarları

1965 tarihli bir soruşturma kerteriz alınarak bütün bu sonuçların son bir sağlaması yapıldı.

kerteriz: herhangi bir cismin yönü ile esas alınan yön arasındaki açı.

26
Bu kitabı eline alan ilk kişi, ilk okurumuz, matematik sembollerle dolu sayfalar karşısında, Matematik Maceraları'nda Kosinüs Hoca'nın U=O formülüne varan uzun tanıtlamasını gören şu Christophe karakteri gibi kalakaldığını, metni okumanın bir dirhem bal için bir çeki keçiboynuzu çiğnemek gibi bir iş olduğunu söyledi. ... "Doğa bilimleri," diyordu Henri Poincaré, "ulaştıkları sonuçlardan, toplum bilimleri ise yöntemlerinden" bahsederler. Bu nükteyi bir kez olsun boşa çıkarmak için doğruca sonuçlara, üstelik aynı biçimde kesin iki yöntemin çok yakın ittifakı olmadan elde edilemeyecek olan kimi sonuçlara gönderme yapmakla yetineceğiz.*
* (dipnot) Matematik uslamlamaların temel evreleri ve ulaştıkları nokta daha sonra gündelik dille ifade edildiğinden, okuyucular söz konusu paragrafları atladıklarında metnin ana hattını kaybetmiş olmayacaktır.

27
... istatistik kaynaklarındaki belirsizlik veya boşluklardan kaynaklanan sorunlar...

29
Ziyaretçilerin gelir düzeyleri, toplumsal statüleri ve eğitim durumlarına ilişkin özgül nitelikleri ile müzelerin gezilmesi arasında amprik olarak saptanan ilişkilerin çözümlenmesi, müze gezilerini belirleyen veya özendiren etmenler toplamının kavranmasına, her birinin göreli ağırlığının tayin edilmesine ve aralarındaki ilişkilerin oluşturduğu yapının kurulmasına olanak sağladığına göre (ilk kısım: Kültürel Hayatın Toplumsal Koşulları), bu açıklayıcı etmenlerin ne derece etkili olduğu, kültürel eserler konusunda özellikle müze ziyaretiyle kendini dışa vuran eğilimin doğuşu ve yapısı ele alınmadan açıklanamaz (ikinci kısım: Kültürel Eserler ve Kültüre Düşkünlük). Son olarak, kültürel derinliği olan bir eserin (bir tiyatro oyunu, roman, konser veya resim) uygun biçimde alımlanmasının en genel koşulları incelenerek, müze ziyaretini açıklamaya ve anlamaya yarayan nedenler ve gerekçeler dizgesini genelleme testine tabi tutmak da önemli (üçüncü kısım: Kültürel Dağılımın Yasaları).


Birinci Kısım
Kültürel Hayatın Toplumsal Koşulları

30
... Latince (kültürlü bir ortama aidiyetin en açık göstergesi) görmüş olan ziyaretçi oranı %40'ı bulurken, bu oran içinde halk sınıfları, orta sınıflar ve üst sınıfların payı sırasıyla % 4, % 24 ve % 75'tir.

otodidaktların  (otodidakt, kendi kendini yetiştirmiş)

32
... farklı değişkenlerin bağlaşık değişkenlik (co-variation) içinde olması ve bu değişkenlerin ancak içlerinden bazılarının yardımıyla kavranabilen bir tertip oluşturmaları, karşımıza o bildik ortal çizgisellik sorununu çıkarıyor.

33
... yüksek gelirli sınıflardaki kadınlar müzeye erkeklerden daha sık gidiyor.

34
atipik (tipik olmayan)

35
(Fransizların gelir düzeylerinin mezuniyetlerine göre dağılımı henüz bilinmemektedir)

36
Bütün etmenler arasında gerçekten de en belirleyici olanı öğrenim düzeyi.

39
... mesai ve tatil dönemleri ... turizmin müze ziyaretleri üzerinde belirleyici bir etkisinin olduğunu söyleyebilir miyiz?

40
... müze gezisine sadece tatillerde yönelenlerin toplamdaki payının her zaman ince bir dilim olduğunu ... turizmin özgül etkisinden kuşku duymamıza yeterli: O halde turizm toplumsal kategoriler açısından sadece ayrımsal bir etki üretebilir, zira turizm alt düzeyde kültürlü olan bireyi bir müze gezisine yönlendirebilse de kalıcı "ihtida" için (ihtida dine, hidayete gelme) tek başına belirleyici olmayacaktır.

41
... kişilerde bir ilk istek uyandırsa bile, turizm sanatsal ve düşünsel birikim eksikliğini telafi edememektedir.

42
(turizm) Ziyaret fırsatlarını genişleterek kültür etkinliğini kolaylaştırsa da pekişmesini sağlamada yetersiz kalır.

... her zaman herkese açık sıradan bir müzeye yapılan gezi kolektif hayatın ritm ve denetimlerinden kaçar ve kişileri kolektif törenlere (bizzat ve temsilen) katılmaya zorlayan yaygın baskılarla uzaktan yakından ilgisi yoktur; kültür turizmiyse geziler dolayısıyla zorunlu birtakım etkinlikleri kapsayan, kültürel tutkuları en güçlü olanlara -yani kültürlü bir çevreye ait olanlara veya ait olmayı arzulayanlara- hitap eden bir programdır: Bu programın zorlayıcı gücünü -en azından kısmen- oluşturan kimi normların belirlenmesi, yayılması ve hatırlatılması referans alınan gruplara -örneğin tatil anılarının anlatılacağı dostlar veya çalışma arkadaşlarına-, hatta insanın kendisine ve başkalarına Yunanistan veya İtalya'da "Şunu yaptım," diyebilmesi için neleri yapması gerektiğini kafasına kazıyan turistik "yaşama sanatı" rehberlerine düşen bir görevdir.

43
Kültürlü sınıfların bireyleri, toplumsal varlıklarının olmazsa olmaz öğesi olarak kendisini dayatan kültürel yükümlülüklerin çağrısına uyduğunu hissettiren, gündelik hayatlarında çevrelerin estetik ve kültürel normlarından kopan (evlerini pazar işi posterler yerine tabloların röprodüksiyonlarıyla süsleyen veya şarkı-türkü yerine klasik müzik dinleyen) halk sınıflarından bireyler, onların bu "kendilerini geliştirme" çabasını derhal "burjuvalaşma" eğilimi olarak görecek olan çevrelerce hizaya çekilirler...

44
... faktoryel analizin (öğrenim düzeyini etkisiz öğe yapabilmek amacıyla) ayrı ayrı uygulandığı iki alt grupta...

47
gizli değişken (variable latent)

48
Açıklayıcı değişken ile açıklanan değişken arasındaki ilişkinin...

50
... ayrı ayrı değişkenler arasındaki ilişki dizgesinin yapısını bir başka yapıya dönüştürmeye olanak sağlayan bağlaşık değişkenliklerin dizgesi oluşturulabilmeli...

53
... eğitimde temel ağırlığı eski dil ve edebiyata vererek resim ve sanat tarihine çok dar bir alan bırakan Yunanistan...


İkinci Kısım
Kültürel Eserler ve Kültüre Düşkünlük

57
İstatistik, kültürel eserlere erişimin kültürlü sınıfın ayrıcalığı olduğunu ortaya koymaktadır; ancak bu ayrıcalık, dış görünüşü itibariyle tamamen meşrudur - yani aslında sadece kendisini dışarıda bırakanlar dışarıda kalmaktadır. Buna göre müzelerden daha erişilebilir hiçbir şey olmadığından ve etkisi başka alanlarda görülebilen maddi engeller burada neredeyse ortadan kalktığından, görüntü itibariyle, "kültürel ihtiyaçlardaki" doğal eşitsizlikten dem vurulması yerindedir.

58
Müze ziyareti ve ziyaret sıklığından da öte, ziyaretçilerin davranışları ve sergilenen eserlere karşı tutumları, hem aldıkları diplomalar hem de öğrencilik süreleriyle ölçülen eğitimlerine bağlıdır doğrudan doğruya. Şu halde sergilenen eserlere verilen değerin nesnel bir göstergesi sayılabilecek ziyarete harcanan ortalama süre alınan eğitimle birlikte artmaktadır: Halk sınıfları için 22 dakika, orta sınıflardan ziyaretçiler için 35 dakika, üst sınıflardan olanlar içinse 47 dakika.

59
"Mesajın" tüketilemezliğinin bir sonucu olarak, "alımlamanın" (kabaca süresiyle ölçülen) zenginliği her şeyden önce "alımlayanın" yetkinliğine, yani "mesajın" koduna hâkimiyet derecesine bağlıdır. ... Mesaj izleyicinin kavrama olanaklarını aştı mı, "maksadı" çıkaramayan ziyaretçi alacalı bulacalı bir renk cümbüşü, gereksiz bir takım rengârenk lekeler olarak gördüğü şeye ilgisini kaybeder. Diğer bir deyişle, kendisi için fazlasıyla zengin olan, -iletişim kuramının deyişiyle- mesaj tufanı karşısında "boğulduğunu" hisseder ve mesajın üstünde pek durmaz.

60
... ele alınan esere atfedilebilecek çeşitli özgül nitelikler (sanatçılar, ekoller, dönemler, üsluplar, temalar, vb.) açısından oluşabilecek bir belirsizlik durumunun sınıflandırma dizgesi olarak işlev görecek iki farklı kodun devreye sokulmasıyla ortadan kaldırılabileceği görülür hemen: 1) Üslupla ilgili özgüllüklerin deşifre edilmesine izin verecek söz konusu eseri bir topluma, ekole veya sanatçıya ("Bu bir Cézanne") ait eserler bütününü oluşturduğu sınıfa atfetmeyi olanaklı kılan tam anlamıyla sanatsal kod; 2) gösterge olarak ele alınan belli bir temsili belli bir gösteren sınıfına atfetmeye ve böylece -gösterilenler evreniyle arasında bulunan bağlaşımlar sayesinde- buna tekabül eden gösterilenin belli bir gösterilenler sınıfına ait olduğunu bilmeye olanak sağlayan gündelik yaşam kodu. İlkinde, izleyici, gerçekleşmiş olasılığı (bir eserin sınıfının özgül niteliğini) üslupla ilgili olasılıklar evreni karşısında bir yere konumlandıracak, yaprakların veya bulutların işleniş tarzına, yani üsluba dair göstergelere yönelir; ikincideyse, yaprakları ve bulutları, yukarıda tanımlanan mantığa uygun biçimde, söz konusu temsile aşkın olan anlamlarla ilişkili göstergeler veya imler olarak görür ("Kavak ağacı bu, bu da fırtına"), ama temsili bu şekilde tanımlayan, ona özgüllüğünü veren şeyi, yani üslubu (özel temsil üslubunu) büsbütün gözardı eder.

61
... ikinci tarzda eser, basit bir abide, yani aşkın bir anlamı iletmekle yükümlü olan basit bir iletişim aracı oluverir. Sanat eserini tam anlamıyla estetik yönünden (başka bir deyişle, kendisinden başka bir şeyi imlemeyen bir gösteren olarak) kavramak, kimi zaman söylendiği üzere onu "kendisi dışında bir şeyle duygusal ve düşünsel olarak bağlantılandırmadan" ele almak, kısacası eserin indirgenemez tekilliğine kapılmak değil, ona ait olduğu sınıfı oluşturan eserlerin toplamıyla ve sadece o eserlerle ilişkilendirerek üslubunun ayırt edici öğelerini bulmak demektir. Halk sınıflarının beğenisi, bunu tam tersine, Kant'ın Yargı Yetisinin Eleştirisi'nde "barbar beğeni" başlığı altında betimlediği gibi, "hoşa giden" ile "haz veren" arasındaki, daha geniş ifadesiyle izlemenin estetik niteliğinin tek güvencesi olarak "çıkarsızlık" (désintéressement) ile "hoş olanı" veya "Aklın ilgisini" tanımlayan "duyuların ilgisi" arasındaki ayrımı devreye sokmaya yanaşmamayla veya bu ayrımı devreye sokmanın olanaksızlığıyla ("hem yanaşmama hem olanaksızlık" demek lazım aslında) tanımlanır. ... Buradan çıkan sonuç şudur: En yoksullar için, göstereni aşan bir anlamı açık seçik ifade etmesini bekledikleri sanat eseri, anlatılama ve tanımlama işlevini ne kadar ortadan kaldırmaya çalışırsa (tıpkı figüratif olmayan sanatlar gibi) o kadar afallatıcı olur.

62
Roma sanatı ve Gotik sanat bölümlemesinden başka temeli olmayan birine göre bütün Gotik katedralleri aynı sınıfta yer alır, dolayısıyla da aralarında bir fark yokmuş gibi dururlarken, daha kapsamlı bir yetkinlik "ilkel", "klasik" ve "geç" dönemlerin üslupları arasındaki ayrımların farkına varmaya, hatta söz konusu üslupların her birinde farklı ekollerin eserlerini tanımaya olanak verecektir. Öyleyse bir döneme ait eserlerin başka bir dönemin eserlerine göre veya bir sanatçının eserlerini o sanatçının ekolünün veya döneminin eserlerine göre veya bir sanatçının belli bir eserinin aynı sanatçının bütün eserlerine göre özgünlüğünü belirleyen özelliklerin anlaşılması, gereksiz süslemelerin anlaşılmasından, yani belli bir üslubu tanımlayan resimsel malzemeyi işleyiş biçimlerinin farkına varmaktan geçer: Kısacası, benzerliklerin fark edilmesi farklılıklara, farklılıkların fark edilmesi benzerliklere örtük veya açık gönderme yapmayı gerektirir.

Tarihin belli bir anında belli bir topluma sunulan temsiller evreninin birbirini tamamlayan sınıflara bölünmesini yöneten ilkelerin oluşturduğu dizge olan sanatsal kod, adeta toplumsal bir kurumdur.

62 63 64
(Longhi) "Varsayalım ki 1680 ila 1880 arasındaki doğalcı ve izlenimci Fransız ressamlar eserlerini imzalamamış, onların muştucusu olarak da yanı başlarında Geffroy ve Duret zekâsında bir eleştirmen ve gazeteci bulunmamış olsun. Unutulduklarını hayal edelim, beğeninin ters yüz olması nedeniyle ve tarihsel araştırmalarda uzun bir gerileme dolayısıyla yüz yıl, yüz elli yıl unutulmuş olsunlar. Dikkatler tekrar bunlara odaklandığında önce ne olabilir? Bu dilsiz malzemelerdeki tarihsel değil de simgesel esasların ayırt edilmesiyle çözümlemeye başlanacağını tahmin etmek çok zor değil. İlki, Manet gibi simgesel bir ad taşıyacak, Renoir'ın gençlik döneminin bir kısmını ve, endişem odur ki, Gervex'den de bir kaç örnek içerecektir - Gonzales'i, bütün bir Morizot'yu ve Monet'nin tüm gençliğini saymıyorum bile. Yine simgesel bir ad haline gelmiş Monet'nin geç dönemiyse neredeyse bütün Sisley'yi, Renoir'in önemli bir kısmını ve en kötüsü de birkaç düzine Boudin'i, pek çok Lebour'u ve Lépine'i yutacaktır. Hal böyleyken birkaç Pisarro, hatta -övünülecek bir ödül olmasa da- bir-iki Guillaumin neden Cézanne'a atfedilmesin?" ... sanat eserlerinin belli bir dönemde bireylerin kafasındaki toplumsal imgesi, apaçık söylemek gerekirse, içinde bulundukları toplum tarafından sunulan ve tarihsel olduğu için tarihsel olarak da değişen algılama araçlarının bir ürünüdür ... Aynı şekilde eserin algılama araçlarının tarihi aynı zamanda eserin üretim araçlarının tarihidir, çünkü her eser bir bakıma iki kere üretilir, önce yaratıcısı, ardında da izleyicisi tarafından - daha doğrusu izleyicinin mensup olduğu toplum tarafından.

64 65
Belli bir dönemde belli bir toplumun kültürel sermayesini oluşturan eserler, eşit derecede karmaşık ve  incelikli olmayan, dolayısıyla kurumsal öğrenimle kolay ve hızlı, kurumsal olmayan (bireysel çaba sonucu) öğrenimleyse daha zor ve daha yavaş kazanılabilen kodlar gerektirdiğinden dolayı bu tür eserlerin ayırt edici özelliklerinden biri farklı yayılım düzeylerine ulaşmalarıdır; bunun sonucunda bir eserin okunabilirliği, eserin gerektirdiği ve esere içkin karmaşık ve incelik derecesi olarak tanımlanan yayılım düzeyi (dipnot 7 ... bir eser, ele alındığı yorumlama örgüsüne bağlı farklı düzeyde imlemler yayabileceğinden dolayı yayılım düzeyinin mutlak bir belirlemesi yapılamaz ...) ile aynı bireyin, aşağı yukarı eserin gerektirdiği koda denk düşen toplumsal koda vâkıf olma derecesi olarak tanımlanan alımlama düzeyi arasındaki mesafenin sonucu olarak ortaya çıkar.

Çağın sanatının okunabilirliği de belli bir çağ ve toplumdaki sanatçıların önceki çağın koduyla sürdürdükleri ilişkiye göre değişir. Şu halde kaba hatlarıyla iki tür dönem ayırt edilebilir: Sanatçıların miras alınmış bir sanatın sağladığı yaratım olanaklarını gerçekleştirdiği, hatta tükettiği, dolayısıyla bir üslubun kendi zirvesine eriştiği klasik dönemler ile yeni bir yaratım sanatının filizlendiği, biçimin yeni bir üretici dilbilgisinin, özellikle de bir devrin ve çevrenin estetik gelenekleriyle köprüleri atarak doğduğu kopuş dönemleri. Şurası besbelli ki toplumsal kod ile eserlerin gerektirdiği kod arasındaki mesafe kopuş dönemlerinde değil de klasik dönemlerde kısadır - hele ki içinde bulunduğumuz türden sürekli kopuş dönemlerinde olduğundan çok daha kısadır. Sanatsal üretim araçlarının dönüşümü kaçınılmaz biçimde  sanatsal algılama araçlarının dönüşümünden önce olur ve, şurası da apaçık ki, algılama tarzları ister istemez yavaş bir dönüşüm geçirir, çünkü kaçınılmaz olarak uzun ve zor olan yeni bir içselleştirme süreci sonunda yerine yenisi getirilecek bir sanatsal yetkinliğin kökünün kazınması söz konusudur

(Dipnot 8) Bu durum her kültürel oluşum, her sanatsal biçim, her bilim veya siyaset kuramı için geçerlidir. Eski habitus'lar, toplumsal kodlarda, hatta bu kodların toplumsal üretim koşullarında meydana gelen bir devrimden sonra uzun bir süre ayakta kalabilirler.

Sanatsal yetkinliklere (isterseniz habitus da diyebilirsiniz bunlara) özgü ağırkanlılığın sonuçlarından biri budur: Kopuş dönemlerinde, yeni sanatsal üretim araçlarının ortaya çıkardığı eserler, bir süreliğine de olsa, tam karşıtı olarak karşısına dikildikleri eski algılama araçlarıyla algılanmaya mahkûmdur.

65 66
... sanatın en yenilikçi biçimleri sadece birkaç usta için ulaşılabilir durumdaysa, bunun nedeni söz konusu biçimlerin gündelik varoluş kodundan başlayarak bütün kodlardan kopabilme yeteneğini gerektirmesi ve bu yeteneğin de farklı kodlar gerektiren eserlerle yakınlaşma ve  sanat tarihini yerleşik kodlardan sürekli bir kopuş olarak deneyimleme sonucu edinilen bir yetenek olmasıdır; özetle, ilk bakışta çok tuhaf gelen esere teslim olmak üzere mevcut bütün kodları askıya alabilmenin ön koşulu, belli bir zaman diliminde var olan eser toplamının nesnel olarak gerektirdiği farklı toplumsal kodların en doğru şekilde uygulanmasını düzenleyen "kodların koduna" ayrıntısıyla vâkıf olmaktır.

66
Sanatla içli dışlı olmak için gerekli araçları ailesinden veya okul eğitiminden almamış olanlar, kategorilerini gündelik deneyimden ödünç alan ve temsilî nesnenin basitçe tanınmasıyla sonuçlanan bir sanat eseri algılamasına mahkûmdur: Sanat eserinin üslubunun özgül niteliğini asla ortaya koymayan kimi basit anlamlardan başka bir şey göremeyecek olan donanımsız izleyici, Panofsky'nin de belirttiği üzere, en iyi olasılıkla "resmedici kavramlara" başvuracak, eserin ancak duyumsanabilir özelliklerini (tenin kadife gibi veya dantelin incecik olduğunun söylenmesi türünden) veya bu özelliklerin uyandırdığı duygusal deneyimi (renklerin ciddi veya cıvıl cıvıl olmasından bahsedilmesi gibi) yakalayıp ifade edebilecektir.

(Dipnot 9) "Eléments pour une théorie sociologique de la perception artistique" [Sanatsal algı üzerine sosyolojik bir kuram için temel kavramlar] Bourdieu 1968



67
… "varoluş deneyimimizden yola çıkarak nüfuz edebildiğimiz anlamların oluşturduğu ilk katmandan" …, bu kez adına "gösterilenin anlam alanı" diyebileceğimiz ikinci katmana, "ancak edebi tarzda aktarılan bir bilgiden yola çıkılarak deşifre edilebilecek bir anlam katmanına" geçmek için, duyumsanabilir özelliklerin basitçe sıralanmasının ötesine geçip sanat eserinin bütünüyle üsluba ilişkin özgül niteliklerini (bunların "resimlenişini" veya "biçimlenişini") yakalayarak eserin gerçek anlamda bir "yorumunu" ortaya çıkaracak kavramlar olan "öz­güllük niteleyici kavramlardan" ("resmedici kavramların" tam karşıtı) yararlanmamız gerekir. … Fenomenalin anlamı ile gösterilenin anlamının deşif­re edilmesini düzeltebilecek yalnızca iki şey vardır: Sırasıyla "üslup bilgisi" ve "tipler kuramı". Bu ikisinden yoksun olan kültürsüz özne­ler, sanat eserlerini fenomenal maddesellikleriyle kavramaya, yani bunları basit gündelik nesneler olarak görmeye mahkûmdur; özgül algılama kategorileri olmadığı için …, temsilde gerçekçilik aramaya ve istemeye fazlasıyla eğilimli olmalarının da başlıca nedenidir.

68
Eserlerin "anlatımsal" ve deyiş yerindeyse "fizyonomik" niteliklerinin "anlaşılması" estetik deneyimin alt düzey bir biçimidir, …

69
… estetik, kimi durumlar dışında, sınıf etiğinin (daha doğrusu, ethos'un) bir boyutudur. Donanımsız seyirci, sunulan eserleri "tatmak", yani "farkların ayırdına varmak ve beğenmek" ve tabii eserlere niçin değer atfedildiğini kendisine açıklamak için, çalışmanın nicelik ve niteliğinden dem vuracak, estetik hayranlığın yerini ahlaki bir saygı alacaktır. "Buradaki şeylerin değerini görmeli, yüzyıllar öncesinin çalışması sonuçta... Bunlar böyle korunduğuna göre, yüzyıllar önce yapılan çalışma görülsün diyedir, yani bunlar boş yere yapılmış değil." "Çok zor iş bunu yapmak, çok beğendim." "Tabloyu değerlendirmek için tarih olarak ne yazıldığına bakarım; çok eskiyse, o devirde nasıl da güzel yapmışlar diye şaşırırım." Sergilenen şeylerin yaşı, bunlara geri dönülmez bir hayranlık beslenmesi için en sağlam, en sarsılmaz nedendir hiç kuşkusuz. "Çok güzel... Çok eski. Belki yeni şeylerden de müzelerde olmalı ama o zaman onlar da gerçek müze olmaz ki. Buradakiler hakikaten çok eski." Sırf korunmuş olmaları bile eski şeylerin değerini kanıtlamıyor mu, korunan şeylerin eskiliği de korunmalarını yeterince haklılaştırmıyor mu? Burada söylemin tek işlevi şu: Telaffuz eden kişiye, bir esere nedenini bilmeden koşulsuz olarak bağlanmasının nedenlerini sunmak.

76
Eserle tanışmayı tanrının keremine nail olma fırsatına çeviren keramet (charisma) ideolojisi, ayrıcalıklı olanlara, eseri algılamanın zorunlu olarak birikim gerektirdiğini, birikimin de edinildiğini unutturup kültürel ayrıcalıklarının en "tartışılmaz" gerekçesini temin etse de, halk sınıflan sanat sevdasının ilk görüşte aşktan değil uzun süre içli dışlı olmaktan doğduğunu bilecek konumdadır.

… estetik yetkinliğin ilk derecesini tanımlamamız gerekirse, farklılıkları adlandırmaya ve adlandırarak kurmaya olanak tanıyan söz cephaneliğine -yani, tür kategorileri olarak işlev görebilen ünlü ressamların adlarına (Da vinci, Picasso, Van Gogh)- vâkıf olmaktır diyebiliriz …

80
Kültür düzeyi en yüksek ziyaretçiler seçimlerini, alışkınlık ve sahte bir aşinalık dolayısıyla gözden düşmüş eskiler yerine, çoğunlukla bir önceki kuşağın devrim yaratan ressamları veya çağdaş yaratıcıların en yenilikçileri arasından yaparak özgür kültürün bir parçası olduklarını hissediyorlar.

81
Kültür düzeyi en yüksek olan bireylerde, kaynağını okul eğitiminin türdeş ve türdeşleştirici, "kalıplaşmış" ve "kalıplaştırıcı" etkisinde bulan beğenilerin ve doğru beğeninin son derece gelenekçi olması ve Boas'ın da belirttiği üzere "Kültürlü dediğimiz sınıfların düşüncesinin öncelikle eski kuşakların aktardıkları ideallerle yönleniyor" olması size şaşırtıcı geliyor mu?

82 83
Müzelerin mevcut ziyaretçi kitlesinin %3'ü hayatında ilk defa bir müzeye 24 yaşından sonra (yani iş işten geçtikten çok sonra) adım atmış olduğundan ve alt katmanlardaki ailelerin çocukları ancak okul sayesinde bir müze gezebildiklerinden, bu yetersizlik çok vahim bir durum oluşturuyor.

Fransa'nın müfredatında son derece sınırlı bir yeri olan resim öğretiminde, resim öğretmenlerinin, alışılageldiği üzere sadece öğrenciler tarafından değil lise yönetimleri tarafından da hangi pedagojik ve maddi koşulları (derslere özel mekân ayrılmaması ve malzeme eksikliği, kurumsal desteğin olmayışı) beraberinde getireceği belli olan ikincil önemdeki bir öğretimin ikinci sınıf eğitimcileri olarak görülmesini ve sanat tarihi eğitiminin de aynı şekilde, resim teknikleri eğitiminin sınırları içinde kalan resim öğretmenlerine değil de müfredatın buyruğuyla, sanata ancak -içlerinden birinin deyişiyle- "her derste bir yüzyılı" işleyerek yer veren tarih öğretmenlerine emanet edilmesini, bütün bir eğitim sistemine, belki de toplumsal sisteme hâkim olan değerler hiyerarşisinin ifadesi olarak görmek gerekir. Sanat eğitiminin değerini yitirmesi, teknik eğitimin, yani kol gücünü gerektiren "zanaat" eğitiminin tümden değersizleşmesinden payına düşeni alırken, resim öğretmeninin bir ölçüde saygınlık bulduğu yerin tam da burası, bir bütün olarak değerini yitirmiş teknik eğitimin evreni olması anlamlıdır. Dahası, sanat tarihi eğitiminin sanat teknikleri eğitiminden koparılarak tarihe, kanonik bir bilgi dalının öğretmenlerine verilmiş olması, Fransız eğitim sistemindeki genel eğilimi, yani eser üretiminin eserler üzerine söylemin boyunduruğuna sokulmasını açığa vuruyor. Diğer taraftan resim veya müzik eğitiminin ast konumunun bir nedeni de, eserlerin tüketimini yücelten burjuva toplumunun eğlence sanatlarının icrasına veya sanat eserlerini üretenlere pek az değer vermesidir. Burada Hoffman'ın Kreisleriana'sını anmak gerek: "Çocuklar büyüdüklerinde, söylemeye bile gerek yok, sanatla uğraşmaktan vazgeçmeleri gerekiyor, çünkü bunlar ciddi adamlara göre şeyler değil, kadınlar açısında da bu tür uğraşlar daha önemli başka sorumlulukların savsaklanmasına neden oluyor. İşte bundan dolayı da çocuklarının veya meslekten müzisyen olanların icra ettiği müzikten edilgen bir haz almanın ötesine geçemiyorlar. Bu isabetli sanat tanımından kalkarak, sanatçıların, yani ömürlerini dinlenme ve eğlenceye yarayan bir şeye (ne kadar saçma olursa olsun, doğrudur bu!) adamış olan kişilerin en alt tabakadan sayılması ve miscere utili dulce'yi (Horatius'un Şiir Sanatı'nda geçen, "eğlenceli ile yararlıyı harmanlama" anlamına gelen bir ifade) hayata geçirdikleri için de eziyeti hak ettikleri sonucuna varabiliriz. Mantıklı ve olgun düşünen hiç kimse, çalışkan bir zabıt kâtibine, hatta avukatın yazıhanesinde, tüccarın tezgâhındayken üstüne oturduğu minderi yapmış olan döşemeciye verdiği değeri en büyük sanatçıya bile vermeyecektir, çünkü birinin kafasında yararlı şeyler diğerindeyse sadece hoşluklar vardır. O halde sanatçıya nezaket ve sevecenlik gösteriliyorsa bunun nedeni uygarlığımızın ve iyi yürekliliğimizin bir sonucu olarak çocuklara ve ciddiyetten uzak başka kişilere nazik davranabiliyor, gülüp geçebiliyor olmamızdır."

(dipnot 23) Yabancı ülkelerdeki müfredatlar için kaynak: İlk ve Ortaöğretimde Plastik Sanatlar Eğitimi, Uluslararası Eğitim Dairesi yayını, No. 164, UNESCO.

83
Okuldaki eğitim, sanat öğrenimine sınırlı yer ayırmasına, yani kültür etkinliğine yönlendirmemesine, dahası plastik sanatların eserlerine göre kurulmuş bir kavram çerçevesi sunmamasına rağmen, kendisini ilk gelene teslim etmeyen sanat eserlerinin yetkili alıcısı olarak kendimizi yuvamızda, dostlar arasında hissettiğimiz sanat evreniyle belli ölçüde bir tanışıklık (kültürlü çevreye ait olma duygusunun temeli) kazandırıyor. Benzer biçimde, sözgelimi üniversiteye gitmek çoğu öğrencinin kültürel etkinlik iştahını kabartır, çünkü o kapıdan adım atmak, -pek çok başka şeyle birlikte- kültürlü dünyaya girildiğine, yani kültüre sahip olma hakkına ve -aynı kapıya çıkan- ödevine işaret eder…

84
Okuldaki eğitim, yüzünü neredeyse tamamen edebiyat eserlerine dönerken, … genel bir yatkınlık yaratma ama­cını güder: Okulun edebi çözümlemeye dayalı kategorilerini kulla­nabilme ve eleştirel tavır takınabilme alışkanlığı için, en azından başka alanlardan eşdeğerli kategoriler edinmek ve edebi eğretileme­lere başvurmaya veya görsel deneyimden ödünç alınmış analojileri kullanmaya dayalı temel bir temsil kavrayışını olanaklı kılan bir bil­gi birikimine -dış kaynaklı ve anekdotik bile olsa- ulaşmak gerekir.

(dipnot 24) Okuldaki bilgi aktarımı her zaman bir meşrulaştırma işlevi görür; aktardı­ğı eserleri sırf aktarmasıyla bile hayran olunacak eserler olarak kurarken ve böyle­likle belli bir anda belli bir toplumda değerli olan kültür varlıklarının hiyerarşisini tanımlamaya katkıda bulunurken söz konusu eserlere yüklediği kutsallığın bir so­nucudur bu.

85
… bu kitapçıklar zaten aydınlanmış olanlardan başkasını aydınlatmazlar.

86
… sinemaya gitme sıklığı soylu etkinliklerinden başka bir mantığa tabidir.

88
Sanat eseri, kendisini üslubu tanımlayan ilke ve kurallar çıkarılamayacak bir somut bireysellik olarak sunduğu için sanat eserleriyle tanışıklığı olanaklı kılan araçlar ancak süreç içinde edinilebilir. Meraklısının yetkinliği hele ki öğüt ve yönergelerle hiç aktarılamaz; sanat eğitimi geleneksel eğitimdeki usta-çırak ilişkisinin yoğun temasının eşdeğerlisini, yani eserle (veya aynı sınıftan eserlerle) sürekli yinelenen bir teması gerektirir: Şu halde, örneğin, ekollere, dönemlere veya sanatçılara göre yöntemli biçimde sınıflandırılarak sunulan eserlerle süregiden ilişkinin, eserlerin ilkeleriyle genel ve bilinçdışı bir tanışıklık sağlaması sayesinde, kültürlü bir izleyici, başlı başına bir eseri, doğrudan doğruya bir sınıflama içinde, yani sanatçının tarzının, dönemin veya ekolün üslubunun söz konusu olduğu yerle birlikte ele alır. Nasıl ki çırak veya tilmiz, bizzat ustasının bile açık açık bilmediği sanat kurallarına, -sanatsal tutum örneğinin öğelerini ayıklayıp çözümlemeksizin- sırf kendini adamasının karşılığı olarak bilinçsiz bir şekilde vâkıf olabiliyorsa, sanat sevdalısı da benzer biçimde eserin kuruluşunun ilke ve kurallarını, birer ilke ve kural olarak formülleştirmeden ve bilinç düzeyine çıkarmadan (sanat kuramcısı ile -çoğu zaman yargılarının ilkelerini kesin olarak belirtebilecek durumda olmayan- sanattan anlayan arasındaki fark da budur) içselleştirir.

89 90
Öğrenciliğin daha ilk yıllarından itibaren mevcut bütün araçları devreye sokarak yöntemli ve sistemli şekilde okuldaki herkesin eserlerle doğrudan temasını veya bu deneyimin hiç olmazsa yaklaşık ola­rak eşdeğerlisini sağlamaktan kaçınan okul eğitimi, asıl görevini, kültürel seçkinliği tekelinde bulunduranları yani kültürel varlıkları benimsemenin koşulu olan düşünme, algılama ve ifadelendirme şe­malarına vakıf olan, keza bu kültürel varlıkları benimsemek için ge­rekli genel ve kalıcı yatkınlığa sahip olan yetkin bireyleri- kızdırmak pahasına yerine getirdiği sürekli ve uzun süreli, yöntemli ve birörnek, kısacası evrensel veya evrensel eğilimli bir etki uygulama -ki bu etkiyi seri olarak üretebilecek tek kurum odur- görevini icra et­me kabiliyetinden feragat etmiş olur. Özgül işlevi, öncelikle kişiyi kültürlü bir insan haline getirecek yatkınlıkları (aynı yatkınlıklar hem nicelik hem de nitelik yönünden uzun ve yoğun bir eğitime de destek olacaktır) geliştirmek veya yaratmak olan okul, aile ortamında kültü­rel etkinliğe özendirilmemiş, yani -eserlerle ilgili pedagojik söylem­lerde gerekli görüldüğü üzere- eserlerle tanışıklık sağlayamamış olanların daha en baştan geri düşmüş olmalarını kısmen de olsa telafi edebilir, ama bunun bir koşulu vardır: Elindeki bütün olanakları her türlü kültür eğitiminin mahkûm olduğu birikim sürecinin döngüsel silsilesini kırmak için kullanması. Tarihler, ekoller veya dönemler gibi temel bilgilerin (röprodüksiyonlar gösterilmesi ve resim ile res­samı eşleştirme gibi) basit tekniklerle aktarılmasını hedefleyen bir eğitime "kaba taslak" diyerek burun kıvıranlar, ne kadar üstünkörü olursa olsun bu yöntemlerin -ancak daha zorlu aktarım tekniklerine kıyasla küçümsenebilecek- söz konusu asgari bilgileri aktarabileceğini unutmaktadır. Kültür konusundaki eşitsizlikler sanki doğal eşit­sizliklerden, yani yetenek eşitsizliklerinden, ileri geliyormuş gibi ya­pan ve bazılarının ailelerine borçlu olduğu şeyi herkese vermeyi ih­mal eden eğitim sistemi, temel eşitsizlikleri hem onaylamakta hem de sürdürmektedir.

90 91
Toplumsal avantaj veya dezavantajların okul yaşamına, daha ge­nel ifadesiyle kültür yaşamına damgasını vurmasının nedeni, söz konusu avantaj ve dezavantajların -farkına varılsa da varılmasa da- her zaman için birikerek artmasında bulunabilir. Aynı ailedeki birey­lerin kültürel düzeylerinin birbirlerine sıkı sıkıya bağlı olduğunu ve büyük veya küçük bir kentte, ortaokul veya lise sınıflarında, klasik veya "moderne" mahkûm bir eğitim görme olanağının ailenin top­lumsal konumuyla yakından ilgili olduğunu, keza en üst öğrenim düzeyinde dahi çocukluktaki kültürel hava ve okul geçmişi ile sanatsal birikim ve deneyimdeki eşitsizlikler arasında sımsıkı bir bağ oldu­ğunu bilince, anlıyoruz ki bütün öğrencileri hak ve yükümlülükleri bakımından eşit gören eğitim sistemi, kültür karşısında çoğunlukla temel eşitsizlikleri körükleyerek sürdürmektedir. … Şu halde, örneğin, öğrencilerin mensup olduk­ları toplumsal çevre ne kadar üst düzeyse tiyatro konusundaki bilgi­leri de o kadar geniş olduğu için, halk sınıflarından öğrencilerin ge­riye düşme durumu tiyatro kültürünün en çok yüceltilen alanlarında -yani "klasik" eserlerde- yumuşuyor olsa da özellikle avangard ti­yatroda ve bulvar tiyatrosunda, fazlasıyla belirgindir; aynı şekilde, resimde, en çok kabul gören ressamlar (Renoir, Van Gogh, Cézanne) açısından farklılıklar azalırken, okul eğitiminin, işbu durumda lise­nin, daha az ele aldığı konulara -örneğin Cranach, Chassériau, Moreau gibi çok ünlü olmayan ressamlara veya Klee, Mondrian, Dubuffet gibi modern ressamlara- geçildiğinde bütün şiddetiyle apaçık be­lirmektedir. Kültürel etkinliğe aileleri tarafından açıktan açığa ve­ya dolaylı olarak özendirilmiş olanlar aynı zamanda okul eğitimine uzun süre devam etme olanağına, dolayısıyla, okul eğitiminin istedi­ği ama asla yöntemli olarak vermediği "özgür kültürü" okula getir­melerinden hareketle erken eğitimin bilinçdışı kazanımlarıyla yoğ­rulmuş yatkınlıklarını kültür yatkınlığına dönüştürebildiklerini gör­me olanağına da en çok sahip olanlardır.

91 92
Sanat eseri karşısındaki sahici deneyimi, bir "gönül duygusu" ve­ya sezgiyle gelen dolaysız anlama olarak tanımlayan ve aklın zah­metli işlemleri ve soğuk açımlamalarının karşısına koyan, uzun bir tanışıklıkla veya yöntemli bir öğrenimin temrinleriyle (temrin tekrarlatarak alıştırma) edinilmiş ustalık sanki doğuştan gelen bir lütufmuş gibi yapıp böylesi bir deneyi­mi olanaklı kılan toplumsal ve kültürel koşulları sessizce geçiştiren keramet ideolojisine karşı (keramet ermiş insanların doğaüstü güçler kullanarak yarattığı şaşkınlık uyandıran inanılmaz olay), sosyoloji, kültür ve özellikle de yüksek kültür eserine uygun kavrayışın öncelikle eseri kodlayan şifreye sa­hip olmayı gerektirdiğini -hem mantıksal hem de deneysel olarak- kanıtlar. "Şifre" veya "kod" diye tanımlanabilecek nesnel anlamıyla kültür, düzenlediği somut anlam dizgelerinin anlaşılabilmesinin ön­koşuludur (ama nasıl ki dil söze indirgenemezse, kültür de bu dizge­lere indirgenemez); yetkinlik anlamındaki kültürse, tam da bu nes­nel kültürün içselleştirilmesi, kültürel nesneleri ve davranışları tam da onları şifreleyen kodu kullanarak çözmeye dönük kalıcı ve genel bir yatkınlığa dönüşmesidir. Yüksek kültür eserleri denen özel du­rumda, günlük deneyimin basit ve yaygın temrinleriyle tam olarak hâkim olunamayacak yorumlama kodu, bu amaca dönük bir kurumun düzenlediği yöntemli bir çalışmayı gerektirir. Öyleyse, bir sanat ese­rini kendi yoğunluğuyla, tarzıyla, dahası varoluşuyla anlamak, bakan kişinin, eserin türüne ve esere özgü koda ne kadar hâkim olduğuna (diğer bir deyişle sanatsal yetkinliğine) bağlıdır ve bu hâkimiyet de kısmen okulda gördüğü öğrenimden kaynaklanır; öte taraftan başka işlevlerinin yanı sıra yüksek kültür eserlerinin kodunu (aynı zaman­da bu yorumlama dizgisine göre gerçekleşen) aktarma işlevini üstle­nen pedagojik iletişimin değeri, yoğunluğu ve tarzı da (tarihsel ola­rak kurulmuş ve toplumsal olarak koşullanmış algılama, değerlendir­me, düşünme ve eylem şemalarından oluşan bir dizge olan) kültürün ürünüdür; alımlayanın aile ortamına borçlu olduğu bu kültür, okulun aktardığı yüksek kültürle ve bu aktarımı gerçekleştirirken kullandığı dilsel ve kültürel modellerle (hem içeriği hem de yüksek kültür eser­leri karşısındaki tutumu veya şart koştuğu kültürel bilgiler bakımın­dan) şu veya bu ölçüde çakışır.


Üçüncü Kısım
Kültürel Dağılımın Yasaları

110 111
… "müzebilim" dedikleri de adına rağmen bir bilim değil, yapıla edile yerleşmiş, gayriresmi bir tarzda, kulaktan kulağa aktarılan ampirik öğütler ve ilkeler toplamıdır. Katalog yayımlamak, eserlerin sunumuna çağdaş bir görünüm kazandırmak, müze derneği kurmak ve daha da önemlisi sergi açmak. Bu işin en gözde biçimleri de çeşitli müzelerde sürekli sergideki eserleri bir başlık altında veya bir sanatçıya odaklanarak alışılmadık bir yerde yeni bir düzenlemeyle bir araya getirmek ve, Washington'da Ulusal Galeri'deki "haftanın eseri" örneğinde olduğu gibi, ilgiyi belli bir süre boyunca belli bir esere yoğunlaştırmaktır. Bunların hepsi, yakından tanınan, ama sanat sevdalılarının sosyal etkinlik takvimine girecek bir olay sunmadığı sürece akıllarına gelmeyen bir müze için, söz konusu sevdalıların ilgisini uyandırmaya, canlı tutmaya, hatta bir sanat olayına sosyetik bir törenin veya "sosyal" bir olayın çekim gücünü kazandırabilecek olağanüstü bir değer yükleyerek olağandışı ziyaretçileri çekmeye dönük adımlardır. Birkaç seçilmişin ehli imanı (ehli belli konularda işin uzmanı ve itimat edilebilir kişi) beslemeye geldiği, uyaroğullarının (uyaroğlu hiçbir konuda itiraz etmeyen, her şeye uyumlu olan insanlara yakıştırılan bir sıfat)  ve kaba softa ham sofuların sınıf ayinlerinden birini alelacele yaptıkları bir kilise olan müze, kitlesel coşkuya sunulan bir başyapıta şöyle bir göz atmak için New York'ta, Washington'da, Tokyo'da veya Paris'te, eskiden bir haçı veya kutsal emaneti öpmek için olduğu gibi, müminlerin uzun kuyruklarda sabırla bekleyip içe­riye yığınla doluştukları bir hac yerine dönebilir bir anda; ancak bu harikaların uyandıracağı hayranlık, bir anda tutuşuveren bu kitlesel cezbe yangınını kutsalı bilmenin bir yolu -kuşkusuz kutsallıktan arındırılmış bir yolu- olarak görmek isteyenler için geçerlidir.

Picasso veya Tutankamon sergisinin ilgi görmesi gibi durumlara entelektüellerin heyecanla yaklaşmasının nedenini anlamak için, entelektüelin kültürle kurduğu ilişkiyi, dahası bu ilişkinin de ente­lektüelin entelektüel durumla ilişkisinin ne olduğu sorusunu bütü­nüyle kapsadığını görmek gerekir; bu soru da en çarpıcı ifadesini "Halk sınıflarının kültürle ilişkisi nedir?" sorusunda, entelektüelin halk sınıfları için, yani onların yerine sorduğu ve entelektüelin kül­tür alanındaki mülksüz sınıfları oluşturan halk sınıflarıyla ilişkisi­nin ne olduğu sorusunun üstünü örten işte bu soruda bulur. Entelek­tüellerin bu meseleye (veya çağdaş iletişim araçlarının, "popüler kültürün", kültür merkezlerinin veya cep kitaplarının etkisi de söz konusu olduğundan, benzer diğer meselelere) ilgisinin doğrudan doğruya çıkarları icabı olduğunu göstermek için kültüre erişimdeki en küçük demokratikleşme göstergelerine nasıl dört elle sarıldıkla­rını gözlemlemek yeterlidir.

112
Dekoratif Sanatlar Müzesi'ndeki "Karşıtlıklar" başlığı altında çağdaş sanatın en cüretli biçimlerine ayrılmış sergide üst sınıflardan ziyaretçilerin oranı %90'a erişirken (%18'i üst düzey yönetici, %33,4'ü üniversite öğrencisi, %21,6'sı öğretim görevlisi ve sanat uzmanı, % 17'si üst düzey yöneticilerle evli olan çalışmayan kadınlar) çalışan ve orta düzey yönetici oranı %8' de, zanaatkâr ve esnaf oranı %1,5’ta, işçilerin oranı %0,5'te kalmış, çiftçiler ise hiç yer almamıştır.

(dipnot 5) Sergiler de tıpkı kültür turizmi gibi, ziyaretçilerde süreklilik yaratamaz.

117 118
Bir eserin bildiri düzeyini düşürmenin yolu, eseri şifreleyen kodu eserle eşzamanlı olarak sunmaktan geçiyor; … Sergilenen eserler hakkında verilecek yazılı ve sözlü bilginin, dikkatleri eserlerin dışsal veya anekdotik özelliklerine çekeceğinden dolayı ziyaretçileri eser karşısındaki içsel bir yolculuktan alıkoyacağından kaygılan­mak demek, tek bir söz veya davranış gerekmeksizin eseri seyre dal­ma idealinin, uzun ziyaretlerin farkında olmadan kazandırdığı bilgi­ler sayesinde eserlerle doğrudan tanışıklık kurmuş kişilere özgü ol­duğunu görmezden gelmek demektir; aynı zamanda kendi-içinde ve kendi-için esere gösterilen ilginin ve eserin sunuyor olabileceği -adeta fazladan- bilgi içeriği karşısındaki ilgisizliğin özel bir estetik tutumu, tıpkı halk sınıflarının güzellik deneyimi gibi yine toplumsal olarak koşullandırılan ve sonuçta toplumsal koşullardan -"zevkli in­sanların" varlığını olanaklı kılan koşullardan- hiçbir biçimde ba­ğımsız olmayan bir estetik tutumu tanımladığını görmezden gelmek demektir. Estetik tutumun bu toplumsal tanımının anlam ve işlevinin en açık göründüğü yer, orta sınıflar ve halk sınıflarının "rekabetinin" üst sınıfların kültürel "tekelini" ve estetik veya etik kesinlikleri teh­dit ettiği alanlardır. Dolayısıyla, tutkulu fotoğrafçıların ve fotoğraf düşkünlüğünün kalburüstü sohbetlerdeki artık basmakalıplaşmış yergisi, aslında estetik bakışı seçkinlerin gözünden tanımlayacak kuralları ortaya koyuyor: Tıpkı kendilerini hatıralık biriktirme çile­sine adayan 35 mm. fanatikleri gibi veya görmedikleri filmlerin je­neriklerini sayabilecek sinema sevdalıları gibi, anekdotik bilgiler bi­riktirmeyle uğraşan bu müze ziyaretçileri de kataloglardaki çözüm­lemelere eserlerden daha fazla dikkat ediyorlar ve tabii ki estetin şu seçkinci "umurumda mı dünya" tavrının ayırt edici özelliği olan o bir anlık, o uçan duyguya kendilerini bırakma sanatından habersizler.

119
murakabe gözetlemek, dikkatle izlemek, ilgilenmek, gözleri açık tutmak

Koleksiyon yöneticileri, nesnel açıdan olanaklı iki politikadan, neredeyse her zaman müzenin aristokratik niteliğini yoğunlaştırmaya ve aristokratik kitlesini genişletmeye yönelik olanını seçiyorlarsa, bunun nedeni, bekçiliğini yaptıkları kültürün demokratikleştirilmesine aldıkları kararlarla kendi başlarına belirleyici ölçüde katkı yapamayacaklarının bilincinde olmaları değil, tam tersine, paradoksal biçimde “yeni göz” mitine bağlı bu uzmanların, sanat eserine ilişkin bir keramet tasavvuru adına, kutsal olanla aradaki hürmet mesafesinin akılcı bir eğitimle kısaltılması yönündeki bütün çabaları “zındıklık" ilan ederek reddetmeleridir. Gerçekten de koleksiyon yöneticileri, seçimlerini, tıpkı bu seçimlerini haklı göstermek için başvurdukları ideolojiler gibi, akılcı kararlarların mantığından çok, mesleği tanımlayan nesnel koşullara, söz konusu mesleği tam bir gelenekçilik adasına dönüştüren özgül toplumsal niteliklere borçlular.

zındık inanır göründüğü halde gerçekte dinin inanç ve öğretilerini benimsemeyen kişiler için kullanılır.

miraç yükseğe çıkma, göğe yükseliş

124
Ne var ki koleksiyon yöneticilerinin tutumlarına çekilen sınırlar aynı zamanda kültürel davranışları özendirmeye dönük her tür olası girişime çekilmiş sınırlar oluyor. Müze ziyaretlerini özendirme politikasının, özellikle de basın, radyo ve televizyon tanıtımının mucizevi etkisine inananlar, bu tarzın, aslında kılavuz kitapçıklarda, turizm ofislerinde veya turistik yerleşimlerin girişlerindeki tabelalarda zaten fazlasıyla verilmiş bilgileri yinelemekten öteye gitmediğinin farkında olmadıklarından bir yabancıya meramını daha iyi anlatmak için yüksek sesle tane tane konuşmanın yeteceğini sananlara benziyorlar.

125
Doğrudan özendirmeler toplumsal dirençleri kırıp ilk ziyareti kolaylaştırabilirler hiç kuşkusuz, ancak kültürel etkinliğin düzenli gerçekleştirilmesine insanları daha yatkın yapmaya yetmeyeceklerinden başarıları kısa ömürlü olmaya mahkûmdur. Benzer biçimde, doğrudan seslenme çabası, çağın iletişim araçlarıyla yapılan bilgilendirme-özendirme çalışmaları veya "popüler kültür" kurumları tarafından yürütülen kültür yaygınlaştırma girişimleri, ancak düzenli ve sürekli bir okul eğitiminin böyle bir etkiyi almaya hazırladığı bireylerde yankısını bulabilir.

127
(dipnot 18) Daha önce bahsi geçen IFOP soruşturması da gösteriyor ki, 100 kitap satışından sadece üçünde televizyonun, birinde de radyonun etkisi görülmektedir.

128 129
Kültür eserlerine ulaştıracak kestirme bir yol olmadığı gibi, yapay olarak üretilmiş ve doğrudan yönlendirilmiş buluşmaların da geleceği yoktur.

Halk eğitimi girişimlerinin çoğu ve özellikle de kültür merkezleri, genellikle belli bir toplumsal durumun ifadesi olarak tezahür eden ve ortak önyargılar etrafında örülen bir ideolojiden esinleniyor. Halkın çoğunluğunu eserlere yaklaşmaktan, bunları seyre dalmaktan ve tadını çıkarmaktan sadece fiziksel olanaksızlıkların uzak tuttuğunu zanneden sorumlular ve düzenleyiciler, halkı eserlere çekmede başarısız kaldıklarında eserleri halka götürmenin yeterli olduğunu sanıyorlar. … Ayrıcalıksız sınıfları kültür etkinliklerine özendirmek ve hazırlamak için sorumlu eğitimcilere başvurulduğundan halk eğitimleri görünüşte gerçekçidir, ancak eserle yüz yüze gelmenin, kalıcı bir kültür etkinliğinde bulunma eğilimini tek başına belirlemeye yeteceğini öneren ideolojiden bütünüyle kopmuş da değildir. En az kültürlü, yani üniversite eğitiminin şu kalıplaştırıcı etkisiyle en az bozulmuş olan sınıfların, o kültürel masumiyetleriyle sanatın en cüretli ve özgün biçimlerini önyargısız olarak benimseyeceklerine büsbütün ikna olmuş olan kültür merkezi sorumluları, öncü estetiğin arayışlarıyla halk kitlesinin arayışını hiç çelişkisiz uzlaştırabileceklerini düşünmektedirler.

130
… Seine Valiliği Gençlik, Spor ve Güzel Sanatlar Müdürü …

131
Doğrudan etkileme tekniklerinin (basın, radyo veya televizyon mecrasındaki tanıtımların veya kültür yayınlarının) hapsolduğu döngünün kırılması için öğrencilik süresinin uzatılmasının ve sanat eğitiminin müfredattaki payının arttırılmasının başlı başına yeterli olduğu bilimsel olarak ortaya konulabildiğine göre bu sorgulama, haklı bir sorgulama değil midir?

Mevcut durumda ilkokul diploması düzeyindeki Fransızların eğitim düzeyini üç yıl (yani bir birim/düzey) yükseltip ortaokul diploması düzeyine çektiğimizi, şimdiki ortaokul diploması sahiplerini de bakalorya düzeyine yükselttiğimizi hayal edelim, basit bir hesapla görebiliriz ki uzun vadede -yani üç kuşaklık bir süreçte- Fransızların toplam ziyaret oranı % 150 artacaktır. Burada önerilen model, kimi küçük ayrımlarla birlikte kültür etkinliklerinin bütün biçimleri için geçerlidir; okulun etkisinin artırılmasının hem kültürel etkinlik (müze ziyareti, tiyatro oyunları ve konserler, hatta radyo ve televizyondan kültür yayınlarının izlenmesi) oranının arttırılmasının hem de diğer yöntemlerin etkili olmasının zorunlu koşulu olduğuna kuşku yoktur; diğer bir ifadeyle, kültürel gereçlere yapılan yatırımlar, bu gereçlerin kullanıcılarını “üretebilecek” tek alan olan okul kurumuna yatırım yapılmadığı sürece pek verimli olamaz.

133
Sanat eseri, ancak algılandığı ölçüde sanat eseri olarak kavrandığına göre, bu algılamaya bağlı doyumları da (ister tam anlamıyla estetik haz söz konusu olsun, ister ayrıcalık hissi gibi nispeten dolaylı ikramiyeler) ancak sanat eserlerini benimsemeye, eserlere sahip olmaya yatkın olanlar, diğer bir ifadeyle sanat eserlerini benimsemek için gerekli olanaklara sahip olmalarının doğal bir getirişi olarak sanat eserlerine değer atfedenler yaşayabilecektir.

134
… diğer taraftan yoksunluk bilinciyse yoksunluğun artmasıyla ters orantılı olarak azaldığından, sanat eserlerini benimsemek için gerekli olanaklardan tamamen yoksun olanlar, bu yoksunluğun, bu mülksüzlüğün bilincine de en az sahip olanlardır.


Sonuç

135
“Burada ortaya konan yasalar, eğer doğruysalar (…), malumu ilamdır.” A. R. Radcliffe-Brown

Apaçık kimi gerçekleri ortaya koymak için bunca zahmete girilmesine şaşıranlar, sanat eseri deneyimlerinden aldıkları o apaçık ama sözcüklerle anlatılamayan tadı bu malumu ilamda bulamamalarından rahatsızlık duyacaklardır. Şöyle diyecekler: Van Gogh'un nerede ve ne zaman doğmuş olduğunu bilmenin, yaşamının dönüm noktalarını ve sanat yaşantısının dönemlerini bilmenin ne önemi var? Gerçek sevdalılar için önemli olan tek şey, bir Van Gogh tablosundan alınan hazdır. Sosyolojinin bir tür indirgemeci, bir tür keyif kaçırıcı şüphecilikle reddetmeye azmettiği şey tam da bu değil miydi zaten? Sosyolog gerçekten de estetik hazzın sahiciliğini ve samimiyetini tartışmaya açtığından, tam da o hazzın varoluş koşullarını betimlediğinden her zaman şüpheli konumundadır (sosyolojinin değil sanat sevdalısının mantığı açısından). Her sevda gibi sanat sevdası da kendi köklerini bilmekten hiç hoşlanmadığından, yazgı olarak yorumlanmaya elverişli tek tek rastlantıları koşullanmalara ve genel koşullara yeğler.

malumu ilam Bilinen ve açık olan bir şeyi söylemeye, açıklamaya kalkmak; genel olarak bilinen bir şeyi, yeni bir şeymiş edasıyla söylemek; tekrar tekrar hatırlatmak.

136
Kültürel etkinliklere katılma konusunda kalıcı ve azimli bir yatkınlığın oluşması için uzun süreli ve azimli bir katılımın olmasını şart koşan "kültürel gereksinim" döngüsünü ancak pedagojik bir otorite kırabilir… Aile veya okul eğitimi, kültürel keyfiliğin içselleştirilmesinden başka bir şey olmayan bir kültür (habitus) ürettiği ölçüde, keyfilik aşılayarak, aşılamanın keyfiliğini maskeler. "Doğuştan gelen beğeni" efsanesi, bütünüyle doğuştan geliyorsa öğrenim uygulamalarındaki zorlamalara veya etkilenmelerdeki rastlantılara hiçbir şey borçlu olamayacağı için, kişinin doğasında her türlü eğitimden önce bulunduğu varsayılan kültüre yatkınlık yanılsamasının -"dayatılmış anlamların keyfiliğini ve bunların nasıl dayatıldığını unutmayı dayatabilecek bir keyfiliğin dayatılması" olarak eğitimin zorunlu bir parçası olan bu yanılsamanın- sürekli nükseden ifadelerinden biridir sadece.

Sosyolog, Kant'ın "güzel, kavram olmadan hoşa giden şeydir" formülünü çürütme amacını güdüyor olmasa da bu deneyimi olanaklı kılan toplumsal koşulları, o koşulların bu deneyimi kimler (sanat sevdalıları veya "beğenisi olanlar") için olanaklı kıldığını tanımlamayı, buradan da hareketle söz konusu deneyimin hangi sınırlar içinde var olabildiğini saptamak ister. Kavramla anlaşılan şeyin hoşa gideceğini veya, daha doğrusu, bir şeyin hoşa gidebilmesi için kavramıyla anlaşılması gerektiğini; eğitimli biçimiyle estetik hazzın bir öğrenme sürecini, -konumuz bakımından söylersek- alıştırma yaparak ve alışkanlık kazanarak öğrenmeyi gerektirdiğini; doğal ola­rak yaşanmakla veya yaşandığı düşünülmekle birlikte, bütünüyle sanatın (art) ve suni süreçlerin (artifice) suni bir ürünü olan bu hazzın aslında kültüre bağlı bir haz olduğunu mantıksal ve deneysel olarak ortaya koyar.  

137
Kant'ın "barbar beğeni" dediği şey, yani avami beğeni, kültürlü beğeninin yine Kantçı tanımıyla her açıdan -özellikle de kültürlü be­ğeninin kavramları kuşanmış olması açısından- çelişkili görünme­sine rağmen, aslında kültürlü beğeninin gizli hakikatini ortaya çıkarır. Nasıl ki Hegel saf niyet ahlakının karşısına "gerçekleşmiş ahlak" olarak ethos'u çıkarmışsa, biz de saf estetiğin karşısına kültürlü beğeni­de (kalıcı bir varoluş biçimi olarak kişinin ilk doğasının aşılmasını ve yüceltilmesini sağlayan "ikinci doğa"da) gerçekleşmiş estetiği çıkarabiliriz. Beğeni yargısı (ve ona eşlik eden estetik haz), "gerçekleşmiş estetik" veya, daha doğrusu, kişinin doğası haline gelmiş bir kültür (bir sınıfın ve bir dönemin kültürü) olduğundan dolayıdır ki serbestçe yaşanan, hatta ortak kültür karşısında ele geçirilen öznel bir deneyime dönüşebilir. Kültürlü bireylerin kendi kültürlerine iliş­kin tutarsızlıklarına veya belirsizliklerine zemin sağlayan, bunları besleyen şey kültürün doğalaşmasını tanımlayan paradokstur. Eğer kültür ancak kültür olduğu yadsınarak, yani yapay olduğu ve yapıp et­meyle edinildiği yadsınarak, kültür oluyorsa, buradan şu çıkar: Beğeni yargısı üstatları kültür cenderesinden o kadar kurtulmuş, ürünü olduğu öğrenim süreçlerindeki o büyük sabrın izini o kadar az taşı­yan bir estetik inayet deneyimine (kaldı ki kültür ancak bu deneyimi aştığında tam anlamıyla gerçekleşmiş olur) nail olurlar ki, bu dene­yimi olanaklı kılan toplumsal koşulların ve koşullanmaların anımsa­tılması hem bir malumu ilam hem de bir skandal olarak görünür.

Kültürün büyüleme işlevini yerine getirebilmesi için, hem kül­türe (toplumun insanın yetkinliğinin farkına varmasını sağlayan ve doğal bir ayrıcalık olarak görülen ikinci doğaya) sahip olmayı hem de kültürden yoksun bırakılmayı (insanların doğasına temellendirilmiş olduğu için insanların mahkûm oldukları "doğal durumu") olanaklı kılan toplumsal ve tarihsel koşulların fark edilmeden kalması yeterli ve gereklidir.

138
İnayet ve istidadın bütün görünümleriyle donanmış olmakla birlikte yine de edinilen, yani "layık olunan" kültürü ve doğalaşan kültürü, kültürlü doğayı olanaklı kılan toplumsal koşulların askıya alınması, kültüre ve özellikle de "sanat sevdasına" burjuva "sosyodisesinde"* merkezi konum sağlayan keramet ideolojisinin olanaklılık koşuludur. Burjuvazinin tarihsel olarak aristokrasiye tanımadığı kan hakkından, eskiden soyluluk ayrıcalıklarına doğrultulan, bugün de burjuva "ayrıcalığına" doğrultulabilecek bir silah olan Doğa haklarından veya ilk kuşaktan burjuva girişimcilerin başarılarını liyakatleriyle meşrulaştırmalarına olanak veren çileci erdemlerden dem vuramayan burjuva ayrıcalıklarının mirasçısı, ancak şunlara güvenebiliyor: Kültürlü doğa ve doğalaşan kültür, dil sürçmesiyle kimi zaman "klas/sınıf” dedikleri şey, eğitime hiçbir şey borçlu olmayan bir eğitim ürünü anlamında kullandıkları "eğitim", liyakat olarak inayet ve inayet olarak liyakat demek olan, layık olunmayan edinimleri, yani mirası meşrulaştıran "ayrıcalık". Kültürün, miras kalan ayrıcalıkları meşrulaştırma işlevini yerine getirebilmesi için kültür ve eğitim arasındaki ilişkinin açık ama aynı zamanda da gizli ilişkisinin unutulmuş veya yadsınmış olması hem yeterli hem de gereklidir. Kimilerine Doğa tarafından bahşedildiği için doğuştan geldiği varsayılan kültür ve kültürel istidat kavramlarının doğaya aykırı düşünce tarzı, kültürel mirasın kârlılığını güvenceye alan eğitim kurumunun işlevleri konusunda hem gözleri kör etmeyi gerektirir hem de gerçekten kör eder ve eğitim kurumunun böyle bir iş gördüğünü gizleyerek söz konusu mirasın aktarımını meşrulaştırır: Okul, sonuçta, kültür konusundaki toplumsal koşullara bağlı eşitsizlikleri, istidat eşitsizlikleri olarak yorumlanan ve hiç kuşkusuz liyakat eşit¬sizlikleri anlamını da taşıyan başarı eşitsizliklerine -üstelik usul yönünden her türlü eleştiriden muaf olan hükümleriyle- dönüştüren kurumdur.

*sosyodise Felsefedeki "Tanrı'nın kötülüklerle dolu bir evren yaratmış olmasını meşrulaştırmaya çalışan" teodise kavramına koşut olarak kurulmuş sosyodise, "toplumdaki adaletsizlikleri meşrulaştırma söylemini" anlatır, -ç.n.

139  140
Burjuva toplumunun ayrıcalıklı sınıfları, iktisat alanında kendilerini diğer sınıflardan ayıran ilkeyi kültür alanına simgesel biçimde taşıyarak, daha doğrusu dar anlamıyla maddi malların belli ellerde toplanması sonucunu doğuran iktisadi farkları sanat eserleri gibi simgesel mallara sahip olmanın yarattığı farklarla veya bu malları (iktisadi veya simgesel anlamda) kullanıp simgesel ayrıcalığa kavuşma çabasıyla perçinleyerek, kısacası kendi kendilerinin (sözcüğün dilbilimdeki anlamıyla) "değerini", ayrıcalığını/farkını (distinction) -yani, Littré sözlüğünün de dediği gibi, "zarafeti, asaleti ve görgüsüyle" avamdan ayrılmalarının nişanesini- tanımlayan her şeyi doğal bir veriye çevirerek, eğitimin tarihsel olarak yeniden ürettiği iki kültür arasındaki farklılığın yerine, doğalında kültürlü olan bir doğa ile doğalında doğal olan bir doğa arasındaki öz farklılığını geçirir. Kültürün ve sanatın bu sayede kutsallaştırılması, paranın mutlaklığına köle olmuş bir toplumun taptığı bu "mutlağın geçer akçesi" toplumsal düzenin kutsanmasına katkıda bulunarak yaşamsal bir işlev görür: Kültürlü insanların barbarlığa inanmaları ve kendi içlerindeki barbarları barbar olduklarına ikna edebilmeleri için, kültürün, insanın yetkinliğinin toplum tarafından farkına varılmasını sağlayan ve doğuştan gelen bir ayrıcalık olarak deneyimlenen "insanın ikinci doğası" haline getirilmesi, dolayısıyla kültürün bu özel tanımının meşru tahakkümünü (veya isterseniz sadece "meşruluğunu" diyelim) hazırlayan toplumsal koşulları gözlerden ırak tutmaları ve görmezden gelmeleri hem yeterli hem gereklidir. İdeolojik çemberin tanı olarak kapanması için, mensup oldukları toplumu barbarlar ve medeniler diye ikiye bölen özcü bir temsilde kültürel mallara sahip olma tekelini meşrulaştıracak gerekçeyi bulmaları onlara yeterde artar bile.

Kültürün işlevi bu olduğuna ve sanat sevdası da görünmez ve aşılmaz bir engel olarak bu inayete erenler ile eremeyenleri ayıran seçimin belirtisi oluğuna göre, müzelerin yapılarındaki ve örgütlenmelerindeki en küçük ayrıntıda bile gerçek işlevlerini, yani ziyaretçilerinin bir kısmında aidiyet duygusunu, diğer kısmındaysa dışlanma duygusunu pekiştirme işlevini ele verdikleri anlaşılıyor. Burjuva toplumunun kendisine ait olmayan bir geçmişin kutsal emanetlerini koyduğu bütün o kutsal sanat mekânlarındaki her şey, eski saraylardaki veya büyük tarihsel yapılardaki, ayrıca 19. yüzyılın eklediği heybetli binalardaki, çoğunlukla Yunan-Roma tarzında inşa ettiği bu gösterişli tapınaklardaki her şey, sanat dünyasının, gündelik yaşamın dünyasıyla arasında kutsal olan ile olmayan arasındaki karşıtlık gibi bir karşıtlık kurmak istediğini göstermeye katkıda bulunur … Sanat eseri, kendi kutsalıyla özel yetiler ve yatkınlıklar gerektiriyorsa, o halde buna karşılık kendi kutsallığını da bu gereklilikleri karşılayanlara, çağrısını cevaplamaya yetenekli oldukları için kendiliğinden seçilmiş olan bu seçilmişlere bahşeder. Sanat eserine, kültürel açıdan ne kadar yoksunluk içinde bulunuyor olursa olsun herkesi estetik aydınlanmanın inayetine erdirme ve yayılımının koşullarını kendi başına üretme gücü yüklemek, eşitsiz dağılan bir eğitimin ürünü olan yetenekleri, südurcu* mistiklerin omne bonum est diffusium sui (iyi olan her şey yerini bulur) ilkesine uygun olarak, her durumda inayetin anlaşılmaz rastlantılarına veya "istidadın" keyfiliğine dayandırmak, yani bunları miras alınmış yetenekler, hem doğal hem de liyakatle edinilen meziyetler saymak demektir.

* südur Her şeyin, Tanrı'nın ilahi özünden çıktığını savunan yaklaşım, -ç.n.

141
Müze, görkemli bir geçmişin kamusal mirası olan anıtlarını, yani geçmişteki büyüklere abartılı övgüler düzmek için yararlanılan araçları kor önümüze: Sahte bir cömertlik olan serbest giriş olanağı, aynı zamanda isteğe bağlı olduğuna göre, eserleri benimseme yeteneğiyle donanmış oldukları için bu serbestiyi kullanma ayrıcalığına sahip olanlara ve böylelikle de kendilerindeki bu ayrıcalıkları, yani kültürel malları benimsemek için gerekli donanıma sahip olmayı veya, Max Weber gibi söyleyecek olursak, kültürel malları ve kültürel selametin kurumsal göstergelerini kullanma tekelini meşru görenlere mahsustur.
.
.
.