.
.
.
.
Felsefe Nedir?
G. Deleuze /
F. Guattari, (Çev. Turhan Ilgaz), Yapı Kredi Yayınları, 1993. İstanbul
[ Jeolojik bakış: 151-152 (kozmik)
Canlılar dünyası: 151-152
Tortu (sanat) heykel: 154
Duygu: 155 (2.)
Duygu: (157) (son)
Estetik: 188
Teknik: 171
Teknik: 174 (son), (bilim-sanat)
Kavramsal sanat: 176-177
Bilim-sanat: 180 (Cezanne..)
Duyum: nöron, Beyin: 187
Canlılar dünyası: 188-189: kayalar
ve bitkiler
Başarısız sanatçı: 190, yaşlılık…
Beyin: 191-192
Bilim-Sanat:192-193 ]
9
Percept ve affect
için algılam ve duygulam
17
Bugün
sistemlerin çöküşünden söz ediliyor, oysa ki değişen sadece sistem kavramıdır.
30
… felsefe,
tümcelerden ya da bir eş değerinden, kavramlar
çıkartır (genel ya da soyut fikirlerle birbirine karışmayan kavramlar), oysa ki
bilim prospektler (yargılarla
karışmayan önermeler) ve sanat da algılamlar
ve duygulamlar (bunlar da
algılama ya da duygulanım ile karışmaz birbirine) çıkartır. Her defasında, dil
kıyaslanamayacak sınav ve kullanımlardan geçirilmiştir, ama bu sınav ve kullanımlar
disiplinlerarası farkı tanımlamadığı gibi, bunların süregiden buluşmalarının da
kaynağı değillerdir.
33
Filozof en
iyisini yapmaya çabalar, ama bunun gerçekten en iyisi mi olduğunu bilemeyecek,
hatta bu soruyla ilgilenemeyecek kadar çok işi vardır. Şüphesiz yeni kavramlar,
bizim olan sorunlarla, bizim tarihimizle ve özellikle de bizim
haline-gelişlerimizle bağlantı içinde olmak zorundadırlar. Ancak bizim
zamanımıza ya da herhangi bir zamana ait kavramlar ne anlama gelir? Kavramlar
ebedi değildirler, iyi de zamansal mıdırlar buna karşın? Bu zamanın
sorunlarının felsefece biçimleri hangisidir? Eğer bir kavram bir öncekine
kıyasla “daha iyi” ise, bu, yeni değişimler ve bilinmeyen tınılar duyurduğu,
alışılmadık bölümlemelere imkân verdiği, bizi yukardan-seyreden bir Olay
getirdiği içindir. Ancak bir öncekinin yapageldiği şey de bu değil midir? Ve
eğer bugün Platoncu, Kartezyen veya Kantçı olarak kalmak mümkün oluyorsa, bunun
nedeni, onların kavramlarının kendi sorunlarımız içinde yeniden canlandırılabileceğini
düşünmek ve yaratılması gereken o kavramları, onlardan esinlenmek hakkına sahip
oluşumuzdur.
40
İçkinlik
düzlemi düşünülmüş ya da düşünülebilir bir kavram değil, ama düşüncenin
imgesidir; düşünmenin, düşünceyi kullanmanın, düşünce içinde yol almanın ne
anlama geldiğine ilişkin olarak düşüncenin kendine verdiği bir imge… (41)
Düşünce “yalnızca” sonsuza götürülebilecek olan devinimi talep eder. Düşüncenin
hak olarak talep ettiği şey, seçtiği şey, sonsuz devinim ya da sonsuzun
devinimidir. Düşüncenin imgesini kuran odur.
64
Sanat
felsefeden daha az düşünmez, ama duygulam ve algılamlar (percept ve affect) aracılığıyla
düşünür.
Sanki
birinden ötekine, yalnızca ittifaklar değil, ama çatallaşmalar ve birbirinin
yerine geçmeler de meydana geliyormuş gibidir bu. … (Michel Guérin) duygulamı
düşüncenin içine yerleştiren bir ‘logodram’, ya da ‘figüroloji’ içinde tanımlar
bunları. Çünkü bu şekilde tanımlandığında, duygulam, kavramın duygulamı olduğu
ölçüde kavram da, duygulam kavramı olabilir. Sanatın kompozisyon düzlemiyle
felsefenin içkinlik düzlemi, iç içe geçebilirler, öyle ki, birinin açıklarını
ötekinin bütünlükleri doldurur.
87
Yunanlılar
özgür insanlar oldukları için, Nesne’yi özneyle bir ilişki içinde ilk kez onlar
kavradılar… (88) Doğu, hiç şüphe yok ki düşünüyordu, ama kendiliğinden nesneyi
katışıksız bir soyutlama, basit tikellikle bir ve aynı olan boş tümellik gibi
düşünüyordu: somut tümellik ya da tümel tekillik olarak özneyle olan ilişkisi
eksikti. Doğu, herhangi bir aracılık olmaksızın, en soyut boşlukta en sıradan
olan’ı bir arada yaşatmakla yetindiği için, kavramdan habersizdir.
101
Sanatçı ya
da filozof bir halk yaratmaktan elbette ki acizdirler ve onu ancak, bütün
güçleriyle, çağırabilirler. Bir halk ancak tiksinti verici acılar içinde kendi
kendini yaratabilir ve artık sanatla veya felsefeyle uğraşabilemez. Ne ki
felsefe kitapları ve sanat yapıtları da bir halkın gelişini önceden
hissettiren, düşlenemeyen acıların toplamını içlerinde taşırlar. Onların ortak
yanı direnmektir, ölüme, tutsaklığa, hoş görülemeyene, utanca, şimdiki hale
direnmek.
Yurtsuzlaştırma
ve yeniden-yurtlanma çift yönlü haline-geliş’te kesişir. Bundan böyle artık
yerli ve yabancıyı ayırt etmek mümkün değildir, çünkü yabancı, yabancı olmayan
ötekinde yerli olurken, aynı zamanda da yerli, kendi kendisine, kendi sınıfına,
kendi diline yabancı haline-gelir: aynı dili konuşuyoruz, yine de sizi
anlamıyorum… Kendi kendisine ve kendi öz diline ve ulusuna yabancı
haline-gelmek, filozofun ve felsefenin bir özelliği, ‘tarz’ları, felsefece
zırvalar denilen şey değil midir acaba?
146
Sanat saklar
ve dünya üzerinde kendini saklayan tek şeydir. Aslında kaidesi ve taş, tuval,
kimyasal boya vb. türü malzemelerinden (quid
facti? onlar -bilgi olgusu- nedir?) daha çok dayanmamakla beraber sanat
saklar, kendinde kendini saklar (quid
juris? yasa nedir?) … Kendini saklayan, şey ya da sanat yapıtı, bir
duyumlar kitlesidir, yani algılam ve duygulamların bir bileşimi.
Algılamlar
algılamalar değildir artık, onları duyanlarda ortaya çıkan bir durumdan
bağımsızdırlar; duygulamlar da artık duygular ya da duygulanımlar değildir,
onların içinden geçen kişilerin gücünden taşarlar. Duyumlari algılamlar ve
duygulamlar, kendi kendileriyle değer kazanan ve her türlü yaşanmışlığı aşan varlıklar’dır. Onların insanın
yokluğunda oldukları söylenebilir, çünkü insan, taşta, tuval üzerinde ya da
sözcükler boyunca ele alındığı şekliyle, kendisi de algılam ve duygulamların
bir bileşimidir. Sanat yapıtı bir duyum varlığından başka bir şey değildir:
kendi kendisinde varolur.
157
Sanat, ister
sözcüklerden geçsin isterse renklerden, seslerden ya da taşlardan, duyumların
dilidir. Sanatın görüşü yoktur. Sanat algıların, duygulanmaların ve görüşlerin
üçlü düzenini bozar ve bunun yerine dilin işini gören algılamlardan, duygulamlardan
ve duyum kitlelerinden bir anıt koyar. Yazar sözcüklerden yararlanır, ama
onları duyuma geçiren, ve gündelik dili kekemeleştiren, ya da titreten, veya
bağırtan veya hattâ ona şarkı söyleten bir sözdizimi yaratarak yapar bunu: bu
üsluptur, “ton”dur, duyumların dilidir, ya da dilin içindeki yabancı dildir,
bir halkı kalkıp gelmeğe kışkırtan dil, ey eski Catawba’nın insanları, ey
Yoknapatawpha’nın insanları… Yazar, algılamı algılardan, duygulamı
duygulanımlardan, duyumu görüşten çekip almak için, dili eğip büker, onu
titreştirir, kucaklar, yarar - umulur ki, hâlâ ortalarda görünmeyen o halkı
getirmek amacıyla yapmaktadır bunu.
164
Sanat belki
de hayvanla, en azından bir yurtluk belleyen ve bir ev yapan hayvanla başlar.
Yurtluk-ev sistemiyle, cinsellik, döl verme, saldırganlık, beslenme gibi,
birçok organik işlev şekil değiştirir, ama yurtluğun ve evin ortaya çıkışını
açıklayan şey bu değişiklik değil, daha çok bunun tersi olmak gerekir: yurtluk,
salt işlevsel olmaktan çıkarak, işlevlerdeki bir değişimi mümkün kılan,
ifade-çizgileri haline gelen duyumluluğun, katışıksız duyulur niteliklerin
suyüzüne çıkmasını gerektirir. Hiç şüphe yok ki bu ifadecilik zaten yaşamın
içinde yayılmıştır ve sıradan bir kır zambağının tanrıların utkusunu kutladığı
söylenebilir. Ancak ifadecilik, yurtluk ve evle birlikte yapıcı hale gelir ve
niteliklerden yeni yeni nedensellikler ve ereksellikler çıkarmazdan önce onları
kutlayan hayvansı bir ayinin alışılmış anıtlarını yükseltir. Yalnız dış
malzemenin kullanılmasında değil, ama yurtluğu işaretleyen şarkılarda ve
çığlıklarda, bedenin duruş ve renklerinde yüze çıkan şey, daha şimdiden
sanattır. Çizgilerin, renklerin ve seslerin, ifadeci oldukları ölçüde
birbirinden ayrılmayan fışkırmasıdır. Scenopoietes
dentirostris, Avusturalya’nın yağmurlu ormanlarında yaşayan bu kuş, her
sabah ağaçtan kopardığı yaprakları aşağı atar, onları, daha solgun olan iç
yüzleri toprakla kontrast yapsın diye ters çevirir, böylece kendine bir
ready-made gibi bir sahne kurar ve tam üstünde, bir sarmaşık veya bir dala
tüneyip, kendi öz notalarıyla arada taklit ettiği başka kuşların notalarından
oluşan bir şarkıya başlar, bu arada gagasının altındaki tüylerin sarı renkli
diplerini de ortaya çıkarmaktadır: bir artist-komple’dir o (Marshall, Bowler Birds, Oxford at the Clarendon
Press; Gilliord, Birds of Paradise and
Bowler Birds, Weidenfeld). Bunlar etin duyumsadığı algı çağrışımları
[synesthésies] değil, yurtluktaki duyum kitleleri, eksiksiz bir sanat yapıtını
ortaya çıkaran renkler, duruşlar ve seslerdir (sinestezi insanin duyularinin birbirine
karismasi. mesela sesleri gormek, gordugun seyleri duymak. mesela do notasi
calinca insanin mavi renkler gormesi. ayni sekilde koldaki agrinin omuza
vurmasi da bir ornektir. Şamanizmde genelde şamanlar transa geçmek icin kullandiklari
bitkilerin bu turlu ozellikleri vardir. amazondaki bir kabile bu tur etkiyi
yaratan bitkilerden kullanip muzik yaparlarmis. muzik bittiginde ise genelde
yapilan yorumlar "ritmi guzeldi, melodisi soyleydi" seklinde degil
"sarisi guzeldi, mavisi biraz daha parlak olmaliydi" seklinde
oluyormus. ekşi). Bu tınısal kitleler nakaratlardır; ama
duruşsal ya da renksel nakaratlar da vardır; ve duruşlar da, renkler de her
zaman nakaratların içinde olaya girerler. Eğilmeler ve dikilmeler, yuvarlaklar,
renkler. Nakarat bütünüyle duyum varlığıdır. Bu bakımdan, hayvansı olan hiç
durmaksızın sanatı rahatsız edecektir. … İşte sanat yapmak için bütün
gerekenler: bir ev, duruşlar, renkler ve şarkılar -şu koşulla ki bütün bunlar,
bir cadı süpürgesi gibi, bir evren ya da yurtsuzlaşma çizgisi gibi, delice bir
vektör üzerinde açılacak ve ileri atılacaktır. “Bir odanın, içindeki
sâkinleriyle birlikte perspektifi” (Klee)
165
Her yurtluk,
her konut, yalnızca uzay-zamansal değil, ama nitel düzlemlerini veya
düzeylerini de birleştirir: örneğin bir duruş ve bir şarkı, bir şarkı ve bir
renk, algılamlar ve duygulamlar. Ve her yurtluk, özgünlük-arası bağlantı
noktaları oluşturmak suretiyle, başka türden yurtlukları kaplar veya keser, ya
da yurtsuz hayvanların izlerini yakalar. Euxkühl, bir ilk görünüm altında, işte
bu bağlamda Doğanın melodik, çoksesli, kontrpuancıl bir kavranışını geliştirir.
Bir kuşun şarkısında yalnızca kendi kontrpuan ilişkileri yoktur, ama bu
ilişkiler başka türden kuşların şarkısıyla da olabilir, ve kuşun kendisi de
sanki bir maksimum frekansı doldurması söz konusuymuşçasına, bu öteki şarkıları
taklit edebilir. Örümce ağında, ona kontrpuan görevi yapan “sineğin çok
incelikli bir portresi” vardır. Salyangozun evi olan kabuğu, o öldüğünde,
yüzmekten çok tutmağa yarayan kuyruğuyla boş kabuğu yakalayıp kendi barınağı
yapan yengeç için kontrpuan haline gelir. Kene, organik açıdan, üstünde durduğu
dalın altından geçen herhangi bir memelide kendi kontrpuanını bulacak tarzda
yapılanmıştır, tıpkı akan yağmur damlaları altında, kiremitler gibi sıralanmış
meşe ağacı yaprakları gibi. Bu erekçi bir kavrayış değil, ama neyin sanata
neyin doğaya (“doğal teknik”) ait olduğunun artık bilinemediği, melodik bir
kavrayıştır: Bir melodinin “motif” olarak bir başka melodi içindeki her ortaya
çıkışında kontrpuan vardır, tıpkı yabanarısıyla aslanağzı arasındaki ilişki
gibi. Bu kontrpuan ilişkileri düzlemleri birleştirir, duyum bileşkeleri,
kitleler oluşturur ve haline-gelişleri belirler. … yurtluk, yalıtmak ve
bağlamakla yetinmeyip, içerden yükselen veya dışarıdan gelen kozmik güçlere
açar ve bunların barınmakta olan üzerindeki etkilerini duyulur kılar. Palamudun
gelişme gücünü ve damlaların oluşma gücünü taşıyan ve içeren, meşe ağacının
kompozisyon düzlemidir, ya da ışığın, hayvanı bir dalın ucuna kadar, yeterli
yüksekliğe kadar çekebilecek gücünü ve kendini, altından geçen memelinin
üzerine bırakabileceği çekim gücünü taşıyan kenenin kompozisyon düzlemidir -ve
bu ikisi arasında, memeli hayvan geçmeyecek olursa yıllar boyu sürebilecek
ürkütücü bir boşluktan başkaca hiçbir şey yoktur. … doğa eğer, her zaman tıpkı
sanat gibiyse, bunun nedeni, bütün şıklarda onun şu iki yaşayan öğeyi
birleştirmesidir: Ev ve evren, … yurtluk ve yurtsuzlaştırma, sonlu melodik
bileşikler ve sonsuz büyük kompozisyon düzlemi, küçük ve büyük nakarat.
171
Kompozisyon,
yine kompozisyon, bu sanatın tek tanımıdır. Kompozisyon estetiktir ve
bileşiklerle oluşturulmamış şey bir sanat yapıtı değildir. Bununla birlikte
teknik kompozisyonla, çoğunlukla bilimi (matematik, fizik, kimya, anatomi)
devreye sokan malzemenin işi olan kompozisyonla, duyumun işi olan, estetik
kompozisyonu birbirine karıştırmayacağız. Kompozisyon adını tümüyle hak eden,
yalnızca bu ikincisidir ve bir sanat yapıtı asla teknik tarafından ya da teknik
için yapılmamıştır. Şüphesiz, teknik her sanatçıya ve her yapıta göre
bireyselleşen pek çok şeyi içerir: edebiyatta sözcükler ve söz dizimi; resimde
yalnızca tuval değil, ama tuvalin hazırlanışı, boya maddeleri, onların
birbirine karıştırılması, perspektif yöntemleri; ya da batı müziğinin on iki
sesi, müzik aletleri, skalalar, perdeler… Ve iki düzlem, teknik kompozisyon
düzlemiyle estetik kompozisyon düzlemi arasındaki ilişki, tarihsel olarak hiç
durmadan değişir.
174
Sanatın
estetik kompozisyon düzleminden başkaca bir düzlem içermediği anlamında, sadece
bir tek düzlem bulunur: gerçekten de teknik düzlem zorunlu olarak estetik
kompozisyon düzlemi tarafından kaplanmış ya da emilmiş durumdadır. Madde, bu
koşulladır ki ifade edici hale gelir: duyumlar bileşimi malzemede gerçekleşir,
ya da malzeme bileşimin içine geçer, ama bu her zaman tastamam estetik bir
kompozisyon düzlemi üzerinde konumlanacak şekilde olur. Sanat alanında elbette
bir çok teknik sorun vardır, ve bilim bunların çözümünde işe karışabilir; ama
bu sorunlar ancak duyum bileşiklerini ve malzemeleriyle birlikte zorunlu olarak
katıldıkları düzlemi ilgilendiren estetik kompozisyon sorunları bağlamında
ortaya çıkar. Her duyum, yanıtı yalnızca sessizlik bile olsa, bir sorudur.
Sanat alanında sorun her zaman şu düzlem üzerinde hangi anıtın çatılacağını, ya
da hangi düzlemin şu anıtın altına çekileceğini ve de her ikisini aynı zamanda
bulmaktan ibarettir: Klee’nin “bereketli ülkenin sınırındaki anıt” ve
“bereketli ülkedeki anıt”ında olduğu gibi.
175
Her şey (teknik
de dahil olmak üzere) duyum bileşkesiyle estetik kompozisyon düzlemi arasında
cereyan eder. … Algılamlar ve duygulamlardan yapılmış bileşik duyum, görüşün,
doğal, tarihsel ve toplumsal bir ortamda egemen algıları ve duygulanımları bir
araya getiren sistemini yurtsuzlaştırır. Ancak bileşik duyum, kompozisyon
düzlemi üzerinde yeniden yurtlanır.
176
[Kaosa Bir Çizgi Çekmek] Düşünceyi,
düşüncenin üç büyük formunu, sanat, bilim ve felsefeyi tanımlayan şey, her
zaman kaosla kapışmak, bir düzlem çizmek, kaosun üzerine bir düzlem çekmektir.
Ama felsefe, tutarlılık vererek sonsuzu kurtarmak ister: kavramsal kişiliklerin
edimiyle, olayları ya da tutarlı kavramları sonsuza taşıyacak bir içkinlik
düzlemi çizer. Buna karşılık bilim gönderimi kazanmak uğruna sonsuzdan
vazgeçer: kısmi gözlemcilerin edimiyle, her kezinde şeylerin durumlarını,
fonksiyonları ya da gönderimsel önermeleri tanımlayan, yalnızca tanımlanmamış
koordinatlardan bir düzlem çizer. Sanat sonsuzu yeniden veren sonluyu yaratmak
ister: estetik figürlerin edimiyle, anıtları ya da bileşik duyumları taşıyan,
bir kompozisyon düzlemi çizer. ... Düşünmek, kavramlar aracılığıyla
düşünmektir, ya da fonksiyonlar, ya da duyumlar aracılığıyla düşünmektir ve bu
düşüncelerden her biri ötekilerden daha iyi, veya daha bir yoğunlukla, daha bir
tamlıkla, daha bireşimsel olarak “düşünce” değildir. Sanatın çerçeveleri
bilimsel koordinatlar olmadığı gibi, duyumlar da kavramlar, ya da kavramlar
duyum değillerdir. ... Üç düşünce biçimi, bireşim ve özdeşleşim olmaksızın
kesişir, içiçe girer. Felsefe kavramlarıyla olaylar çıkartır, sanat
duyumlarıyla anıtlar diker, bilim de fonksiyonlarıyla şeylerin durumlarını
kurar. Düzlemler arasında zengin bir iletişim örgüsü yerleşebilir. Ama
şebekenin yükselen noktaları, duyumun, kendiliğinden kavram ya da fonksiyon
duyumu haline geldiği, kavramın, fonksiyon ya da duyum kavramı, fonksiyonun da
duyum ya da kavram fonksiyonu haline geldiği noktaları vardır. Ve bu öğelerden
herhangi biri, henüz hala gelecek, hala belirsiz ya da bilinmez olabilmeksizin
ortaya çıkmaz. ... ya bizi içinden çıkmak istediğimiz görüşe götüreceklerdir
doğruca, ya da kapışmak istediğimiz kaosun içine iteceklerdir bizi.
188
Duyum
katışıksız temaşadır… Temaşa etmek, edilgin yaratının gizi olan duyumu
yaratmaktır. … Platinos bütün şeyleri, yalnızca insanları ve hayvanları değil,
ama bitkileri, toprağı ve kayaları da, temaşalar olarak tanımlayabiliyordu. Biz
kavram aracılığıyla İdeaları değil, ama, duyum aracılığıyla, maddenin öğelerini
temaşa ederiz. Bitki başvurduğu öğeleri, ışık, karbon ve tuzları edinerek
temaşa eder ve kendisi de, her seferinde onun değişikliğini, bileşimini
niteleyen renkler ve kokularla dolar: kendi kendisine duyumdur. Tıpkı, sinirler
ve beyinle donatılmış bir aracı tarafından algılanmazdan, hatta duyulmazdan
önce, çiçekler, birincil görme ve koklama girişimi olarak, onları ortaya
çıkaran şeyi duymak suretiyle kendiliklerinden duyuyorlarmış gibi.
189
Kayalar ya
da bitkiler hiç şüphesiz sinir sistemine sahip değillerdir. Ancak, eğer
sinirsel bağlantılar ve beyinsel tümlemeler, dokularda da birlikte varolan
duyma yetisi olarak bir beyin-güç varsayıyorlarsa, aynı şekilde ambriyoncul
dokularla birlikte varolan, ve kendini Türdeki kollektif beyin gibi sunan, veya
"küçük türler"deki bitkisel dokularla birlikte varolan bir duyma yetisini
varsaymak da yanlış olmaz. Ve kimyasal yakınlıklar ve fizik nedensellikler de
uzun zincirlenmelerini, öğelerini edinerek ve onları tadarak saklamağa muktedir
birincil güçlere, kendiliklerinden gönderimde bulunurlar: bu öznel merci
olmaksızın, en küçük nedensellik bile anlaşılmaz kalır. Her organizma beyinle
donatılmamıştır ve her yaşam da organik
değildir, ancak her yerde mikro-beyinler kuran güçler, ya da şeylerin inorganik
yaşamı bulunur.
.
.
.
.